Tarihsel toplum ve toplumsal doğa bir bütündür. Bu bütünlük içinde ele alındığında, her parça ve tarihsel aşama doğru bir yorum, tanım ve anlama kavuşur. Bunu parçalayan ve kendi tikel gerçeğini öne çıkaran, başat hale getiren, hatta tarihin temel öznesi olarak gören ve gösteren yaklaşımların toplumsal bir anlamı ve değeri yoktur, olamaz. Böylesi anlatılar tarih değil, ancak uydurulmuş kahramanlık öyküleri veya egemenlerin bilinçli ideolojik çarpıtmaları olabilir.
Devletçi uygarlık güçleri, tarihi kendileri ile başlatıp kendileri ile sonlandıran bir anlayışa sahiptirler. Onlara göre devlet öncesi bir toplum ve dolayısıyla tarih yoktur. Olsa bile geri, ilkel, barbar, kaos ve karanlıktır ve dikkate alınması gereken bir süreç değildir. Her şey devlet ile başlamıştır. Devletsiz bir toplum düşünülemez. Devletsiz bir toplum kaos demektir. Nasıl çobansız bir sürü olamazsa- olsa bile kurda kuşa yem olur- devletsiz bir toplum da olamaz- olsa bile kendini sürdüremez- dağılıp yok olur. Zihinlere hep bu ideolojik zehir şırınga edilmeye çalışılmıştır.
Oysa bilinmektedir ki, insanlık, ömrünün %98’ini devlet öncesi toplumsallıkta geçirmiştir. Buna doğal toplum veya ahlaki-politik toplum diyoruz. Doğal toplum zamanı, çarpıtılarak yansıtıldığı gibi, bir ilkellik, barbarlık veya karanlık bir dönem değildir, olmamıştır. Tam aksine en sağlıklı, ahlâklı, demokratik bir yaşam ve toplumsallığı ifade etmektedir. Burada ahlâk, toplumu bir arada tutan temel harç görevini görmektedir. Toplum ahlaki ölçüler dışında bir kurala veya güce ihtiyaç duymamaktadır. İnsanlığa ve topluma ait en temel değerler ve yaratımlar bu süreçte ortaya çıkmıştır. İnsanlık bugün bile o ilklere, yaratılan o değerlere dayanarak ayakta kalmakta ve yaşamını sürdürmektedir. Hem de devlet ve iktidarcı güçlerin tüm saldırı, baskı ve engellemelerine rağmen.
Devlet ise son beş bin yıllık tarihe ait bir olgudur. Devleti, toplumsal gelişim çizgisinden bir sapma, sağlıklı bünyeye sirayet eden ölümcül bir virüs veya kanserli bir ur olarak tanımlamak doğru bir belirleme olacaktır. Virüs nasıl sağlıklı hücreden besleniyorsa, devlet ve iktidar da topluma bir kene gibi yapışarak ondan beslenmektedir. Topluma ait değerleri, ya yok etmek ya da özünden boşaltarak kendine mal etmeye çalışmaktadır. Bu nedenle toplumla özdeş olan ahlâkın yerine hukuku ikame ederek kendi iktidar sistemini kalıcı bir kurumlaşmaya kavuşturmak istemiştir. Kentleşme ve sınıflaşma ile birlikte kendisini başat bir uygarlık-modernite olarak dayatmış ise de toplumu yok edememiş, her zaman toplumsal kültürün ve ahlâkın güçlü direnişiyle karşı karşıya kalmıştır.
Toplum olmadan devlet ve iktidar yaşayamaz. Ama devlet ve iktidar olmadan toplum yaşayabilir, hem de daha doğru, güzel ve sağlıklı olarak. Devlet ve iktidar, toplumla birlikte yaratılan tüm toplumsal değerlerin gaspı, talan ve sömürü mekanizması düzenidir. Devlet, topluma karşı en büyük tehdit ve saldırı iken kendini toplumun koruyucusuymuş gibi yansıtır. En büyük hırsız iken kendini velinimet gibi sunar. Topluma karşı bir tecavüz ve kırım makinası iken kendini vazgeçilmez bir otorite gibi gösterir. Bir sömürü canavarı iken toplumsal paylaşım ve iş bölümünü düzenleyen yönetim gibi algılatır. Toplumsal doğayı parçalayan dağıtan bir güç iken kendini toplumsal düzeni sağlayan irade olarak yansıtır. O çirkin, kirli, zalim ve çirkef yüzünü gizlemek için başka türlü nasıl yapabilir? Nietzsche’nin dediği gibi ‘o canavarların en canavarı, devlet, bütün dillerde yalan söyler’. Devletçi ve iktidarcı güçler kendini gizlemek ve toplum nezdinde meşrulaştırmak için sürekli yalana, maskelere ve zihinsel çarpıtmalara ihtiyaç duyarlar.
Ahlak, özgürlük, politika, öz yönetim vb. olgular, toplumsal hakikatin temel değerleri ve birbirinden kopmaz parçalarıdır. Ahlâk toplumsal özgürlüğün gelenekselleşmiş biçimidir. Ahlâkın kaynağı özgürlüktür. Ahlâk ve özgürlüğün gerçekleşme zemini de toplumsallıktır. Ahlâk, toplumun zora dayanmayan, özgür bilinç ile kabul edilen kurallı, ölçülü yaşamıdır. Ahlâk toplumsallaşmanın temel bir değeri ve ölçüsü olarak ortaya çıkmış ve toplum var oldukça da varlığını sürdürecektir. Hukuk asla ahlâkın yerini dolduramaz, onun yerine ikame edilemez. Hukukun toplumu ahlâktan daha iyi yönetebileceği iddiası koca bir yalandır. Ahlâkın gönüllülüğe dayanması, buna karşılık hukukun zora dayanması ve ceza ile korkutması bile tek başına ahlâkın yüceliğini ve üstün gücünü ifade etmeye yetmektedir.
Bu kavram ve olguları birbirinden ayrıştırarak parçalamak pozitivist sosyolojinin marifetidir. Pozitivizm, hakikati bir bütün olarak yutup hazmedemeyeceğini bilir. Bu nedenle hakikati parçalayarak yutmaya ve yutturmaya çalışır. Pozitivizm, ahlakı geçmişe ait ve geçmişte kalması, aşılması gereken bir gelenek derekesine indirger. Devletin geliştirdiği hukuku ise allayıp pullayarak parlatır ve gelişmenin, ilerlemenin ve modernleşmenin bir göstergesi olarak yansıtır. Özgürlüğü de toplumsallıktan kopararak bireyin bir tercihi olarak sunar. Bu haliyle pozitivizm, kapitalist moderniteye ve onun efendilerine en iyi hizmeti sunmaktadır. Ulus-devletin topluma karşı kullandığı en etkili araçlardan ve en vurucu silahlardan biri bu pozitivist bilim ve felsefe olmaktadır. Pozitivist bilim adamı Sümer rahiplerinden daha fazla ve yaygın olarak toplum üzerinde algı operasyonları yapmakta ve zihin inşalarına başvurmaktadır. Tarihsel toplumu ve onunla birlikte toplumsal değerleri en çok inkâr eden bu zihniyet, günümüzün olgularını, dolayısıyla en başta da devlet ve iktidarı kutsallaştırıp putlaştırarak topluma sunmaktan geri durmamaktadır.
Ancak tarihsel diyalektik gelişme, karşıtların birbirini yok etmesi temelinde tezahür etmez. Eski ve yeni arasındaki çelişki ve çatışmada, yeni başat duruma gelse de eskiyi tümden ortadan kaldırmaz, yok etmez. Onu da kapsayarak kendi bünyesinde taşıyarak kendini var eder. Başka bir deyişle, eski yerini yeniye bırakırken, tarihsel sahneden çekilip silinmez. Yeninin içinde varlığını sürdürür. Ali Fırat bunu, ‘tarih günümüzde saklı, biz tarihin başlangıcında gizliyiz’ biçiminde tanımlamış ‘tarih şimdidir’ belirlemesinde bulunmuştur. Denilebilir ki, ahlak tüm baskılara rağmen, devlet dışı toplumlarda ve resmi devlet dışındaki toplumun tüm gözeneklerinde, varlığını bugün de güçlü bir şekilde sürdürmektedir. Tersinden ifade edecek olursak ahlâk yitimi, tarih boyunca en büyük felaketlerin nedeni ve sonucu olmuştur. Toplumsal bozulma ve yozlaşma ahlakilikten uzaklaşmayla ortaya çıkmıştır.
Bu konuda da Ali FIRAT’ın çarpıcı tespitleri vardır: ‘Konu ve kurum olarak ahlak, sanılanın da ötesinde çok önemlidir. Gerek tarih boyunca yaşanan krizler, gerek günümüz küresel krizi büyük oranda ahlâkilikten yoksunluğun sonucudur. Tarihte toplumsal vicdan, Sodom (İlkçağda Lut Gölü yakınlarındaki bir şehir) ve Pompei kentlerinin yanardağdan püsküren lavlar altında kalmasını ahlâki düşkünlükle izah ederken, bir hakikatten haber vermek ister gibidir! ahlaki düşkünlük toplumları çökertir. Tanrıların laneti denilen şey, özünde toplumsal vicdanın (ahlâkın) ahlâksızlığı cezalandırma eyleminin gökselliğe yansıtılmış halidir. Tanrı kavramını toplumun en yüce ve kutsal kimliği olarak yorumlarsak, lanetleme de toplumun tipik kendine has cezalandırma eylemi oluyor’.
Ahlak toplumun özgür halidir, toplumun doğal ve kendilik halidir. Toplum ahlak ile kimlik ve kişilik kazanmıştır. Bu onun kültürü ve özgürlüğüdür. Toplum bedense ahlak onun ruhudur. Devlet ve iktidar ahlakın karşıtı ve düşmanıdır. Devlet ahlâk yerine hukuku, söz yerine yazıyı, kutsallık yerine kural ve yasayı ikame eder. Hüküm kurar ve toplumu bu hüküm ve kurala bağlar.
Devlet ve iktidar düzen kurar, düzenleyicidir. Her iktidar düzenleyicidir, ama bu olumlu anlamda bir düzenleme değildir. Gerekirse yıkarak, dağıtarak yeniden düzenler. Ama mutlaka kendi çıkarına göre düzenler, kendi düzenini kurar. Toplumu kaos olarak görür, müdahale eder, tutsak alır ve kendi çıkarlarına göre düzenler. Düzeni kural ve yasayla oluşturur. Buna hukuk diyerek meşruluk kazandırmaya çalışır.
İlk yasa koyucu, Ur-Namu veya Hammurabi olarak bilinir. Tarihte ilk yazılı hukuk belgeleri bunlar tarafından tabletlere veya kayalara işlenmiştir. Kimdir bunlar? Krallardır, köle sahipleridir, egemen sınıfın temsilcileridir. Hammurabi’nin kayalara yazdırdığı bu yasalar toplumsal nüfusun artışı, yaşamı düzene koyma, barışı sağlama vb. hiçbir gerekçeye dayanmamaktadır. Tümden egemen sınıfın çıkarlarını temsil etmektedir. Bu egemen sınıfın sömürü sistemini güvenceye almayı hedeflemektedir. Toplumu iktidar güçlerine göre yaşamaya mecbur ve mahkûm etmektedir. Hammurabi’nin yasaları, toplum için, üzerine yazılan kayalar kadar sert, acımasız ve zorbacadır. Topluma o kayalar kadar ağır yük ve görevler yüklemektedir. Tanrı Marduk adına Kral Hammurabi bu kuralları kutsal-ilahi bir emir ve buyruk olarak yazdırırken, özünde kendi iktidarını ve egemen sınıfın düzenini kurduğunu çok iyi bilmektedir. ‘Yükselen iktidar ve krallık otoritesinin kendini tanrısal kavramlarla niteleyerek güçlendirmesi, ideolojik hegemonyanın temel kuralıdır. Tanrı kavramını kazıdıkça, her defasında altından baskı ve sömürü tekellerinin, devlet ve iktidar aygıtlarının zorbalığı, talanı ve kölece çalıştırma gücü ortaya çıkar’(Ali Fırat).
Hammurabi ahlâka göre yaşayan toplumu, yasaya-hukuka göre kurar ve yeniden düzenler. Artık toplum kendine göre ve özgürce yaşayamayacaktır. Kendinin öznesi ve iradesi olmaktan çıkarılmıştır. Bir özne ve irade olarak yükselen iktidar ve devlet, toplumun üzerine çöreklenmiş ve bir ur gibi kanını emmeye başlamıştır. Toplum ne kadar çırpınsa da ondan kurtulamayacaktır.
Hammurabi‘nin adına yemin ettiği Marduk kimdir ve nasıl bir tanrıdır? Marduk, annesi Tiamat’ı (dönemin ana tanrıçasıdır) her türlü yalan ve hile ile öldüren ve onun yerine kendi iktidarını, kendi dünyasını kuran bir tanrıdır. Annesi Tiamat’ı öldürdükten sonra onun ölü bedeninden kendine bir dünya yaratmıştır. Dolayısıyla ve en başta Marduk bir anne katilidir. Bir anne katilinden nasıl bir hukuk ve adalet beklenebilir ki! Tiamat aynı zamanda kadının toplumsal otoritesini, onun kültür ve iradesini temsil etmektedir. Bu anlamda kadın, tanrıça Tiamat şahsında toplumun vicdanı, ahlâkı, hak ve adaletini temsil etmektedir. Tanrı Marduk tanrıça Tiamat’ı öldürerek aynı zamanda kadına ait bu toplumsal değerleri de ortadan kaldırmış olmaktadır. Birinci cins kırımının sembolik, mitolojik anlatımı olan bu süreç iyi anlaşılmak durumundadır. Kadın derin bir köleliğe mahkûm edilirken, onun yerine erkek zihniyetinin tartışmasız iktidarı ikame edilmektedir. Beş bin yıllık erkek egemen zihniyet ve onun iktidar sistemi böyle bir temel üzerinde yükselmiştir.
Yasa ve Kayıt Dışı Yaşamak Ahlâki ve Özgürce Yaşamaktır
Yasa ve kural koymak yabancı kaynaklıdır. Bu yabancı, dış bir işgalci güç olabileceği gibi, toplumun içerisinden sivrilen bir azınlığın egemenliği biçiminde de ortaya çıkabilir. Her iki durumda da topluma ve ahlâka bir yabancılaşma ve düşmanlık söz konusudur. Toplumu denetleme, kontrol altına alma ve üzerinde iktidar kurmayı amaçlar. Bunu kendi hükmü, yasası, kural ve kaideleri ile yapar. Her ne kadar bu yasalar tanrı, din, inanç vb. adına kutsallaştırılıp meşrulaştırılmaya çalışılsa da özünde ve yalnızca egemen olanın çıkarını gözetir ve ona hizmet eder. Tüm bu yasa ve kurallar topluma kölece bir hizmet ve zorunluluklar yükler. Sürekli feragat ister. Toplumu borçlu kılar ve bu borcunu ödemeye mahkûm eder. Bunun dışına çıkılması durumunda da birey ve toplumu her türlü ceza ile tehdit eder.
Devletin hukuk sistemi bir kayıt sistemidir. Devlet toplumu kayıt altına alır. Kayıt altına almakla pranga altına almak özde aynıdır. Vahşi atların ayaklarına bağlanan bağa veya zincire Kürtçede ‘qayd’ denir. “Em ê qayd û zincîran bişknin” sloganı bununla bağlantılı olarak dile gelen bir özgürlük haykırışı olmaktadır. ‘Qayd’ altına alınan hayvan artık rahatça ve özgürce hareket edemez. “Qayd”ı kim vurmuşsa onun denetimi altına girer. Vahşi, hırçın atlar veya kimi diğer hayvanlar bu şekilde ehlileştirilir veya evcilleştirilir. Her devlet toplumu evcilleştirilmesi gereken bir varlık olarak görür. Üzerinde kendi iktidarını kurmak için her yönteme başvurur.
Uygarlık tarihi yazının icadı ile başlatılır. Bu anlaşılır bir şeydir. Yazı altına almak ve kaydetmek, devlet ve iktidarın hatta kapitalizmin (sermayeciliğin) başlangıcıdır. Tacirin, efendinin, kralın toplumu egemenlik altına almaya başlamasıdır. Yazı ve rakam sömürücü sınıfın ihtiyacının ürünüdür. Egemen sınıf, mal ve mülkünü, vergi ve sömürüsünü yazı ve rakam ile kayıt altına alır. Sürü sahibinin, her bir hayvanının çetelesini tutmasıyla, efendi ve tüccarın mal ve mülkünü yazı ve rakamla kayıt altına alması özünde aynıdır. Egemenin hafızası yoktur, onun hafızası kayıtlı belgeleri ve arşividir. Bunlarsız sermayesinin hesabını tutamaz.
Yazı, rakam, matematik vb. medenileşmenin, uygarlaşmanın, ilerlemenin işaretleri olarak gösterilmektedir. Bunların hiçbiri doğru olmadığı gibi toplumun aleyhine gelişen alametler (kullanılan araçlar) olarak görülmelidir. Yazı, rakam ve matematik toplumun değil, devletçi uygarlığın gelişmesine hizmet etmiş, toplum aleyhine kullanılmışlardır. İktidar ve devlet, temelini yazı ve rakam üzerine kurmuştur. Bugün bile yazıyı, rakamı ve matematiği bu uygarlığın altından çekerseniz bir gün bile ayakta duramaz ve varlığını sürdüremez. Devletçi uygarlık yazı, rakam ve hesap işlerinden oluşan koca bir yığın, sanal bir canavar gibidir.
“Söz uçar yazı kalır” denir. Söz ruhtur, ahlâktır. Beden ölünce ruh uçar, yazı ise kalıcıdır. Üzerine yazıldığı kayalar kadar sağlam ve katıdır. Devlet ve iktidar, topluma ait ahlâkı, sözü geçici kılarken kendini ezel-ebet ilan eder. Kayaya, tablete yazılan yasa sabit ve kalıcı hale getirilir. Bu, sözün, ahlâkın özünden boşaltılarak tutsak edilmesidir. Kayaya, tablete oyulan hukuk, aynı zamanda ahlâkın mezarıdır, ahlâkın mezara gömülmesidir.
Devletin yazıyla kayıt altına alması ve yasa ile kurala bağlaması, o alanı kendi denetimine ve kontrolüne alması demektir. Her yazılı belgenin ve yasanın altında bir mühür vardır. Mühür, kayıt altına alınanın hapsedilip, zincire bağlanmasıdır. Mühür vurmak ile zincire vurmak aynı anlama gelmektedir.
Devlet, toplumun her bir karış bakir alanını kayıt altına almakla orayı esaretine, iktidarına almış olmaktadır. Damgasını vurduğu her toplumsal yaşam alanı tecavüze uğrayıp kirletilmiş demektir. Bir erkeğin kadını kendi gerçekliğinden kopararak kendi himayesine alması, karılaştırması neyse, devletin toplumun her karış bakir yaşam alanını kayıt altına alıp, yasaya bağlaması aynı şeydir. Her ikisinde de kendine mal etme eylemi, saldırı ve tecavüz vardır.
Devlet mühürünü, damgasını vurduğu her parçayı toplumdan koparmıştır, kontrolüne alıp sömürüsüne açmıştır. Erkek de “mehr”ine aldığı her kadın üzerinde sınırsız bir tasarruf yetkisine kavuşmuştur. Mehr ile mühür aynı kökten gelmektedir. Devletin mührüne aldığı toplum ile erkeğin mehrine aldığı kadın köleleştirilmiş ve nesne durumuna getirilmiştir. Bu tek taraflı bir tasarruf ve eylemdir. Devlet ve erkeğin özne ve irade olduğu, karşı tarafın nesne ve mal olduğu bir fiildir. Hep erkek kadını nikâhıma aldım der. Kadın erkeği nikâhına almaz, alamaz. Ancak onun nikâhına, ‘mehr’ine girebilir.
Köleci dönemde, kölelerin sahiplerince kızgın bir demir parçasıyla dağlanması, mühür ve damga altına alınması sembolik bir uygulama değildir. Kölenin bir mal veya meta haline getirilmesinin, insan olmaktan çıkarılmasının acımasız, zalimce bir göstergesidir. Aynı uygulama erkek tarafından kadına dayatılmıştır. Kadının görünür bedenine, yara açacak bir damga vurulmaz. Ama daha beter bir damga ruhuna ve beynine vurulur. Dışı allanır pullanır, süslü ziynetlerle donatılır, halhal, bilezik, küpelerle bezenir ve erkeğin iştahına sunulurken, kadının iç dünyası karartılır. Kendisine ait ne varsa paramparça edilir. Beyni çalışamaz, yüreği atamaz ve dili konuşamaz hale getirilir.
Aslında yasa ve kayıt altına alınmaya karşı birçok doğal topluluk, kabile ve aşiret büyük direnişler göstermişlerdir. Bunda kendileri için bir tehlike olduğunu bilgece bir sezgiyle hissetmişlerdir. O yüzden hep kayıt dışı veya yasa dışı yaşamayı tercih etmişlerdir. Kayıt ve yasa altına almanın devlete bağlanmak anlamına geldiğini erkenden fark etmişlerdir. Yasa dışı yaşamak özgürce yaşamaktır. Ne kadar çok kayıt ve yasa altına alma varsa, bu o kadar çok devletin esareti altına girmek demektir. Başka bir ifadeyle ne kadar çok hukuk, o kadar az ahlâk, toplum ve özgürlük demek mümkündür.
O kadar geçmişe gitmeye bile gerek yoktur. Bundan elli yıl öncesine kadar Kürdistan’da ve muhtemelen kapitalist modernitenin yayılmadığı tüm kırsal ve köy toplumsallıklarında önemli oranda devlet dışı bir yaşam hüküm sürmekteydi. Devletin kurumlarına ve hukukuna ihtiyaç duymadan ve ona başvurmadan, bu topluluklar kendi yaşamlarını demokratik bir tarzda sürdürmüşlerdir. Sorunlarını kendi içlerinde ve ahlâki ölçülerle çözme gücünü göstermişlerdir. Son dönemlere kadar kendilerini nüfus dairesine kaydetmek istemeyen birçok aile ve topluluk vardır. Nüfusa kayıt olmanın devlete karşı birçok sorumluluk altına girmek, birçok hizmet ve zorunluluğa mahkûm olmak anlamı taşıdığını biliyorlardır. Bu görevlerin başında devlete yıllarca askerlik yapmak, bitmek bilmez savaşlara katılmak, devlet adına ölmek ve öldürmek gelmektedir. Yine vergi vermekle yükümlü olmak demektir.
Bir kuşak öncesine kadar Kürt köylüsü işlediği toprağı bile kendi üzerine kaydetme ihtiyacı duymamış ve tapusunu almaya yanaşmamıştır. Kürtçe deyimle “Tapu tep in” denirdi. Bu “Tapu tuzaktır” anlamına gelmektedir. Tapu, devletin birey ve topluluğu kayıt ve hukuk altına almasının bir yolu olarak görülmekteydi. Kürt köylüsü toprağın kapitalist bir meta haline gelmediği o dönemlerde fazladan toprağa ihtiyaç duymuyordu. Elde edilecek ürün piyasaya sürülüp sermaye ve kâr haline getirilmiyordu. Her aile yıllık ihtiyaçları için ve yıllık ihtiyaçları kadar ekim yapıyordu. Bunun için de bir parça toprak ekmek ihtiyaçlarını karşılıyordu. Kapitalist açgözlülük olmadığı için ekstradan tüm topraklara sahip olma veya kendi tasarrufuna alma anlamsız geliyordu. Böyle olunca da topraklarının tapusunu almaya gerek duyulmuyordu. Toplumun bu oyunu görmesi ve bu tuzağa düşmemesi anlamlıdır.
Kapitalist modernite, bugün her alanı ve her şeyi kendi hukuk sistemine dahil etmek ve dolayısıyla kayıt altına almak için toplumsal yaşamın her köşesine el atmakta ve sömürüsünü çok daha ilerletip derinleştirmektedir. Artık tek tek her bir hayvanın kulağına bile damga vurulmakta, küpe takılmakta ve kayıt altına alınmaktadır. Her bir ineğin, her bir koyunun bir kimliği vardır ve sicili tutulmaktadır. Artık çobanlık yapmak bile diplomaya, sertifikaya bağlanmıştır. Yüzeysel bir bakışla bunların olumlu olduğu ve bir gelişkinliğe işaret ettiği düşünülebilir. Fakat bunun böyle olmadığı açıktır. Burada, devlet ve iktidar güçlerinin, ahlâk, özgürlük ve toplum adına ne varsa son hücresine kadar ele geçirmesi, işgal ve gasp etmesi söz konusudur. Bir topluluğun veya bir ailenin devlet hukuku-yasası dışında yaşamını idame etmesine izin verilmemekte, doğal ve özgür yaşam alanları tümden ortadan kaldırılmaktadır.
Toplum nefes alamaz hale getirilmektedir. Toplumun devlet ve onun hukuk sisteminden ancak bir talebi olabilir: ‘Gölge etme başka ihsan istemez’.
Bir köylünün sahip olduğu üç-beş hayvanına kendisi veya çocuğunun çobanlık yaparak geçimini sağlaması ve devlete ihtiyaç duymadan yaşamını idame etmesi bir zamanlar mümkündü. Ancak bu pozitif durum ulus-devlet aşamasında ve onun iktidarı altında kabul edilmez. İktidar boşluk tanımaz. Ulus devlet her yere nüfus etmek ve her yeri kontrol etmek ister. Varlığını ve egemenliğini buna bağlı görmektedir. Onun doldurmadığı bir boşluğun, ahlâk ve toplumla dolu olduğunu bilir. Ahlâk ve toplum devlet ve iktidar için en büyük tehdit ve tehlikedir. Bunu bertaraf etmek için ulus-devlet iktidarı her boşluğu kendisiyle doldurmak, her yere kendi damgasını vurmak ister. Bu onun varoluşsal karakteridir.
Ayrıca kapitalist iktidarlar, sinekten bile yağ çıkarmanın ve bunu kar ve sermaye olarak efendilerine sunmanın araçlarıdırlar. Toplumun her gözeneğine sızarak, işgal ederek oradan yağ çıkarmanın, yani kar etmenin bir yoluna bakarlar. Gezegenimizde işgal edilecek bir toprak parçası kalmamıştır. Yatay yayılmanın sonuna gelinmiştir. Geriye, bu zihniyetin kaçınılmaz bir sonucu olarak dikey yayılma, yani toplumun her zerresine derinlemesine sızma ve her türlü ince yöntemlerle sömürüyü derinleştirerek geliştirme kalmaktadır.
Bundan dolayı yasa dışı yaşamak veya yasanın dışında kalmak toplum ve ahlâkla yaşamaktır.
Hukukun-yasanın sınırları, devlet hapishanesinin sınırlarıdır. Yasa kapsamına giren veya yasanın belirlediği alanda yaşayan insan ve topluluk devletin yarı-açık cezaevinde yaşıyor demektir. Devlet, sözde güvenliğini sağladığı o topluluğa binbir türlü görev ve hizmet yükler. Onlara çağdaş köleler olarak iş gördürür. Devletin hududundaki, sınırındaki dikenli teller ile cezaevinin duvarlarındaki dikenli teller aynı şeye işaret eder: Yasanın hükümranlığına, özgürlüğün sınırlarına!
Özgür yaşamak için yasanın hükmetmediği alanlara çıkmak gerekmektedir. Legal-illegal, yasal-yasa dışı ayrımı bunun için yapılmaktadır. İllegal-yasa dışı yaşamak özgürce yaşamanın arayışı ve çabasıdır. Yasayı her ihlal bir özgürlük eylemidir. Birlerinin dağları mesken tutması bu nedenledir. Yasanın dağa hükmü geçmez. Dağ özgürlüğün, kirletilmemiş havanın, doğal toplumun ve ahlâklı yaşamın tek mekânı gibidir.
Devlet dağları bile denetim altına almak ve kontrol etmek için her yola başvurmakta ve her çılgınlığı yapmaktan çekinmemektedir. Bütün teknolojik imkânlarını bunun için devreye sokmaktadır. Heronlarla dağların her bir tepesi, vadisi, kuytuluğu gözetlenerek bir özgürlük savaşçısı var mı diye adım adım izlenmektedir. Çünkü devlet ve iktidar özgürlüğe ve özgürlük için savaşanlara düşmandır. Dağları bile özgürlük mekânı olmaktan çıkarıp, iktidarın ve yasanın hükmü altına almaya çalışmaktadır. İktidar güçleri bu dünyada özgürlüğe ait bir mekân, bir dağ, bir çöl veya orman bırakmama iddiasındadırlar. Dünyadaki her bir karış toprağı gözetlemek, kontrol etmek ve ona hükmetmek istemektedirler. Teknik araçlarıyla her yeri gözetleme ve denetleme çabası sadece dağlarla sınırlı değildir. Dağda heron, dron kullanılır, şehirlerde ise her bir sokağa, caddeye mobesseler, boy boy kameralar yerleştirilir. Böylece hukuka-yasaya aykırı hareket edeni, özgürce hareket etmek isteyeni tespit etmeye ve müdahale ederek etkisiz kılmaya çalışır. Devletin açık veya yarı açık cezaevinde yaşayanlardan yasanın, normun, standartların dışına çıkanlar kapalı cezaevine alınır. Hapishane, tımarhane ve hastahane bir anlamda bunun için inşa edilmiştir. Devletin, hukukun-yasanın oluşturduğu standartlara göre yaşayan ve hareket eden insan normal insandır, bunun dışına çıkan insan ise anormaldir. Onların gözünde ya hasta, ya deli olarak ifadelendirilen bu ‘anormal’ insan, bir muhalif, bir devrimci, bir özgürlük savaşçısıdır. Bu iktidar ve hukuk sistemi hasta olanı hastahaneye kaldırır, deli olanı tımarhaneye tıkar ve muhalif olanı da dört duvar arasına alarak hapseder. Böylece bu ‘kötü örneklerin’ toplum düzenlerini tehdit etmesi ve bozması engellenmiş olur.
Hiç bir devlet ve iktidar gücü kapitalist modernite ve onun iktidar aygıtı olan ulus-devlet kadar hukuku yaygın hale getirmemiştir. Hukuksal normlar, ulus-devlet tanrısının ve milliyetçilik dininin yaygın ve bitmek bilmez ayetleri olmaktadır. Her peygamber yaşamı boyunca belli sayıda ayetle toplumun karşısına çıkmıştır. Ancak ulus-devlet, kapitalist sınıfın kirli çıkar ve amaçları için her an birçok ayetle toplumun karşısına çıkmaktadır. Bunları da, yasa- hukuk diyerek normal ve gerekli olgularmış gibi sunmaktan çekinmemektedir.
Sonuç olarak tekrardan belirtmekte yarar vardır; bu kadar çok hukuk kuralının ortalığı kaplaması toplumsal sorunlardan ve onları çözme ihtiyacından kaynaklanmamaktadır. Hukuku geliştirenlerin böyle dertleri ve amaçları yoktur. Onların tek derdi iktidar olma, toplumu sömürme ve bu yolla sermaye biriktirmedir. En bencilce ve soysuzca çıkarlarını sürdürmedir. Egemen sınıfın cennet yaşamını korumak adına toplumu kölece bir statüde tutmaktır. Nasıl ki, devletin ortaya çıkması toplumsal sorunun temel nedeni, esas kaynağı ve başlangıcıysa, devlet eliyle oluşturulan hukuk da, toplumsal sorunlara çözüm değil, sorunları daha fazla büyütmenin ve içinden çıkılmaz hale getirmenin adıdır.
Konuyu Ali Fırat’tan yapacağımız aşağıdaki alıntıyla sonuçlandırmak meramımızı anlatmaya yardımcı olabilir: ‘Son dört yüzyıllık moderniteye baktığımızda gerçekleştiğini gördüğümüz şey, azami sermaye birikimi ve iktidar çoğalımıdır; daha doğrusu, ikisinin iç içe geçen kümülâtif birikimidir. Ahlâk açısından belirtilecek olan husus ise, işlevsiz kalması değil, toplumun elinden alınmasıdır. Ahlâkın bünyesinde uygulanacağı toplum koparılıp alınmıştır. Dolayısıyla karmaşık hal alan toplumun artık ahlâkla yönetilememesi nedeniyle hukuka ihtiyaç duyulduğu iddiası, büyük bir yalan ve o denli ahlâksız bir yargıdır. Ahlâkın yetmezliği, başarısız kalması, toplumun karmaşıklığından dolayı iş görememesi durumu kesinlikle söz konusu değildir. Burada da basit bir liberal ideolojik hegemonya kuralı işletilmektedir: Rakibi kolay saf dışı bırakmak için, propaganda ile iyice yıpratma kuralı. Kapitalist modernite çağında ahlâka olumsuz yaklaşımın oluşumunda liberalizmin ideolojik hegemonyasının rolü çok açıktır. Yerine ikame edilen hukukun ise, gerçekten en yönetemez, akıl ve vicdan dışı kurallarla yüklü olduğunu kim bilmez ki! “Mahkemeye düşenin başına gelen pişmiş tavuğun başına gelmez” sözü boşuna söylenmemiştir. Bir yerde, kurumda ne kadar çok hukuk kuralı varsa, orada o kadar etkili bir baskı ve sömürü tekeli var demektir. Pratik gerçekler günümüzde ilk adım atılan her kurumda bu hususu doğruluyor’.
Yoruma kapalı.