Düşünce ve Kuram Dergisi

Kapitalizmin Döl Yatağı: Ziggurat

Abdullah Öcalan

Mitolojik çağlardan başlayan, tek tanrılı dinlerle ve metafizik felsefe ile daha da karmaşık, karışık hale gelen, pozitif bilim ile iyice kördüğümler bağlayan sosyal olguya ilişkin kavram, varsayım ve teoriler olup biteni izah etmekte sadece yetersiz kalmayıp büyük yanlışlıklarla da dolu kılındılar. İnsanlığın kapitalizm gibi en kanlı ve sömürülü bir döneminin hakim hale gelmesinde bu sosyal olgu izahlarının belirleyici etkisi vardır. İnsanlık eğer öz varlık biçimi olan toplumsallığı doğru çözümlemezse sonu açık ki dinozorluktur. İki büyük savaştan sonra sosyal bilimcilerde her ne kadar bir yenilik arayışı varsa da, bunlar çok sınırlı bazı doğruları tespit etmekten öteye gitmeyen cılız çabalardır. Marksizm gibi en iddialı ekoller bile sınırlı çözüm katkıları yanında özellikle adına hareket ettikleri ezilen ve sömürülenler dünyasını yeni bir dogma ve siyaset anlayışına bağlayıp hakim toplumsal sistemin bir yedeği kılmaktan öteye rol oynayamamıştır. Daha doğrusu idealini gerçekleştirememiştir.

Benim için açıktır: Kapitalist modernitenin asıl gücü ne parasından ne de silahından kaynaklanmakta; sonuncusu ve en güçlüsü olan sosyalist ütopya da dahil, tüm ütopyaları her renge bürünen ve en değme sihirbaza taş çıkartan kendi liberalizminde boğması onun asıl gücünü oluşturmaktadır. Tüm insanlık ütopyalarını kendi liberalizminde nasıl boğduğu çözümlenmedikçe, en benim diyen düşünce ekolü bile kapitalizmle mücadele şurada kalsın, onun en iyisinden bir hizmetkârı olmaktan kurtulamaz. Marx kadar kapitali kapsamlı çözümleyen olmamış, çok az kişi Lenin kadar devlet ve devrim üzerinde yoğunlaşmıştır. Ama bugün açığa çıkmıştır ki, çok zıddı geçinse de Marksist-Leninist gelenek kapitalizme azımsanmayacak düzeyde materyal ve anlam hediye etmiştir. Çünkü yine tarihin farklı algılar toplamı olan iradelerimizin beklentilerinin ötesinde sonuçlar doğurması çokça rastlanan bir durumdur. Bunu bir kader ve kaçınılmaz bir diyalektik ilişki olarak belirtmiyorum. Tersine, özgürlük ütopyaları üzerinde daha yoğunca durulması gerekir diye bir sonuç çıkarıyorum.

Sisteme karşıt düşünceler içinde gittikçe yükselen akım Marksizmdi. Karl Marx ve Friedrich Engels kendi düşünce yapılarından önceki muhalif akımlara “ütopik sosyalistler” der; kapitalizmin hakim üretim biçimi haline gelmemiş olmasının bunda temel rol oynadığını belirtirler. Düşünce sistemleri katı bir ekonomik determinizme bağlılığıyla diğerlerinden farkını koyar; Hegel’in diyalektik düşünme sistemini esas almakla birlikte, onu baş aşağılıktan ayağı üstüne diktiklerini iddia ederler. İngiliz ekonomi politiğini ve Fransız ütopik sosyalizmini diğer temel esin kaynakları olarak belirtirler. Tabii Almanya’nın payına düşen felsefi esinlenmedir. Kendi dönemleri için güçlü bir sentezi yakaladıkları açıktır. Sistemli bir toplum karşılarında zaferini yaşarken, buna karşı muhalefeti böylesine sistemli oluşturmak, gerçekten öngörü ve sorumluluk duygusu yüksek bir çabadır. Çabalarının ilk ürünü “Komünist Manifesto”dur. Adeta bir parti programı gibidir. Zaten kısa bir süre içinde komünistliğin (partisinin) programı olarak ilan edilir. K. Marx ve F. Engels kendilerini diğer sosyalistlerden ayırt etmek için “bilimsel sosyalist” olarak vasıflandırırlar.

Marx ve Engels’in Ütopyacılara karşı tavrıyla Muhammed’in Museviler ve İsevilere hatta Sabîlere (tek tanrı inancına bağlı bir grup) karşı tavrı benzerdir. Onlar, hakiki sosyalizmi Ütopik Sosyalizmden ayıklarken; Muhammed’in kendisi, zamanaşımına uğramış İbrahimî gelenekleri güncelleştirerek hâkikatleştirmiştir. Diğer bir deyişle kendi daha gerçekçi dinsel yorumunu yapmıştır. Kuran ve hadisler hazır olup eldedir; ideolojik ve siyasi bir program kadar yeni bir ahlâkı da yoğunca vaaz ederler. Ekonomik ilkeleri de vardır. Hatta savaş yasalarını bile yeniden düzenlemiştir.

Marx ve ekolü, ekonomik çözümlemeyle toplum, tarih, sanat, hukuk ve hatta dini açıklayabileceklerini sanıyorlardı. Şüphesiz tüm toplumsal kurumlar, bir vücudun dokuları misali birbirini etkilerler. Ama sahamız toplumsallık olunca her şey değişir. İnsan zihninin icat ettiği kuruluşlar olan toplumsal kurumlar, biyolojik doku gibi değiller. Hatta insan vücudundaki doku gibi de değiller. İnsan zihni, toplumsal ortamda sürekli anlam ve irade üreten patlama halindeki bir yanardağa benzer. Başka canlı türlerinde bunun bir eşi yoktur. Fizik olaylarıyla bazı ortaklıkları ise belki de kuantum dünyasında düşünülebilir. Unutmayalım, insan zihninin kendisi kuantum düzeninde çalışır. Maddi dünya (toplumsal ekonomik yapı dahil) ise kuantum işleyişinin donmasını, kabuk bağlamasını ifade eder. Toplumu yönetenin zihin olduğu, tartışmayı gerektirmeyecek kadar açıktır. Toplumsal ekonomiye bile zihniyet çalışmasıyla gidildiği kanıtlanmayı gereksiz kılan bir husustur.

Marx ve ekolü modernitenin sınıf temelinden habersiz görünmektedirler veya çözümleme konusu yapmayı pek gerekli görmemişlerdir. Yaptıklarında ise tam bir sağ sapma örneği sergilemişlerdir. Modernitenin ilk ayağı olan kapitalizmi bile patron-işçi, kâr-ücret, değer-artıdeğer temelinin ötesine taşıramamışlar, kapitalizmin daha Sümerlerden beri varlığına rastlanan bir birikim tarzı olduğunu görememişlerdir. Üçyüz yıllık İtalyan şehir kapitalizmini sistemin başlangıcı saymamışlardır. 16. yüzyıl İngiltere-Hollanda kapitalist çıkışını bir nevi tarihin başlangıcı saymışlardır. Modernitenin ikinci önemli ayağı olan endüstriyalizm, övülmüştür. Kapitalizmle niteliksel bağı ve sonraki sakıncaları eleştiri konusu yapılmamış, tersine kurtarıcı rol atfedilmiştir. Ulus-devlet ayağını da ileriye doğru atılmış bir adım sayarak, daha sonra ulusal ve sosyal şovenizme kapı aralamışlardır. Konfederalizm yerine merkezî ulus-devleti yeğlemişlerdir. Geleneksel uygarlık tarihçileri gibi modernitenin diğer yüzünü ‘gerilik, uykuda olma, barbarlık, gerici hareketler, tarihin çarkını tersine çevirme’ olarak değerlendirmekten kendilerini alıkoyamamışlardır.

-İdeolojik olarak pozitivizmin en kaba materyalist biçimini bilimsellik olarak kabul etmekle, bu alanda da tarihsel bir yanlışlığa düşmüşlerdir. İnşa ettikleri sosyalizmi, Darwin ve Newton’un biyoloji ve fizik alanında gerçekleştirdiği devrimlerle eşdüzeyde bilimsel görmüşlerdir. Sosyolojik yaklaşımları, kaba bir Darwincilikten öteye gidememiştir.

-Toplumsal Doğa’nın niteliksel farkını belirleme gereği duymayıp, Birinci Doğayla aynı nitelikte kanunlara tabi olduğuna inanarak, katı bir determinizme kapıyı açık bırakmışlardır. Daha sonraki gelişme sürecinde kendilerini izleyen güçler, bu açık kapıdan yararlanarak en vulger yorumları bile katı bilimsel gerçeklerle eş saymışlardır.

-Tarihin ikinci yüzünü oluşturan, bağlı göründükleri tarihsel diyalektiğin ikinci kutbu olan Anti-Uygarlıkçı Güçleri çözümleme gereği duymamışlardır. Bu güçlere ilişkin yaptıkları yorumlar ise, çoğunlukla olumsuzdur. Buna karşılık, kapitalist sömürgeciliğin bile Amerika, Asya ve Afrika’daki ilerlemeciliğinden bahsetmekten geri kalmamışlardır. Karşıtlarını, eski toplumu savunmakla eleştirmişlerdir. Uygarlığın karşıt kutbunun, muazzam bir ağırlığa, demokratik geleneğe, direniş ve özgürlüğe, eşitlik ve adalet arayışlarına, komünalite deneyimlerine sahip olduğunu görememeleri, burjuva ve küçük burjuva sınıf gerçeklikleriyle yakından bağlantılıdır. Göremezler, çünkü bu sınıflardan gelenlerin bu gerçekleri görecek gözleri yoktur.

– Toplumsal Doğa’ya ilişkin pozitivist evrenselci, düz çizgisel-ilerlemeci yöntemsel yaklaşım, kendilerini er veya geç mutlaka gerçekleşecek bir sosyalizm anlayışına götürmüştür. Kutsal Kitaplardaki Eskatoloji, bir nevi sosyalizm olarak yansıma bulmuştur. Toplumlar ilkel, köleci, feodal, kapitalist ve sosyalist olarak, düz bir çizgide gelişen modeller biçiminde tasvir edilmiştir. Burada bir nevi kader anlayışı söz konusudur. Derinden etkilendiğimiz bu dogmatik anlayışların kökeninde, dinsel kaderciliğin ve ahret inancının yattığını geç fark etmişlerdir. Toplumsal Doğa’nın esas olarak ahlaki ve politik nitelikte olduğu, uygarlık sistemlerinin bu nitelikleri aşındırdığı, yerine kaba hukuk kuralları ve devlet idaresini yerleştirdiği, kapitalist modernitenin bu süreci derinliğine ve genişliğine sınırsız geliştirdiği, bunun ekonomik, toplumsal, iktidarsal ve devletsel kriz olduğu çözümlenememiştir.

-Doğru, iyi ve güzel olanın toplumun ancak ahlaki ve politik niteliğini tam sağlayan, bunun için demokratik siyasetle yürüyen bir demokratik konfederal sistem olduğu gerçeği öngörülmemiştir. Bu yönlü çözümleme ve çözümler gelişmemiştir. Özgür, eşit ve demokratik toplumun, iktidar ve devlet aygıtlarıyla oluşturulamayacağını, tersine bu aygıtlarla çeliştiğini görememişler; her ikisinin ancak birbirlerinin varlığını kabul temeline dayanan ilkeli bir barışla bir arada yaşayabileceklerinin teori ve pratiğini geliştirememişlerdir. Temel paradigma, devrim-iktidar-sosyalizm olarak öngörülünce, sonuçta devlet kapitalizminden başka bir şeyin oluşmayacağına şaşırmamak gerekir. Reel sosyalist hareketin devlet kapitalizmiyle sonuçlanmasının diğer bir anlamı, sınıf temelleriyle ilgilidir. Tekrar belirtmek gerekir ki, özel tekellerden umduğunu bulamayan, sermaye biriktiremeyen hatta eldekini de eriten burjuva ve küçük burjuvalarla çoğu bu sınıflardan gelme bürokrasinin tek seçeneği, devlet eliyle kolektif sermayedar olmaktır. Milli burjuvazi, milli kapitalizm denilen olgu da bundan başka bir şey değildir. Devlet kapitalizmiyle kolektif bir tekel, diğer bir söylemle ulus-devlet olarak çok güçlü bir konum kazanmış oluyorlar. Reel sosyalizmin ulus-devletçiliği, bu nedenle daha güçlüdür. Bu maddi temel, moderniteyle kolayca uzlaşma ve bütünleşmelerini de açıklıyor.

Karl Marx’ın Kapital adlı eserini, Hegel felsefesini baş aşağı durmaktan kurtarıp ayakları üstüne dikmeye dair örnek bir yapıt olarak geliştirmek istediğini bilmekteyiz. Marx, bunun için dönemin düşüncesinden iki yönlü bir yararlanma çabası içinde olmuştur. Öncelikle Darwin’in evrim kuramından düz çizgisel ilerlemeci bir toplumsal kuram geliştirmek istemiştir. Pozitivist felsefenin materyalist kolunun dayandığı ana damarlardan ilki budur. Hegel’den ise “tanınma” kavramı altında, tarihteki “güçlü ve kurnaz adam”ın homojen ve en yetkin devlet kuramına yol açan diyalektiğini almıştır. Efendi-köle ikileminde efendiye oynatılan rolü köleye (işçiye) oynattırarak, Hegel felsefesini sözde ayakları üstüne diktiğini sanmış; böylelikle “diyalektik materyalizm” adı altında bir Sol Hegelcilikle hakikat yoluna girdiğine, “toplumsal bilimi” kurduğuna, en azından bunun için ciddi bir başlangıç yaptığına samimice inanmıştır. Fransız sosyalizminden ve İngiliz ekonomi-politiğinden yararlanması ise ikinci planda rol oynamıştır. Fransız sosyalizminin azami bir laik cumhuriyetçilik, İngiliz ekonomi-politiğinin ise kapitalist liberal bireycilik anlamına geldiği daha sonraları diyalektik gelişmenin netleştirdiği olgulardır.

– Feminist, ekolojist ve kültürel hareketler, sınıf mücadelesine engel olarak görülmüştür. Kadının sadece emeği ile değil tüm beden ve ruhuyla yaşadığı ağır sömürgecilik, kapsamlı çözümlemelere tabi tutulmamıştır. Sorunun çözümünde burjuva hukukunun eşitlik ölçüleri aşılmamıştır. Tarihin en eski ve en yeni, çoğunlukla ücretsiz ve çok az ücretli olan bu emekçisi, erkek egemen tarih gereği, nesne olmaktan öteye anlam ifade etmemiştir. Çözümlenen sınıfın erkek olduğu açıktır. Ekolojiye de benzer biçimde yaklaşılmıştır. Böylesi sorunlar, öngörülemediği gibi sınıf mücadelesinin bütünselliğine olumsuz yansıyabileceği ileri sürülmüştür. Kültürel hareketler ise eskinin canlandırılması, sınıf mücadelesinin diğer bozucu bir unsuru olarak değerlendirilmekten kurtulamamıştır. Sonuç, tüm olası müttefiklerinden kopuk, ekonomizme boğulmuş soyut bir sınıfçılık olarak yansımıştır.

– Sınıfsallaşma, ahlaki ve politik anlamda olumsuz bir gelişme olarak görülmemiş; iyi, ilerici, özgürlüğün gereği, zorunlu bir aşama olarak değerlendirilmiştir. Sınıfsal oluşumu meşru görmenin, objektif olarak iktidar ve devlet sınıflarına hizmet olduğu kavranamamıştır. Kölelik, serflik ve proleterlik tarihsel ilerleme ve doğaya karşı özgürlük için ödenmesi gereken bedeller olarak yorumlanmıştır. Tersine, her üç sınıflaşma biçiminin aynı özde olduğu, ilerleme ve özgürlükle alakalı olamayacağı, ahlaki ve politik toplumun bu oluşumlarla birlikte yaşayamayacağı, bu yönlü sınıflaşmaya karşı bir ahlaki, politik ve entelektüel mücadele verilmesi gerektiği, karşı bir yorum olarak rahatlıkla belirtilebilir. Sınırlı da olsa özeleştirisel bir konum almış olmakla birlikte, ikiyüz yıllık reel sosyalist hareketin bugünkü mirasçılarının köklü bir dönüşüm yaşadıkları söylenemez. Büyük bir güven bunalımı ve zayıflama döneminden geçmektedirler. Yine de tarihte yeri olan bir harekettir. Kapitalist sistemi aşmamış da olsalar, oldukça uğraştırmışlardır. Bugüne gelmede olumlu ve olumsuz pay sahiplerindendir. Yaşadıkları bunalım, sistemin yapısal bunalımının bir parçasıdır. Buna rağmen tüm sistem karşıtlarını en çok etkilemiş bir hareket olan reel sosyalizmi, bir aşama kabul edip, mirasından çıkarılacak derslerle Demokratik Modernite inşasının bir parçası olarak değerlendirerek tavır ve ittifak geliştirmek, en doğru yaklaşım olacaktır.

Marksist yaklaşımın daha temelli yetersizlikleri vardır. Uygarlığı bir bütün olarak çözümlememiştir. Engels’in denemesi çok sınırlıdır. Sınıflı toplumla doğal kolektif toplum arasındaki temelli çelişkiyi çoktan aşılmış ve geri biçim olarak saymaktadır. Halbuki kapsamlı tarihsel tanımlamamız da gösterdi ki, komünal demokratik duruşla hiyerarşik ve devletçi duruş arasında sürekli ve kapsamlı bir mücadele vardır. Komünal demokratik değerler geri ve yok olmak şurada kalsın, tüm sistem oluşumlarında “dinamik” role sahiptir. Buna kapitalizm de dahildir. Kapitalist sistemde doğuş, gelişme ve çözülüş krizinde en çok işleyen çelişki komünal demokratik değerlerle ilişkili olanlardır. Sistem işçi, köylü vb gibi birçok kesimi içinde tutup yönetebilir. Hatta iyi bir müttefik yapabilir. Bireyciliği körükleyerek yönetimini daha da görünmez kılıp sürdürebilir. Ama toplumun kendisini toplum olmaktan çıkaramaz. Toplum da esas olarak komünal ve demokratiktir. Öyle olduğunu bildiği içindir ki, kapitalizm bireyciliği toplumun aleyhine şahlandırır. Güdüleri ayaklandırır. İnsan toplumunu birçok yönüyle tersinden primat toplumuna “toplumun maymunlaştırılması” dönüştürür. Toplum direndikçe ve sonunda bir bütün olarak çözüldükçe, yeninin ortaya çıkma şansı doğar. Toplumsal dönüşüm projeleri başta çelişkilerin bu temel yönünü dikkate aldığında başarı şansı kazanabilir.

Bağlantılı olarak kapitalizmin sistematik olarak yıktığı ahlaki örgü esas alınmadan, hiçbir çelişkinin teknik olarak çözüm şansı olamaz. Toplumsal ahlak olmadan, yalnızca hukuk, siyaset, sanat ve ekonomik yöntemlerle hiçbir toplumu yönetme veya değiştirme olanağı yoktur. Ahlakı, toplumun kendiliğinden varoluş biçimi olarak algılamak gerekir. Dar geleneksel ahlaktan bahsetmiyorum; toplumun kendini yürütüş vicdanı, yüreği olarak tanımlıyorum. Vicdanını yitirmiş toplum bitmiş toplumdur. Kapitalizmin ahlakı en derinden tahrip eden sistem olması anlamlıdır. Sonul sistem olması onun toplumsal vicdanı tahrip etmesini anlaşılır kılar. Sömürü ve baskı sisteminin potansiyelini tüketmesinin somut ifadesi, ahlakın sistemlice tahribi anlamına gelir. O halde kapitalizmle mücadele zorunlu olarak etik “bilinçli ahlak” çaba gerektirir. Bunsuz mücadele başından kaybedilmiş mücadeledir.

Marksizmde kişilik bir bütün olarak kapitalist yaşam değerleri içinde yaşar. Kentlilik ağır basar. Kentin egemen özeti bir yaşam tarzı bireyi bin bir bağla kapitalist sisteme bağlar. Marx’ın kendisinin bile binlerce bağla sistem içi olduğunu iyi bilmek gerekir. Hristiyanlıkta, müslümanlıkta sistemden koparak onlarca yıl inzivaya, manastıra, dergaha çekilen onca insan bile ancak sınırlı bir etkiye yol açmıştır. Marksist mücadelecilerin çoğu bu yönlü bir ahlaki oluşumun bile farkında değiller. Kapitalizmin şu veya bu versiyonuyla yaşayıp teorik pratik savaşla sonuç alacaklarını sanırlar.

Tekraren de olsa vurgulamalıyım ki, sosyolojiyi tarihleştirmek, tarihi ise sosyolojileştirmek “anlambilim”de ilerlemenin baş koşullarındandır. Bu yöntemin diğer bir avantajı, tarihi oluşa geldiği gibi yorumlamaya daha yakın durmasıdır. Spekülatif düşüncenin önemini inkâr etmiyorum. Bilakis bu düşünce tarzının yararlı olabilmesi için, tarihsel gelişmeler nasıl akmışsa öylece yakalamayı bilmesi gerekir. Kalkıp “Tarihi altyapı belirliyor” veya tersine “Tarih devletin eyleminden ibarettir” demek, ne kadar olay sıralansa ve çözümleme yapılsa da tarihin gerçek anlambilimi açısından saptırılması ve çarpıtılmasından öteye bir sonuç vermez. Bu yöntemle tarihin dolayısıyla toplumun anlatılamayacağı da ortadadır. Burada yapılan tarih değil toplumsal fizyolojidir. Toplumsal kurumların (fizyolojide dokuların) birbirini nasıl etkilediklerini veya belirlediklerini anlatmak, kesinlikle tarih anlatımı değildir; çok kaba bir olguculuktur.

 

Uygar Toplum Aşamaları ve Direniş Sorunları

Dördüncü yüzyılın sonlarında Roma’nın çöküşüyle sadece bir kent ve aynı kentin adını taşıyan bir uygarlık çökmüyor; tüm İlkçağ ve klasik çağ uygarlıklarının uzun bir dönemi sona eriyor. Ardından gelen ve “karanlık dönem” diye anılan yüzyıllara Ortaçağ denilmesi adettendir. Bu tür bir tanımlama tarih biliminin inşa tarzından ileri gelmektedir. Yetkin bir anlam değeri yoktur hatta anlam bozucu yönü daha fazladır. Ortaçağa feodal dönem diye başka bir ad verilmesi özellikle Marksist tarih anlayışının toplumu biçimlendirme metodundan kaynaklanmaktadır. Toplumsal açıdan feodalite tanımı biraz zoraki kaçıyor, anlam derinliği vermiyor; belki de belirttiğimiz gibi daha çok anlamın karıştırılmasına hizmet ediyor.

Toplumun bütünlüğünü ilgilendiren büyük yanılgılara düşmemek açısından, Karl Marx örneğini önemle göz önünde bulundurmalıyız. Marx’ın kapitalizmi çözmek ve ondan kurtulmak isteyen önde gelen bir kişilik olduğundan veya olmak istediğinden kuşku duyulamaz. Ama Marx’ın görüşlerinden esinlenen muazzam boyutlardaki toplumsal değişim hareketlerinin kapitalizmin en iyi hizmetçiliğini aşamadıkları genel olarak kabul gören bir görüştür. Bu anlamda aptal bir Marksist mürit olmayacağım açıktır.

Karl Marx kapitalizmi daha çok pozitivist bir yaklaşımla çözümlemek istedi. Bu çözümleme de yarım kaldı. İktidar ve devlet konularına el bile atmadı. Bu yaklaşımda hiçbir zaman derinlik bulamadım. Sömürü olgusunu kavrıyorum. Ama o bana hep bir sonuç gibi geldi. İşe sonuçtan başlamak, pek çok eksiklik taşıyan bir yaklaşımdır ve politik olarak da tam bir savunmasızlık halidir. Aslında yanı başında 1848 devrimleri gibi bir devrim süreci yaşanıyordu. Burjuvazinin iktidara yürüyüşü kadar, senyörlerin dökülüşünü ve dönüşümünü çok iyi gözlemliyordu. Ekonomi-politik, felsefe ve sosyalizmle yoğunca ilgiliydi. Fakat toplumların ezici yoksul emekçi çoğunluklarını bir ahtapot gibi sarmalayan ve yeniden organize olan iktidar olgusunu kavramayı bir yana bırakalım, kendi sistematiğinin sonuçta ona alet olmasını bile engelleyemedi. Önerdiği teorik-pratik modelin kapitalist hegemonyacılığı beslediğinin farkında olmadı. Marksizmden kaynaklanan reel sosyalizmin en son örneği olan Çin pratiğinin ABD hegemon kapitalizminin en güçlü dayanağı konumuna düşmesi bu farkında olamamayla yakından bağlantılıdır.

Kapitalizmle mücadele üzerine yoğunlaştığımda, aklıma hep karıkoca ilişkisi gelir. Kocanın ortama göre karısına normal bir yaşam sunması durumunda bu kadını kocasına karşı mücadeleye çekmek ne kadar zorsa, dolgun bir ücret vermesi halinde işçiyi de efendisi kapitaliste karşı mücadeleye çekmek o kadar zordur. Özgürleşmeyi bir yana bırakın, basit bir ücret sınırında bile kapitalist efendi karşısında takla atan işçi, toplumsal çokluklara karşı artık efendisinin sistematiğinin bir uşağıdır. Hele işsizler ordusu çığ gibi büyürken, konumu güvencede olan bir işçi aynen devlet memuru kadar, belki de ondan daha fazla kendini güvencede sayar.

Kaldı ki, devlet bürokratı ne kadar proleterleşiyorsa, proleter saflarda da o denli bürokratlaşma vardır. Bir nevi burjuva soyluluğuyla feodal soyluluğun tepedeki karışımı, tabanda işçi-memur arasında gerçekleşmektedir.

Liberalizm ve bireysellik sıkça kapitalizmin ana ideolojik ekseni olarak ileri sürülür. Ama iddia edebilirim ki, hiçbir sistem kapitalizmin ideolojik hegemonyası kadar bireyi kendine tutsak etme gücünde olmamıştır.

“Halen konuştuğun dil içerik olarak sistemin meşruiyetinden pek uzak değildir, sen de sistemin ürünüsün” denilebilir. Fakat içinde bulunduğum mekân sistem karşıtlığına layık bir konumdadır. Derinden farkındayım ki, şahsımda iyi bir anti-kapitalist yargılanıyor ve yargılıyor. Doğaldır ki, bu yargılanma hukuku katbekat aşmaktadır. Sayısız halk kültürü dört yüz yıldan bu yana kapitalist hegemonyacılığın değirmeninde öğütülerek yok edildi. Doğup büyüdüğüm mekân âdeta bir eski kültürler mezarlığıdır. Kazsan her tarafından bir kültür fışkıracaktır. Mensubu sayılmam gereken, henüz kendini tam kavramsallaştıramamış olan Kürtler tüm bu kültürlerin mezar sessizliğindeki tanıkları gibidir. Tarihin neredeyse tüm ilklerini yaratan kültürlerin mezarlarının bile silinmeyle yüz yüze kalması büyük acı verir.

Ortadoğu kültürünü kapitalizme karşı savunmak gerekir. Şüphesiz oryantalizmi aşmadan başarılacak bir görev değildir bu. Yeniden İslâmcılık ise, tepeden tırnağa kadar oryantalizmin en kof bir türevidir. Oryantalizmi ve sağ ve sol yorumlarıyla birlikte İslâmizmi aştıktan sonra geriye ne kalır sorusu akla gelecektir. Asıl savunmam bu noktadan sonra geliştirilmek durumundadır. Aksi halde ben de çoktan bir kusmuktan ibaret bir sistem sözcüsü olmaktan elbette kurtulamayacağım. O bir savunma değil, papağanca tekrarlama olur.

Savunmamın bilimselliğine ilişkin olarak da söyleyebileceğim ilk söz, hangi bilimsellik sorusu olacaktır. Eğer bilim esas olarak “kendini bilmek”se, sanıldığının aksine, en çok da sistemin resmi ideoloji olarak benimsediği pozitivizm bu gerçeklikten uzaklaştırıcı rol oynar. Pozitivizmin çokça eleştirdiği din ve metafizik, belki de ondan daha fazla bilime, tabii ki başta insani bilimlere yakındır. Kaldı ki, tabii bilimler denilen disiplinlere derinliğine bakıldığında, bunlar da son tahlilde insani bilimler kategorisinden sayılır. Belki de en sığ metafizik ve dinin kendisi pozitivizmdir. İnsanlık tarihin hiçbir aşamasında bu denli zincirlerinden vahşice boşalmamış, yine bu denli kıskıvrak bağlanmamış, doğa ve toplum üzerinde bu denli iktidar icrasına girişmemişti. Bunların gerçekleşmesi ancak pozitivist din ve metafizikle mümkün oldu.

Kendini bilme sağlanmadıkça, girişilecek her bilimsel çaba en tehlikeli dogmatik din ve felsefelerle sonuçlanmaktan kurtulamaz. “Kendini bilme” ile insan merkezci düşünceyi kastetmiyorum. Kozmos ve kaos’un ancak iç gözlemle, derin deneyimleri dışlamayan sezgilerimizle kavranabileceğini ifade etmek istiyorum. Özne-nesne ayrımına dayalı bilimin köleliğin meşrulaştırılması olduğunu yeri geldikçe göstereceğim. Öznelciliğin de kendini abartma veya aşırı küçük görmeyle aynı kapıya çıktığını kanıtlayacağım. Bilimsel objektifliğin en rezil kapitalizm ve hegemonya taraftarlığı olduğunu da aynı minvalde sergileyeceğim.

Bizim felsefemiz bir atın gözlerindeki anlamı sezmekten tutalım, bir kuşun sesindeki anlamı çözmeye kadar yaşamı bir bütün olarak algılar. Yaşlı bilgeye büyük saygıdan başlayıp, bir ceylan kadar ürkek bir genç kızın gözlerindeki arayışa yanıt olmaya kadar her şeye anlam yükler. Soykırımdan beter bir cinsellik anlayışının sonucu olan çocuk yapımındaki büyük cehaletin insanda ve hegemonik sistemlerdeki nedenlerini çözümleyen ve yaşamın tüm evrim halkalarını kendinde çözmeye çalışan bir bilimi esas alır.

Kapitalizm bilimi geliştirmedi, kullandı. Bilimin iktidarın hizmetinde kâr amaçlı kullanımı sadece ahlaki olarak en kötücül durumlara yol açmakla kalmaz, Hiroşimaları genelleştirir; anlamlı yaşamı bitirir. Medyatik yaşam ve simülasyon bilimin zaferi midir, yoksa yaşamın anlam yitimi mi? Burada teknolojiden, bilimsel keşiflerden bahsetmiyorum; bilimcilik dini olarak pozitivizmin bilim olmadığını açıklamak istiyorum.

Pozitivizmin bilimsellik hükümranlığından kurtulmadan, başta ulus-devlet olmak üzere hiçbir iktidar hükümranlığından kurtulunamaz. Pozitivizm çağımızın gerçek putçu dinidir.

 

Kapitalist Zihniyet Çalışması ve Karşıt Çabalar

Kapitalizmi, hakkında en çok söz söylenen ve eylem yapılan bir din olarak yorumlamak, doğru kavranmasına daha çok katkı sunabilir. Zafer kazandığı mekân olan Avrupa’ya özgü zihniyetin temsilcileri, hakkında çok söz söylemelerine ve eylem yapmalarına karşılık, her dinde görüldüğü gibi kapitalizmin varoluşsal gerçekliğini mistisize etmekten geri kalmamışlardır. Kapitalizme en karşıt güçler gibi duran Hristiyanlar, sosyalistler ve anarşistler de bunlara dahildir. Avrupa merkezli düşünce ve akıl bir ekoldür. 16. yüzyıldan itibaren de bir dünya sistemi olarak hegemonya sürecini başlatmıştır. Şahsi yoğunlaşmama göre, bu öyle bir ekoldür ki, tanrısal sistemler inşa eden Sümer rahiplerinden çok daha fazla toplumsal gerçekliğin mistifikasyonunu geliştirme ustalığını göstermiştir. Batı Avrupa aklı ve düşünce sisteminde “bilimsel yöntem” temel bir rol oynar.

İnsan da dahil, doğanın farkına varış olarak bilimden bahsetmiyorum. İnsanlığın ortak hazinesi olarak bilim hiçbir birey, topluluk, kurum ve ulusa mal edilemeyecek kadar anonimdir. Eğer illa bir tanrısal kutsallıktan bahsetmek gerekirse, bu anlamıyla bu unvanı bilime bahşetmek doğruya en yakın bir değerlendirme olabilir. Fakat ‘bilimsel yöntem’ Avrupa terminolojisinde farklı bir yere sahiptir. O, çağdaş diktatörün (her türlü totaliter ve otoriter dikta biçimleri) prototipidir; daha doğrusu rahme düşen tohumudur. Yöntem kelime olarak usul, yol, tarikat anlamına gelir. Başlangıçta olumlu olsa ve algı yeteneğine bir katkısı bulunsa da, uzun süreli bağlı kalındığında tam bir zihniyet diktatörlüğü rolü kazanır. Bilim adına yöntem konusundaki ısrar en tehlikeli diktatörlüğe götürebilir. Nitekim bilimsel yöntemin yalınkat savunucusu olan Alman ulus-devletçiliğinin faşizmi doğurması bu değerlendirmemizi doğrulamaktadır.

Şüphesiz Batı Avrupa’da bir zihniyet devrimi gerçekleştirilmiştir. Ama bunun Avrupa merkezciliğe yol açtığı biçimindeki yorum yanlıştır. Kaldı ki, bu devrim tüm öncüllerini Avrupa dışındaki zihinsel gelişmelerden almıştır. Toplumsal kılcal damarlara kadar sızması, tarihsizliğin bizzat sistem ideologlarınca dile getirilmesi çürüme ve kaos niteliğini belirgince ifade etmektedir.

Tarihsiz, zamansız gerçeklik düşünülemez. Gelişim, evrim, çeşitlilik, farklılık oluşumu tarihle mümkündür. Sonul söz ancak bir biçim için söylenebilir. Hiçbir biçim sonsuzlaşma ayrıcalığına sahip değildir. Toplum biçimlenişlerinde sonsuzluk, kıyamete kadar, son peygamber, değişmez yasa, kesintisizlik, sonsuz ilerleme gibi kavramlara varmada daha çok düşünce ve inançların dogmatikleşmeleri, bununla kalıcı iktidar olma çabaları, ayrıcalıklı kesimlerin avantalarını sürekli kılma amaçları rol oynamıştır. Bunda propagandayla özgüven kazanma, çıkarları kalıcılaştırma esastır. Kapitalizmin merkezî ideolojisi olan liberalizmin tarihin son sözü olma ideası da aynı oyunun modernistik tekrarıdır.

Kapitalizmi tanımlarken değişmez, yaratılmış, tek merkezli bir düşünce ve eylemmiş gibi nitelendirmemek gerekir. Esas olarak toplumda artık-ürün potansiyeli geliştikçe yarıklara yerleşen fırsatçı kişi ve grupların bu toplumsal artıkları asalakça kemirerek sistematikleşen eylemliliği olarak anlaşılmalıdır. Bunların sayıları hiçbir zaman toplumun yüzde bir veya ikisini geçmez. Güçlerini fırsatçılıkları ve örgütlenmelerinden alırlar. Zaferlerini kendilerini mekân içinde daha iyi örgütleyerek, çatlakları gittikçe gelişen toplumsal aralıklarda bir yandan ihtiyaç nesnelerini kontrole alarak, diğer yandan arz-talep kesişmesinde fiyatlarla oynayarak gerçekleştirirler. Eğer resmi toplum güçleri kendilerini bastırmaz, bilâkis ihtikârlarından borçlanır ve karşılığında sürekli iltizamlarla beslerse, her toplum biçiminde marjinal olarak yer alan bu gruplar toplumun yeni efendileri olarak meşruiyet kazanabilirler. Uygarlık tarihi boyunca, özellikle tüm Ortadoğu toplumlarında bu tip marjinal tefeci ihtikâr grupları oluşagelmiştir. Sürekli toplumun nefretini kazanmalarından ötürü bu gruplar yarıklardan gün yüzüne çıkma cesaretini bulamamışlardır. En zorba toplum yöneticileri dâhil, hiç kimse bu grupları meşrulaştırma gücünü göstermemiştir. Bunlar sadece hor görülmekle kalınmamışlar, en tehlikeli çürütücü güç olarak değerlendirilmişler ve ahlaki olarak kötülük tohumu sayılmışlardır. Batı Avrupa merkezli son dört yüz yılda yaşanan kadar savaş, talan, katliam, sömürü ve doğa tahribatının insanlık tarihinde başka bir örneğine rastlanmaması hegemonik sistemle bağlantılıdır. Şüphesiz en büyük karşı mücadelelere de aynı coğrafyada tanık olunmuştur. Bu süreç insanlık için tümüyle bir kayıp olarak yargılanamaz.

Yapmak istediğim, Batının insanlığa kazandırdıklarını Doğunun kadim pozitif değerleriyle sentezleyerek anlamlı bir çıkışa bir demet ışık sunmaktır.

Kapitalizmin zihniyet içeriğini biraz daha yakından gözlemlemek büyük önem arz etmektedir. Öncelikle belirtmeliyim ki, kapitalizme ilişkin tek boyutlu tanımlamalar sistemin ağır etkisi altındaki zihniyet çalışmalarının bir sonucudur. En anti-kapitalist geçinen ve bilimsel sosyoloji yaptıklarını idea eden Marksistler ve anarşistlerde de bu tür yorumları görmek mümkündür.

Bizzat Marx’ın ekonomik altyapıyı tüm hukuki, siyasi ve ideolojik formların izahının kaynağına yerleştirmesi, belki de uğruna çok büyük savaşlar verilen sosyalizmin başarılı olamayışının temel nedenlerinin başında gelmektedir. İyi bilmek gerekir ki, hiçbir insan topluluğu zihniyet formunu uzun süre tanımadan ve denemeden, maddi hayat (ekonomik yaşam) tarzını inşa edip sistemleştiremez. Zihniyet gelişimini karanlıkta bırakarak yapılan sistem analizleri, bizzat bu sistemlerin hegemonyasına hizmet etmekten kurtulamaz. Zihniyet çok karşıt temelde oluşturulsa da bu böyledir. Verili hâkim sistemler bu hâkimiyetlerini öncelikle zihniyet ve siyasi kurumlaşmalarıyla garantiye alırlar. Maddi hayat ancak bu çerçevede düzenlenebilir. Marx’ın “Hegel diyalektiğini doğrultuyorum” ideası, sanıldığının aksine kendisinin doğrulanması değil vahim yanılgısıdır. Artık iyice anlaşılmıştır ki, metafizik düşüncenin doruk noktası olarak Hegel idealizmi Alman ulus-devletine giden yolda temel kilometre taşlarından biridir. Daha öncesinde Luther (Protestanlığın ideolojik inşacısı) ve E. Kant (Katı nesnelciliğe karşı öznelciliği, kısmen ahlakiliği dikkate alır) gelir. Paradoksal gözükse de, aslında Karl Marx da bu çizgiyi proleter, anti- kapitalist sistem adı altında sürdürmüştür. Sonuç, Alman ideolojisinin faşizm ve Hitler tarzı önderlikleri doğurması olmuştur.

Bu tehlikeyi zihniyet sorununda en iyi fark eden kişi de Alman Filozof Nietzsche olmuştur. Nietzsche tarzı zihniyet çalışmaları gerçek bir kapitalist modernite karşıtlığıdır. Geliştirilip siyaset felsefesi ve pratiğine dönüştürülememesi büyük bir eksikliktir. Daha sonra ortaya çıkan Fransız filozofların (Deleuze, Guattari, M. Foucault, vb.) ve İtalyan Gramsci’nin çabaları çok yetersizdir ve siyasi kurumlaşmaya dökülmemiştir. Reel sosyalizmin pratiğinde açığa çıkan şey, sol adı altında kapitalist modernizmle en azından yüz elli yıllık objektif suç ortaklığıdır. Sovyet Rusya ve Çin deneyimi bu yargımızı çarpıcı bir biçimde doğrulamaktadır.

Özellikle ilk klasik öncüler olan Proudhon, Bakunin ve Kropotkin’inkiler başta olmak üzere, anarşistlerin kapitalizmin doğuşuna yönelik eleştirileri birçok noktada daha aydınlatıcıdır. Anarşistler kapitalizmin ideolojik ve siyasi boyutlarını daha iyi görebiliyorlardı. Fakat doğru bir siyasi felsefeden yoksun olmaları ve düşüncelerini kurumlaştırmayı başaramamaları, ahlâk ve tarih konularından bihaber olmaları onları da son tahlilde kapitalizm için bir ideolojik meta derekesine düşürmüştür. Yine belirtmeliyim ki, yetkin siyaset, ahlâk ve tarih çalışmaları ve pratikleşmeyle bütünleştirilmeyen bir zihniyet çalışması karşıtı tarafından kullanılmaktan, ya yok edilmekten ya da asimile edilerek etkisizleştirilmekten kurtulamaz. Ne acıdır ki, anti- kapitalist zihniyet çalışmalarının başına gelen de Hristiyanlık, Budizm, Zerdüştlük ve Maniheizm başta olmak üzere tarihte pek çok örneği bulunan zihniyet çalışmaları ve akımlarla aynı kaderi paylaşmak olmuştur

Kuşkusuz bu öğretilerin boşa gittiğini ve kaderden kurtulmanın mümkün olmadığını iddia etmiyorum. Böyle olsaydı, zaten ne bu satırlar yazılır ne de özgürlük ahlâkına anlam verilirdi. Yaptığım bir eleştiridir.

Eğer günümüzde, daha doğrusu tarihsel bütünlüğü içinde tanımlandığı şekliyle uygarlığın son evresi olan kapitalizme ve tarihsel dayanaklarına karşı başarılı bir alternatif sisteme ulaşılmak isteniyorsa, tam bir bütünlük içindeki zihniyet çalışmalarının yol göstericiliğinde siyaset felsefesi, siyaset kurumlaşması ve maddi hayat eylemleri iç içe aşkla döşenmek durumundadır.

 

Tarihsel-Toplumsal Uygarlıklar ve Kapitalizm

Toplumu biçimlendirme eylemi olarak kapitalist sektörün rolünü yorumladığımızda toplum biçimleri sorununa daha somut yaklaşmış oluruz. Şu soruyu cevaplandırmaya çalışıyorum: Kapitalist ekonomi ve toplum biçimi tarihsel-toplumsal bir zorunluluk mudur? Cevap olarak savunmamın bu bölümü, tarihsel-toplumsal bir zorunluluğun olmadığını göstermektedir. Tarihsel materyalizmin Marksist yorumunun (kaba materyalizm) büyük bir yanlışı ve saptırması tarihsel- toplumsal gelişmede zorunluluk olduğu ideasıdır. Daha da vahimi, toplum biçimlerinin düz çizgisel temelde geliştiği anlayışında olması, Hegel idealizmini materyalizm adı altında sunmasıdır. Bu da Hegelciliğin bir türevi olmaktan başka bir anlam taşımaz. Kant’ın çok utangaçça yapmaya çalıştığı şey, bu tür nesnel gelişim anlayışına karşı öznenin gücünü, dolayısıyla ahlâkın bir özgürlük tercihi olarak rolünü belirtmiş olmasıdır. Marksizm özgürlük ahlâkı açısından Kantçılığın da gerisine düşmektedir. Diğer sağ liberal anlayışlardan bahsetmek bile gereksizdir; onlar kapitalizmin doğuşunu sadece bir zorunluluk olarak değil, tarihin son sözü olarak değerlendirirler.

Dinsel gericilikten daha tehlikeli olan ve arkasına en tutucu din olarak pozitivizmi alan bu kapitalizm tanımlamalarının içyüzü açıklanıp boşa çıkarılmadıkça, özgürlük tercihinin herhangi bir şansı olamaz. Zaten iki yüz yıllık sosyalizm ve reel sosyalizmin tarihi de kapitalizme soldan destek olma durumunu aşamadığını göstermektedir. Mesele hatanın, yanlışın nerede yapıldığını açığa çıkarmanın çok üstündedir. Paradigmanın kendisi yanlıştır. İçinden ayırt edici bir iki yanlış veya doğrunun olması, paradigmatik açıdan sonucu pek değiştirmez. Topluma düz bir gelişme çizgisi üzerinden yaklaşılıp, her biçim sanki Levhi-Mahfuz’da yazılmış (Tanrı katında çok önceden belirlenmiş) gibi bakılmaktadır: Sırası gelince gerçekleşir. Ortaçağ’ın cüzi ve külli irade tartışmaları bile bu tür pozitivist-materyalist yaklaşımların üstündedir. Sosyalizm uğruna verilen büyük mücadelelerin yenilgisinde belirleyici etken, topluma ilişkin bu paradigmatik yaklaşımdır.

Bundan önceki başlıklar altında yaptığım tanımlamaların bu yaklaşımların tamamen dışında olduğu açıktır. Kapitalizmi zorunlu bir toplumsal aşama olarak görmek şurada kalsın, bu yaklaşımın kendisi ya bilerek ya da bilincinde olmadan bu sistemin etkisi altındadır ve propagandasına alet olmaktadır. Sonda söyleyeceğimi önceden söyleyeyim: Kapitalizm bir toplum biçimi olamaz. Toplumu etkilemek ister, etkili olur ama toplum biçimi olamaz. Kapitalizm dört yüz yıldır dünyaya egemen olan tek biçim değil midir diye sorulabilir. Egemen olmak ayrı bir husus, biçim olmak ayrı bir husustur. Tarih üç toplum biçimini veya tarzını tanımaktadır: İlkel klan toplumu, sınıflı devlet veya uygarlık toplumu, demokratik çoklu toplum. İlkel, köleci, feodal, kapitalist ve sosyalist toplum gibi çizgisel ilerlemeci yaklaşımlar fazlasıyla dogmatiktir. Diğer bir deyişle idealist ve kadercidir. Daha da önemlisi, üç toplum tarzı da düz çizgisel bir doğrultuda ilerlemez. Derinleşen ve genişleyen döngüsel bir sisteme daha yakındır. Diyalektik işleyişi kabul etmekle birlikte, uçların birbirini yok ederek ilerlemesi gibi bir yorumu doğru bulmadığımı açıkça belirtmek durumundayım. Tez, antitez ve sentez yöntemini esas alan yaklaşımlar evrenin işleyiş esaslarını açıklamada elverişli bir mantık aracı olabilir. Ama çok zengin, farklılığı mümkün kılan, karşılıklı beslenmeyi tanıyan bir diyalektik ilişki tarzı veya kavrayışı doğanın diyalektik işleyişine daha yakındır veya açıklayıcı niteliktedir.

 

Sürekli İlerleme Evrensel Kurama Uymamaktadır

Analitik düşünce şehir oluşumuyla oldukça bağlantılıysa da, bu düşünce biçimini sınıf çıkarları temelinde çarpıtan yine köleci devlet toplumudur. Yoksa analitik düşünceyi geliştiren kölecilik değildir. Köleci sistemin yaptığı, bu düşünce tarzıyla kocaman bir yalan dünyası imal ederek insan zihnine bir kabus gibi çökmesidir. İnsanlığın ortak bir kültürü olan bilim ve sanatların gelişimini köleciliğe ve diğer sınıflı toplum formlarına bağlamak, olsa olsa iktidar bilme olgusuna bağlanabilir; bilim ve sanat üstündeki devlet egemenliğiyle izah edilebilir. Özgürlük ve eşitlik ideolojisi ve hareketleri adına bu tür değerlendirmelerin yapılması bilinçli değilse, iktidar bloğuna farkında olmadan bağlılığın bir sonucudur. Marksizm-Leninizm de olsa, bu yargı değişmez.

Marksizm bu tür tarihsel gelişmelerde belirleyici rolü üretim araçları ile ilişkilerine verir. Zihniyet savaşımına tali bir rol verir. Yine etnisite ve dinsel grupların mücadelesine gerekli ağırlığı vermez. Diyalektik yöntemin dogmatik yorumu olarak, bu yaklaşımlarla tarihin kavranışı bütünlüklü olmaktan uzaktır. Toplumun zihniyet ve siyaset anlamına gelebilecek büyük hareketlenmesini görmedikçe, ekonomik yorumla gerçeğin sınırlı kavranışı kaçınılmazdır. Büyük toplulukların hareketlenmesine bir anlam vermeden değişim gücü olarak tekniğe ve üretim yapısına ağırlık vermek, farkında olmadan devlet çerçevesine mahkum olmaya yol açar. Dinlerin ve etnisitenin “kabile, aşiret ve kavim gerçeği” büyük hareketlerini çözmeden tarihi yorumlamak, hem yöntem hem de içerik olarak ciddi yanlışlara ve göz ardı etmelere yol açar. Marksist yöntemle yapılan tarih yorumlarının kısır olmasında ve yanlış sonuçlara yol açmasında bu gerçeğin büyük rolü vardır. Geleneksel üst toplumun yüceltilmesine dayanan idealizmi aşalım derken, tersi olarak çok dar sınıf ve ekonomik yapı çözümü ile kaba materyalizme düşülmüştür.

Toplum sistemlerini değerlendirirken yapmak istediğim bir değişiklik, zorunluluk ve rastlantılılık konusundaki yaklaşımlara ilişkindir. Kökenini tanrısal yasa anlayışında bulan ve Batı düşünce sisteminde sıkı bir nedensellik ve düz çizgide kesintisiz ilerleme anlayışı, başta açıklamaya çalıştığımız kuantum ve kozmos fiziğindeki gelişmelerle artık geçerliliğini yitirmiştir. Gelişmenin diyalektiğinde “kaos aralığı” her olguda kendini göstermektedir. Niteliksel değişimler bu aralığı gerekli kılmaktadır. Bu da kesintisizliğin, düz çizgideki sürekli ilerlemenin zihinsel bir soyutlama, metafizik bir yaklaşım olduğunu ortaya koyar. Aralıktan düz çizgisel bir ilerleme her zaman mümkün değildir. Birçok etkenin o aralıktaki ilişkileri çok sayıda ve çok yönlü gelişmelere yol açabilir.

İnsan toplumunda bu aralıklara kriz bölgesi denilmektedir. Krizden nasıl bir toplumsal gelişmenin çıkacağını ondan etkilenen güçlerin mücadele düzeyleri belirleyecektir. Çok sayıda sistem çıkabilir. Daha ileriye olduğu gibi geriye doğru da çıkabilir. Kaldı ki, ileri geri kavramı izafidir. Sürekli ilerleme evrensel kurama da uymamaktadır. Bu ilke doğru olsaydı,metafizik bir ideacılık geçerli olurdu. Mutlak doğrulardan bahsetmek evrensel oluşum ilkesi ile bağdaşmamaktadır. Doğa mutlaklar ile gelişmez. Mutlaklık değişmezlik, aynılık demektir. Böyle şeylerin olmadığını varoluş tarzımız kanıtlamaktadır. Doğadaki yasallığın kaos aralıklarına dayalı, insana doğru gelişiminde gayet esnek bir halde olduğu fizik, kimya ve biyoloji bilimlerindeki yasa özelliklerinden çıkarılabilmektedir. İnsan toplumunda ise yasallık son derece esnek bir karaktere sahiptir. Bunun anlamı, yasa aralıkları sık ve çok sayıda yeni yasaların gelişim kaydedebileceğidir. Bununla bağlantılı olarak özgürlük düzeyinin gelişkin olması, insan toplumundaki muazzam çeşitliliği açığa çıkarmaktadır. Esneklik özgürlüğü, özgürlük ise çeşitliliği doğurmaktadır. İnsan bu anlamda kendi yasallığını en çok ve en sık yapan doğa harikası bir varlıktır. Dolayısıyla insan toplumu da aynı zenginlikte bir sıklık ve çoklukla kendi sistem yasalarını oluşturabilmektedir.

Doğal toplumdan zorunlu olarak hiyerarşik ve devletçi toplumun gelişmesi diye bir kanun yoktur. Belki bu yönlü bir eğilim olabilir. Eğilimin zorunlu, kesintisiz ve sonuna kadar olması tamamen yanlış bir varsayımdır. Sınıflı toplumun ilerlemeler için zorunlu olduğu biçimindeki Marksist tespit (ezilen ve sömürülenler adına) yapılan en büyük yanlışlıklardan biridir. Bu, sosyalizmi peşinen sınıf hakimiyetine terk etmektedir. Bu yanlış, Marksizmin yaklaşık 150 yıllık tarihinde bir kapitalizm yedeği haline getirilmiş olmasının en temel nedenidir. Devleti, sınıfları ve zoru toplumsal gelişmenin, ilerlemenin kaçınılmaz evreleri olarak görmek, organik, doğal toplumun günümüze kadar muazzam direnmesini küçümsemek, hatta yok saymaktadır. Tarihi kendiliğinden tahakküm güçlerine hediye etmektedir. Sınıfların varlığını kader olarak görmek, belki de farkında olmadan hakim sınıfların ideologluğuna alet olmaktır. Bu yönüyle ezilen ve sömürülenler adına en tehlikeli bir rolü oynamaktır. Tarih bu tür ideolojik ve politik akımların adeta istilası altında bırakılmıştır.

Bizleri etkileyen Marksizmin, kapitalizmi ve ondan önceki sınıflı toplum biçimlerini “tarihin zorunlu ilerleme hattı” olarak ilan etmesi, farkında olmayarak, inançları ve umutlarının hilafına, karşısında çok savaştığı kapitalizme en büyük katkısı olmuştur. Bu savunmada dile getirdiğim düşüncelerin özünde, “toplum sistemlerinde, Marksizm de dahil, temel düşünce biçimlerinin söylediği gibi bir zorunluluk ilkesi yoktur” biçiminde bir kanım yatmaktadır. Üst toplum biçimlerine ilişkin olsun, devlete ilişkin olsun dile getirilen “zorunlu gelişme” iddiaları binlerce yıldır sürüp gelen resmi propagandaların izini taşımaktadır. Eskinin kader anlayışı, günümüzün “zorunlu toplum yasaları” adı altında, bilimsel bir kılıf altında sürdürülmektedir. Hiyerarşi ve sınıfsallık gelişim gösterebilmiştir. Ama bu gelişim bir zorunluluk değil, hiyerarşiyi, ona dayalı devletleşmeyi büyük zorbalık ve aldatmalarla yürüten güçlerle sağlanmıştır. Bunlar karşısında esas doğal toplum güçleri bitmez tükenmez bir direnme göstermiş ve sürekli sınırlandırılmış, en dar alan ve aralıklara sıkıştırmışlardır. Bazı alan ve aralıklara hiç sokulmamışlardır. Tüm toplumu sınıf ve devlet hiyerarşilerinden ibaret görmek, hakim sistemin en temel politikası ve propagandası ile sağlanmıştır. Kader denilen oyun bu pratiğin metafizik unvanı oluyor. Bu oyuna bulaşmamış din, mezhep, felsefi ve bilimsel ekol neredeyse kalmamış gibidir. Bu da kökeni binlerce yıl önceye giden rahip ideolojisinin ve tanrı krallar devletinin muazzam fiziki ve zihni baskı, politika ve propagandalarının sonucudur. İsteyen bu oyuna mitoloji, isteyen felsefe, o da olmazsa bilimsel ekol demiştir. Varılan nokta devletleşmiş ideolojiler ve bilimlerin dört dörtlük güncel durumudur. Marksizmin bu yöndeki payı üzerinde ne kadar durulsa yeridir.

Toplum da bu oluşum tarzının dışında bir varlık değildir. Aynı tarzın oluşum diline sahiptir. Özcesi, ikilemleri sürekli oluşturur. Bundan ikisini de bağrında taşıyan ama toplamlarını aşan yeni farklı oluşturmalara imkân tanır. Toplumların değişim ve gelişimlerindeki diyalektiği böyle algılamak, somutun bilgisine daha fazla sahip olmamızı sağlar. En küçük birimlerden bütünleşmiş biçimlerine kadar toplumsal gerçekliğe bu diyalektik anlayışıyla yaklaştığımızda, yorumlama ve algılama gücümüzün daha insani özelliklerimizi (özgür insan potansiyeli) harekete geçireceğini belirtebilirim. Bu durumda hem toplumu bireyde somutlaştırarak sorumlu özgür bireyi geliştirebiliriz, hem de özgür bireylerden etkilenmiş toplumu daha çok özgürleştirebiliriz. Özgürleşme imkânı en iyi eşitlik ve demokratikleşme potansiyeline ve şansına sahiptir.

Tekrar belirtmeliyim ki, toplumsal gerçekliğin üçlü dinamiğini dile getirirken yeni bir keşifte bulunmuyorum. Sadece evrensel oluşum dinamizmini topluma uyarlamaya çalışıyorum. Neden üçlü dinamizmler diye bir soru sorulursa VAROLUŞ’tan ötürü derim. Eğer var olmak da bir sorun olarak cevabını bulmak isterse, o zaman neden varız sorusuna atlamak gerekir. Fakat var olmak bence tartışılmaz. Varlık olmasaydı, zaten bu soru ve sorunlara da hiç gerek kalmayacaktı. Olmayan bir şeye yer olmaz. Olmayanlık durumunda sadece oluşumsuzluk, hiçbir şey olmamaktan bahsedilebilir ki, bu da saçmalık dediğimiz şeydir.

Eğer varlığı, varoluşu kabul ediyorsak, oluşum tarzından bahsetmemiz anlamlıdır. Yaşamın tüm anlamı, düşüncenin tüm gelişimi üzerinde yoğunlaşanlar, değişim ve gelişimin oluşumdan kaynaklandığını sezmişlerdir. Bu temelde mitolojik, dinsel, felsefi ve bilimsel düşünme kategorilerinde muazzam bir külliyat oluşturmuşlardır. Herhalde bu külliyatları inkâr edemeyiz. Hepsi de esasta oluşumu cevaplandırmak istemiştir. Bunun için kimi mitolojik kimi dinsel yönteme başvurmuş, bunlar yetmemiş, imdada felsefe ve bilim kategorileri yetişmiştir. İşlevsellikleri aynı, fakat cevapları farklıdır. Oluşumun nedeni, nasılı ve amaçları hep sorulmuş, her kategori kendi disiplinine göre cevaplar üretmeye çalışmıştır. En iddialı disiplin olan bilim, oluşumun üçlü dinamiğini önemli oranda aydınlatmıştır. Madde-enerji, parçacık-dalga mekaniği kuantumlar düzeyine taşırıldığında (hem teorik hem de deneysel) ikilemin hep oluşumlara yol açtığını, bu oluşumların ürünü olan sonucun hep içinden çıktığı ikilemin (Madde-enerji, parçacık-dalga akımlarının evrenselliği vardır) izini taşıdığını, ikisinin üçüncü içinde devamını sürdürerek farklılaştığını, değişimin gelişme veya tersine gerileme biçiminde olduğunu, varlık dinamizminin temel karakteristiğinin bu tarz olduğunu kanıtlamıştır. Yeniden kanıtlamaya da gereksinim yoktur.

K. Marx ve F. Engels ‘bilimsel sosyalizmi’, yani kendi sosyolojilerini yorumlarken, “İngiliz ekonomi-politiği, Alman felsefesi ve Fransız sosyalizminden bir sentez oluşturduk” derler. Bu üç ekol, tüm Avrupa yaşamına hükmetmeye çalışan modernitenin teorik çözümlemelerini geliştirmeye çalışmaktadır. İngiliz ekonomi-politik ekolü, olup bitenin yeni ekonominin zaferi olduğunu kanıtlamaya (veya yeni din olarak inandırmaya) çalışırken, Alman felsefesi baş aktörün (tanrı- kralın yeni biçiminin) ulus-devlet olarak esas alınması gerektiğini söyler. Fransız sosyalizmi ise (uygarlık ve demokrasinin birliği olarak) eski dinsel anlatımın geriye çekildiği laik-pozitivist (sistemin yeni dini) toplumun zaferinin söz konusu olduğunu tüm toplum adına teorileştirmeye baş koyar.

16. yüzyıldan itibaren Avrupa’da gelişen düşünce devriminin temelinde kapitalist tekelin muazzam altüst edici etkisi vardır. Bu düşünce devrimini tanımlamaya çalışırken, benzer birkaç tarihî örneği sık sık göz önüne getirmek gerekir. İlk örneğimiz Sümer rahip devletinin tapınağın döl yatağında oluştuğuna ilişkindir. Artık-ürün üzerindeki devlet tipi örgütlenme koşulları düşünce devrimiyle birlikte değerlendirilmektedir. Artık-ürün hangi denetim aygıtıyla kapatılabilir? Temel meşrulaştırma (toplumu yeni düzene inandırma) araçları nasıl geliştirilip düzenlenmelidir? Bulunan çare devlet örgütlenmesi ve tüm uygarlık dinlerinin ilk örneği olan yeni tanrıların inşa edilmesidir. Çok radikal bir cevap üretilmiştir. Devlet ilk defa rahip-kral olarak örgütlenmektedir. Ekonomi ilk defa devlet sosyalizmi olarak devletle iç içe örgütlendirilip denetim altına alınmaktadır. Geleneksel hiyerarşik güçler ise yeni gök, yer, hava, su ve şehir tanrıları olarak inşa edilip maskelenmektedir. İnsanın ilk köleleştirilmesi yaratılış destanında ‘insanın tanrıların dışkısından yaratıldığı’ biçiminde simgeleştirilmektedir. Tüm bu icatların yeri ise ziggurattır. Tapınak olarak zigguratın en üst katı panteon (tanrılar birliği, hiyerarşik üst tabaka otoriteleri), onun altındaki kat rahip-kralın (sistem yaratıcısı ilk yönetici hegemon) yeridir. En alt kat ise artık-değer-ürün üreten köleler ve zanaatkârlara ayrılmaktadır. Tapınak şehrin, devletin ve sınıfların ilk prototipi, döl yatağıdır derken, tüm uygarlık sistematiğinin formülünü de belirlemiş oluyoruz. En son Avrupa modeline kadar tüm uygarlıklar bu örneğin izini taşımaktadır. Onun için Sümer örneğine muhteşem orijinal kaynak demenin doğru olduğunu savunuyorum. Hiçbir versiyon, türev orijinali kadar çekici ve etkileyici olamaz diyorum.

Yeniden Marksizm’in üç önemli kaynağına dönelim. Avrupa’nın düşünce kaynaklarını toparlamak açısından bu üç ayrım anlamlıdır. Fakat Giddens üçü arasındaki benzerliği yakalayamamıştır. Çünkü yakalasaydı kendisini de ele verecekti. Marksizm de dahil, İngiliz ekonomi-politiği, Alman felsefesi ve Fransız sosyalizmini ortak kılan Aydınlanma ideolojisidir. Esas çözümlenmesi gereken bu ideolojidir. Dünyada hâlâ çok etkili ve egemen olan da yine bu ideolojidir. Sosyoloji her ne kadar bilim olarak sunuluyorsa da, aynı ideolojinin çerçevesi dışında herhangi bir yenilik içermemektedir. Yanılmıyorsam günümüzün ABD’li ünlü sosyoloğu E. Wallerstein, Marksizm de dahil Avrupa düşüncesini yorumlarken, şuna benzer bir itiraf yapar: “Biz konuşur, özgürlük ve sosyalizmi tartışırken, korkarım ilahların gazabına uğrarız. Çünkü hepimiz aynı zehirli kaynaktan içtik.” Bahsedilen düşünce Aydınlanma ideolojisidir. Frankfurt Felsefe Okulu’nun güçlü temsilcisi Adorno’nun meşhur itirafı ise, “Yanlış hayat doğru yaşanmaz” şeklinde olmuştur.

Nietzsche ve ardılları Aydınlanma ideolojisini çok daha açık eleştirirler. Nietzsche, “Aydınlanmanın bütün kavramları dinden alınmıştır” der. Carl Schmitt siyaset felsefesinin tüm kavram ve varsayımlarının dinsel kökenlerini aydınlatmıştır. Avrupa’nın kendi düşünce tarzından kuşkusunun derinleştiğine ilişkin zengin bir literatür ve örnek kişilikler listesi vardır.

Başta Aydınlanma ideolojisi olmak üzere, tüm bu anlatımlar Avrupa uygarlığının “süreksizliğini” açıklayamıyor. Anlatım sahipleri bilinçlice olmasa da, her din mensubunun kendi dinî propagandasını yapmak durumunda kalması gibi, son tahlilde bir din olarak benimseyip bağlılığını sunmada benzer konumdadır. İstisnaların her zaman mümkün olmasının genel yargıyı bozmayıp doğruladığını hatırlatmak isterim. Kökleri tarihin derinliklerinde olan, birkaç versiyondan geçmiş, kendi orijinleri olan çok karmaşık bir maddi uygarlık ortamında oluşan Avrupa düşünce yapısının dinsel metafizik niteliği asla göz ardı edilmemelidir. Her dinde yapıldığı gibi ifade ettiği maddi kültür koşullarını savunmak ve ebedileştirmekle yükümlüdür. Tüm dünyaya yaymak stratejik görevidir. İlk rahiplerinden okulları ve akademileriyle tüm resmi üniversitelerine, ilkokuldan kışlaya, fabrikadan büyük alışveriş merkezlerine, medyadan müzelerine ve eski dinlerin kalıntılarına, hastaneden hapishanelerine ve mezarlarına kadar küresel, yerel ve özellikle ulusal çapta tüm toplumu zihniyet alanında fethettiği gibi, politik iktidar teknikleri ve askeri zoruyla zırh gibi sarmalamıştır. Tüm toplum demir kafese kapatılmıştır.

Dinler ve izlerini taşıyan düşünceler resmileştikçe ideolojileşirler. İdeolojiler ise somut olarak insan gruplarını ve çıkarlarını savunan program ilkeleridir. Dünya çapında resmileşen Avrupa düşüncesi veya dini artık bir ideolojidir. Uygarlık olarak üst tabakasını bütün gücüyle savunmak, ebedileştirmek ve egemen kılmak zorundadır. Ayrıca yanlış anlaşılmaması açısından belirtmek gerekir ki, bu eleştiriler sadece Avrupalı insana yapılmıyor; kendim, bölgem ve dünyam dahil, fethedilmiş insanlığın tümüne yapılıyor.

Toplumların ulusal olgular biçiminde şekillenmesinin doğrudan kapitalizmin bir ürünü olmadığını kavramak gerekir. Bu konuda da sanki kapitalizm ulus yaratır gibi bir ideacılık ciddi bir yanlıştır. Bu yanlışlıkta Marksizmin payı da vardır. Toplumlarda klan, kabile, aşiret, milliyet ve millet şeklindeki süreç kendine özgü bir diyalektiğe sahiptir. Sınıflı toplumun ürünü olarak doğmazlar. Kapitalizm olmadan da ulus olunabilir. Ulus şekillenmesinde dil, kültür, tarih ve siyasal güç daha belirleyici rol oynar. Uluslar eşit, özgür ve demokratik toplumsal yapılarda daha sağlıklı gelişebilirler. Batı Avrupa’da ulusların 12. yüzyıldan itibaren şekillendiklerini görmekteyiz.

Aydınlanma ideolojisinin neden bu kadar etkili olduğu yerinde bir sorudur. Bu ideoloji en gelişmiş kozmopolit din niteliğindedir. Kendisinden önceki tüm din mensuplarına seslenir. Ulusaldır; ulus-devlete tapmayan bir ulusallık ve toplumsallık neredeyse düşünülmez kılınmıştır. Ulus-devletsiz insan dinsiz insan durumuna sokulmuştur. Ulus- devletçi ideoloji en zayıf din durumundadır. Dolayısıyla bu ideolojiyi kabullenmek eski dinleri kabullenmek kadar zor değildir. Bilimcilikle sürekli beslenmektedir. Maddi yaşam tarzı bir nevi dinin ritüeli haline getirilmiştir. Manevi kültür araçları, başta medya organları sürekli propagandasını yapmaktadır. Siyasi ve ekonomik yaşam tam kontrolündedir. Küreselleşmiştir.

Bu genellemeleri yaparken, içinden çıkılmaz bir dünya imajı yarattığımın farkındayım. Şunu hemen eklemek durumundayım ki, kendini böyle sunan bir uygarlık son döneminde kendine özgüveni kalmamış Roma İmparatorluğu’na benzer. Ne kadar görkemli ve güçlü gözükse de, yıkıma uğrattığı tüm toplum içindeki çokluklar ve ekolojik savunma halindeki çevre çoktandır kendisine karşı mücadele halindedir. Uygarlığın imparatorluklaşması kadar demokrasinin konfederasyonlaşması da devam ediyor.

 

Kapitalizm Ekonomi Değil İktidardır

Kapitalizmin ekonomi olmadığını iddia etmek, en az Marx’ın Das Kapital kitabı kadar sonuçları olması gereken bir düşüncedir. Burada açıklamaya çalıştığım düşüncenin iktidar indirgemeciliğiyle ilişkisi olmadığını peşinen belirtmeliyim. Ayrıca kapitalizmi ekonomi olarak devletle bağlantılandıran düşünceyle eleştirilmeyi de kabul etmem. Kapitalizm, kapitalist ve kapitalist ekonomi diye kavramlaştırılan olguların, ekonomiyi kontrol eden politik bir gücün, kliğin oluşumundan bahsediyorum. Bu güç ilk defa 16. yüzyıl Avrupa’sında etkili olmuş, Hollanda ve İngiltere’de bizzat bu adlarla bu ülkelerin esas politik egemeni haline gelmiştir. Ekonomiyi kullanması ekonomik olduğunu göstermez. Denilebilir ki, Fernand Braudel bu gerçeği ilk fark eden değerli bir sosyolog-tarihçidir. Fakat düşüncesini sistematize edememiş, hatta tüm Avrupa düşüncesinin bir amentüsünü ne denli bozduğunu fark etse de bunu pek dillendirmemiştir. Belki de bu yönlü düşüncesini geliştirememiştir. Kapitalizmin pazar karşıtı, tekel talanı ve dıştan dayatma olduğunu açıkça söylemektedir. O zaman sormak gerekiyor: Bu dıştan kendini dayatan, pazara karşıt ve ekonomi olmayan şey nedir? Bu soruya yanıt çok yetersizdir. Politik güç müdür, din midir, düşünce okulu mudur?

Teorik düşüncenin çatallaştığı ilişki alanlarında pratik gelişmeyi incelemek, irdelemek daha öğretici sonuçlar verebilir. Venedik örneği üzerine bir irdelemeyle başlayalım. 13. yüzyılda Venedik’te bir grup büyük tüccar vardır. Fakat bu grup aynı zamanda kentin yönetimine de egemendir. Rakipleriyle savaşıyor. Armadaya sahiptir. Yani askeri gücü olan bir Venedik de vardır. Ayrıca Rönesans’a hamilik yapıyor. Ekonomi ve toplum üzerinde denetimi güçlüdür. Tüm bu ilişkilerin iç içe olduğu, bunda paranın bir zamk işlevi gördüğü de rahatlıkla belir- tilebilir. O zaman hangi kavram bu ilişkiler bütünlüğüne yanıt verebilir? Açıklanabilecek hususlar olarak, Venedik büyük tüccar adı verilen grupla ekonomiyi denetlemekte ve artık-değerin önemli bir kısmını sızdırmaktadır. Bunun için politik erkin ya kendisini ya da kontrolünü elinde tutmaktadır. Zor uygulamak gerektiğinde ordu gücünü kullanabilmektedir. Dikkat edilirse, aşağı yukarı aynı grubun komple bir hareketi söz konusudur. İçindeki bazı isimler değişse de, en azından Venedik çapında belirleyici konumda olan bir grup vardır. Tekrar bu grubu niteleyelim. Tüccar tekelidir, devlettir, ordudur, bürokrasidir. Önde gelen kilise ve sanat camiasının hamisidir. Devleti de aşan, dıştan kendini ekonomiye tekel gibi dayatan ama ekonomi olmayan, devletinkini de aşan bir hegemonyayı topluma dayatan bu gruba iktidar yoğunluğu demek, hatta bu grubu bizzat iktidar olarak adlandırmak doğruluk payı güçlü bir yorum olacaktır. Eğer bu grup tüm İtalya çapında etkili olsaydı ona ulusal iktidar diyecektik. Kendisini toplumun tüm kesimlerine yaysaydı ulus-devlet adını verecektik. Ülke ekonomisini denetimine geçirseydi, ekonomik iktidar olarak adlandıracaktık. Konumunu tüm Avrupa’ya, oradan dünyaya taşıracak olsaydı, Avrupa ve dünya imparatorluğu diyecektik.

Kapitalizmin sadece ekonomi karşıtlığı değil, toplum karşıtlığı olduğunu da iyi anlamak gerekir. Toplumun bir bütün olarak kapitalistleşemeyeceğini, bunun imkânsız olduğunu Rosa Luxemburg çok önceden teorik olarak kanıtlamaya çalışmıştır. Bence bunun için ince teorilere pek gerek yoktur. Herkes, her toplum işçi ve kapitalist olarak ikiye bölünse, kâr amacıyla satacak mal üretemezsiniz! Kaba bir örnek verelim. Yüz işçinin çalıştırıldığı bir fabrika varsayalım. Bunlar yüz araba üretsinler. Toplum da bir kapitalist fazlasıyla 100+1 kişiden oluşsun (Çünkü toplum sadece işçi ve kapitalistlerden oluşmaktadır. Saf kapitalist toplum denilen olay budur. Tabii bu en azından Marksistlerin bir kısmının büyük yanlışıdır). Yüz araba elden çıkarılsın ki kâr elde edilsin. Yüz işçi ücretleri ile arabaları aldılar diyelim. Geriye patrona ne kaldı? Sıfır. Demek ki, daimi olarak kapitalistleştirilmeyen benim sistem analizimle ‘uygarlık karşıtı demokratik toplum’ her zaman var olmalı ki uygarlık toplumu sürdürülebilsin. Yeni hegemon güç olarak ‘kapitalist uygarlık’ da diğer uygarlıklar gibi ancak demokratik toplum karşıtlığı, çatışma zamanlarında daha da azgınlaşarak demokratik toplum düşmanlığı temelinde var olabilir: Ya savaşlar ya da barışlarla. Tüm uygarlık tarihinde olduğu gibi, kapitalist uygarlık tarihinde de bu anlatımı doğrulayan sayılamayacak kadar çok olay ve savaş vardır.

Kapitalizm ekonomiyi en son küresel aşamasında zirveye çıkarttığı ‘borsa, kur ve faiz’ piyasası denilen para-kâğıt oyununa çevirerek düşmanlığını, gerçek ekonomiyle ilgisizliğini fazlasıyla ve tüm toplumun gözüne sokarcasına kanıtlamaktadır. Tarihin yine hiçbir döneminde ekonomi bu tür kâğıt oyunlarına, sanal bir sisteme dönüştürülmemiştir. Ekonomi toplumların en hassas dokusu olarak değerlendirilmiş, hep kutsallık atfedilecek düzeyde (Kutsallık kelimesinin kaynağı Sümer toplumuna kadar gitmekte ve gıda-kauta kavramıyla bağlantılandırılmaktadır) değerlendirilmiştir. Beslenme en öncelikli sorun olarak görülüp çözümlenmeye çalışılmıştır. Bütün dinlerde ekonomik güvenceye dayalı izah edici bir yan vardır. Bayramlar ekonomik bolluk veya en azından krizden çıkış dönemlerinin anısına düzenlenmektedir. K. Marx’ın haklı olduğu bir nokta olarak, toplumun tüm alanlarını etkileyecek özelliklerin toplam ifadesi olacak kadar önemli olan ekonominin, duygusal ve analitik zihnin yoğunluk alanı olmaktan çıkarılıp para-kâğıt oyunlarına bağlanması ve analitik- spekülatif zihniyetin en sorumsuz, gerçek yaşamdan kopuk alanına dönüştürülmesi kapitalist ekonominin gerçek niteliğini ortaya koymaktadır. Hiçbir emek harcamadan kur, faiz ve senet fiyatlarıyla oynayarak, küresel çapta saatlik süreler içinde milyarlarca Dolar (küresel para) el değiştirmektedir. İnsanlığın yarısı açlık ve yoksulluk sınırlarında gezinirken, bu tür değer transferleri kadar ekonomiye zıtlığı yansıtacak bir sistemi tasavvur etmek zordur. Kapitalizm, finans çağı da denilen son evresinde, sadece bu yüzüyle bile ne kadar gereksiz, ekonomi dışı ve düşmanca bir sistem olduğunu gayet iyi kanıtlamaktadır.

Kapitalist moderniteyi kavramlaştırmak için ekonomiyle işe başlamak hem yetersiz hem de yöntem açısından saptırıcı, ilişkiyi ve özü kavramaktan uzaklaştırıcı, bulanıklaştırıcı sonuçlara, yargılara yol açar. Kapitalizme ilişkin şimdiye kadar yaptığımız tanımlama ve çözümlemeler, onun ekonomik sahada ancak dıştan dayatmacı tekelci bir güç olabileceğini kanıtlamıştı. Demek ki, öz olarak kapitalizmi başka yerde aramak, yöntem olarak da daha isabetli bulgulara yol açabilir. Onu asıl gizlenmeye, sıkı perdelenmeye çalıştığı yerde, devlet sahasında aramayı sürdüreceğiz.

Kapitalizmi ekonomik sahada arayan K. Marx’ın bunun için yaptığı tüm metodolojik, felsefi, tarihsel ve sosyolojik hazırlıklar, sonucunu olumlu olarak tespit ettiği yoğun bir kriz sistemiyle kendini karakterize eden kapitalizmin tekelci yapısına işaret ediyordu. Ekonomiye hükmetmek ekonomik olmak anlamına gelmez. Ekonomiye yapı dayatmak da ekonomi değildir. Pazarda fiyatlarla oynayarak bunun için para aracını çeşitlendirip kâr-sermaye yığmakta kullanmak, sosyolojik olarak siyasal iktidar olmadan mümkün değildir. Siyasal iktidarı ve onun zora dayanan karakterini tüm sonuçlarıyla çözümlemeden soyut ekonomi-politik analizlerle kapitali kavramlaştırmak, sürekli bilince taşımak, bilerek veya iyi niyetle yöntem hatasına düşmek ve kapitalist paradigmaya kurban gitmektir.

Kapsamlı analizlere gitmeden K. Marx’ı ucuz ve yüzeysel tezlerle eleştirmenin sakıncalarını biliyorum. Özellikle Marksist geçinenlerin dogmatik-pozitif yaklaşımları tarikat müritliğini aşmadığından, idealarını bıktırıcı bir biçimde tekrarlamaları tartışmaları geliştirmez. Fakat ‘Kapital’in yeni bir totem hizmeti gördüğü, işçilerin pek işine yaramadığı yüz elli yıllık teorik-pratik deneyimle yüzlerce kez doğrulanmıştır. Ben bunun temel nedenini, kapitalizmi ekonomi olmadığı halde ekonomi sahasında arama, ekonomi olmayana temel ekonomik konular olarak yaklaşım gösterme hatasına bağlıyorum. Tüm ekonomi dışı özelliklerine rağmen, tekelci devlet politikalarını ekonominin baş köşesine oturtmayı muazzam zihin bulandırıcı, kapitalizmin olumsuzluklarını örtücü ve politik-ideolojik olarak da feci trajik sonuçlar getiren “Aydınlanmacı” bir sapma olarak değerlendiriyorum.

İdeolojik olarak Hegel metafiziğin zirvesi ve diyalektiğin en büyük çağdaş temsilcisidir. Gerçek bir Alman filozofudur. Bununla kastettiğim, Alman milliyetçiliğinin fikir babalığıdır. Marx ve Engels, Alman kapitalizminin geri seviyesinin Alman burjuvazisini, burjuvazinin de Alman felsefesindeki konumunu irdelemeye çalışırken iyi yoldalar. Başlangıçta Hegel’in hukuk felsefesine yönelik eleştirileri de bu tutumlarını yansıtır. Bunun akabinde yaptıkları Komünistler Ligi’ni kurma ve Komünist Manifesto çalışmaları pratik olarak da konumlarını sağlamlaştırır. 1848 Devrimlerinden umduklarını bulamamaları, kanaatimce köklü kırılmalarından birine yol açar ve ekonomizme sapmalarının ilk belirtileri bu dönemden sonradır. Ekonomiye başat yer vermelerini tartışmıyorum. Ekonomiyi araştırmanın gerekli olmadığını da söylemiyorum. “Kapital” araştırmasını da yanlış olduğu için eleştirmiyorum. Eleştirdiğim temel nokta, tam da Hegel’i eleştirdikleri noktadır. O da Hegel’in neden devlete ve hukuka öncelik tanıdığıdır. Hegel bence en gerekli noktadan düşüncesini geliştiriyor. Başlanması gereken yerden başlıyor. Tarihsel hata yapan Marx’la Engels’in kendileri- dir; yani ekonomizm sapmasına düşmeleridir. Bu sapma yüz elli yıllık sosyalizmin, yani eşitlik ve özgürlük, dolayısıyla demokratik toplum mücadelesinin beklenen başarıyı gösterememesinin temel nedenidir.

Hegel’in doğruyu yaptığını söylerken, bunu onun teorik-eylemsel hattını benimsediğim anlamında söylemiyorum. Doğruluğu işe nereden başlanması gerektiğine ilişkindir. Yanlış anlaşılmaması için tekrarlıyorum.

Toplumda alt ve üstyapı tartışmaları da uygarlığın inşa edilmiş bu sapkınlıklarıyla yakından bağlantılıdır. Hegel kendi sistemini öncelikle üstyapıdan, yani devlet ve hukuktan başlatır. Evrensel sistemi de mutlak zekâdan (Geist) başlattığı gibi. Marx ise önceliği altyapı olarak adlandırdığı üretim güçleri ve ilişkilerine verir. Marx her ne kadar “Ayakları üzerine oturttum” dese de, Hegel’le aynı mantığı paylaşmaktadır. O da nedir? Biri bir unsur temeldir, diğeri ise ikincil veya belirlenendir diyor. Bu, özne-nesne ayrımının kaba mantığına düşmektir. Her ne kadar tersini idea etseler de, eski uygarlık zihniyetini devam ettirmişlerdir. Marx’ın sosyalizmi neden başarılı olmadı sorusunun cevabı bu mantıkta gizlidir. Hem ekonomiye ilişkin tanımı büyük karmaşıklık içeriyor, hem de klasik uygarlığın bütün anlam araçlarıyla yola çıkıyor. Ne kadar kahramanlık yapılsa ve doğru sözler söylense de, sonuç gerçekliğin pek de yorumlandığı gibi olmadığını gösteriyor.

Marx’ın ve Marksistlerin yükselen kapitalist tekele karşı bir duruş ve direniş sergilemek istedikleri açıktır. Diğerlerinin de demokratik eğilimleri küçümsenemez. Ama günümüzle kıyaslandığında ne kadar yetersiz, yanlış ve eylemsiz kaldıkları; yaşadığı derin ve sürekli krizlere, yol açtığı toplum dışılığa, çevre felaketine, ortaya çıkardığı işsizliğe ve yoksulluğa rağmen kapitalist modernizmin tahtında en rahat dönemini geçirmesinden bellidir.

Marksizmin en önemli eksikliklerinden biri de bu çatışmaya dar sınıf eksenli bakmasıdır. Sınıfların direkt çatışması analitiktir. Somut çatışma toplumsal gövdeler arasında olur: Devlet toplumuyla demokratik toplumlar arasında. Dar sınıf bakış açısının sonuçları bilinmektedir. Kaldı ki, sınırları hiçbir zaman kesin çizilemeyen ve her gün geçişler yaşayabilen sınıflarda asıl olan yaşadıkları bilinç durumudur, içinde yaşadıkları kültürdür. Kendi uygarlığını tanımayan veya oluşturamayan sınıf zaten yokluk durumundadır. Uygarlıksız sınıf mücadelesi olmaz. Tek uygarlık içinde iki sınıfın mücadelesi tezinin ne denli vahim bir hata olduğu Sovyet deneyiminde açıkça görüldü. Avrupa devlet uygarlığının kalıpları kırılamadığı için, özgün bir Sovyet uygarlığı oluşturulamadı. Kapitalist modernite kalıplarını büyük oranda esas aldığı için sonunda onlar gibi olmaktan kurtulamadı. Tarihte bu durumun birçok benzeri yaşanmıştır. Başkalarının silahlarıyla (uygarlık yaşam tarzı) savaşırsan başkaları gibi olursun. Bu tür durumların ortaya çıkması, devrimlerin kendi uygarlık biçimlerini belirleyememeleri ile ilgilidir.

Kapitalist uygarlık bu anlamda dar bir kavramdır. Fakat Avrupa uygarlığı gibi içinde çok güçlü demokratik öğeleri bulunduran bir uygarlığı sanki iki sınıfın (işçi-kapitalist) ortak uygarlığıymış gibi yansıtmak da içinde çok yanlış anlamlar barındırır. Tek bir Avrupa uygarlığı yerine, demokratik ve kapitalist Avrupa ayrımı daha öğretici olabilir. Günümüzdeki AB bu iki uygarlık arasında geliştirilmeye çalışılan bir uzlaşmış uygarlıklar Avrupa’sıdır. İncelenmeye değer ilginç bir deneyimdir. Avrupa’nın katı devlet uygarlığını çok güçlü demokratik geleneklerle, mantık ve hukuk gibi yumuşak güçlerle dengeleme zorunluluğu, devletli uygarlığın son dönemine (uygarlığın krizlerle iç içeliğine) ilişkin tanımlamamıza uygun düşmektedir. Dört yüz yıllık yoğun savaşlar krizli yapının diğer bir kanıtıdır. Yoğun sistem tartışmalarına Sovyet sistemi de kanıtlayıcı örnek sayılabilir. AB’nin yapısı ve geleceği tartışmaları modernitenin kararsızlığını ve krizden kurtulamadığını tek başına yansıtmaya yeterlidir.

Bu yargıya varmamızın temel nedeni kapitalist tekelin yapısıyla bağlantılıdır. Marx’ın Kapital’de kanıtladığı gibi kriz sermayeyle, yani tekel açısından yapısal olmasıyla ilişkilidir. Sermaye birikimi ve kâr krizsiz sağlanamaz. Sermaye kârsız duramayacağına göre krizsiz de olamaz. Devrimlerin, demokratikleşmenin ve insan haklarının sürekli gündemde yer alması sadece kendi iç sorunlarından ötürü değil, krize yanıt arama ihtiyacından kaynaklanmaktadır. Nedeni dünyanın yönetilemez durumudur. Küresel sermaye her döneminde dünyayı sadece yönetmedi, dünyayla savaştı. Doğasındaki krizden dolayı savaşımlar dünya çapında yaygınlaştı. Uygarlığın doğuşuyla birlikte ilk profesyonel ordu ve savaşlar hep var olageldi. Devlet uygarlığı özü gereği topluma egemen olmadan gelişemez. Egemenlik ise iktidar demektir. İktidar hâkimiyetsiz, o da zor olmadan gerçekleşemez. Hegel’in tarihi “kanlı mezbaha”ya benzetmesi bu nedenledir.

Önceki her iki uygarlığın kapitalizmden farkları sınıf, kent ve devlet yapısının niceliğiyle ilintilidir. Kentler küçük, sınıflar sınırlı, devletler az ve küçüktü. Dolayısıyla savaşlar azdı ve kısa süreli olup biterlerdi. Yine de şiddet uygarlığın yapısal karakterinde vardır. Fakat kapitalizmde kent, sınıf ve devlet tüm toplumu olduğu gibi çevreyi de, yerin altını ve üstünü de yutar. Kaotik durumlar hem toplumu hem de çevreyi sarar. I. Wallerstein, kapitalizmin 1970’ler sonrasında yapısal krize girdiği ve bu krizin 25-50 yıl sürebileceği yargısında bulunur. Sonucu ise bilim + örgüt + eylemin niteliğinin belirleyeceğini söylerken, kısmen olgu ve ilişkileri dile getirmektedir. Belli ki halen Marksist devrevi bunalım anlayışından kurtulamamıştır. Bunalımı kapitalizmin tüm zamanı açısından varsaymak bana daha doğru gelmektedir.

F. Braudel, devlet ve iktidar ayrımının farkındadır. Marx kadar olmasa, yani devlet ve iktidarın işlevini önemsiz gibi göstermese de, ne kadar etkili olduğunu belirlememektedir. Marksizm’de devlet yoğunlaşmış ekonomi olarak tanımlanırken, gerçeğe daha çok yaklaşıldığı söylenebilir. Fakat bu çok soyut bir genellemedir. İktidar ve devlet, esas olarak “ekonomi olmayan ekonomi”dir; yani ekonomiyi ürettiği artık-ürün ve değerleri sızdırma alanı olarak görmekte ve bu alanda tekel kurmaktadır. Bu anlamda ekonominin hemen üstündeki alandadır. Ekonomiyle çok ilgilidir. Bütün mekanizmaları artık-ürün ve değerlerin çeşitli yöntemlerle ele geçirilmesi içindir. Tarım, ticaret ve sanayi, tekel kurduğu alanların başında gelir. Yöntemlerin başında vergi gelmektedir. Mesela dolaylı vergiler devletin doğrudan tüccar tekeli olarak hareket etme ilişkisidir. Devlet burada tam bir tüccardır, yoğunlaşmış ifadesi değil doğrudan tüccardır. Bu vergiler bilindiği üzere gelirinin yarısını aşan kısmıdır.

Devlet ayrıca çiftlikleri, tarım pazarlarını, tarım fiyatlarını belirleme konumu dolayısıyla da tam bir ekonomik tekeldir. Avrupa ekonomi literatüründe ekonomi ile devlet ve iktidar ilişkisi sürekli muğlâk bırakılır. Hem sosyalistler hem de liberaller on binlerce cilt kitap çıkarmalarına rağmen, bu alanı halen aydınlatmış olmaktan uzaktırlar. Marx’ın bu alana el atmaması veya ömrünün buna vefa etmemesi büyük bir eksikliktir. Büyük kargaşada bu eksikliğin payı büyüktür.

Endüstriyalizmin (endüstriye sadece kâr kaynağı olarak bakmak) en büyük tehdidi, anti-toplumsal boyutlara varmış bulunmasıdır. Marksizm’in en yetersiz kaldığı konulardan biri de budur. Marksizm pozitivist yapısı gereği endüstri toplumunu ideal olgu olarak itirazsız kabul etmiş, hatta tanrısallaştırmıştır. Çünkü işçi sınıfının onsuz oluşamayacağını ve yaşamayacağını varsaymaktadır. Teorik özünde bu yatmaktadır. Endüstriye dair en ufak bir eleştiride bulunmamakla, bunun karşısında makine ve fabrika düzeneğini sınırsız yüceltmekle, endüstriyalizm denen dinin oluşumunda Marksistlerin payının en az kapitalistlerinki kadar etkili olduğu rahatlıkla belirtilebilir. Endüstriyalizm en az ulus-devlet Leviathan’ı kadar çoktan küresel bir Leviathan haline gelmiş bulunmaktadır.

Sanayi toplumu kavramı da kendi başına anlamlı değildir. Sanayi tekelleri kurulduğunda, toplum daha çok emtialaşmanın, değişime sunulacak üretimin, üretim de sanayinin güdümüne veriliyor. Tekelci sanayi kapitalizmi diğer üretim sahalarının tekelci sanayiye bağlı hale gelmesidir. Bu anlamda sanayi toplumu uygarlığın bir başka aşaması olarak anlam bulabilir. Böylesi bir uygarlık aşaması 19. yüzyıla damgasını vurdu demek gerçekçidir. Her dönemden daha fazla kâr sızdırmaya imkân verdiği için, kapitalizmin görkemli çağı demek de mümkündür. Bu çağda tüm toplumu kâr hırsı sarar. Kapitalist olmak yaşamın amacı haline getirilir ve hayatın doğal tarzına indirgenir. İşte bu anlamda sanayi toplumu ilktir; azami kapitalistleşme toplumudur. Kralın çıplak hale gelmesi, yani ilk defa önde gelen kapitalistlerin yeni ama eskisinden daha farklı, süsü ve elbisesi normal olan, kendini vatandaş gibi sunan bir krallar grubu haline gelmesidir. Krallar da çoğalarak, eski görkemli, süslü hallerinden soyunarak varoluş kazanıyorlar. Sanayi toplumu bu anlamda çıplak krallar toplumudur.

İşçinin ücretle bağlanması durumu bu toplumda yaygınlık kazanır. Bir anlamda toplumdan koparılmış bir sınıftır. Klasik kölelikten farkı ücretli kölelikle bağlanmasıdır. Hangisinin daha iyi olduğunu söylemek etik açıdan doğru sayılmaz. Marksistlerin en önemli hatalarından birisi, bu toplumda sanayi burjuvazisini ve işçi sınıfını ilerici ilan edip, toplumun geri kalanına gerilik damgası vurmasıdır. Hâlbuki tersi doğrudur. Sanayi ve işçi sınıfı birlikteliği belki modernitenin bir özelliği olabilir; ama eşitlik, özgürlük ve demokratikleşme açısından tekelci devlet kapsamındadır. İkisi birlikte anti-toplumculuğa çok daha yakın bir duruş sergilerler. Aydınların bu sınıfsal ittifakla sözleşmesi sosyalizm açısından en talihsiz bir sapma olmuştur. Sanayi tekelleri toplumu özünde sürekli savaş toplumudur. Ulus-devlet boşuna bu dönemin devlet biçimi haline gelmemiştir.

Beş bin yıllık uygarlığın taşıdığı olumsuzlukları, sanayi çağı tek başına birkaç kat arttırmıştır. Bu tüm gözlemcilerin üzerinde birleştikleri bir görüştür. Bunlardan küresel ısınma sadece bir örnektir. Yıkım sanıldığından çok daha derin ve kapsamlıdır. Sadece endüstri çağının eleştirisi değil, tüm uygarlık eleştirisi gereklidir. Marksistlerin ve diğer muhaliflerin sorunları ya dar sınıfsal ekonomizme ya da çevrecilik, kültürcülük ve feminizm gibi kategorilere sıkıştırmaları bazı olumlu sonuçların sergilenmesine yol açsa da, ciddi bir siyasi program oluşturamamaları ve eylemselleşememeleri herhalde köklü yetmezlikleriyle bağlantılıdır.

Kapitalist çağın barbarlıkları karşısında ilkin sömürge ve yarı sömürge sürecine tabi kılınmak istenen boylar ve kabileler direndiler ve isyan ettiler. Kuzey Amerika’nın Kızılderili kabileleri ve Güney Amerika’nın Aztek uygarlığı sonuna kadar direndiler. Asya ve Afrika uygarlıkları, kabile ve kavimleri de (Çin, Hindistan, Habeşistan uygarlıkları ve binlerce kabile) sürekli direniş ve isyanlarını sürdürdüler. Daha bilinçli ve örgütlü olarak, çoğu 20. yüzyılın ulusal kurtuluş hareketleri biçiminde, eksiklikleri ve yanılgıları olsa da, önemli başarılar elde ettiler. İçteki büyük uyarıcı ise, proleterleşme sürecinin kendisi olmuştur. Sanıldığı gibi piyasada emeğini özgürce satmak serflikten, yarı-kölelikten kurtuluş değildir; tersine, ücretli çalışmadan başka hiçbir çaresi olmayan en zalim köleliğe mahkûmiyettir. İş bulamamak kadar ücretin sürekli yetersizliği, yeni zorbalık rejiminin eskisinden beter karakterini hemen açığa çıkarır.

Kapitalizme karşı tüm büyük isyanlar böyle işçiler haline gelmemek için verilmiştir. Bu isyanlar işçileşmenin değil, işçileşmemenin mücadelesidir. Yanlış bir tanıtımla “Yaşasın işçi mücadelesi” demek, “Yaşasın kölelik” demekle özdeştir. Doğru olan ve yaşamın da desteklediği şey ücretli mahkûmiyete karşı çıkmaktır. Kendiliğinden çığ gibi gelişen bu yarı-köylü, yarı-tezgâhtar isyanları kapitalizmin tarihiyle hep iç içe olmuştur. Diğer yandan feodal düzenin geleceğinden umutlu olmayan, yeni düzenin nasıl gelişeceğini de kestiremeyen aydınlar hep bir ‘güneş ülkesi’ aradılar. İlk ütopyacılar asla kapitalizmi haber vermediler. Tersine, bu karabasana karşı hayali de olsa umut dolu bir geleceğin projelerini sunmaktan geri durmadılar. Kapitalizme geçiş çağı aynı zamanda başta Saint Simon, Campanella, Fourier, Erasmus gibi büyük ütopyacılar olmak üzere geniş kahraman bir kuşağın eşitlik, özgürlük ve komünal düzen çağı için mücadelesiydi.

Rosa Luxemburg, sermaye birikimini ‘kapitalist olmayan toplum’ koşuluna bağlarken, çok önemli bir hâkikatin kıyısında seyretmektedir. Kıyıdan daha içeri yürüyebilseydi, onun, sadece ‘kapitalist olmayan toplumun’ varlığına bağlı olmadığını, toplumun değerlerine el koyup kene gibi emerek şiştiğini, bundan bir damla kanı içirdiği işçiyi de kendisine suç ortağı haline getirdiğini görebilecekti. Net vurguluyorum, işçinin çabasını da inkâr etmiyorum ama sermaye oluşumunun, işçinin emeğine ancak çok cüzî miktarda bağlanabileceğini hatta felsefi -tarihsel-toplumsal olarak düşünülürse, bu cüzî miktarın da anlamını yitireceğini belirtiyorum. Endüstriyalizmin, toplumun ve çevrenin sırtından bir vurgunlar yapma aracı olduğu, ekolojik sorunlardan ötürü giderek açığa çıkmaktadır. Günümüzde işletme yöneticilerinin ve usta işçilerin, toplumun en ayrıcalıklı kesimi haline geldiğini ve bunun karşılığının çığ gibi büyüyen işsizlik olduğunu hangi bilgi ve izan sahibi insan inkâr edebilir? Gelişmiş endüstri katmanları, tekelci ticari ve nansal kesimler yani sermaye tekelleri, ‘çok hisseli ortaklık’ projeleriyle işçi kavramını iyice anlamsızlaştırmışlardır. İşçinin, giderek toplumu sermaye tekeline bağlayan kayış rolüne indirgendiğini görmek önemlidir. Devlet kapitalizmi olarak Reel Sosyalizm, nasıl “tavizci işçi” ye dayanan bir sistemse, klasik özel kapitalizmin de benzer tavizci işçisi vardır. Bunlar, toplum içinde her zaman bir arada olagelmişlerdir. Geriye kalan toplum, Rosa’nın aklına gelen ‘kapitalist olmayan toplum’ dur.

Dikkat edilirse burada, kapitalist olan ve olmayan farkı tarif edilmektedir. Rosa’da her ikisi de toplum biçimidir. Ben daha farklı olarak kapitalizmi, bir toplum biçimi değil toplumun üzerinde kurulup artık-değer sızdıran, ekonomiyi kurutan, işsizliği doğuran, devlet ve iktidarla kaynaşıp güçlü ideolojik hegemonya araçlarını kullanan geniş bir şebeke, bir örgütlenme olarak değerlendiriyorum. Son dönemde tavizci işçi kesimi de bu örgütlenmeye eklenmiştir. Tekelci ağın içeriğini, bir kez daha böyle tanımlarken birçok yanlış anlamayı gidermeyi amaçlıyorum. Özellikle “Kapitalist Toplum” kavramının, tuzak karakterini deşifre etmek durumundayım.Kapitalist tekele böyle bir sıfat bağışlamak, fazlasıyla lütufkâr davranmaktır. Sermaye, şebeke ve örgütsel ağ oluşturabilir. Mafyanın da değme bir sermaye şebekesi olduğu çok iyi anlaşılmalıdır. Sermaye şebekesinin mafya olarak adlandırılmamasının tek nedeni, toplumdaki hegemonik gücü ve resmi iktidarla olan bağlantılarıdır. Yoksa mafya kadar bile etik kuralları olmayan bir şebeke olarak kalacaktı.

 

Patron-İşçi Eylemi Asla Ekonomi Olamaz

Kapitalist Modernist Paradigma tümüyle aşılmadan, tarihsel hâkikatin anlaşılması şurada kalsın, dinlerden daha çok hâkikati perdeleyici rol oynayacağını ve anlamsızlık yüklü kılacağını sıkça belirtmem de bu nedenledir. Marx’ın bu paradigmatik bakışının tarihsel sonuçları, günümüzde daha iyi anlaşılıyor. Yanlış tarih, yanlış pratik demektir. Genelde uygarlığın özelde kapitalist modernitenin paradigmatik ve ampirik yaklaşımları aşılmadan, Toplumsal Doğa’nın paradigmatik ve ampirik yaklaşımına varılamaz. Burada yapmaya çalıştığım şey, çok hazırlıksızca da olsa bir denemeye girişmektir.

Tarih paradigmasındaki en temel değişiklik, Tarım-Köy Toplumu (M.Ö. 10000 – günümüze kadar) olmadan şehir temelli sermaye ve iktidar tekelciliğinin gelişemeyeceğine ilişkin olmalıdır. En temel yöntemsel değişikliğe bu noktadan gidilebilir. Rosa Luxemburg’un çok yüzeysel biçimde dile getirdiği “kapitalist olmayan toplum olmadan kapitalizm, sermaye birikimciliği, tekelciliği olmaz” biçimindeki tanımını, tüm tarihe ve sermaye biçimlerine yaymak, daha doğru bir anlatım tarzıdır; sermayenin çözümlenmesinin Tarihsel-Toplum boyunca ifadesidir. K. Marx’ın saf kapitalist toplum modeli, yaptığı en temel yanlışlıktır. Çünkü böyle bir toplum ne pratik ne de teorik olarak mümkündür. İspatı basittir: Diyelim ki, bir toplumda sadece kapitalistler (bürokratlarıyla birlikte) ve işçiler (işsizleriyle birlikte) vardır. Saf kapitalist toplum bunu gerektirmektedir. Sermayenin fabrikalarında toplam yüz mal biriminin üretildiğini varsayalım. Yirmi beş mal birimi ücreti karşılığında işçilerin olsun. Yirmi beş birim ise sermayedar sınıfın kullanımına kalsın. Peki, geriye kalan elli mal birimine ne olacak? Geriye kalanlar ya çürüyecek ya da bedava dağıtılacaktır. Saf kapitalist toplum modeline göre başka türlüsü mümkün değildir.

O halde yöntem açısından soralım: Yüzde onun tarihselleştirilmesi, sistemleştirilmesi, düşüncenin temel objesi kılınması mı daha bilimsel doğru bir yoldur, yoksa yüzde doksanından fazlasının tarihselleştirilmesi, sistemleştirilmesi, düşüncenin temel objesi kılınması mı daha doğru bilimsel bir yöntemdir? Cevabı aranması gereken temel gerçeklik, budur. Belki “düşünce, bilim ve yöntem yoğunluğu yüzde onun tekelinde olduğu için başka türlüsü mümkün olmaz” denilebilir. Ama bu tekel, son tahlilde toplumsal artının gaspı, aşındırılması üzerine kurulmamış mıdır? En örgütlü ideolojik grup olması, bu ayrıcalığını haklı kılar mı? Yüzde bir bile olsa, iyi örgütlenmiş bir zor, milyonları hükmü altına alabilir, milyonları bile yönetebilir. Kendi sözlerini en temel bilim ve yöntem olarak dayatabilir. Bu gerçek, hâkikat anlamına gelebilir mi? Bir avuç zorbayı ve tekelciyi kim hâkikat ilan ediyor? İlan edenlerin, mitoloji, din, felsefe, bilim ve sanat olarak sunanların, sermayenin zorba şebekesinin iktidarına bağlanması, toplumsal hâkikati (yüzde doksanın hâkikatini) değiştirebilir mi? Sorunu böyle ortaya koymak gerektiği gayet açıktır. Hiçbir ideolojik, bilimsel, dinsel, felsefi ve sanatsal hegemonyanın, bu gerçeği değiştirmeye gücü yetmez, yetmemelidir.

Toplumsal Doğa’nın, daha kapsamlı tarihselliği ve bütünlüğü içinde sistemleştirilmesi mümkün ve gereklidir. Bilimsel devrimin, sosyal bilimin paradigmatik temeline bu sistematik analiz oturtulmalıdır.

Yöntem sorununa böylesi bir yaklaşım, Toplumsal Doğa’yı tüm tarihsel zenginliği ve bütünlüğü içinde çok daha doğru bir biçimde sunma yeteneğindedir. İlk bakışta görülüyor ki:

1.Sermayesiz ve iktidarsız toplum mümkündür ama toplumsuz sermaye ve iktidar mümkün değildir.

2.Sermayesiz ekonomi mümkündür ama ekonomisiz sermaye mümkün değildir.

3.Devletsiz toplum mümkündür ama toplumsuz devlet mümkün değildir.

4.Kapitalistsiz, feodalsiz, efendisiz toplum mümkündür; ama toplumsuz kapitalist, feodal ve efendi mümkün değildir.

5.Sınıfsız toplum mümkündür ama toplumsuz sınıf mümkün değildir.

6.Şehirsiz köy-tarım mümkündür ama köysüz ve tarımsız şehir mümkün değildir.

7.Hukuksuz toplum mümkündür ama ahlâksız toplum mümkün değildir.

8.Kendi çalıp kendi oynayan kişi misali toplumu politikasız ve ahlâksız duruma düşürmek mümkündür. Ama o zaman da toplum yeni Leviathan (ulus-devlet faşizmi) tarafından parçalanıp yutulmaktadır ki, toplumun ve insanın ölüm anı da böyle seyirlik olmaktadır. Soykırımın gerçekleştirildiği andır bu an. Michael Foucault’nun “insanın ölümünü” ilan ettiği andır bu an. Friedrich Nietzsche’nin “toplumun ve insanın iğdiş edilip cüceleştirildiğini, karıncalaştırıldığını söylediği, sürü/kitle” olarak ilan ettiği andır bu an. Toplumun M. Weber’in deyişiyle “demir kafes”e kapatıldığı andır bu an!

Klanın toplayıcılık ve avcılık gibi çok basit iki işi vardır. Şüphesiz tüm klan üyeleri kendileri için hayati olan toplayıcılık ve avcılık üzerinde belki de bin kez tartışarak, danışarak, deney alışverişinde bulunarak, bazı üyelerini görevlendirerek en iyi ve en verimli biçimde toplayıcılık ve avcılık politikalarını oluşturup uygulamaya çalışmışlardır. Aksi halde yaşam mümkün olamazdı. Neyin nasıl toplanıp yenileceği en temel politikaydı, ortak işti. Politika, ortak iş olarak tanımlanır. O halde klan toplumu çok basit ama hayati bir politik topluluktu. Bir gün bile politika yapmazsa ölürdü. Politika bu nedenle çok hayati bir doku işlevselliğine sahipti. Diğer tüm özellikleri belki de primatlarınkine benziyordu. Yegâne önemli farkları, basit ahlaki ve politik dokuyu geliştirmiş olmalarıydı. Araçlar ancak politika var olduğunda devreye girer. Dilin gelişimi ancak ahlaki ve politik temelde mümkündür. Konuşma ihtiyacını hızlandıran unsurların işin yapılmasına ilişkin tartışma ve karar olduğunu hiç unutmamalıyız. Burada “Ahlâk ve politikanın temelinde beslenme ihtiyacı yatar” demek bana anlamsız gelmektedir. Şüphesiz tek hücreli bir canlı olan amiplerin de beslenme ihtiyacı vardır. Ama amiplerin ahlâkı ve politikasından bahsedemeyiz. İnsanın amipten farkı, beslenme ihtiyacını sürekli farklı ahlaki ve politik yaklaşımlarla karşılamasıdır. Bu anlamda Marksist öğretideki “Ekonomi her şeyi belirler” ifadesi pek açıklayıcı değildir. Önemli olan ekonominin nasıl belirlendiğidir. İnsan türünde bu durum ahlaki ve politik dokuyu, toplumsal alanı gerektirir.

Kapitalist ekonomi-politiğin ve onun Marksist yorumunun ekonomik ilişkileri soyutlayan analizleri çok sakıncalıdır. Patron-işçi eylemi asla ekonomi olamaz. Ben şahsen patron-işçi ikiliğini, Toplumsal Doğa’nın temel demokratik eylemi olan ekonominin tekelci hırsızları biçiminde değerlendirmek durumundaydım. Buna klan, kabile dönemlerini dahil edersek, ahlaki ve politik toplumun temel faaliyeti demek uygun düşer. Burada işçiden kastım toplumun diğer yoksullarından özellikle ücretsiz ev kadını ve kızlarından çalınan değerin ufak bir kısmının ücret adı altında kendisine verildiği tavizci işçidir. Köle ve serf nasıl ağırlıklı olarak efendi ve beyin uzantıları durumundaysa, tavizkâr işçi de her zaman patronun uzantısıdır. Köleleşme, sermayeleşme ve işçileşmeye kuşkuyla bakmak ve karşı durmak, kendi ideolojisini ve eylemini bu temelde geliştirmek, ahlaki ve politik olmanın başta gelen koşuludur. Nasıl efendi-bey-patron üçlüsü övgüye layık değilse, köle-serf-işçi üçlüsü de bunların uzantıları anlamında asla iyi toplumsal kesimler olarak yüceltilemez. Düşürülmüş toplum kesimleri olarak durumlarına acımak ve bir an önce özgürleştirilmelerine çalışmak en doğru tutumdur.

 

Değer, Tarihsel-Toplumun Bir Ürünüdür

Modernitenin üçüncü ve en önemli süreksizliği olarak ulus-devlet, kapitalizmin toplumu fethetme ve sömürgeleştirme eyleminin en temel araçsal formudur. Liberalizm kendini amaçlar bütünü (idealar toplamı) olarak sunarken, ulus-devlet, temel iktidar formu olarak anlam bulur. Toplumun tarihinde rastladığı içte ve dışta en kapsamlı fethi ve sömürgeleştirilmesi ulus-devlet formu olmadan gerçekleştirilemez.

Sosyal bilimlerin üzerinde en çok köreltme, saptırma ve dogmalar yığını geliştirdiği konu yine ulus-devlettir. Halen devletin kapsamlı bir çözümlemesinin yapıldığını söylemek zordur. Lenin gibi bir Marksist bile tarihin en büyük toplumsal devrimlerinden birine giderken, çözümlemeye çalıştığı “devlet ve iktidar sorunu”nu modernitenin ulus-devlet ayağından kurtarmayı başaramaz. Başarmayı bir yana bırakın, tüm eleştirilere rağmen demokratik toplum örgütlenmesi olan Sovyetler’in, hızla ulus-devlete dönüştürülmesini devrimin sağlamlaştırılması olarak değerlendirmekten kendini alıkoyamaz. Bugün, dünya kapitalizmine en büyük hizmeti sunan Çin ulus-devleti, aynı yaklaşımın devasa örneğidir.

Marx’ın Kapital’i dahil olmak üzere, ekonomi-politik konusundaki değerlendirmelerde sermaye birikiminin etnik ve ulus menşeinin pek işlenmemesi hem çok önemli bir eksikliktir hem de oldukça düşündürücüdür. “Sermayenin dini, imanı, milliyeti yoktur.” tekerlemesi de yanlıştır. Sermayenin din, iman ve milliyetle çok sıkı bir bağı vardır. Tabii bazı din, iman ve milliyet sahipleri birçok sermaye ve iktidar tekelleri oluştururken, buna mukabil çoğunluğu sömürgeleştirir. Günümüzde bunun en çıplak örneği ABD’dir. Hem din hem iman hem de milliyet olarak en çok sermayedarın oradan olduğu inkâr edilemez. Uygarlık tarihi, bir anlamda politik toplumun daraltılması ve işlevsiz bırakılarak kadükleştirilmesinin tarihidir. Toplumun sınıflaştırılması, ancak sert geçen politik mücadelenin devlet lehine bastırılmasıyla mümkün olmuştur. Bu hususa çok dikkat edilmelidir. Sınıf mücadelesi sorunuyla en çok uğraşan Marksistler bile sınıflaşmanın doğasını doğru belirleyememişlerdir. Sanki sınıflaşma bir erdemmiş, uygarlığın ilerleticisiymiş gibi değerlendirmekten kendilerini alıkoyamamışlardır. Tarihin mutlaka kat etmesi gereken bir aşamaymış, bir köprüsel ilişkisiymiş gibi sınıflaşmayı, tarihsel materyalizmin gereği saymışlardır. Uygarlık çözümlememde sınıflaşmayı, politik ve ahlaki toplumun daraltılması ve işlevsizleştirilmesi olarak değerlendirdim; sınıflaşma geliştikçe toplumun daha çok iktidar ve devlet hegemonyasına geçtiğini önemle belirttim. Tarih bu anlamda sert bir sınıf mücadelesiyle geçmiştir. Ama sınıflaşmanın gerçekleştirilmesinin kendisi bir ilerleme, gelişme olmak şurada kalsın, tersine toplumsal bir gerileme ve düşüştür. Ahlaki olarak iyi değil kötü bir gelişmedir. Sınıflaşmanın ilerleme için kaçınılmaz bir durak olduğunun iddia edilmesi, hele bunun Marksist bir ifade olarak belirlenmesi, özgürlük mücadelesinde içine düşülen ciddi bir yanlışlıktır.

Sınıfsal toplumlarla karşılaştırdığımızda politik toplumun en önemli özelliği, sınıflaştırmaya karşı sürekli direnmesidir. Kendini en az sınıfsallaştıran toplum, en iyi toplumdur. Politik mücadelenin başarısı, kendini sınıfsızlaştırmaya uğratmamasıyla belirlenebilir. Politik mücadele ancak kendi toplumunu sınıflaştırmayarak dolayısıyla kendini iktidar ve devlet aygıtlarının tek taraflı zoru altına sokmayarak başarısını kanıtlayabilir. Gırtlağına kadar iktidar ve devlet zorunu yaşayan toplumlarda başarılı bir politik mücadeleden bahsetmek, ciddi bir yanılgıdır. Kendini ya hiç iktidar ve devlet zoru (iç veya dış, milli veya gayri milli olması bu anlamda pek önemli değildir) altına sokmamak ya da sert geçen bir mücadelenin ardından devlet ve iktidarla karşılıklı rızaya dayanan bir uzlaşmaya varmak, bu temelde iktidar ve devleti tanımak, politik toplum için idealdir.

Anlaşılacağı üzere, “demokratik modernite” ile ne kapitalist ne de sosyalist olarak yeni bir toplum tipi yaratılıyor. “Demokratik modernite”, bu kavramların, toplumu nitelendirmekten uzak propaganda kavramları olduklarını belirtiyor. Şüphesiz bir toplum gerçekleştiriliyor ama bu toplum; ahlaki ve politik ilkenin azami rol oynadığı, sınıfsallaşmanın pek gelişme imkânı bulamadığı dolayısıyla iktidar ve devlet aygıtlarının ya zorlarını dayatamadıkları ya da karşılıklı uzlaşmayla birbirini tanımanın gerçekleştiği, farklılık içinde birlik, eşitlik ve özgürlüğün hem bireyselliğin (bireyciliğin değil) hem de toplumsallığın özelliği olarak yaşandığı bir “modern demokratik toplum”dur. Daha fazla eşitlik, özgürlük ve demokrasi, bu toplumun doğası gereği demokratik siyaset kurumunun yol açtığı değişim ve gelişimin sonucudur.

Marksist ekonomi-politik de dahil, modernitenin ekonomi anlayışı, sınıfsal bakış açısından kurtulamamıştır. Değeri, işçi ve patron ikilisine bağlayarak, tüm Tarihsel-Toplum zeminini ihmal ve örtbas etme durumunda kalmıştır. Değer, Tarihsel-toplumun bir ürünüdür. Patron ve tavizci işçi, bu ürünün sağlayıcısı olmak bir yana, temelde gaspçısı konumundalar. Bunun kanıtı çok açıktır: Ücretsiz kadın emeği olmadan bir tek patron ve tavizci işçi karnını bile doyuramaz, günlük yaşamını çekip çeviremez. Tek başına bu örnek bile kapitalizmin gayri-ekonomik çehresini netçe göstermektedir. Kaldı ki, Tarihsel-Toplum olmadan genelde uygarlığın özelde resmi modernitenin varlık kazanamayacağını kapsamlıca göstermiş bulunuyoruz.

Marx, Lenin ve Mao, kapitalizmle boğuşurken samimiydiler. Hatta kapitalizme karşı sosyalizmi kurduklarına da inançları tamdı. Fakat çok geçmeden ortaya çıkan sonuç, kurdukları yapının kapitalizmden pek farklı olmadığını gösterdi. Burada da gücünü konuşturan yeni uygarlık yani moderniteydi. Sermaye üzerine yüzeysel değerlendirmeleri, sosyalizmi geliştirmek için yeterli değildi. Eksik olan modernite çözümlemeleriydi. Derinden etkisini yaşadıkları pozitivist dünya görüşü, moderniteyi gerçekliğin en kutsal hali olarak sunuyordu. Eleştiri şurada kalsın, onu daha da mükemmelleştireceklerini düşünüyorlardı. Bunun sonuçları ise ortadadır. Tarihsel yanlışlık, zincirleme devam ettikçe, en soylu ve kutsal amaçlar bile uygarlık ve modernitenin buzlu hesaplarına araç olmaktan kurtulamıyor.

Demokratik Uygarlık kavramından çıkarsanacak (…) önemli husus, sosyal bilimlerde devrime en geniş zemini sunmasıdır. Şunu temel bir tez olarak ortaya koyuyoruz: Tarihin tüm “barbarları”, göçebe kavimleri, lümpenleri, kabileleri, komünleri, sapkın mezhepleri, cadıları, işsizleri ve yoksullarının anlamlı hareket ve sistemlerden sürekli yoksun olduklarını, bunun onların kaderleri olduğunu iddia etmek, açık ki sermaye ve iktidar birikim sahiplerinin çıkarları adına mitoloji, din, felsefe ve bilim yapıları üretmek, bilgi birikim aygıtları oluşturmaktır. Tarihte sadece sermaye ve iktidar egemenliği yoktur. Aynı zamanda bu egemenliklerle iç içe ve sürekli çıkar birliği içinde olan bilgi düzenekleri (mitolojik, dinsel, felsefi ve bilimsel) ve egemenlikleri de söz konusu olmuştur. Başta Marksist sosyal bilimler olmak üzere, önde gelen birçok muhalif sosyal bilim yapısının başarısızlığının temelinde, sermaye ve iktidar birikim tarihine dayanan sosyal bilim devrimlerini esas almaları ve alternatif bir uygarlık sistemini geliştirememeleri yatmaktadır. Şüphesiz bahsedilen birçok husus, kapsamlı eleştirilere tabi tutulmuş fakat daha ileri götürülüp tüm tarihi kapsayan bir anlatım birimi çerçevesine oturtulamamıştır. Dünya-sistem anlayışı oluşturulamamış, buna ilişkin anlatımlar bölük pörçük denemeler olmaktan öteye gidememiştir.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.