Düşünce ve Kuram Dergisi

Faşizmin Ulus-Devletle Ontolojik Bağı

Ergin Atabey

V.Grossman, “Faşizmin ilkeleriyle modern fiziğin ilkeleri arasında korkunç bir benzerlik vardır.”[1] diyor.

Faşizmin tanımı bakımından Grossman önemli bir iz sürerken, “bilimsel” bilginin bunca ilerlemesine rağmen faşizmin “gelişmesi” ve bunun modern fizikle benzerlik  taşıması onu biraz da hayrete düşürmüştür.

Genel anlamıyla benzer bir hayrete düşme durumu, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde dünya genelinde yükselişe geçen ırkçılık-milliyetçilik-faşizm karşısında da yaşanmaktadır. Çünkü hem 20. yüzyılda Almanya, İtalya vb. devletlerde yaşanan faşizmin hem de 1990’lı yıllar boyunca kapitalist modernite küreselciliğinin hikayesi başka türlü anlatılmıştı. Söz konusu hikayelere göre faşizm istisnai idi; kapitalist modernite küreselciliği geliştikçe insanlık küreselleşecekti, dolayısıyla ırkçılık-milliyetçilik-faşizm her geçen gün tarihin en kuytu yerine gömülecekti.

Ancak 21. yüzyılın ilk çeyreğinde olup bitenler, faşizmin ve kapitalist modernite hikayelerinin yeniden okunması gerektiğini; çünkü, 20. yüzyıl okumalarının yetersiz, dar, tek yönlü hatta yer yer yanlış olduğunu göstermiştir.

Kavram olarak faşizm Latincenin “fasces” sözcüğünden türetilmiştir. Fasces Roma devletinin- iktidarının sembolü- simgesidir. Bir tomar çubuğun birleşiminden yapılmıştır. Başı ise baltaya benzemektedir. Roma devletinin –iktidarının tekliğini- gücünü ve keskin otoritesini ifade eder. Özel günlerde gerçekleştirilen törenlerde taşınır.

1.Dünya Savaşı sonrasında Mussolini faşist hareketi kurarken “fascio”yu “fasces” ten türeterek partisine vermiştir. Mussolini böylece faşizm kavramını siyaset bilimine “kazandırırken” hem “fasces”in taşıdığı tarihsel anlamı hem de güncellikteki faşizm işlevselliğini birleştirmiştir.

Elbette tarihsel ve güncel dayanağı ve anlamı olmadan faşizm tek başına bir kavram türetilmesiyle ortaya çıkmayacaktı. 1. Dünya Savaşı ve sonrasında faşizmin gelişmesine yol açan salt Mussolini veya Hitlerin “gücü”, “yeteneği” değildi. Faşizm zaten 16. yüzyıldan itibaren burjuvazi egemenliğinde geliştirilen ırkçılık-milliyetçilik ve ulus-devletle geliştirilmişti. Bir zihin, ruh, ve kuramsal yapı olarak Mussolini, Hitler vb. kişilikler hazır buldular. Onların yaptıkları zihin, ruh ve kurumsal yapı olarak faşizmi harekete geçirmek ve daha da aktifleştirmekti. Ancak faşizmin aktifleştirilmesi de tek başına Mussolini, Hitler ve vb. kişiliklerin amaçlarıyla açıklanamaz; tıpkı faşizmin salt sosyo-ekonomik kriz dönemlerine özgü bir olgu olarak açıklanamayacağı gibi. Faşizmi geliştiren sınıf olarak burjuvazi ve onun devlet-iktidarı olarak ulus-devlet olmadan sosyo-ekonomik kriz dönemlerinde faşizm aktifleştirilemez, vahşi yönü harekete geçirilemez.

Faşizm üzerine yürütülen tartışmaların ışık tutamadığı veya göz ardı ettiği yön de bu oluyor. Siyaset biliminde faşizm; güçler ayrımını ortadan kaldıran, devlet terörünü geliştiren, ırkçı-milliyetçi küçük  burjuva sınıfına dayalı tek parti egemenliği altında otoriter bir rejim olarak tanımlanmıştır. Almanya’da faşizmi inceleyen Ralf Dahnendorf ve Reinhard Bendix ve İtalya faşizmi inceleyen A.W Salamone ve Frederico Chabad faşizmi burjuvazinin egemenliğini tam olarak kurmadığı yerde geçici olarak ortaya çıkan, geçiş süreçlerinin iktidarı olarak tanımlamışlardır. Troçki faşizmin geç dönem kapitalizminin yaşadığı bunalım soncu tekelci kapitalizmin toplumu totaliter bir biçimde örgütleme isteminden kaynaklı geliştiğini belirtmiştir. Otto Baver, faşizmin yükselişini iç içe gelişen üç nedene bağlamıştır:

  • Dünya Savaşı sonrası toplumun çoğunluğunun burjuva yaşamından dışlanarak deklase durumuna düşürülmesi sonucu bu kesimin ulusalcı faşist ideolojinin etkisine girerek milis veya savunma gücü olması,
  • Savaş sonrası orta ve alt sınıfın yoksullaşması, bu kesimlerin burjuva hareketlerden uzaklaşıp faşist hareketlere katılması,
  • Kârları düşen kapitalistlerin sömürü ve kar marjını yükseltmek için işçi sınıfının direncini kırmak için faşizmi geliştirmiştir. Friedrich Pollocnc, faşizmi tekelci kapitalizm ve devlet kapitalizminin müdahaleciliğiyle bağlantılı tanımlarken, T. Adorno ve M. Horkheimer anti-semitizm ve otoriter kişilik üzerinden ifadeye kavuşturmuştur. F. Neumann’a göre, sermayenin tekelleşmesiyle ortaya çıkan merkezileşme sonucu yaşanan bunalımın derinleşmesiyle oluşan buyrukçu ekonomi ve totaliter tekelci kapitalist rejim olarak faşizm geliştirilmiştir. E. Fromm ise faşizmi psikanalize dayalı ele alırken, faşist kişiliği otoriter ve sado-mazoşist özelliklerin gelişkin kapitalizm ve burjuvaziyle bağlantılı tanımlamıştır.

Tüm bu tanımlamaların her biri bir yönüyle faşizm tanımlamakla birlikte bütünlüklü ve ontolojik olarak faşizmi açıklayamamaktadır. Öcalan, “Faşizm sanki istisnai, kapitalizm dışında sisteme musallat olmuş bir şeymiş gibi tanımlama geliştirmek, liberal ve sosyalist geçinen entelektüellerin en büyük sefaletidir… Faşizm kuraldır”[2] diyor.

 

Faşizmin İdeolojik Temeli

Egemenler salt zora, güce dayalı toplumu devlete-iktidara tabi kılmaz, egemenlik altına almazlar. Salt zor gücüyle toplum yönetilip kontrol edilemez. Zihniyette öncelikle toplumun tabi kılınması gerekiyor.

Faşizm de zihniyet olarak yaratılmadan toplumsal ilişkilerde hakim kılınamaz, aktifleştirilmez. Bu anlamıyla faşizm öncelikle bir zihin durumu olarak geliştirilmiştir. Kapitalist moderniteyle iç içe ideolojik olarak faşizm de ortaya çıkmıştır. Bu nedenle kapitalist modernitenin ideolojik kimliği olarak ele al(a)mayan her tanımlama ciddi yanlışlık içerecek ve vahim sonuçlara yol açacaktır.

Ulus-devletin inşası, sürekliliği ve işlevselliği için faşizm geliştirmek durumundadır. Homojen/tek tip toplumu esas alan ulus-devlet ancak faşist ideolojik hegemonya ile kadın başta toplumsal kesimleri tek tip ulusçuluk içinde eritebilir, bastırabilir ve yok edebilir. Homojen /tek tip ulusçuluğun inşası ancak faşist ideolojik hegemonya ile mümkün olabilir. Yoksa salt fiziki soykırımla çoklu toplum homojenleştirilemez. Bu bağlamda faşizm ideolojik temeli olmadan var olan bir aşırılık değildir. O bizzat geliştirilen faşist ideolojinin ürünüdür.

Faşizmin toplumsal temeline ve devlet-iktidar(ulus-devlet oluyor) birimine dayalı tek millet, tek vatan, tek bayrak ve tek devletin tarihsel olarak var olmuş tek gerçeklik olduklarını ve edebi olarak da var olacağının ideolojik olarak kabul edilmesiyle bu olgular kapitalist modernite döneminin değerleri haline gelebilir. Irkçı-milliyetçi-cinsiyetçi ve dinci ulus ve devlet ideolojisi topluma aşılanmadan ve kabul görmeden bu olgular toplumsal ilişkilerin belirleyeni olarak hayat bulamaz. Yine faşist ideoloji ile yanılsamalı bir üstün ve saf millet zihniyeti geliştirilmeden bu temelde kitle harekete geçirilemez.

Bu bağlamda faşizm ideolojik temeli çözümlendiğinde iç içe geçen beş husus ortaya çıkmaktadır:

  • Pozitivizm: Pozitivizm kapitalist modernitenin paradigması olarak geliştirilirken ilkin kendisini tek geçerli hakikat olarak ilan etmiştir. V.Grossman biraz da hayretler içinde kalarak faşizm ile modern fiziğin ilkeleri arasında benzerlik kurarken faşizmin temellendiği kaynaklardan birinin tespiti bakımından belki de kendisinin de çok farkında olmadığı bir gerçekliği dile getiriyordu. Pozitivizm kendisini var kılarken öncelikle kendisinden önceki ve dışındaki tüm bilme biçimlerini inkar ve ret ederek işe başlamıştır. P. Feyerabend, pozitivizmin bu tekçi niteliğine “bilimsel şovenizm” demektedir. Pozitivizme göre “bilime uygun olan yaşamalı, uygun olmayan ölmelidir.”[3]

Pozitivizmin “üstün” ve “tek” geçerli yöntem-hakikat haline gelmesi, onun gerçekten de “üstün” ve “tek” hakikat olmasından ileri gelmemektedir. Ulus-devlet paradigması olarak ulus-devletle iç içe gelişmesinden hegemon paradigma olmuştur. Pozitivizm tüm farklı bilme biçimlerini hakikat dışı ilan ederken esas olarak devlet-iktidar gücüne dayanmıştır. Kapitalist modernite ve ulus-devlet olguları dışında pozitivizm için hiçbir şey anlamlı değildir. Irkçılığı, milliyetçiliği, cinsiyetçiliği “bilimselleştirip” meşru kılan pozitivizmdir.

  • Irkçılık: Irkçılık tümüyle yeni bir olgu değildir. Mısır’da firavunlar döneminde deri rengine dayalı ırk ayrımı yapılmıştır. Yine M.Ö 200’lü yıllarda Çin’de ırk ayrımı yapıldığına dair veriler vardır. Eski Yunanlılar kendilerini üstün, kendi dışındakileri “barbar” olarak tanımlamışlardır. Ancak pozitivizme dayalı ve sistemli olarak temel bir devlet (ulus-devlet)ideolojisi biçiminde ırkçılık kapitalist modernite döneminde geliştirilmiştir. Irk çalışmaları, ırk kavramı ve ırk sınıflandırılması bu anlamıyla “bilimsel” temel üzerinden kabul ettirilmiştir. Dönemin Avrupası’nda biyolojik çeşitlilikten hareketle üstün, güçlü ırk ile aşağı, zayıf ırk temelinde ırkçılık ve ırk sınıflandırılması geliştirildi. Irk biliminde öjeniğin kurucusu olarak da kabul edilen Galton, İngilizlerin ve batılı ulusların diğer halklardan üstün olduğunu kana dayandırarak, saf, ari ve üstün ırk kavramlarını “bilimsel” olarak ispatlandığını savundu. Naney Stepan ise “Irkçılık, bilimsel varsayımsal içinde işine geleni cımbızla çekip alan, işine gelmeyeni görmezden gelen ‘çöp eşeleyen’ bir ideolojidir” [4]

Özellikle 16. yüzyıldan itibaren gittikçe tüm Avrupa-Amerika düş öncesini belirleyen temel durumundan biri ırkçılık olmuştur. Montesquieu, “Erdemli bir varlık olan Tanrı’nın, en iyi ruhu simsiyah bir bedene yerleştirebileceğini sanmıyorum” derken, Kant, “Afrikalı siyahların doğuştan bir zeka eksikliğine sahip olduğunu savunurken, hiç kimse tanımıyorum ki çıkıp da siyahların yeteneğinden söz etsin” demiştir.  Voltaire, “siyahların yassı burunları, yuvarlak gözleri, kalın dudakları, yapağı saçları ve düşük zeka dereceleriyle” tanımlayarak ırkçılığın geliştirilmesinde rol oynamıştır. Darwin’in “gözünde yeryüzünde yaşayan insanlar iki temel gruba ayrılıyordu: ilki İngilizlerin başını çektiği uygar toplumluluklar, diğeri ise soysuz ve vahşi yerlilerdi”[5]

Bu anlamıyla ırkçılık genelde Avrupalıların üstünlüğünü kanıtlamak; Afrikalılar ve Amerika yerlileri vb. renkleri ve etnik kimlikleri farklı olanlar üzerinde egemenlik kurmak; özelde ise burjuvazinin devlet-iktidar formu olan ulus-devletin dayanacağı egemen tek tip ulusçuluğu geliştirmek için geliştirilmiştir. Başka bir deyişle ırkçılık tüm farklı etnik, dinsel, mezhepsel ve cinsiyet gerçeklikleri ulus-devletin tek tipçi ulusçuluğuna tabi kılınması için geliştirildi. Wallerstein, “Irkçılığın amacı halkı sistem dahilinde ama, aşağı insan olarak tutmaktır”[6] der. Faşizmin esas aldığı etnik merkezcilik ırkçılıkla inşa edilmiştir.

Irkçılık temel ideolojik bir form olarak öylesine güçlü bir şekilde bilinçlere yerleştirilmiştir ki, siyah, beyaz veya sarı insan tanımlamaları yapılırken ırkçı kavramlarla ve sınıflandırılmasıyla konuşulduğunun farkına bile varılmıyor. Alman anatomi bilinci Sohn Blumenbachs, insan türünü coğrafi alanlara göre beyaz (Avrupa), siyah (Afrika), kırmızı-kızıl (Amerika) ve sarı (Asya) olarak tanımladı. Halen “bilimsel” kitaplar ve ansiklopedilerde bu kafatasçı tanımlamalar temel toplumsal hakikat olarak sunulmaktadır.

  • Milliyetçilik: Milliyetçiliğin bir ideolojik kimlik olarak geliştirilmesi faşizmle bağlantılıdır. Irkçılık tek başına işlevsel değildir. Irkçılığın işlevsel kılınması için milliyetçiliğin geliştirilmesi gerekiyor. Ulus-devletin tek tip ulusçuluğa dayalı aidiyet ve kimliksel oluşumun geliştirilmesinde milliyetçilik belirleyici rol oynayan olgulardan biridir. Ulus-devletin homojen ulusçuluğu milliyetçilikle hem kendisini “öteki” kimliklerden ayırmıştır hem de farklı kimlikleri kendisine tabi kılmıştır.  Bu anlamda ulus-devletin egemenliği altına alınan tek tip ulusçuluğa milliyet, onun zihniyet, kimlik ve kültürüne de milliyetçilik denilmiştir.

Ulus-devletin kendisini yeniden yeniden üretmesi için egemenliği altına aldığı topluluğu ontolojik olarak kendisiyle özdeşleştirmesi gerekiyor. Ulus-devletin diğer devlet biçimlerinden farkı kendisine bir milliyet ve milliyet ideolojisine dayalı aidiyet olgusunu üretmesi ve örgütlemesidir. Diğer bir yönü de kendi oluşum ve doğuşunu milliyetçilikle milliyetin doğuşuyla bir ve aynı kılmasıdır. Millet kavramı Latincede “doğmuş olma” anlamına gelen “Nasci” sözcüğünden türetilmiştir. Milliyetçilik ulus-devletin doğuş hikayesiyle tek tipçi ulusçuluğun hikayesini iç içe harmanlayarak zihinler kazınmasında başat rol oynamıştır.

Burjuvazinin siyasal sisteminin geliştirilmesinde milliyetçilik bu temelde belirleyici olmuştur. Milliyetçilik halkın zihinsel, duygusal ve kültürel hakikatlerini çarpıtıp ulus-devletin homojen ulusçuluğuna göre biçim verdikçe burjuvazinin siyasal sistemi olan ulus-devlet de kurumsallaştırılmıştır. Çıplak ırkçılıkla uzun vadede ulus-devlet sürekliliği sağlanamaz. Öcalan milliyetçiliği bu anlamıyla en etkili ideoloji olarak tanımlarken, devamla, “Yeni din değerindedir. Milliyetçilik ulus-devlete ‘tanrının yeryüzündeki hali’ gibi kutsallık atfetmektedir. Devlete ölümüne bağlanmak, onu en üstün değer olarak benimsemek yeni dinin gereğidir” [7] der.Kapitalist modernitenin faşist devlet niteliği bu temelde var olmuştur. Milliyetçilikle tek tip ulusçuluk yaratılıp ona ölümüne bağlanıldıkça ve “her şey ulus-devlet için!” denildikçe faşizm gelişir, dal budak salar.

  • Dincilik: Kapitalist modernitenin kuruluş ve gelişim sürecindeki dincilik-pozitivizm çatışması özünde feodal ve burjuva sınıflarının egemenlik çatışmasıdır. Öte yandan burjuvazi dinciliği kendi egemenliği altına aldıkça söz konusu çatışma da sönümlenmiştir. Bu nedenle söz konusu çatışmaya bakılıp kapitalist moderniteyi dincilikten bağımsız olarak ele almamak gerekiyor. Dincilik faşist ideolojik temelin diğer bir tamamlayanı olarak tek tipçi ulusçuluğun geliştirilmesinde rol oynamıştır.

Toplumsal dinsellik ile dinciliğin ayrı olgular olduğunun altını çizmek gerekir. Dincilik egemen, sömürgeci sınıfın dini özünden saptırarak kendi çıkarları temelinde kullanması; ve bu anlamıyla devletçi-iktidarcı kılınmasıdır.

Bu anlamıyla ulus-devlet sürecinde ırkçılık ve milliyetçilikle iç içe dincilik de ideolojik kimliğin bir parçası olarak geliştirilmiştir. 19. yüzyılın sonlarından itibaren Orta Doğu’da kurulan ulus-devletlerle camilerle işbirliği içine girme süreci başlamıştır. Irkçılık ve milliyetçilik, dolayısıyla faşizm, pozitivizmin etkisiz kaldığı yerde dincilikle topluma taşınmıştır;  Ve meşruiyetleri dincilikle sağlanmıştır. Tüm ulus-devletlerde tek dinciliğin egemen oluşu bu nedenledir. “Din hem uluslaştırılarak hem milliyetçileştirilerek ulus-devlet döneminde toplumsal kurum olarak ahlaki özüne en ters düşmüş konuma düşürülür.”[8]  Tam da bu nedenle dincilik tüm ulus-devletlerin resmi ideolojisidir. Farklılıklara karşı en çok kullanılan, tek tipçi ulusçuluğun inşasında rol oynayan olgulardan biri olmuştur. Faşist lider ve kitlenin dillerinden düşüremedikleri “Allah-Tanrı-Peygamber ve Kutsal Kitap” sloganlarının faşizm açısından işlevli olması böylesi bir arka ve ön plana dayanıyor.

  • Cinsiyetçilik: Cinsiyetçilik hiyerarşik toplum döneminden itibaren erkek egemenliğince geliştirilen bir olgudur. Erkek egemenliğinin dolayısıyla cinsiyetçiliğin taban yaptığı dönem kapitalist modernite dönemidir. Kapitalist modernite özünde seksist ve erkekçi bir modernitedir. Faşist ideolojinin en kaba ve en şiddetli bir erkekçi ideoloji oluşu cinsiyetçiliğiyle bağlantılıdır.

Bu nedenledir ki tek tipçi ulusçuluk ve ulus-devlet “Ata-Baba” mitosuna dayalı geliştirilmiştir. Tek tipçi ulusçuluk “Ata-Baba” toplumu olduğu gibi, ulus-devlet de “Devlet Baba”dır.

Tek tipçi ulusçulukta her erkek “devlet” ve “asker” olarak doğarken kadın tamamen iradesizleştirilir. Kadın seksist ve erkekçi ulusçuluk için “zürriyet üretir. Ücretsiz işçidir (…) En uysal köledir. Cinsel arzunun süreklileştirilmiş nesnesi durumundadır. Reklam aracıdır. En değerli metadır. Metaların kraliçesidir.”9

Özellikle en yaygın “cadı avı”nın 1550-1650 yılları arasında gerçekleştirilmiş olması cinsiyetçiliğin faşist ideolojinin diğer bir tamamlayanı kılınmış olduğunun en önemli göstergelerden biridir. Esas faşist ideolojik hegemonyasının ve pratiğinin ilk kurbanı bu anlamıyla kadındır. Daha farklı etnik ve dini toplumlar kültürel ve fiziki soykırıma tabi tutulmadan kapitalist modernite döneminin kuruluş aşamasında “cadı avı” adı altında kadınlar kültürel fiziki soykırıma tabi tutuldular.

Öte yandan faşizm daima “güçlü”, “savaşkan” ve “kahraman”lıktan hareketle de geliştirilir. Bunun öznesi de erkektir. Seksist ve erkekçi ideoloji olarak faşizmin militarist ve totaliter yönü erkek özne üzerinden vücut bulur. Hitler toplumu kadınlara benzetirken güçlü, savaşkan, kahraman, militarist ve totaliter erkekçi toplum inşasını hedeflemiştir. Bu niteliklere sahip olmayan toplum ancak kadın toplumsallığı olabilir. Dolayısıyla bunun yok edilmesi erkekçi toplumun inşasını gerektiriyordu. Bu bağlamda cinsiyetçilik niteliği olmadan faşizm bir olarak temellenemez, pratikleştirilemez.

 

Faşizmin Kurumsal Temeli: Ulus-Devlet

Öcalan faşizmi çözümlerken temelinden ele alır. “Ulus-devletle faşizm arasındaki ontolojik bağı görmek çok önemlidir. Faşizm konusunda yapılan en temel hatalardan biri, ulus-devlet sistematiğiyle bağı ya hiç görememek, açıklayamamak, ya da mızrak çuvala sığmadığında bir iki kalem darbesiyle geçiştirmek olmuştur” [9] der.

Faşizmin kurumsal yapısı, taşıyıcısı ve pratikleştiricisi ulus-devlettir. Ulus-devletle somutlaşan faşizm şu nitelikleriyle var olmuştur. Tekçi ideolojik hegemonya; tek tip parti veya partiler; devasa ordu-polis gücü, militarizm ve otoriterlik; sömürgeci ekonomik sistem; tek tip ulusçuluk; tekçi medya, iletişim ve propaganda ağı; tüm yaşamı bio-iktidar ağlarıyla ören kontrol eden ulus-devletçi örgütlenme modeli.

Siyaset bilimi-felsefesi faşizmi, faşist hareketlerin ortaya çıkışıyla ele alarak büyük bir yanılgıya yol açmıştır. Faşizmin geliştirilmesi bakımından ulus-devlet zaten bir tür “özel” örgüttür. Ulus-devlet daima faşizmin arkasında ve önünde olan bir siyasal sistem olmuştur. Faşist hareketlerin gelişimi bir bütün olarak incelendiğinde faşizmin ulus-devletle birlikte var olduğu görülecektir. Orta ve uzun vadede ulus-devletin ideolojik ve kitle gücü olmadan faşist hareketler gelişemez. Öte yandan faşist hareketler model olarak da ulus-devleti kendilerine esas olmuşlardır.

Öncelikle kapitalist modernite döneminde faşizmin tek tipçi ulusçuluğunu inşa için devlet ile tek tipçi ulusçuluk özdeşleştirildi. Hegel devleti etik düşüncenin gerçekleşmesi; Spencer, bunu, biyolojik organizma; Bluntsehll ise toplumsal örgütlenmenin temel ilkesi olarak tanımlayıp idealleştirirken, esas olarak ulus-devletle tek tip ulusçuluğa özdeşleştirmeye çalışmışlardır.

Ulus-devlet ile tek tip ulusçuluğun özdeşleştirilmesinin tek bir amacı vardı; oda faşizmin kitle temeli olan tek tip ulusçuluğun inşa edilmesidir. Ulus-devlet tek tip kuruluş felsefesi ve amacına göre toplumu biçimlendirirken faşizmi de yaratmıştır. Toplumun çoklu, farklı yapısını biçimlendirmek ve tek tip faşist ulusçuluğu inşa etmek kolay değildir. Ancak ulus-devletin devasa hegemonik ideolojik, askeri-polisi ve militarist gücüyle toplum biçimlendirilebilinir. Ulus-devlet beş bin yıllık devletçi uygarlığın mirasını alarak toplumu tepeden tırnağa tek tip ulusçuluğa dayalı biçimlendirmiştir. Burada kaba anlamda bir sisteme dahi etmeden bahsediliyor. Bio-iktidarcılığıyla zihniyetten arzulara, duygulanıma ve davranışlara dek bir biçim verme söz konusudur. Pozitivizmin toplumsal mühendisliğiyle tarihte ilk kez bu denli derinliğine toplumun çoklu, farklılıklara dayalı yapısı tahrip edilmiş, dağıtılmış ve atomize edilerek tekçi ulusçuluk yönünde mesafe alınmıştır. Ulus-devletin faşist niteliği kadın başta olmak üzere her farklı etnik, dini ve mezhepsel kesimi ideolojik ve ordu-polis-hukuk aygıtlarıyla öğüterek yol almıştır.

Öcalan, “Homojenleştirilmiş toplum, homojenleştirilmiş iktidar olarak konsolide edilir. Faşist devlette homojen toplum ve devlet azami birliği ifade eder”[10] der. Faşizmin “BİR”lik ve “TEK”lik niteliği ulus-devlet aygıtlarıyla yaşamın her alanında geliştirilmiştir. Tek devlet, tek vatan, tek dil, tek kültür, tek bayrak, tek ulus-millet, tek din, tek ekonomik yapı, tek hukuk, tek cins (erkek)… Tüm bu tekler ulus-devlet aygıtıyla somutlaştığı gibi gerçekleştirilir de. Bu anlamıyla ulus-devletin ontolojik olarak faşizmi içerdiği tespiti bu noktada temellenir. Varoluşsal olarak ulus-devlet tekçi ulusçuluğu dışında kalan tüm farklılıkların ya kültürel soykırım ile ya da fiziki soykırım ile yok edilmesine dayanır. Kadının, farlı etnik ve dini-mezhepsel kültürel toplulukların varlığına düşmandır ulus-devlet. Bu nedenle faşizmin temel niteliklerinden biri olan düşmanlığı halklar arasında geliştirmek, onları savaştırmak temel çıkış noktalarından biridir. İnsanlık tarihindeki en vahşi savaşların ulus-devletin kuruluş ve olgunluk dönemlerinde yaşanması tesadüfi değildir.

Ontolojik olarak faşizm ulus-devletin kültürel ve fiziki soykırım niteliğiyle var olmuştur. Yerine göre ikisini iç içe, ayrı ayrı uygulamıştır. Ancak kültürel soykırım faşist bir nitelik olarak daha sistemli bir şekilde kullanılmıştır. Faşizmde fiziki soykırım istisnai iken, kültürel soykırım kuraldır. Avrupa başta olmak üzere çoklu, farklı toplumsal yapıların ulus-devlet süreciyle tek tipleştirilmesi kültürel soykırımla mümkün olmuştur. Homojen ulusçuluk fiziki soykırımla inşa edilemez. Faşizm üzerine geliştirilen tanımlamaların gör(e)mediği nokta burasıdır. Ulus-devletin, dolayısıyla faşizmin amacı uzun vadede farklı toplumsal kesimlerin varlıklarını, kimliklerini, toplumsal dağlarını ve tüm maddi-manevi değerlerini terk ve inkar ederek egemen tekçi ulusçuluğa dahil olmalarını sağlamaktır. Fiziki soykırım bu faşist uygulamalara karşı direnen unsurların tasfiye edilmesi amacıyla devreye konulur. Avrupa başta olmak üzere ulus-devletin geliştirildiği her yerde faşizm böyle gelişmiştir. Bu nedenle faşizmi salt Hitler, Mussolini, Franco gibi kişilerin dönemleriyle sınırlı ele almak büyük bir hatadır. Murray Bookchin, “ulus-devlet kurmak demek, başta ordu ve polis formunda olmak üzere örgütlü şiddet tekelini icra eden merkezileşmiş, profesyonel bürokratik bir aygıt dahilinde yetkilerle donatılmış iktidar demektir.”[11] diyor. Dolayısıyla esasında Hitler, Mussolini ve Franco faşizmi yoktan icat etmediler. Zaten var olan, geliştirilmiş faşizmi en uç noktada harekete geçirdiler. Bunu yaparken bile Hitler ulus-devlet aygıtını kullandı. Anadolu ve Mezopotamya’da ulus-devlet süreciyle geliştirilen faşizmle farklı etnik ve dinsel-mezhepsel kültürel topluluklar bastırıldı, yok edildi. Burada başat rol oynayan kültürel soykırım politikaları olmuştur.

Faşizmin kitle temeli de ulus-devletle iç içe işleyen faşizmle oluşturulur. Homojen ulusçuluk esasında zihniyeti boşaltılmış iradesiz ve tabi kılınmış toplumdur. H. Arendt, otoriterizmin oluşturduğu topluma gereksiz kılınmış toplum der. Buna şunu da ekleyebiliriz: aynı zamanda değersiz kılınmış toplumdur da. “…Tıpkı bir arı (yada eşek arısı) gibi, cam kafes içinde” döner, “uzağı görebilir. Ama dışarı…”[12] çıkamayan bir topluluktur. Yeryüzünde faşizmin kitle temeli böylesi bir toplumsallıktır. Homojen ulusçuluğun öğütücü çarkından geçirilip yabancılaştırılamayan birey ve toplumlar faşizmin hizmetine giremezler. Faşizm gereksiz ve değersiz kılınmış, ulus-devletin cam kafesine sıkıştırılmış toplumla ancak sıradanlaştırılabilir. V. Grossman, faşizmin kitle temelini çözümlerken, “Faşizmin hizmetinde bulunan insan ruhu, uğursuz ve ölüm saçan köleliğin tek ve gerçek iyilik olduğunu ilan eder.(…) Totaliter devletin zorbalığı o kadar büyük ki bir araç olmaktan çıkar, mistik, dinsel bir hayranlık konusu haline dönüşür”[13] der. Bu temelde faşizmin hizmetine koşulan birey ve toplum çifte uygulamanın öznesi ve nesnesi olur. Bir taraftan ulus-devletin, faşizmin kurbanı olurken, öte yandan da başkalarına karşı ulus-devletin, faşizmin terör uygulamalarının uygulayıcısı olur. Homojen-tek tipleştirilerek sıradanlaştırılan toplum ve her tür kötülüğün öznesi olur. “Kötünün en iyi dostu sıradanlıktır. Sıradanlıksa alışılmış olanı nihai hizmet yerine koyar.”[14]Öte yandan ulus-devlet homojenliği, tekçiliği pekiştirmek için sürekli korku ve güvensizlik üretir.

Kadına, farklı etnik, dini ve mezhepsel kültürel toplumlara karşı süreklileştirilmiş bir korku ve güvensizlik siyasetini esas alır. Faşizm bu korku ve güvensizlik siyasetiyle işlevsel kılınır. Korku ve güvensizlik siyaseti salt düşman olarak hedef gösterilen kesimi hedeflemez. En az onun kadar, hatta ondan fazla kendisine tabi kılıp kitle temeli haline getirdiği toplumu hedefler. Zihniyeti boşaltılmış, iradesiz; gereksiz ve değersiz kıldığı topluma şunu söyler: dünyadaki mevcudiyet güvende değildir. Ancak ileri sürdüğüm tedbirlerle ve bana bağlı kalarak mevcudiyetini güvenceye alabilirsin! Bu temelde kitle temelini hem itaate ikna eder hem de düşman olarak tanımladığı farklı etnik, dini ve mezhepsel kültürel topluma karşı harekete geçirir. Bu bağlamda ulus-devletin, dolayısıyla faşizmin kitle temeliyle kurduğu bağ, iletişim veya diyalog korku siyasetidir.

Elbette faşizm kaçınılmaz değildir. Ancak ulus-devletle geliştirilen bir olgudur da. Öyle ki kapitalist modernite dönemini boydan boya saran bir hastalık olarak zihinlere günlük yaşama sirayet etmiştir. Ulus-devlet ve faşizm afazi hastalığına benzetilebilir. Afazi hastalığı bir beyin hastalığıdır. Konuşma yitimi, sözcükleri anlama ve kullanma yetisinin kısmi kaybıdır. Bu hastalığa yakalananlar konuşma-anlama bozukluğu yaşarlar. Dıştan gelen kodları, sesleri düşünemezler. Çevrede olup bitenler onda hiçbir şey uyandırmaz. Bir bellek kaybıdır afazi. Beyin hiçbir şeyi kaydetmez.

Ancak öte yandan afazi hastalığı bir çocuğa her şeyin öğretilmesi gibi bir süreçle de sağaltılabilir. Tam da bu noktada afazi hastalığı olarak ulus-devlet, dolayısıyla faşizmin sağaltıcısı demokratik, ekolojik ve kadın özgürlükçü paradigmadır. Demokratik modernite devriminin gerçekleştirileceği zihniyet devrimiyle ulus-devlet ve bağlantılı olarak faşizm aşılabilir.

 

[1] Vasili Grossman, Yaşam ve Yazgı I, , s.132. 
[2] Öcalan, Kapitalist Uygarlık, s. 178.
[3] Paul Feyerband, Yönteme Karşı,, s.64.
[4] Steven Rose, 21. Yüzyılda Beyin, s.131.
[5] Metin Özbek,  Dünden Bugüne İnsan, s.264-293.
[6] I. Wallerstein, Yeni Bir Sosyal Bilim İçin, s.138.
[7] Öcalan, Kapitalist Uygarlık, s.216.
[8] Öcalan, Kapitalist Uygarlık, s.216. 9 Öcalan, Özgürlük Sosyolojisi..
[9] Öcalan, Kapitalist Uygarlık, s. 218.
[10] Age.
[11] M. Bookchin, Geleceğin Devrimi, s. 171.
[12] E. Morin-S. Amin, Bir Uygarlık Siyaseti, s. 268.
[13] Vasili Grossman, Yaşam ve Yazgı I, s.290.
[14] Z. Bauman, Siyaset Arayışı, s.16.
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.