Düşünce ve Kuram Dergisi

Sorunların Ana’sına Çözümlerin Ana’sı Gerek!

Cüneyt Mercan

Başlıktaki tespit Abdullah Öcalan’a ait. Sorunun büyüklüğünü, tetiklediği ve ürettiği nice kötülüğü, meselenin tarihselliğini göstermesi bakımından olduğu kadar, çözümünün de yüzeysel, tekdüze ve bir takım göstermelik tedbir ve düzenlemelerle mümkün olamayacağını göstermesi açısından oldukça önemli. Kadın sorunu olarak tarif edilen ama erkek zihniyeti tarafından sorunsallaştırılan bu organize ve taammüden tasarlanan, ortaklaşılarak sürdürülen kötülük, bir nevi yanlış iliklenen ilk düğme gibidir. Ama yanlışlıkla iliklenmiş bir düğmenin masumiyetinin ortaya çıkarttığı şekilsizliğe benzemez. Birincisi, yanlışlıkla yapılmamıştır, eril zihniyetin önce kadına, ardından tüm topluma ve doğaya yönelik kısıtlı ve örgütlü bir saldırısı söz konusudur. İkincisi, ortaya çıkardığı sonuç, bir nevi kötülük Cin’inin şişeden çıkması gibi her alana kötülük yayma şeklinde olmuştur.

Sorunların Ana’sı, aynı zamanda ilk karşı devrimin sonucudur. Toplumun doğasına ilk esaslı saldırıdır. Bu saldırıda tüm araçlar devrededir. Sakatlanan, yok edilen kadın iradesi ile toplumun yarısı güçten düşürülmüştür. Bu durumda diğer yarının sağlıklı kalabileceği düşünülebilir mi? Zaten öyle de olmamıştır. Üretilen, yaratılan bu sorun alanı, dalga dalga her alana sirayet etmiştir. Bu durumdan sorunun müsebbibi olan erkek de nasibini almıştır. Aksi düşünülmezdi zaten. Yeterince farkına varamamış olması, kasım kasım kasılmayı sürdürmesi bu gerçeği değiştirmez. Sadece trajikomik kılar.

Kadını köleleştiren erkek, kendine de yabancılaşır. O artık eski erkek değildir. Kadını kökünden kopardığı an, kendisi de köklerinden kopmuş, yabancılaştırdığı oranda yabancılaşmıştır, çirkinleşmiştir. Bu, yaşamın geneline yansıyacak bir çirkinliğe dönüşecektir. Bu kaçınılmazdır. Beş bin yıllık erkek egemenlikli süreç bunun ispatı olsa gerek.

Toplumsal sorunlar, doğal olmayan, insan eli, zihniyeti ve müdahalesi ile ortaya çıkan problemlerdir. Doğal değildir yani. Kader hiç değildir. Fıtrat’a bağlanamaz. Bu argümanlarla kimi sorun alanlarını, eşitsizlikleri izaha kalkmak, iktidarların rıza üretme amaçlı ideolojik saldırılarından başka bir anlama gelmez. Bu anlamda en büyük operasyonun kesintisiz, zincirleme ve topyekün bir şekilde kadın cinsine yöneltildiği ve halen sürdürmekte olduğu çok açıktır. Yeter ki eril paradigmanın dışına çıkılsın, kral’ın çıplak olduğu çok net görülecektir. Fakat bu da, sanıldığı kadar kolay değildir. Hafife alınamaz, bir takım teorik belirlemelerle eril zihniyetten de, köleleştirilmiş kadınlık anlayışından da kurtulunamaz. Neredeyse beş bin yıldır toplumsal genlere işletilmiş bu zihniyetten bahsediyoruz. Müthiş bir kuşatma söz konusudur. Bebeklikten itibaren, erkek ve kız çocuğunun kulağına fısıldanmaya başlayan, yaşamın her alanında daha yüksek sesle kesintisiz biçimde tekrarlanan, üretilmiş bir kadınlık ve erkeklik modelinden söz ediyoruz. Her halde hiçbir millet, hiçbir dini grup, hiçbir sınıf bu denli kapsamlı ve sürekli hale getirilen örgütlü bir saldırının hedefi olmamıştır. Ve bu saldırı ara verilmeksizin sürdürülmüştür. Hem de en büyük ittifak içerisinde! Bu ittifakın, imzalanmış resmi bir belgesi yoktur. Ama etkisi, neredeyse imzalanmış resmi belgelerin toplamından daha güçlüdür ve daha eskiye dayanır.

 

Cinsiyetçilik Tarihi, Dincilik ve Milliyetçilikten Önce Başlar

Şovenizmlerin birincisi erkek şovenizmidir dersek yanlış olmaz. Sonrasında ortaya çıkan ve kaynağını bundan alan, buradan tetiklenen diğer tüm şovenizmler gibi ben merkezcidir, iktidarcıdır. Üstünlük taşlayıcıdır. Bunu salt söylem düzeyinde bırakmaz, kurumlarını yaratır, yaşamın genelleme yaymak için elinden geleni yapar. Zor aygıtı hep devrededir ama sürekli kullanılmaz. Kalıcılık için rıza üretmeye, meşruiyet oluşturmaya ihtiyaç duyar. Zihniyet oluşturma faaliyeti etkili ve kesintisiz bir biçimde bu amaçla devreye girer.

Erkek şovenizmi, eril üstünlüğü vaaz ederken tüm erkeklerin kendini böyle hissetmesini amaçlar. Önemli olan bir grup iktidarcı, iktidarın tüm nimetlerinden gerçek anlamda faydalanan erkeğin yanında, geri kalan erkeklerin bu üstünlük hissiyatına inanmış olmasıdır. İktidarın tüm nimetlerinden faydalanmaları hem mümkün değildir, hem de erkek şovenizminin yaratıcılarının böyle bir derdi, amacı yoktur. Dinci ve milliyetçi şovenizmde böyle değil midir? Tümü iktidar ideolojileridirler ve dile getirdikleri hangi inanç ve milliyetin üstünlüğü söz konusu olursa olsun, yaratmaya çalıştıkları bu şovenist dalga üzerinde, iktidarlarını en kolay yoldan sürdürebilmekten başka bir amaçları yoktur. Her biri şovenizmin bünyesindeki derin sınıfsal uçurum ve bunun olağan gösterilmeye çalışılması başka söze gerek bırakamamaktadır. Bu şovenist çarkın dönmeye devam edebilmesi için her gün ve her alanda diri tutulması gerekmektedir. Bu nedenle oluşturulması amaçlanan “hissiyat” oldukça önemli görülmektedir. Gerçekliğin böyle olup olmamasının önemi yoktur. Böyle sanılması, hissedilmesi, yaşamın buna göre sürdürülmesi aslolandır. Bunun içinde tüm düşünce, duygu, inanç merkezleri ve kurumları devreye sokulur, her gün bu, üretilmiş, yapay hali, doğal ve olması gerekenmiş gibi propaganda etmeleri sağlanır. Büyük imparatorun yanında, çoğunluktaki diğer erkeklerin kendilerini küçük imparator sanması, büyük muktedimin yanında küçük muktedir, büyük komutanın yanında küçük komutan, büyük efendinin yanında küçük efendi olarak hissetmesi, başta ailesi olmak üzere gücünün yettiği diğer grup ve kişiler üzerinde bunu yansıtma gayreti içine girmesi, bu döngünün, bu düzenin öngörülmüş, doğal karşılanan ve böyle olması istenilen olağan sonuçlarıdır. Kadın üzerinde kurulan hakimiyet alanı, bir iktidar gücünü açığa çıkarır. Özne muktedirler karşısında, nesneleştirilen bir kadın gerçekliği yaratılır. Merkezde olan artık erkektir. Her gün, her fırsatta ve her kurum aracılığıyla bu anlatılır, hakikat yeniden yaratılır. Bu, iktidarcı erkeğin yeni hakikat dünyasıdır. Paradigma buna göre şekillendirilir. Gerçeğin böyle olup olmamasına bakılmaz, önemli olan herkesin, kadınlar dahil, buna inandırılması, kadının da özne olduğu, eski doğal toplum hakikatinin unutulması, unutturulmasıdır. Bir dönem, dünya evrenin merkezindedir ve güneş dahil her şey, tüm gezegenler dünyanın etrafında dönüyor, deniyordu. Yüzyıllar böyle geçti. Paradigma buydu. Aksini iddia etmek, düşünmek küfürdü, dinden çıkmaydı. Sonu ise ateşlerde yakılmaktı. Bu, dincilikti işte. Farklı türevleri ile cehennemi bu dünyada yaşattıkları nice savaşlar, boğazlaşmalar yaşandı.

Milliyetçiliğin benzer sonuçlara yol açtığı yığınla örnek sıralanabilir. Einstein, milliyetçiliği, insanlığın çocukluk hastalığı olarak tanımlamıştı. Dincilik de bundan farksızdır. Özü iktidarcılık olan bu anlayışların, cehennemi yeryüzüne indiren pratikleri ortadayken, bir nevi ilk halkaları, “öğretmenler” olan eril iktidarın, cehennemi yaşamlar yaratmadığı düşünüle bilinir mi? Bunu, en başta yaşamının birçok evresinde “tanrım, beni kadın olarak yaratacağına, keşke erkek olarak yaratsaydın” diyen kadınlara sormak lazım. Yaşamın merkezinde erkek vardır çünkü. Her şey erkeğin etrafında, erkeğe göre dönmektedir, dönmek zorundadır. Tersini iddia etmek, akla getirmek ve hele hele yaşamaya çalışmak, her dinden, her milletten erkek koalisyonunun ortak engizisyonunda yargılanmak demektir. Bu, lafın gelişi söylenen bir şey değildir, beş bin yıllık hakikat bunun yalın ispatıdır. Dincilikte birbiriyle yarışanlar ve çatışanlar, milliyetçilikte birbirine üstünlük taslayıp kavgaya tutuşanlar, cinsiyetçilik söz konusu olduğunda, asıl neşet ettikleri kaynağa bağlı kalmaktan imtina etmemektedirler.

Dinci, milliyetçi iktidar ve anlayışların tamamının aynı zamanda cinsiyetçi, eril bir zihniyete sahip olmaları tesadüfi değildir. İstisnası yoktur. Her ot kendi kökü üzerinden yeşerir misali, beslendikleri bu zehirli kökü her eylemlerinde yaşatmaya devam etmişlerdir. Erkeğin iktidarı, bir inancın iktidarı ve üstünlüğüne, bir kavmin ve milliyetin kutsallığına, necipliğine, seçilmişliğine dönüştürülmüş ve her biri kendi dönem ve ihtiyaçlarına göre kendi Tanrı’larını konuşturmuşlardır. Konuşan tüm tanrıların dillerinin eril olması ve erkeklere hitap etmesi, yaratılmış olan bu arızalı durumla ilintilidir. Önce kadın dışlanmış, erkek kutsanmış, sonra bunun zihniyeti yaratılıp toplumsallaştırılmış ve göklerden gelen ses, işte bu toplumsal realiteye seslenmiştir. Tanrı seslendiğinde, kadın köleleştirilmiş zaten. Kadının köleleştirildiği, erkeğin kendini tek mutlak otorite haline getirdiği sistemde, erkek iktidarların tanrıları vasıtasıyla yaptıkları, kendi var ettikleri düzeni daha da meşrulaştırma girişimiydi. Başarısız oldukları söylenebilir mi?

Muktedirlerin asıl tarih yazıcısı olduğu söylenir. Son beş bin yılın muktediri erkek ise, bizlere ulaşan, mutlak hakikat olmak bellememiz istenilenin de erkek tarihi olduğunu hatırda tutmak gerekir. Galipler, sadece kendi tarihlerini bin bir yalan ve dolanla, allayıp pullayarak yazmazlar. Alt ettiklerini de ya görünmez kılarlar, bunu yapma olanakları yoksa, onların tarihini de kendileri yazarlar. Bu nedenle meşhur Afrika atasözünde olduğu gibi avcıların kahramanlık hikayelerinden örülü tarih anlatımı yerine, aslanların kendi tarihlerini yazmaları, anlatmaları, ete kemiğe büründürmeleri, insanlık ailesinin bozulan beş bin yıllık sağlığına yeniden kavuşması için hayati önemdedir. Eril zihniyet, beş bin yıldır tarih yapıcı, zihniyet inşa edici temelde güçtür. Bunun için her fırsatı değerlendirmiş, kendini yaşamın merkezine koyarken kadını yaşamın dışına atarak nesneleştirmiştir. Senaristliğini erkek aklının yaptığı bu filmin başrol oyuncusu haliyle erkektir. Kadın, figürandır, nesnedir, en ileri düzeyde, olsa olsa yardımcı eleman rolündedir. Daha ötesi yoktur.

Kimi itirazları, alternatif yaşam arayışları zaman zaman dile gelmiş olsa bile el birliği ile bastırılmış, “yılan”ın başı büyümeden ezilmiştir. Yaklaşım bu olmuştur. Tam zihniyet üretim merkezleri 24 saat işleyen fabrika misali, eril zihniyeti ve sonrasında inşa edilen türevlerini ayakta tutmak için çalışmıştır. Mitoloji bunun için kullanılmış, din kullanışlı bir araç haline getirilerek bu “günah”a ortak edilmiştir. Deyim yerindeyse elbirliğiyle, kadına, özgür bir özne olduğu doğal geçmişi unuturulmaya çalışılmış, bu konuda ciddi bir mesafe kaydedilmiştir. Bu şekilde iş birliği ile ve tüm araçları kullanarak inşa edilmiş tarih orta yerde dururken, erkeğin üstünlüğü ve kadının eksikliğine, bu üretilmiş tarih anlatımı şahit gösterilmeye çalışılmıştır. Bozacının şahidi, şıracı misali!

Neden hiç kadın peygamber yok diye sorulmuştur, kadın filozoflar kadın komutanlar, kadın bilim insanları neredeydi tarihte? Diye ucuz ispatlara girilmeye çalışılmıştır. Erkeğin karşı devrimi ile yaşamın dışına itilen kadın hakikati ortadayken, her şey erkek merkezli dizayn edilir kadın hizmet kar köle ve nesne konumuna düşürülürken, o yaşamdan eşit bir yarış çıkar mı? Sorusu bilinçli bir şekilde görünmez kılınmıştır. Doğrudur, hiç kadın peygamber yoktur. Kadın halife, kadın imam, kadın papa, kadın haham da yoktur. Kadın bilim insanları çok sınırlıdır neden acaba? Yahudilikte kadın, zaten eksik bir varlık ve erkeğin eklentisi olarak tanımlanır. Tevrat’ta ki yaradılış anlatımı biliniyor. Havva, Adem’in canı sıkılmasın diye işe yaramayan kaburga kemiğinden bir parça ile yaratılmıştır. Erkeği yoldan çıkaran kadındır, ilk günahkar ve günaha sevk edendir. Ortaçağ sürecinde cadı avları ile kadına reva görülenler ortada. İslam dinini ele alanlar arasında da erkeği merkeze koyan baskın yaklaşım görülmektedir. Bir çok konuda birbiri ile yorum farkı yaşayan alimlerin büyük bir çoğunluğunun ortaklaştığı ender konulardan biri de kadına yaklaşımdır: Ebu Hanife’den, İmam Şafi’ye, Şia’dan bir çok başka alime kadar, kadının dinen halife olamayacağı söylenir. İbn-i Haldun kadının halife olabileceğini aklının ucundan bile geçirmez. Erkek olmanın bir üstünlük gerekçesi olduğu ve böyle kabul edilmesi gerektiğini öne sürmek için akıl almaz söylemler geliştirenler az değildir. Sorgulayan bir beyin için bir çoğu hemen çürütülecek savlardır. Erkeğin çok eşliliğine fıtratı, doğal olarak yaratanı adres göstermeye çalışanların, en başta kendi inançlarıyla ters düştüğü açıktır. Adem’e bir tane Havva yaratılmıştır, birden çok değil! Aşağı yukarı dünya genelinde kadın ve erkek nüfusu bir birine çok yakındır. Bu durum bile erkeğin çok eşli olması gerektiğine yaratanı adres göstermeleri, eğer utanmaları varsa, utandırmaya yetecek bir hakikattir. Demek ki üretilen erkekçi anlayışta, aslolan tüm erkeklerin cari üstünlüğü değil, bir kısmının cari üstünlüğü, geri kalanların ise sadece paylarına düşen algı ile kendilerini öyle sanma yanılgısıdır. Erkeğin üstünlüğüne delalet olarak öyle yüzeysel, basit ve zavallıca kanıtlar ileri süren dönem alimleri olmuştur ki, bilim yerine ironi ile yanıt vermek kaçınılmaz hale gelmiştir. Alimlerden İbn-i Cevzi, erkeğin Allah tarafından üstün kılındığını belirterek şunları söyler, “Allah penisle erkeği kadına üstün kılmıştır.” Mevlana ise, böyle izahata böyle yanıt dercesine, hak ettiği yanıtı vermekten geri durmaz; “eğer erkeklik- üstünlük- penisle olsaydı, eşek erkeklerin şahı olurdu.”

Kadın aleyhine boğucu hale getirilen tüm bu tarihsel süreçte sınırlı da olsa her inanç ve düşünce grubundan, buna itiraz eden, taşları yeniden yerli yerine oturtmaya çabalayan insanlar elbette olmuştur. Ama bu örneklerin çoğaltılmasına müsaade edilmemiş her biri yaygınlaşma emaresi göstermeden köklerinden koparılıp atılmıştır. Meydan, tümü ile hakim eril zihniyet sözcülerine ve uygulayıcılarına kalmıştır. Cariyeler, haremler, saraylar, bin bir gece masalları gırla sürüp gitmiştir. Kendi çağını bir çok konuda aşma kudreti, bilinci ve iradesini gösteren nice düşünce insanları, filozoflar ve eylem adamları, bu atmosfere teslim olmuş, bilinçli yada bilinçsizce eril zihniyetin değirmenine su taşımışlardır.

 

Osmanlı Bankası:

Uzun yıllar önce TV’lerde bir reklam filmi vardı. Osmanlı Bankası’nın tanıtımı amaçlanıyordu. Dillere peleserik olan şu repliği hiç unutulmadı. Bir çok mevzuda sık sık gönderme yapılmak için kullanıldı. “Yok bir birimizden farkımız hepimiz Osmanlı bankasıyız” kadının düşürülme tarihi, tüm bu tarih içerisinde kadına yaklaşım göz önünde bulundurulduğunda binlerce yıllık erkeklik halleri insanın aklına ister istemez bu reklam repliğini getiriyor. Zamanı, mekanı, coğrafyası, etnik ve inançsal mensubiyeti çokta fark etmiyor. Kadına karşı tutum söz konusu olunca bir “Osmanlı Bankası” olma hali ile karşılaşılıyor. Aslında bu konuda geniş bir kitap çalışması yapılabilinir. Örnekler öylesine çok ki! Nasıl olur da birbirinden ayrı coğrafyalarda ve zamanlarda, farklı kültürel şekillenmelerin yaşandığı ortamlarda erkek ve kadınlık halleri bu denli bir birine benzer, birbirini çağrıştırır. Tanık olduklarımız erkekleri birbirleriyle kültürel akraba kılarken, aynı akrabalığı kadınlar açısından da görebiliyoruz. İstisnalar genel tabuyu değiştirecek türden değildir.

Birçok konuda birbiriyle kanlı bıçaklı olanların kadın karşısındaki konumlarıyla nasıl da doğal müttefik olabildikleri ilginçtir gerçektende. Bir nevi öğretilmiş erkeklik ve kadınlık halleri kuşaktan kuşağa aktarılan uğursuz bir mirasa benzemiştir. Anormal olanın normalleştirilme tarihi de diyebiliriz bu sürece. Her halde Gapt-ı Meşhur`ların en büyüğü, en acımasızın, sonuçları en ağır olanı kadın gerçekliğine karşı eril zihniyetin hakim kıldığı bu tarihsel saptırmadır.

İçinde bulunduğu çağının bir çok düşünce kalıbını yerle bir eden, alternatif paradigmalar oluşturan nice bilinen düşünce insanları, kadın hakikati söz konusu olduğunda çağının duvarlarına ya toslamış yada eril zihniyetin vurgununu çoktan yediğinden, bu zihniyetin gönüllü sözcülüğüne soyunmuşlardır. Kimi konularda çağını aşan düşünce insanlarını bu denli donuklaştıran, prangaya vuran, eril zihniyetin tutsağı kılan nasıl bir güçtür? Kuşkusuz bu insanların korktukları için eril zihniyete teslim olduğunu söylemek gerçeği yansıtmaz. Belki böyle olanları da vardır ancak ağırlıklı durum, üretilmiş cinsiyetçilik kodlarını benimsemeleri doğal görmeleridir. Her üç semavi dine yansıyan eril dilden bahsettik. Baskın olma hali sadece dille sınırlı kalmıyor, yaşamın her alanına yansıyor. Bir bakış açısı düşünce biçimi, “hakikat rejimi” yaratıyor. Yani dillerdeki erillik tesadüfen oluşturulmuş değildir. Bir amaca matuftur. Hükmünü de icra etmiştir bugüne kadar. Hafife alınamaz.

Sayısız örnek verilebilinir. Çeşitli coğrafyalardan ve zaman dilimlerinden birkaç örnek meselenin anlaşılır kılınmasına yardımcı olabilir.

Aquinolu Thomas, tanrısal yansımanın hem erkekte hem kadında olduğunu söylese de nihai olarak şunu belirtir. “Erkek kadının başlangıcı ve sonucudur tıpkı tanrının bütün yarattıklarını başlangıcı ve sonu olması gibi kadın yaratılanların ilki olamaz” tanrı rabdır rabın manası efendidir. Kadınlara vaaz edilen “erkekler sizin efendinizdir” sözü, ne anlama geliyor açık değil midir?

Platon’a göre evrendeki akıl ve düzenin kadın cinsindeki yansıması erkeğe göre daha azdır. Zira kadınlar, erkeklerin bir versiyonu, fakat eksik bir versiyonudurlar. Eksikliği sürekli ruhuna fısıldanan söz eylem ve davranışlarla hatırlatılan bir kadına hangi erkek eşit gözle bakar ya da sürekli bu propagandaya maruz bırakılan hangi kadın, kendisini ne oranda eşit, irade sahibi ve saygın olarak görebilir.

Aristoculukta erkeğin akılla, kadının akıl dışılıkla tanımlanması esastır. Bedende nasıl ki akıl ve beyin yönetici ise toplumda da erkek doğal yöneten, kadın ise yönetilen konumdadır. İşte bir özne-nesne ayrımı daha. Dayanakları, bilimselliği, hakikatle bağı sorgulanmıyor bile!

Kadın eksiktir, bağımlı ve edilgendir! Bu düşünce bir gelenek olarak modern batı felsefesine de sirayet eder. Eril tahakküm her yerdedir boşluk bırakmaz.

Bacon’a göre doğayı yöneten güç akıldır insan, akılla doğaya üstündür. Akıl erkektedir, kadın doğa gibidir, erkek tarafından yönetilmedir. Kadını zapt eden kendini “seçilmiş”, “kutsal” ve “özenilerek yaratılmış” cins olarak gören erkeği kim durdurabilir artık! İktidarlarının sınırı yoktur doymak bilmeyen bir canavara dönüşür hep daha fazlasını ister, daha fazla egemenlik arar. Bunun kadınla başlamış olması onunla sınırlı kalacağı anlamına gelmez. Zaten kalmadı kalmayacağı ortada değil midir?

Farabi’ye göre de yönetici doğal olarak erkektir. Aile, şehir vb. yönetiminde de aynı şey geçerli olmalı, erkek mutlak yönetici olarak görülmektedir. Bugün ki Avrupa kurumlarının yaratılmasında önemli katkıları olan Napolyon Banapart’a bakalım. Kendi ismi ile anılan meşhur Napolyon kanunları vardır medeni kanun bunlardan biridir. 213. Maddesinde dile getirilen “erkek karısını korumakla, kadın da kocasına itaat etmekle yükümlüdür” hükmü çok şey anlatır. Daha fazlası da söz konusudur. Örneğin, eşine sadakatsizlik yapan kadın iki yıl hapis cezası alırken karısını aldatan erkek sadece para cezası alıyordu. Karsını sadakatsizlik yaparken suçüstü yakalayıp öldüren erkek hakkında dava açılamıyordu. Kadınların hukuki sözleşmeler imzalaması, duruşmalara katılması, ölüm, doğum ya da evlilik gibi olaylarda şahitlik yapması mümkün değildi. Kocalarının izni olmadan pazarlarda ürün satamayan kadınlar kocalarının yazılı izni, rızası olmaksızın taşınmaz mülkleri hibe etme, satma ya da ipotek etme hakkından mahrumdu. Sadece güçlü bir asker ve siyasetçi değil aynı zamanda çok okuyan bir entelektüel olan Napolyon’un kadın hakkında ki yaklaşımı böyle. Bu konuda çağına haps olmuş, teslim olmuş, onu aşamayan bir düşünce ve eylem adamıyla karşılaşıyoruz. “kadınlar, erkeklerin dengi ad edilmemeldir. Aslında bakılırsa onlar bebek yapma makinelerinden başka bir şey değildir” diyen de Napolyon’dur.

1806’daki eğitim şurasında söyledikleri ise meselenin özünün anlaşılması açısından son derece önemlidir, “toplu eğitim, erkeklere birbirlerine yadım etmelerini öğretip onları omuz omuza hayat mücadelesine hazırlarken, kadınlar için adeta bir yozlaşma sebebidir. Kadınlar doğaları gereği aile yaşamının yaratılmışlığında olmalı ve evde kalmalıdır.” Sanki radikal bir dinci, bir taliban üyesi konuşuyor sanılabilir. Oysa kanun özünün dincilikten daha öte ve derinde olduğunu gösteren önemli bir örnektir bu. Napolyon dindar biri değildir. Konu din ile izah edilemez, günümüzde ve geçmişte bu yaklaşımı ret eden çok sayıda dindar insan gerçekliği de söz konusudur. Mesele din değil Tabu’dur. Cinsiyetçiliğin tabulaştırılması tam da budur. Sorgulanamaz, tartışılamaz. Bir nevi üzerinde mutabık kalınan yasak olandır. Bu nedenle sorunu dincilik parantezine sıkıştırıp, tümüyle bununla izah etmeye çalışmak, meselenin derinliğini görmemek olur. Cinsiyetçiliğin tarihi bundan dolayı dincilikten de milliyetçilikten de önce başlar.

Kesintisiz bir cinsiyetçilik algısından söz ediyoruz. Uygarlık sisteminin elinin ulaştığı her yerde bu gerçekliği tüm kurum ve kuruluşlarıyla söylem ve eylemleriyle görmek bu nedenle şaşırtıcı değildir. 19. y.y’ın başında -henüz iki yüz yıl öncesinden söz ediyoruz- İngiltere ve Amerika’da da kız çocukları için yok denecek kadar az sayıda eğitim kurumu vardı. Ve bunların hiç biri devlet tarafından kurulmuş değildi.

Almanya’da ilk kadın özgürlüğünü dile getiren derneğin kuruluş tarihi 1860 tır.

1860’da İngiliz sömürgeci Hindistan’da rıza yaşı, yani kızlarla evlenme ve cinsel ilişkinin yasal olarak görüldüğü yaş, 10 olarak tespit edilmiştir. O zaman İngiltere’de bu yaşın sadece 12 olduğu unutulmamalı. 1880’lerde kadınlar bu konu üzerinde poropagandaya başlar ve rıza yaşının 12 ye yükseltilmesini isteyen bir dilekçe ile kraliçe Victoria’ya başvururlar. Yasa 1891’de kabul edilir. Mussolini’ye göre, kadın çalıştıkça erkekleşir, erkekliğin işsiz kalmasına yol açar nüfusun azalmasına neden olur, erkek işsiz kalınca saygınlığı azalır. Bu nedenle kadın iş yaşamında olmamalıdır. Kadın yalnızca bedensel olarak değil zihinsel olarak ta erkeğe göre geridir. Faşist yönetimin bakış açısı budur. Hitlerin yaklaşımı Mussoloni’nikinden farklı değildir.

Papa boş durur mu? Faşist rejimle uzlaşmasının ardından yeni genelgeler yayınlayarak çoğalmanın kaynağı evliliği ve bunun kadının tek toplumsal görevi olduğunu hatırlatıyor, çalışmanın kadını bozduğunu söylüyordu çalışma hayatının kadının ruhunu ve analık onurunu çürümeye götüreceğini ve bunun da aile ilişkileri açısından büyük bir yıkım olduğunu belirtiyordu.

Tepedeki bu cinsiyet kodlamaları topluma nasıl yansıyordu? Dile gelen her bir söylemde bunun cevabını görmek mümkündür. İçinde bulunduğumuz dönem dahil yakın ve uzak geçmişe bu perspektifle bakıldığında çok hazin sakatlanmış ruhlar, ilişkiler ve bunlarla dolu bir uygarlık tarihi göreceğimiz açıktır. Çok çarpıcı olması açısından iki tarihi romandan küçük birer alıntıyı aktarmak yararlı olabilir Maksim Gorki’nin ANA romanı biliniyor. Ananın ismi Palegea hep direnişli duruşu ve kararlılığıyla anılır konumuz bağlamında Palegea ananın dile getirdiği başka bir realiteyi paylaşmak gerekiyor. Öğretilmiş kadınlık ve erkeklik halleri bakımından! Yer, yüz küsür yıl öncesinin Rusya’sı Palegea ana anlatıyor. “nasıl bir yaşam sürdürmüşüm ben; aman tanrım! Dayak, iş… kocamdan başka kimseyi görmedi gözüm; korkudan başka bir şey de bilmedim. Kocam yaşarken oğlunu sevip sevmediğini bile bilmiyorum! tüm tasarılarım, tüm düşüncem bir tek noktada toplanmıştı. Canavarımı iyi yedirip içirmek, beslemek üzülmesin beni dövmesin, bir kez olsun bana acısın diye işini zamanında görmekten başka bir şey de düşünmezdim. Oysa bana acıdığını da hiç anımsamıyorum” Palegea Ana’nın anlattıkları yabancı geliyor mu? Bir başka örnek Emila Zola’nın Meyhane isimli romanından. 1870’li yılların Fransa’sını anlatıyor. İşçi sınıfının yaşadığı yoksulluk ve bunun sosyal yaşamlarına, ilişkilerine yansıması konu ediliyor. Meselenin sınıfsal boyutunu ve ortaya çıkardığı sonuçları görmek elbette önemlidir ama projektörlerin çevrilmesi gereken bir diğer alan kadınlık ve erkeklik rolleridir. İçkici ve elindeki kırbaçla kızı Lalie’yi sürekli döven baba Bijard yine alkollü gelir eve Lalie, yediği dayaklara rağmen büyük halsizlik içinde evi düzenlemeye çalışır. Aslında ölmek üzeredir ama babasının buna inanması bile kolay olmaz. Lalie son nefesini vermek üzereyken babasına şunları söyler, “ekmekçiye 4 frank 7 metalik borcumuz var bu parayı ödemek gerekir. Madam Godron’da bir ütümüz var alırsın onu bu akşam çorba yapamadım. Yalnız dünden kalan ekmek var. Patatesi ısıt istersen.” Büyük sefalet içerisinde şiddetten başka bir şey görmediği babasına ölümüne sebebiyet veren adama karşı son nefesini vermeden hemen önce söylediği sözler bunlar. İnsan haliyle sormadan edemiyor kadın nasıl bu hale getirildi, erkek nasıl böyle bir zavallılığa, sefilliğe sürüklendi. Sınıfsal koşulların etkisi mutlaka vardır, yadsınamaz. Ama asıl doğrunun cinsiyetçilik olgusuyla başlatıldığı, her kademede, her coğrafyada ve tüm uygarlık sürecinde bir birini andırır şekilde yürütüldüğü göz ardı edilmemelidir. Bu çarpıklık bazı mekan ve zamanlarda çok kaba haliyle göze batar, bazen de rütuşlanır, maskelenir saklanmaya çalışılır.

İşte günümüzden bir örnek yakın günlerde İzlandalı kadın başbakanın da katıldığı bir günlük iş bırakma eylemi gerçekleştirildi. Ücrette eşitsizlik protesto edildi, kadına karşı şiddete tepki gösterildi. 2023 yılında gerçekleşiyor bu eylem hem de İzlanda’da! Kadının meclisteki temsiliyetinin neredeyse %50 iş gücüne katılımının %50’nin çok üstünde olduğu bu memlekette, aynı işte çalışan erkek ve kadın arasında kadına çok daha az ücret verilmesi doğal görülebiliniyor. Görünür veya görünmez mekanlarda kadına yönelik şiddetin çeşitli türleri uygulana biliniyor. Ve bu ülke güya Avrupa’da kadınların en fazla hak sahibi olduğu belirtilen bir ülke. Cinsiyetçi anlayış bu denli derin, ekonominin ve hukuki eşitliğin çok ötesinde.

Soru çok basit aslında. Nerede, hangi zaman ve mekanda olursa olsun, toplumsal cinsiyet eşitliği var mı yok mu? Kastedilen kağıt üzerinde yasalar önünde ki eşitlik te değil. Bu bile meseleyi tek başına çözemez yaşamın tamamına yansıyan bir zihniyet dönüşümü gerçekleştirilmiş mi gerçekleştirilmemiş mi? eşitsizliğin kabalığı yada ince hali her yönüyle görünürlüğü yada kamufle edilmiş biçimi, cinsiyetçilik belasının olsa olsa farklı tonları olur, birbirlerini beslemeye devam ederler kötülüğün bulaşıcı olması gibi!

 

Çözümlerin Ana’sı Kadın Devrimidir

“Bebek olarak dünyaya geldiğimizde beynimizin çok azı kuruludur. Ancak soluk alışımızı, beden sıcaklığımızı ve kalp atışlarımızı düzenlemeye yetecek kadar neron bağlantısıyla doğuyoruz, geri kalan hemen hemen her şey sadece bir potansiyelden ibarettir. Hangi yemekleri yiyeceğimiz, hangi iklim koşulları ve mikroplarla karşılaşacağımız, hangi dili konuşacağımız, hangi sosyal ve pratik becerileri öğreneceğimiz, hangi kavramları oluşturmamız gerekeceği, bütün bunlar doğum anında belirsizdir. Yani bebeğin beyni eşikte konumlanmıştır. Nöron titreşimlerindeki başlangıçtaki kaotik istikrarsızlık beyine kendini karşılaşacağı her türlü fiziksel ve kültürel koşula uyarlama yeteneği kazandırır. Deneyimle geliştikçe kendi kendini kurmasına olanak verir.” (Aklı yeniden kurmak) kessin ve tartışma götürmez gerçeklik şudur kız yada erkek çocuğu olarak dünyaya geliyoruz. Sonrası, içinde doğduğumuz ortamla ilgilidir. Kadın doğulmaz, kadın olunur deniyor ya aynı şey verili erkeklik halleri içinde söylenebilir. Bu “erkeklik” sonradan öğrenilen, öğretilen bir erkekliktir. Tıpkı öğretilen kadınlık gibi. Doğal değildir yani, fıtrata bağlama çabaları tamamen ideolojiktir, bilimsellikle alakası yoktur. Cinsiyet farklılığı tek başına hiçbir toplumsal sorun nedeni olamaz. Sorunun kaynağı iktidarlaşan eril zihniyettir. Ardı arkası büyütülen sorunlar böylece süre gelmiş, çok kollu bir ahtapota dönüşmüştür. Ahtapotun kollarını var eden eril anlayıştır. Kolları yakalayabiliriz, azaltabiliriz ama cinsiyetçi yaklaşım yok edilmediği müddetçe kabuk değiştiren yılan misali ahtapot yeni kollarını yeni biçimlerle üretmeye devam edecektir. Bu neden asıl hedeflenmesi gereken odak gözden kaçırılmamalıdır.

Yeni bir paradigma zorunludur. Yeni paradigma yeni zihniyet oluşumunu hedefler ve bu paradigma sorunun var oluş süreci, etkileri ve derinliği gözetildiğinde kadını merkeze almak zorundadır. “kadını merkezine almayan bir eşitlik ve özgürlük mücadelesi hakikate erişemez, eşitlik ve özgürlüğü sağlayamaz.”[1] zaten sağlayamamıştır da! Ancak sorunun etrafında dolanır, kısmı yumuşamalar sağlar ama sorunun varlığını ortadan kaldıramaz. Öncelikle değişmesi gereken sorun alanlarından biri kullanılan dildir. Kültür ve zihniyet yaratımında, sorun olağan hale getirilmesinde önemli bir rol oynar. Kültür ve zihniyette kendine göre bir dil yaratır, birbirlerini besleyip dururlar. Yaşamın tüm sahaları böylece cinsiyetçi ideolojinin her an yeniden üretildiği bir sahaya dönüşür. En masum görünen tanımlamaya baktığımızda bile erkeği merkeze koyan tarihsel hakimiyet zihniyetini görürüz. Kadın kimdir? sorusuna çok kolaylıkla eşimiz, sevgilimiz, bacımız, anamız denilip geçiliyor. Özne erkektir, tanımlama erkek üzerinden yapılıyor kadın olsa olsa erkeğin bir şeyi olabilir, eklentidir yani. Yığınla benzer örnek sıralanabilir o nedenle cinsiyetçi ideolojiye karşı bir mücadeleyle gerçekten sonuç alınmak isteniyorsa bu mücadele topyekün olmak zorundadır.

Modern anlamda kadın mücadelesi de çıkış itibariyle Fransız devrimine dayandırılabilir. Belirli aşamalardan geçtikten sonra hukuki eşitlik mücadelesine dönüştüğünü görüyoruz. Bu şekli bile oldukça sancılı, zorlu olmuştur. Gelinen aşamada çok gecikmiş olsa da bir çok ülkede kağıt üstünde, hukuksal anlamda bir eşitliğin sağlandığı söylenebilir. Peki bu durum cinsiyetçiliğin gerçekten son bulduğu anlamına mı gelir? “Osmanlı Bankası” bölümünde, geçmişten günümüze sıraladığımız çok sayıda örnek tam da bu noktaya işaret etmek içindi. Sorun, şekli düzenlemelerle giderilmeyecek denli ağırdır. Elbirliğiyle oluşturulmuş, kültürleştirilmiş, olağanlaştırılmış, bir nevi toplumsal gen’lere dönüştürülerek, nesilden nesle aktarılan egemenlikçi bir anlayış haline getirilmiştir. Bu değişmeden, bu anlayışla sahici ve bütünlüklü bir mücadele kararlılıkla yürütülmeden, erkek, kendi doğal alanına çekilmeden yada itilmeden, kadın kendini güvende hissedemez. Her gün kadın cinayetleriyle sayısız kadın yaşamdan koparılıyor. Yasalar önünde yaşamları güvence altına alınmamış mıydı bu kadınların? Teorik olarak öyle. Kimileri caydırıcı tedbirlerle sorunun çözüleceğini söylüyorlar dile getirdikleri şey, daha ağır cezaların verilmesi, ötesi yok. En ağır ceza ölüm cezası değil mi? katil pozisyonundaki erkek, eşi, kızı, kız kardeşi yada sevgilisi, her kimse, öldürüyor, sonra kendi yaşamına da son veriyor. Yığınla benzer örnek duyuyoruz. Hastalıklı bir durumla karşı karşıyayız. Ve tek suçlu bu katiller değil maalesef. Öyle olsaydı bu denli yaygın yaşanmazdı.

Demek ki bu sistem “hastalık” üretiyor, bu zihniyet, bu bakış açısı, benzeri bir hastalığı yeniden, yeniden yeşertiyor. Asıl öfke de, dikkatler de buraya yöneltilmeli. Bu hususun gözden kaçırılmasına, görünmez hale getirilmesine müsaade edilmemeli “bebekten katil yaratan karanlık”, binlerce yıldır bebekten “erkeklik” ve “kadınlık” halleri yaratarak kendini sürdürüyor. Bunu görmeden, bataklığı her gün besleyip, sineklerle uğraşarak kendini kandıran bir anlayıştan bir adım öteye gidilmez. Bu durum görülmüyor mu, görülmek mi istenmiyor? Erkek koalisyonu kolay kolay kendi konforlu iktidar alanından vazgeçmek istemez. Zorlayıp teşhir olduğunda makyajlarla, reformlarla gaz almaya çalışır. Kalıcı çözümün, hükümranlığının sonu olacağını bilir.

Mevcut erkeklik zaten binyıllardan beri sorunun kaynağıdır. Kadının kendisini bu erkeğin insafına terk etmesi, var olan döngünün sürmesinden başka bir anlama gelmez. Hukuksal eşitlik mücadelesi küçümsenmemeli, ekonomik bağımsızlık önemsenmeli elbette ama kalıcı ve sahici bir çözüm için bütünlüklü bir kadın özgürlük mücadelesine ihtiyaç vardır. “Genel toplumsal özgürlük ve eşitlik kadın için de direkt özgürlük ve eşitlik olmayabilir. Özgün çaba ve örgütlülük esastır. Yine genel demokratikleşme hareketi kadın için olanaklar açabilir. Fakat kendiliğinden demokrasi getirmez. Kadının bizzat kendi demokratik amaç, örgüt ve çabasını sergilemesi gerekir.”[2]

Türkiye’de demokrasi gelişirse Kürt sorunu da kendiliğinden hallolur diyenler var, biliniyor. Benzer bir yaklaşım kadın meselesinde de ifade ediliyor. Eğitim düzeyi geliştikçe kadın sorunu da çözülür deniyor. Özgün bir örgütlenme, iradeleşme arayışı ve bunun önemi anlaşılmak istenmiyor. Sorunun ağırlığını görmeyen yüzeysel yaklaşımlar hala çok güçlü. Büyük çoğunluğu iktidarcılık ve mülkiyetçilik kokuyor. “Tutsak”ın, kendi egemenlik sahasının dışına çıkma olasılığı bile ürkütüyor. “ne verilecekse ben vereyim, düzeltilecekse ben düzelteyim, ama istediğim kadar yapayım, ip’i elden bırakmayayım” anlayışıdır bu. Eşitlikten korkuyor, iki eşit özne’nin geliştirebileceği ilişkiye yabancıdır, yaşamamış ki böyle bir ilişkiyi. Nasıl olduğunu bilmiyor, eşitlikçi ilişkinin diline, kültürüne edeb’ine yabancıdır. Kadın da özgür olmak istiyorsa tam da buna karşı tavizsiz olmak zorundadır. “Erkek egemenliğinin ve toplumunun elinden ne kadar kurtulur ve bağımsız inisiyatifiyle hareket edip güç kazanırsa, kadın o denli özgür kişilik, kimlik sahibi olabilir.”[3] Bu, tersinden bir cinsiyetçilik ve erkek düşmanlığı, erkek reddiyesi değildir. Tahakkümün, baskının, zorbalığın, cinsiyetçi eril zihniyetin reddiyesidir. Artık yeter! Çığlığı, anlayışı ve tutumudur. Bunun örgütlü varoluşudur. Kesinlikle sonuçları itibariyle kadının bu çıkışı erkeğe de iyi gelecektir; bünyesindeki bin yılların toksitli anlayışlarından kurtulmasına yardımcı olacaktır. Erkek, resmi ve hukuki eşitliğe bin yıllar sonra razı gelip kadının da bununla yetişmesini dayatsa da kadın, doğal eşitlik mücadelesinden asla geri adım atmamalıdır. Asıl eşitlik ve toplumsal iyileşme işte o zaman sağlanacak, bataklık asıl o zaman kurutulmuş olacaktır. Kadın, demokratik siyasetin, toplumsal mücadelenin özgür öznesi olarak bunu sağlamada başrolü oynayacak, özgürlüğü soluyacak, iradeleşecek, örgütlü bir güç haline gelecek, soluduğu özgürlüğü, yaşamının her alanında, gecesinden, gündüzünden hissedecek, bunun tahammül edilen değil, doğal görülen bir durum olduğunu görecek, erkek de dönüşecek, toplum da dönüşecek. Yaratacağı bütünlüklü değişim ve dönüşüme bakıldığında çok rahatlıkla “özgürleşen ve güçlenen kadının çağını başlatması, sınıfsal ve ulusal kurtuluştan da önemli bir olgudur.”[4] diyebiliyoruz.

Erkek, kadın karşısındaki gücünü diğer birçok tarihsel, toplumsal etkinin yanında kadının güçsüzlüğünden, güçsüz bırakılışından, iradesizliğinden, iradesizleşitirilmesinden ve bunun sonucu bir çok şeyi kölece kabullenişinden alır. Erkeğin güçlü ve heybetli görünüşü kadının cüce bırakılmışlığından kaynaklıdır. Yoksa mevcut erkek koftur, her fırsatta “erkeklik” taslaması bu kofluğunu gizlemek içindir. Yeter ki kadın ayağa kalksın, bunu kendisi de deneyimleyecek, görecektir.

Erkek, kadınla dost olmak istiyorsa onun güçlenmesinden, iradeleşmesinde, özgürleşmesinden çekinmeyecek. Dostluğunu, dostluk arayışını sözle değil, eylem, duruş ve tercihleriyle gösterecek. İnsan, dostunun gücünden endişe eder mi? Hayır.

Eğer gerçekten dostsa, dost kalmak istiyorsa tabi! Bu anlamda özgürleşen kadının hem kendine, hem de gerçek dostlarına karakter kazandıracağına kuşku yoktur. Çirkinleştirilmiş yaşam ancak bu şekilde güzelleştirlebilecektir. Estetik de gerçek anlamda budur. Tanımı, güzellik teorisi olan estetik bu anlamıyla “kadın açısından varoluşsal bir konudur.”[5]

Kapitalist moda endüstrisine tutsak edilmeyecek derecede önemli ve değerli bir konudur. Yaşamın çirkinleştirildiği bir ortamda, makyajlanmış bedenlerle hangi çirkinlik saklanabilir? Kadın özgürlük devrimi bu anlamda da taşları yerli yerine oturtacaktır.

Bin yılların beslemesi olan cinsiyetçi ideoloji, kadın özgürlük mücadelesi ile birlikte tüm meşruiyet dayanaklarını bir bir yitirmeyle karşı karşıya bırakılmalıdır. Bu kolay bir mücadele süreci olmayacaktır. Yığınla engelle karşılaşılacaktır. Mücadele sulandırılmaya, özünden saptırılmaya, yolundan çıkarılmaya çalışılacaktır. Sağlam bir tarih bilinci ve özgün örgütlülük ve cins bilinciyle büyütülecek dayanışma ağları, karşılaşılan her zorluğun üstesinden gelmede güç verecek, güç tazeleyecektir.

Tarihte utanılası suçlar vardır. İnsanlığa karşı suçlarda bu kategoridedir, zaman aşımına uğramazlar. Kurumlar, devletler açısından meşruiyet gerekçesi olarak kabul edilirler. Sahicilikleri her ne kadar sorgulansa bile! Apartaid rejimi, soykırım, ırkçılık böyle anılır. Peki kadın cinsine yapılanlar ve hala farklı şekillerde gerçekleştirilen uygulamalar! Bunları nereye koymak lazım? Geçmişteki kimi insanlık suçlarından zaman zaman özür dileyen kurum ve devletler oluyor. beş bin yılı aşkın bir süredir, kadına, kadın iradesine yönelik topyekün ve kesintisiz saldırı insanlığa karşı bir suç örneği değil midir? Farklı bir tür ırkçılık, cinsiyet ırkçılığı değil midir? Kadın kırımı yalnızca fiziki kırımla mı sınırlıdır? Bin yıllarca süren bu iradesileştirme, yok sayma, yaşamın dışına atma pratiği en büyük, en kitlesel kırım olmuyor mu? Köleliğin daniskası kadının köleleştirilmesi değil midir? Bunun için kadın cinsinden özür dilendiği duyuldu mu? Bunu akıl eden, bundan utanç duyan bir uygarlıkçı suçlu ortaya çıktı mı? Hayır! Çünkü erkek koalisyonu, bir nevi suçlular ortaklığı olarak varlığını sürdürüyor. Cinsiyetçiliğin son bulmasının, sistemlerinin sarsılacağı anlamına geleceğini biliyorlar. Sorunu görünmez kılmaya, tarihi unutturmaya, eşitliğin zaten yasalarla sağlanmış olduğuna bizleri inandırmaya çalışmaları bu nedenledir.

Kadın özgürlük devrimi ile tüm bu maskeler bir bir düşürülecektir. Bunun farkında oldukları için kadın mücadelesini de sistemiçileştirmeye çalışıyorlar, çalışacaklardır. Örgütlü kadın mücadelesi işte bu nedenle düşünsel olarak net ve çok daha güçlü olmak zorundadır. Köksüz olmamalı ama yerele de hapsolmamalıdır. Enternasyonal ağlarını büyütmelidir. Kendi alternatif tarihini yeniden yazmalı, yaşamalı ve yaratmalıdır. Köleleştirilmesi uygarlığın eriştiği tüm sınırlardaydı, özgürlüğü de demokratik uygarlığın uzanacağı tüm sınırlarda olacaktır.

 

 

 

[1] Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu – III – Özgürlük Sosyolojisi
[2] Abdullah Öcalan, Bir Halkı Savunmak
[3] Abdullah Öcalan, Bir Halkı Savunmak
[4] Abdullah Öcalan, Toplumsal Cinsiyetçiliğin Özgürleştirilmesi
[5] Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu – III – Özgürlük Sosyolojisi
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.