Düşünce ve Kuram Dergisi

Demokratik Modernite Özünde, Kadın Uygarlık Paradigmasıdır

Gülizar İpek Bilek

Kapitalist Moderniteye Geçiş Süreci

Kapitalist modernite güçlerinin tüm saldırılarına rağmen, dünyanın dört bir yanında, öz bilinçlerinin ve kimliklerinin taşıdığı anlam gücüyle arayışlarını sürdüren ve direnmeye devam eden kadınların özgürlük mücadelesi, demokratik modernite paradigmasıyla, özünde yeni bir yaşamın ve alternatif bir sistemin kodlarını içinde taşımaktadır. Kapitalist modernite, 16.Yüzyıldan itibaren bir dünya sistemi olarak hegemonya sürecini başlatmıştır. Ancak, ilintili olarak, konunun daha geniş bir perspektifle tartışılmaya açılması ve anlaşılması açısından, neolitik dönemden kapitalist moderniteye geçiş sürecine kısa da olsa değinmek ön açıcı olacaktır.

Neolitik dönem, insanın ayrı bir tür olarak varlık kazanmasını sağlayan ve insanlığın varoluş koşulu olarak kabul edilen toplumsallığın, en gelişkin toplumsal sistem haline geldiği dönemdir ve toplumsallığın gelişiminde kadının rolü, insanın zekâ kapasitesi, simgesel dil ile toplumun ahlaki politik yapısı gibi birçok faktör etkili olmuştur. İnsan yaşamında rol oynayan iki zeka türü vardır. Bunlar, analitik ve duygusal zekalardır. Zamanla bu iki zeka türü arasındaki denge analitik zekanın lehine duygusal zekanın aleyhine rol oynayarak ve iki zeka arasındaki dengeyi bozmuştur. Bu durum iktidar kültürünün lehine sonuçlar üretimiştir halbu ki, her iki zekâ türü, insanın doğal gelişim evrelerinde genelde bir denge içinde olmuş ve toplumsallığın doğa ile uyumlu olmasını sağlamıştır.

Toplumsallaşmanın geliştiği neolitik dönemde, toplumsal yaşamın en önemli beslenme kaynakları toplayıcılık, tarım ve avcılık idi. Ve doğuruculuk, besleyicilik, yaşamsallık vb. birçok özelliği barındırması nedeniyle evcil bir düzene sahip olan ana kadın, toplumsal yaşamın esas sorumlusu ve yaşamın nasıl sürdürülmesi gerektiğini en iyi bilendi. Bu dönemde, animizm hakimdi ve kadına göre doğada olan her şey canlı ve zarar verilemez idi. Kadının doğayla uyumu muhteşemdi ve doğanın ona kendi rahminde büyüttüğü besinleri bahşetmesi de özünde bu uyumun sonucuydu. Bu bütünleşik yaşam, kadına önceleri toplayıcılık daha sonra da tarımsal işlerle uğraşma özelliği kazandırmış ve kadının etrafında toplanan bu birikim, zenginlik ve değer üretme merkezine dönüşmüştü.

Toplayıcılık ve tarımın yanı sıra avcılık da insan türünün beslenme ihtiyacını gidermesi ve varlığını koruyabilmesi açısından toplumsallığın gelişiminde önemli bir rol oynamıştır. Avcılık, milyonlarca yıl süren toplumsallaşma sürecinde büyük oranda erkeğe ait bir iş olmuştu. Başarıya ulaşmak için avın özellikleri ve avcının sahip olduğu imkanlar gibi birçok faktörü hesaba katmayı gerektiren avcılık faaliyeti, yüzbinlerce yıllık birikim sonucunda, analitik zekanın erkekte çok fazla gelişmesini sağlamıştır. Bu durum, erkeğin kişilik özelliğini ve karakterini etkileyerek, erkekte benlik duygusunun, sahip olma ve hükmetme dürtüsünün, emir-talimat otoritesinin ve özel mülkiyet fikriyatının baskın olduğu farklı bir kültürün oluşmasına neden olmuştur. Her iki zekâ türü arasındaki dengenin analitik zekanın lehine bozulması sonucu erkekte gelişen bu özellikler, ana kadına ait tüm toplumsal değerlerin gasp edilmesine ve zaman içerisinde gelişecek olan ataerkil ideolojinin yapı taşlarının döşenmesine zemin hazırlamıştır.

Toplumsallaşmanın ilk zamanlarında, ana kadın, doğayla iç içe olmayı gerektiren ve kan dökme ile şiddet içermeyen toplayıcılık ve tarım işleriyle uğraşması nedeniyle, otoritenin kişisel deneyim ile tecrübelere dayandığı ve zora dayanmadığı, hiç kimsenin birbiri üzerinde tahakküm kurmadığı, toplumdaki herkesin söz sahibi olduğu ahlaki-politik bir toplumun başat öznesi olmuş ve eşitlikçi, özgürlükçü ve hakikate dayalı bir yaşam inşa etmişti. Kan dökmeye, yaralamaya ve öldürmeye dayanan şiddet kullanmayı gerektiren avcılık ile uğraşan erkek ise analitik zekasının daha da güçlenmesi neticesinde, en güçlünün otorite olduğu ve tahakküm kurduğu hiyerarşik, iktidarcı bir kültür oluşturmuştur.

Bu kültürün toplumsal yaşama yansıması sonucunda, hiyerarşik iktidarın öznesi haline gelen erkek, her dem, komplolarla ve sinsi planlarla kadını tahakküm altına alma ve köle konuma düşürme arayışında olmuş; kadın ise hiyerarşiden uzak kalmış ve geliştirilen bu ataerkil sisteme karşı sürekli direniş göstermiştir ve erkek ile kadın arasındaki bu mücadele, mitolojik efsanelere bile konu olacak şekilde, bin yıllardır devam etmektedir. Örneğin; Sümer mitolojisinde, Enki’nin, yerleşik yaşamı ve toplumun ahlaki kültürünü devam ettirme niteliğinde olan 104 Me’yi, bin bir oyunla İnanna’dan çalması ve kadının tüm bilgi birikimine sahip olmaya çalışması şeklindeki söylence, özünde, tarihteki ilk büyük erkek-kadın savaşının anlatısıdır. Burada, Enki, kadın bilgeliğini ve toplumsal yaşam düzenini sağlama gücünü ortadan kaldırmak isteyen sinsi erkek iken; İnanna ise sinsi erkekle yüzyıllardır destansı bir şekilde mücadele edip baş eğmeyen kadının mitolojik simgesidir.

Bugün gelinen noktada, neolitik dönemde toplumsal yaşamın başat öznesi olan kadının daha fazla artık ürün isteyen erkek tarafından düşürüldüğünü söyleyebiliriz. Ataerkil sistemin kök salmasını, özellikle de Sümer tabletlerinde yer alan başka birçok mitolojik anlatıda da görebiliriz. Bununla birlikte, kadının düşürülmesi ve kutsal ana kültünden erkek kültüne ya da kadın tanrılardan erkek tanrılara geçiş süreci, Jineoloji’de dokuz bin yılda dokuz katman şeklinde ayrıntılı bir şekilde anlatılmıştır:

Birinci katman (M.Ö. 6000-4000), tanrıçaların, tek başına, gücünün doruğunda olduğu dönemdir. Sümerlerde Ninhursag, Babilde Gula Bau, Yukarı Mezopotamya’da Star (Sterk) bu katmanın güçlü tanrıça kültürünün temsilcileridir. İkinci katman (M.Ö 4000-2000); tanrıçaların, gücünü yanındaki oğul-eş-baba vb. bir erkek yardımcı tanrı ile paylaşmaya başladığı; ancak, amansız bir mücadele ile dengede olmayı başardığı dönemdir. Afrodit-Adonis, İştar-Dimuzi, Astarte-Baal, Hepat-Hepate, Kibele-Arttis, İsis-Osiris ikili tanrı hikayeleri bu denge durumunun yansımasıdır.

Üçüncü katman, M.Ö. 2000’lerde, gücü tek başına elinde bulunduran tanrıçalar çağının son bulduğu ve kadın köleliğinin inşa edilme sürecinin başladığı dönemdir. Özgür kadın kimliğinin ifadesi olan tanrıçalığın yitimi ve kadın etrafındaki yaşam değerlerinin gaspı bunda merkezi rol oynar. Dördüncü katman, tanrıça kültürünün yitiminden sonra belirgin olan erkek egemen aklın ürettiği kadın kimliği ile ataerkil topluma başkaldırmanın lanetlendiği dönemdir. Anlatılarda, bir taraftan eril sisteme karşı başkaldıran ilk kadın olduğu söylenen diğer taraftan da can alan bir iblis olarak tasvir edilen Lilith’in mücadelesi bu dönemin en belirgin yansımasıdır.

Beşinci katman, tanrının emriyle erkeğin kaburga kemiğinden yaratılan kadının eril sisteme biat ettirildiği dönemdir. Altıncı katman, erkek egemen aklın gelişip tamamıyla kurumsallaştığı ve artık erkek yaratımı tanrıçaların belirginleştiği dönemdir. Zeus ve Hera ikilisi bu dönemin en çarpıcı örneğidir.Tanrıçaların direngen damarları-kraliçelerin dönemi olarak adlandırılan yedinci katmanda, Nefertiti, VII. Kleopatra, Puduhepa, Semiramis; Belkız, Zenubya, Dido ve savaşçı Amazonlar gibi daha pek çok kraliçe, ana tanrıça inancının/kültürünün devamcıları olarak tarihte iz bırakmışlardır.

Sekizinci katman ‘Hazreti Kadınlar’ dönemi olarak ifade edilmektedir. Tek tanrılı dinlerin ilki olan Musevilikte Hz. İbrahim-Sara biraz daha eşit durumdalar. Musa-Mariam ikileminde Mariam şahsında kadın biraz daha güç kaybeder. Hz. Davut ve Hz. Süleyman zamanında, kadın artık sadece bir soy sürdürme aracıdır ve herhangi bir otoritesi yoktur. Hz. İsa-Meryem ikileminde ise Meryem derin bir sessizliğe gömülmüştür. Avrupa’da gelişen ve kendini bilimsel-felsefik düşünce devrimine dayandırarak rönesans, aydınlanma ve reform gibi atılımlarla hakikatin en güçlü ve son temsilcisi olduğunu iddia eden kapitalist modernitenin yaşamımızın her alanında hâkim olduğu ve kadının metalaştırıldığı son dört yüz yıldaki gelişmeler ise dokuzuncu katman olarak tanımlanmaktadır.

Özet olarak, dokuz bin yıllık süreç sonunda, kadının ana tanrıça döneminde oluşturduğu demokratik, özgür ve eşit yaşam, yerini erkek iktidarı ile hiyerarşinin baskın olduğu, köleliğin tanrısal bir buyruk sayıldığı, sınıfsal ve iktidarcı bir yaşam inşa edilmiştir. Bu yeni yaşamın inşa süreci, ilk olarak, üçüncü katmanda, Sümerli rahiplerin kadınların kutsal sayıldığı Zigguratları (tapınakları), eril ideolojinin geliştirildiği ve kadının düşürüldüğü mekanlara dönüştürmesiyle başlamıştır. Kısacası kadın düşürüldüğü bu yeni erkek egemenlikli, iktidarcı yaşam Sümerli rahipler tarafından tapınağın döl yatağında inşa edilmiştir.

Rahipler ile işbirlikçilerinin tapınaklarda oluşturduğu iktidarın kurumsal yapılara dönüşmesiyle de sınıfsal bir toplum gelişmiş ve muazzam bir ezen-ezilen sürecine girilmiştir. Gelişen devlet olgusuyla birlikte sömürü, baskı ve kurumsal otorite hâkim olmaya başlamış ve ezen kesim devletleşirken; ezilen kesim ise ezilmeye devam etmiştir. Bu süreçte din olgusunun fazlasıyla kullanılmasıyla da devletleşen iktidar tanrılaşmış; toplumun geriye kalanı ise bu devlete hizmet eden kullar olarak rollerini almışlardır.

Sümerli rahipler, yeni toplumun zihinsel dünyasını inşa ederken, önlerindeki tek engelin kadın ile kadın şahsında ahlaki politik toplum olduğunu ve kadını tam anlamıyla kendine yabancılaştırmadan toplumu değiştiremeyeceklerini çok iyi biliyorlardı. Bu nedenle, toplumu egemenlik altına alabilmek için ilk başta kadını hedef almış ve bütün sinsi planlarını kadın üzerinden tüm topluma uygulamışlardır. İktidarları güçlendikçe de kadını köleleştirmiş, birçok alandan uzaklaştırmış, değersizleştirmiş ve hakları ile birikimlerinin büyük kısmını elinden almıştır.

Kadının köleliği çocuklardan başlayarak erkeğin de köleliğine zemin hazırlamış ve ciddi bir kölelik dönemi başlamıştır. Ayrıca, kadını ve toplumu kutsallığı sorgulanamayan din aracılığıyla sadece fiziksel olarak değil; aynı zamanda zihinsel ve ruhsal olarak da köle haline getirmişlerdir. Uygarlık tarihi boyunca bütün eşitsizlik, sömürü ve köleleştirmenin kadın üzerinden insanlığa dayatıldığı bilinmektedir. Ancak, hiçbir uygarlık, kapitalist modernite kadar belirgin bir şekilde, kendini kadın bedeninin ve emeğinin sömürüsü üzerinden var etmemiş ve kurumsallaşmamıştır.

 

Kapitalist Modernitenin Kadın Üzerindeki Uygulamaları

Toplumun köleleştirilmesi ve özgürleşme mücadelesinin bastırılması; ancak toplumun ahlaki-politik yapısından koparılması ve kadın özgürlükçü, demokratik, eşitlikçi ve doğayla iç içe olan özüne yabancılaştırılması ile mümkündür. Bu nedenle, kapitalist modernite, üç sac ayağı olan ulus-devlet, kapitalizm ve endüstriyalizm üzerinden; toplumun hakikat ile bağını kopararak erkek egemen zihniyetin hâkim olduğu toplumsal bir düzen oluşturmuştur. Bu süreçte de tanrı devletinin en son ve en tehlikeli biçimi olan ulus-devlet ve bilimsel yöntem olarak pozitivizme ve ideolojik olarak liberalizme dayanan kapitalizm, kullandığı en önemli araçlar olmuştur.

Ulus-devlet ve kapitalizm, kadını değersizleştirerek etkisizleştirmiş ve kadın bedeni ile emeğini en gelişmiş sermaye ve iktidar aracı haline getirmiştir. Kadın, yaşamın dışına itilerek, nesnelleştirilerek ve bir meta haline getirilerek hakikatten fazlasıyla uzaklaştırılmış; emeği görünmez kılınarak ucuz işgücü olarak kullanılmış; iktidarların sermayesi büyüsün ve savaşları sürsün diye daha fazla çocuk doğurmaya zorlanmış, makinalaştırılmış ve doğayla bağı koparılarak eve hapsedilmiştir. Kısacası, Clara Zetkin’in de betimlediği gibi dünya erkeğin evi, ev ise kadının dünyası haline getirilmiştir. Bunun için de ideolojik, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlara yayılan özel savaş politikaları aracılığıyla toplumun tarihine, inancına, diline, kültürüne, kimliğine ve yaşam şekline tamamen müdahale edilmiş ve ciddi bir asimilasyon gerçekleştirilerek, toplum ahlaki-politik yapısından saptırılmıştır.

Toplumun özünden uzaklaştırılması için her türlü ahlaksızlık devreye konulmuş ve 3S (sanat, spor, seks) benzeri uğraşlarla toplum adeta uyuşturulmuştur. Özellikle de bilimcilik, cinsiyetçilik, dincilik ve milliyetçilik gibi argümanlarla, kadının zihinsel anlamda ve günlük yaşamda köleleştirilmesinin kural ve kaideleri oluşturularak kadın tahakküm altına alınmış ve bu tahakküm; devletin yasak, toplumun ayıp ve dinin günah hukuku, aile kavramı ve kadına yönelik şiddet gibi olgularla daha da sağlamlaştırılmıştır. Öyle ki kadın tarihinin ve kültürünün toplumsal hafızadan silinmesi ve toplumun hakikatinden uzaklaşması için özel çaba sergilenmiştir. Örneğin, pozitivist bilim eliyle yazılan birçok mitolojik kaynakta, tanrıçalar kötülenerek adeta günahların merkezine konulmuş; tanrılar ise kötü tanrıçaları yenen ve insanlığı kurtaran kahramanlar olarak tasvir edilerek kadın tarihi ters yüz edilmiştir. Hatta ataerkil mitolojilerin uydurduğu bu arkaik kadın kimliği, Avrupa’da, sapkın bir teolojik düşünce temelinde, ‘Cadı Avları’ adı altında binlerce kadının vahşi yöntemlerle katledilmesine neden olmuştur.

Dini, hukuki, ahlaki ve siyasi kural ve tutumlarla erkeğin egemen cins, kadının ise erkeğe ve devlete hizmet etmek zorunda kalan kölelere dönüştürüldüğü cinsiyetçi bir toplum inşa edilmiştir. Geliştirilen geleneksel aile modeli veya evlilik yapısı ile erkek, kadın üzerinde kurulan iktidarın ve sömürü düzeninin en büyük ortağı ve uygulayıcısı haline getirilmiştir. Ulus-devlet, uyguladığı cezasızlık politikaları ile dini ve siyasi söylemleriyle, aile ve evlilik adı altında, kadın özgürlüğünün kısıtlanmasında, kadına her türlü baskıyı kurmada ve kadın bedenini ve emeğini sömürmede erkeğe tanrısal ve dokunulmaz bir iktidar ve konfor alanı sağlamış ve kadının nasıl giyinmesi, kaç çocuk doğurması, nasıl hareket etmesi ve hatta konuşması gerektiğini erkek cinsi üzerinden dayatmıştır. Bu şekilde, kadın kendine yabancılaştırıp özünden uzaklaştırılmış, toplumdan ayrıştırılarak bireyselleştirilmiş, iradesi gasp edilmiş, mülkleştirilmiş, susturulmuş ve öz savunmasız bırakılmıştır.

Ulus-devletle birlikte, kadının söz ve irade sahibi olmaktan uzaklaştırılması ve öz savunmasız bırakılmasıyla başlayan süreç, endüstriyalizm üzerinden, kadının doğadan ve ekonomiden kopartılması ile devam etmiştir. Kadınla bütünleşik olan doğanın talan edilmesiyle, kadının eve hapsedilmesi ve dayatılan toplumsal roller gereği kadının ev içindeki yaşamla ilgilenmesi, kadının istihdam alanından uzaklaştırılması ve ücretsiz ev içi emekçiye dönüştürülmesiyle sonuçlanmıştır. İstihdam edilenler ise emeği değersizleştirilerek ucuz iş gücü olarak kullanılmış ya da bedeni nesneleştirilerek metaların kraliçesine dönüştürülmüştür. Sermaye erkek etrafında tekelleştikçe, yoksullaştırılan veya ekonomik olarak bağımlı hale getirilen kadın, baskıya ve sömürüye karşı daha da savunmasız hale gelmiştir.

Daha fazla artı değer ve sermaye, kapitalist modernitenin ruhudur. Geliştirdiği zorba ve sömürgen eril düzene toplumu biat ettirmek ve daha fazla güç ve daha çok sömürülecek alan elde etmek amacıyla, sürekli, kaos ortamı oluşturmuş ve toplumları savaşlarda kırımdan geçirmiştir. Ulus-devletlerin bu uğurda çıkardığı savaşlar toplumlarda siyasal, sosyal, kültürel, ekonomik ve ekolojik krizlerin ortaya çıkmasına ve her yönden büyük bir çöküşe neden olmuştur.

Kapitalist modernite, Ortadoğu merkezli üçüncü dünya savaşı ile Afganistan, Ukrayna, İran ve son olarak Filistin’de kadın bedeni ve emeği üzerindeki eril hegemonyasını yürütmeye devam etmektedir. Savaşların yaşandığı coğrafyanın tümünde, erkek şiddeti daha da artmış, kadınlar göçe zorlanmış ve savaş ganimeti olarak kadın bedeni ve emeği sömürülmüştür. Örneğin, Rojava’daki savaşın ilk zamanlarında, binlerce Êzîdî kadının DAİŞ gibi insanlık düşmanı barbar çeteler tarafından köle pazarlarında satılması, tecavüze uğraması veya eve hapsedilerek ücretsiz ev içi hizmetçi ya da seks kölesi yapılması; eril sistemin kadın bedenine ve emeğine yönelik savaşının en büyük ve en acı örnekleridir.

Bugün dünyada hâkim olan kapitalist sistem; toplumsal yaşamı yıkmakta, insanı kendi emeğine, kimliğine, topluma ve doğaya yabancılaştırmakta ve bireyi yalnızlaştırmaktadır. Toplumun ahlaki-politik yapısını yok ederek baştan sona ilkesiz bir yaşamı dayatan, toplumu tahakküm altına alan ve kendini savaş ve ölümle var eden kapitalist modernitenin tamamen kadının çok yönlü köleleştirilmesi üzerinden yapısallaşması; toplumun özüne dönme ve özgürleşme mücadelesinin ancak toplumsal hakikatten uzaklaştırılmış kadının özüne dönmesi ve kölelikten kurtulması ile mümkün olabileceği fikriyatını güçlendirmektedir. Bu bağlamda, kölelik düzenine dayalı tüm sömürü biçimlerine alternatif olarak demokratik modernite toplumlar için tam da bir kurtuluş reçetesidir.

 

Demokratik Modernite Temelinde ‘Jin, Jiyan, Azadî’ Perspektifi

Demokratik modernite, toplumu kontrol altına alan ve sömüren erkek egemen kapitalist moderniteye karşı ekonomik, ekolojik, ahlaki ve politik toplum unsurları ile sadece Kürt halkı için değil bütün halklar açısından, toplumun özüne döndüğü alternatif bir yaşamı ütopya olmaktan çıkaran bir paradigmadır. Devlet, dil, din, mezhep veya etnisite temelli ulus anlayışlarına ve ekonomi ile çevreyi krizlere uğratan kapitalizm ve endüstriyalizme karşı herkesin farklılıklarıyla barış içinde bir arada yaşayabildiği, sermayenin tekelleşmediği ve toplumun doğayla birlikteliğinin sağlandığı özgür, eşit, demokratik ve ekolojik yeni bir yaşam inşa etme amacını gütmektedir.

Demokratik modernite, özünde bir kadın uygarlığı paradigmasıdır. Bu nedenle, kendini, kadını tahakküm altına alan ‘erkek’ iktidarı, ‘ölüme’ neden olan savaşlar ve toplumun ‘köleleştirilmesi’ olguları üzerinden her seferinde yeniden şekillendirip var eden kapitalist modernitenin aksine; ‘kadın’ ((jin) iradesini, ahlaki-politik bir ‘yaşamın’ (Jiyan) ve toplumsal ‘özgürlüğün’ (azadî) kaynağı ve sürdürücü öznesi olarak tanımlamakta ve Jin, Jiyan, Azadî perspektifi ile her adımda kadının bilgeliğini, birikimini ve özgürlüğünü esas almaktadır. Nitekim erkek egemenlikli sistemin, kadının varlığı ve onun oluşturduğu değerler üzerinden tahakküm kurarak, toplumu köleleştirdiği göz önünde bulundurulduğunda; özgür bir toplumsal düzen oluşturmanın ancak kadının özgürleşmesiyle mümkün olabileceği açıktır.

Kadının özgürleşmesi kadın hakikatinin ortaya çıkarılmasına ve özgürlük bilinci ile iradesinin oluşturulmasına bağlıdır. Bu anlamda, özgürlük zihniyetinin toplumsal bir bedene dönüşebilmesi ve kadının özüne doğru yol alarak yani ‘xwebûn’ olarak öncü rolünü üstlenmesi şarttır ve bu durum, sadece demokratik modernite temelinde geliştirilecek bir zihniyet ve yaşam devrimi, yani hakikat devrimi ile mümkündür. Kadınların hakikati açığa çıkarma mücadelesi ve devrimini gerçekleştirme uğraşları bin yıllardır sürmektedir.

Günümüzde de kapitalist modernitenin dayattığı tüm tahakküm biçimlerinden kurtulmak isteyen kadınlar, halen, dünyanın her yerinde, emperyalist hegemonyaya, dinci-milliyetçi ama mutlaka da cinsiyetçi rejimlere karşı direnmeye, alanlarda yaşamları pahasına mücadele etmeye ve erkek egemen devletlere ve iktidarlara karşı yürüttükleri hakikat mücadelesini büyütmeye devam etmektedirler. Bu bağlamda, dünyada sömürülen, tahakküm altına alınan tüm kadınlar ve halklar için bir nefes, alternatif yeni bir yaşamın inşası için büyük bir umut olan Rojava Kadın Devrimi; kadın düşmanı IŞİD barbarlığını cesaretle yenen güzel kadınların yazdığı büyük bir destan olmasının yanı sıra demokratik modernite paradigmasının Jin, Jiyan, Azadî perspektifi temelinde vücut bulduğu tarihsel bir devrim pratiğidir.

Kadınların, ulus-devlet sisteminin kadın şahsında yarattığı toplum kırımına karşı Rojava’da bizzat geliştirdiği demokratik özerk sistem; ulus-devletli sistemin toplumun en derin noktasına nüfus eden gücünü sınırlandırmış ve bütün halkların, kimliklerin ve dillerin kendi rengiyle var olduğu, kadınların yaşamın bütün alanlarında irade olduğu, özgür ve adil bir toplumsal düzenin inşa edilmesine olanak sunmuştur. Erkek egemen sistemin kadın hakikatine karşı kaybedişinin muhakkak ki yakın tarihteki en belirgin örneği olan Rojava Kadın Devrimi, halkların bir devlete ihtiyaç duymadan, özgür bir şekilde, kendi kendini yönetebilecek iradeye sahip olduğunu ve sömürüsüz alternatif bir yaşamın mümkün olduğunu görünür kılması açısından değerlidir. Yine, Rojhilat’ta, 22 yaşındaki Jîna Emînî’’nin sırf saç tellerinin görünmesi nedeniyle ahlak polisi tarafından işkenceyle katledilmesi sonucu, rejimin dayattığı faşizmi kabul etmeyenlerin ve özgürlük talep edenlerin, kadın öncülüğünde alanlara dökülerek başlattığı isyan; halkların demokratik modernitenin sunduğu alternatif yaşama duyduğu özlemin yansımasıdır.

İlk önce Jîna şahsında haykırılan ve sonrasında toplumsallaşarak tüm dünyaya yayılan ‘Jin, Jiyan, Azadî’ söylemi ise toplumun özgürleşmesinin kadının özgürleşmesiyle mümkün olabileceğinin artık herkesçe kabul edildiğinin tespitidir. Dolayısıyla, ‘Jin, Jiyan, Azadî’ sözü, eylem ve etkinliklerde haykırılan kalıplaşmış bir slogan olarak görülmemeli; özgür bir toplumun ancak kadının hakikatini öğrenerek özgürleşmesiyle inşa edilebileceği fikriyatını esas alan ideolojik bir söylem, daha doğrusu bir yaşam felsefesi olarak değerlendirilmelidir. Çünkü, ‘Jin, Jiyan, Azadî’ perspektifi; demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü paradigmanın bir formülü olarak esasında tüm gerici, totaliter, ulus-devletçi kapitalist erkek egemen zihniyete karşı meydan okuyan ve dünya kadın özgürlük hareketleri açısından da önemli sonuçları olan büyük bir manifesto niteliğindedir ve toplumsal özgürlüğün “21.Yüzyıl kadın özgürlük yüzyılıdır” iddiasının rotasını oluşturmaktadır. Bu yüzden, kadınların Jineoloji (Kadınbilimi) bakış açısıyla gerçek tarihini açığa çıkarması; ‘Jin, Jiyan, Azadî’ perspektifini içselleştirerek yaşamında pratikleştirmesi ve bu temelde bir özgürlük ve mücadele bilinci oluşturması önemlidir. Ancak, erkek egemen sistem, geçmişten beri, kadının uyanışından ve hakikatleri öğrenmesinden fazlasıyla korkmuştur. Bu yüzden, kadına saldırısını her zaman daha derin ve kapsamlı yürütmüştür.

Ulus-devletler, savaş, baskı, şiddet ve birçok başka özel savaş politikalarıyla kadının bilinçlenmesini, örgütlenmesini, kendi hayatı hakkında karar sahibi olmasını ve özgürleşme yolunda adım atmasını engelleyerek kadını mücadelesizleştirmiş ve demokratik modernitenin en temel unsuru olan kadın özgürlüğünün ve direnişçiliğinin yeniden ortaya çıkmasını önlemeye çalışmıştır. Özellikle de eril zihniyetli devletlerle ve iktidarlarla çatışma halinde olan ve kadın mücadelesinde lokomotif görevi gören Kürt kadınlarının yoksullaştırılması, siyasi tutsak haline getirilmesi, fuhuşa ve uyuşturucuya sürüklenerek kişiliksizleştirilmeye çalışılması veya katledilmesi bu politikaların sonucudur. ‘Jin, Jiyan, Azadî’ felsefesinin yaşam bulması ve dünyaya yayılmasında büyük katkısı olan Jineoloji Akademisi üyesi, araştırmacı, gazeteci, Nagihan Akarsel’in ve bu uğurda mücadele eden birçok kadının erkek egemen zihniyet tarafından katledilmesi; Kürt kadınlarının özgürlük mücadelesinin yönelik en açık saldırılardandır. Karşı karşıya olduğumuz kadın kırımına varan erkek egemenlikli şiddete karşı mücadele etmemiz ancak ve ancak en meşru hakkımız olan öz savunmamızı gerçekleştirmemiz ile mümkündür ve örgütlülüğümüz de en güçlü öz savunmamızdır. Bu yüzden, kadınlar, kendilerine atfedilen her türlü duygu ve düşüncenin erkek egemenliği tarafından inşa edildiğini unutmayarak, kendi hayatları hakkında söz ve karar sahibi olmak ve özgürleşmek için her alanda bilinçlenmeli ve örgütlenmelidirler. Özellikle de kapitalist modernitenin kendilerine dayattığı pasif, tüketen, zayıf bir kadın kimliği reddetmeli ve demokratik modernitenin tanımladığı direngen, üretken, güçlü kadın kimliğine sahip çıkarak verili düşünce kalıplarını yıkmalı ve kurucu özne olarak yaşamı yeniden şekillendirme iradesi göstermelidirler.

Ataerkil sömürü sistemini hâkim kılmak amacıyla yürütülen ideolojik, siyasi, ekonomik, askeri ve benzeri bu açık ve gizli savaş yöntemlerine karşı, özgürlük mücadelesini demokratik, ekolojik mücadele ile beraber yürütmeli ve erkek egemen zihniyete karşı direnişini, ahlaki-politik toplumun yeniden inşa süreciyle iç içe bütünlüklü ve birbirini güçlendiren bir yerden örmelidirler. Kısacası, kadınlar, ‘Jin, Jiyan, Azadî’ perspektifi temelinde, 21.yüzyılı kadın yüzyılı yapma iddiası, inancı, inadı, kararlılığı ve direnişiyle erkek egemen kapitalist modernist sisteme karşı mücadelede özne olmalıdır.

 

 

 

Kaynakça
  • Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu, I.,II. ve IV. Ciltler

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.