“Gelenek neyse gelecek de odur denilir. Temeli yanlış örülen bir toplum, gereken düzeltmeyi yerinde ve zamanında yapmazsa içeriğine göre bir yıkılışı yaşayacaktır. Doğru tanımlanmayan bir tarih ve toplum da sürekli bir tehlike ve bunalım kaynağı olmaktan kurtulamayacaktır.”[1]
Bir uygarlık icadı olarak işbirlikçilik ve dolayısıyla ihanet, bin yıllardır halkların tarihinde minör ve majör sonuçlara sebep olan, etik açıdan bir dekadans pratiğidir. Tarihsel olarak ilk işbirlikçilik pratiğine Sümer kent devletlerinin uygarlık karşıtı kabileler ile kurduğu ilişkilerde rastlamaktayız. İlişkinin muhtevası kabilenin toplumsal değerlerinin aleyhine bir işbirlikçilik ve ihanettir. Çeşitli sebeplerle kabilelerinden kopararak surların içindeki kent yaşamına sığınmaya çalışan, aidiyet duyguları yaralanmış olan bu kabile kaçkınları gerektiği zaman ordu tarafından kabilelerine yönelik gerçekleştirilen işgal seferlerinde öncülük etmekten çekinmemişlerdir. Devletli uygarlık ile hakikat dünyaları parçalanan toplumlar, bir yabancılaşma sürecine düçar olurlar. Toplumsal hakikate yabancılaşma, işbirlikçiliğin ön koşulunu teşkil eder. Bu kendine ihanetle başlayan sonsuz bir süreçtir. Çünkü, kişinin öteki ile kurduğu ilişki, özde kendisiyle kurduğu ilişkinin birer yansımasıdır. Biz’e ihanet eden ilk ihanet pratiğini muhakkak kendisiyle deneyimlemiştir. “Çocukluk hayallerine ihanet” etmiştir mesela. İçi, vakti zamanda sırtını döndüğü ve her karşılaşmada durmadan hançerlediği kendiliğinin karanlık bir mezarlığıdır. Ve bu kötülük tohumu, boy verdiği yuvayı, kişiden geriye posası kalana dek arsızca oyar. Toplumsal gerçekliğinden vebadan kaçarcasına kaçan kişinin, tüm toplumsal aidiyetleriyle ilişkileri sorunsal bir hal alır. Ona gerçekliğini hatırlatan herkesten, her şeyden nefret eder. Toplumsal değerlerinden acımasızca intikam almasını önleyecek hiçbir ahlak ilke tanımamaktadır. Değerler skalasında önceliklerin yeri değişmiş, temel önceliği kişisel çıkarı olmuştur. Bütünü koparmış boşlukta sallanan bir parça olarak, o artık toplumsal hakikatin dile geldiği bir gerçeklik değildir. Yabancılaşmanın çok katmanlı atmosferinde, bir yanı öbür yana düşman olan bölünmüş bir kişilik türetmiştir.
Ezilen sömürülen toplumlardan işbirlikçi ve ihanetçi devşirmek hegemon güçler açısından vazgeçilmez bir metottur. Sömürgeleştirdikleri ülkelerde hakimiyetlerini tahkim etmek için yerel işbirlikçilere her daim ihtiyaçları vardır. Ruhunu şeytana satmış olan işbirlikçiler, sömürgecilerin karanlık, kirli çıkarlarına korumak adına kendi haklarının başına kraldan daha kral kesilirler. Can güvenlikleri de maddi çıkanlarının korunması karşılığında işkence, cinayet, cinsel istismar, yağma, dolandırıcılık vs. akla gelebilecek bütün kötülükleri kendi toplumlarını yapmaktan bir beis duymazlar. Sömürgecilerin kötü emelleri için biçilmiş kafta olan işbirlikçiler, toplumsal parçalanmanın ve iç çatışmanın aktörlüğüne soyunurlar. Kendilerini ispatlama motivasyonuyla sergiledikleri performans kurulduğu konforlu koltuğunda “iti ite kırma” oyununu izleyen sömürgecenin kendisine bile dudak uçuklatan cinstendir. İşbirlikçi, kendini aşmıştır. Zihinsel sömürü de katedilen mesafe ile sömürgecilikleştirilen toplumun düşman algısı dönüşüm geçirir. Düşman, uzaktaki yabancı değil tanıdık, kardeştir artık. İşbirlikçilik yoluyla düşman algısı içsel bir forma kavuşmuş olan bir toplumun toplumsal birliği kanayan yaraya dönüşür. Yani kabuk tutmayan dolayısıyla, iyileşmeyen bir yara.
Bütün ezilen toplumlarda işbirlikçi yıkıcı sonuçlara yol açsa da, hiçbir halkın tarihinde Kürtlerdeki kadar sınıfsal yapısal bir kimlik kazanmamıştır. Öyle ki Kürtlerin makus tarihinin başat unsuru olan işbirlikçik, bütün tarihi dönemeçlerde negatif bir iç faktörü olarak Kürtlere kaybettirmiştir. Adeta bir lanet gibi Med’lerden bugüne değin Kürtlerin başına musallat olmuştur. Son kralı Astiyag’ın, Harpagos’un ihanetine karşı büyük bir hiddetle haykırdığı trajik bir gerçekliğin sesi hala kulaklarımızda yankılanmaktadır. Nitekim Harpagos ihaneti, bir kralı tahttan indirmenin çok ötesinde Kürt halkının kaderini değiştiren nitelikte tarihi sonuçlar doğuran bir ihanet olmuştur.
Heredot “Tarih” kitabında büyük Med İmparatorluğu’nun trajik yıkılışını Astiyag’ın şu sarsıcı sözleriyle anlatır: “Ey alçak, bana ihanet ettin, krallığımın yıkılışını gerçekleştirdin. Bari kendin yerime geçseydin. Madem bunu yapmadın, hiç olmazsa krallığı Medlerde bıraksaydın. Neden alçakça götürüp Persli uşağımız Kyros’a teslim ettin?” der. Kürtler açısından güncelliğini hala koruyan bir sorundur. Ne Astiyag’ın zalim bir kral olması, ne de başka hiçbir gerçekçe Harpagos’un Med Konfederasyonunu Perslere altıntepside sunmasının haklı sebebi olabilir. Bu akla ziyan pratik, halklar tarihinde eşine az rastlanır ibretlik bir ihanet örneğidir. Kürdistan tarihinde ilk kez tüm aşiretler Med konfederasyonu çatısı altında birleşerek sınırların Mezopotamyadan Kızıldeniz’e uzanan bir imparatorluk kurarlar. Amma velakin Med Konfederasyonu, yabancı bir güce karşı yürüttüğü savaşta değil, bir iç ihanetle yıkılmıştır. Konfederasyonun parçalanmasından sonra bir daha belini doğrultamayan Kürtler, deyim yerindeyse evrensel tarihin dışına itilmişlerdir.
“Med aristokrasisi Perslerle ittifak halinde ikinci sıradaki konumlarına razı olarak varlıklarını sürdürürler. Geleneksel Kürt işbirlikçiliğinde önemli bir aşamadır.” Fakat Med-Pers ittifakı uzun ömürlü olmuyor. Pers aristokratları tarafından organize edilen bir saray komplosu ile Medler imparatorluğun tüm yönetim kademelerinden dışlanırlar. Med’lerin beyin gücünü temsil eden mag rahipleri, bilgin ve önderleri katledilir. Böylece başı koparılmış bir gövdeye dönüşen Kürtler, Pers İmparatorlugu’nun yayılma savaşlarının bir savaşçı gücü konumuna düşerler. Ve o gün bugündür Kürtler, başkalarının askerliğini yapmaktadırlar.
Med aşiret konfederasyonlarının çözülmesiyle toplumsal sistemin dağılmış olan Kürtler, dıştan gelen tehditleri ve yeni konjektöru yapısal bir bütünlük ile karşılamaktan yoksun bir pozisyona gerilemişlerdir. Beyin göçünü yitirmiş bir halkın xwebûn olma bilinci sakatlanır, o artık yabancı güçlerin tasarrufunda iktidar hırsının futuszuzca uygulandığı bir nesnedir. Kendi adına söz söyleme karar verme iradesini yitirmiştir. En büyük tehlike de toplumun savunmasız kalmasıdır. Yeraltı yerüstü zenginliklerine ve jeostratejik öneme sahip bir ülkenin savunma dinamiklerini parçalanmış olması egemen güçlerin işgal heveslerini kabartmıştır. Ne acı ki bu heves günümüzde de işbirlikçilik eliyle beslenmektedir.
İslamiyet Üzerinden Arap Asristokrarisine Benzeşme
İslamiyetin Kurdistan’a yayılma sürecinde de Kürt üst tabakası İslam’ın iktidarcı temsilcileriyle işbirlikçilik temelinde hızlı bir kaynaşmayı yaşanmıştır. Hz. Muhammed’in soyundan olduklarını iddia eden Kürt üst tabakası etnik kimliğinin inkarı pahasına edindikleri yeni toplum üstü statülerinin kutsallık halesi ile taşlandırmışlardır. Toplumsal hafızalarını ivedilikle resetleyerek büyük bir özentiyle Arapçayı ve Arap aristokrasisinin yaşam tarzını taklit etmişlerdir. Ortadoğu’da İslamiyet, diğer haklarda (Arap, Fars, Türk) iktidarsal temelde güçlü bir çıkışa olanak sunarken Kürtlerde üst tabakanın işbirlikçi konumu nedeniyle derin bir toplumsal bölünmeye ve tarihsel gerilemeye yol açmıştır. Bu noktada da problem, İslamiyetin kendisinden ziyade Kürtlerin onu karşılama biçiminden kaynaklanmaktadır. Kürt üst tabakası İslam dünyasını karanlık bir dogmatizme hapseden Sünni ve iktidar bloguna işbirlikçilik temelinde eklemleme yerine, İslamiyetin çıkışındaki demokratik değerler ile Mezopotamya’nın otantik kültürünün taşıyıcısı olan Kürt halkının ahlaki politik değerlerinin sentezinden oluşan üçüncü bir yolu seçmiş olsalardı İslamiyetin çıkışındaki demokratik damar bugüne daha güçlü taşınmış olurdu. Bu İslamiyet ve Kürtler adına güzel bir hikaye olabilirdi, ne yazık ki gerçekleşen tarihi, insanlığın aydınlık yüzünü delip geçmiştir.
Kürtlerin kolektif havzalarında derin izler bırakan işbirlikçilik ve ihanet, kendi toplumsal tarihlerine dair algılarını da şekillendirmemiştir. Öyle ki Kürtler tarihini direniş ve ihanet kavramları üzerinden değerlendirirler. Kategorik olarak birbirine zıt olan bu iki kavram, Kürtlerin zihniyet dünyasında iki ayrı yaşam felsefesine tekabül eder. Biri insanlığın aydınlık, diğer karanlık yüzü… Kürt semantiğinde bu iki güç arasındaki mücadele Zerdüştlükte ki Ahura Mazda ve Ehrimen arasında yürütülen savaşın maddi yaşamdaki karşılığıdır. Ve bu mücadele Ahura Mazda, yani aydınlık ve iyilik galip gelinceyedek sürecektir.
Tarihsel olarak rüştünü ispatlamış olan Kürt direnişçiliği her defasında dış saldırı ile değil işbirlikçi iç ihanet ile yenilgiye uğramıştır. Bu paradoks 19 ve 20. yüzyıldaki bütün Kürt isyanlarında bir kadersel döngü gibi kendini tekrarlamıştır. Kürtlerin bu zayıf halkasının farkında olan egemen güçler askeri yolla kıramadığı direnişi işbirlikçilik yoluyla kırma argümanı sık sık başvururlar. Somut örneklerle anlatmamızı genişletecek olursak: 1608 yılında Şah Abbas güçleri, Xanoyê Çengzêrin’in yönettiği Dımdım Kalesine saldırırlar. Bir yılı aşkın süren savaşta Dımdım kalesine direnişini kırmayan Şah güçleri büyük kayıplar verirler. Yenilginin eşiğine varan Şah güçlerinin imdadına Mahmut isimli bir hain yetişir. Dımdım kalesine eski bir savaşçı olan Mahmut özel yaşamındaki toplumsal ahlaka aykırı davranışları nedeniyle Xano Çengzêrin tarafından ceza olarak askeri faaliyetlerin dışına atılmış bir kişidir. Bütün kalenin seferber olduğu son savaşta da Mahmut direniş güçlerine dahil edilmemiştir. Direnişi dışında tutulan Mahmut tüm kale halkının sonunu getirecek bir ihanet pratiği sergiler. Kalenin gizli kanalına düşmana gösterir, Şah güçleri de kaleye giden tek su kanalını zehirleyerek kuşatma altında kaleyi susuz bırakırlar. Deyim yerindeyse, Dımdım kalesinin direnişçi halkına ikinci bir Kerbela yaşatılmıştır. Susuzluk kuşatmasını yaramayan Dımdım direnişçileri teslimiyeti kabul etmeyerek Kürdistan tarihinde emsalsiz bir direniş yolunu seçerler ve Dımdım kalesinin içinde yaşayan herkesle birlikte havaya uçururlar. Patlamadan günler sonra büyük bir korkuyla kaleye giden Şah güçleri kaleden tek bir canlıyı dahi sağ el ele geçirememişlerdir. Eril egosu incinmiş bir adamın bencilce intikam alma hırsı, kendi halkının yok oluşuna neden olmuştur. Mahmut’un akıl almaz aşağılık ihaneti, Şah’a bile tuhaf gelmiş olmalı ki ödülünü vermek için yanına çağırdığı Mahmut’u topun ağzına koyarak bir ateş topu gibi fırlatır. Mal-mülk ile maddi servete mazhar olma hayali kuran Mahmut alçakça ihanetinin mükafatını ibretlik bir ölüm ile alır. İhanetin dibi ve direnişin doruğu olarak, Dımdım kalesi, Kürt paradoksunu kristalleştiği bir an’dır.
Bir diğer örnek Mir Bedirxan isyanıdır. (1842) Osmanlı imparatorluğu sınırları içinde özek Kürt mirlik sisteminin en güçlü temsilcisi olan Bedirxan Beyin imparatorluğun Kürt mirliklerine özel statüsünü ortadan kaldırmak yönündeki merkezileşme politikalarını karşı Siverek’ten Urmiye’ye, Van’dan Musul’a kadar geniş bir coğrafyaya yayılan kapsamlı bir isyan başlatır. Devletleşmeye en yakın isyan olma potansiyeline sahip olan Mir Bedirxan ayaklanmasını askeri yolla bastıramayan Osmanlı içerde işbirlikçi arayşına girer. Bu arayış Berirxan Bey’in yeğeni ve ordu komutanı olan Yezdan Şerde karşılık bulur. İsyanın başkenti Cizre’nin savunmasından sorumlu olan Yezdan Şer Cizre Beyliği’nin kendisine verilmesi karşılığında Osmanlı ile anlaşarak Bedirxan Bey’e ihanet eder. Bedirxan Bey’in tutuklanmasıyla Kürt mirlerinin en büyük ve son isyanında bastırılmış olur. Mir Bedirxan isyanında aleyhte olan tüm iç ve dış faktörler Kürdün makus tarihinin tekerür için adeta el birliği etmişlerdir. Bu ibretlik ihanet örneğinde de yine şahsi ihtiraz ve ikbal uğruna bir halkın kaderiyle oynanmıştır. Mirlik sisteminin ortadan kaldırılması ile Kürdistan’daki siyasi otorite Şeyhlerin eline geçer. Şeyhlik, kurumsal olarak işbirlikçi bir karaktere sahip olmakla birlikte, dönemin Kürt isyanlarında öncülük misyonu yüklemek durumunda kalmıştır.
Bütün isyanlardaki ihanet pratikleri tek tek incelemek yerine ortak özellikleri ve arkasında yatan temel sosyo-psikolojik motivasyonu değerlendirmek daha verimli bir yöntem olacaktır. Yukarıda da vurgulandığı gibi bütün toplumlarda işbirlikçi, ihanetçi pratikler vuku bulmuştur. Ama halkın kaderini belirleme düzeyine varmamıştır. Kürtlerde bu kadar yaygın ve etkili olmasının arka planında toplumsal hakikati parçalamış bir tarih yatmaktadır. Ülkenin dört parçaya bölünmüş olması ve yüzyıllara yayılan sömürge halk konumu, kendi gerçekliğini yitiren bir gerçekliği doğurmuştur. Toplumsal bütünlüğünü yitiren parçalar, bütünü kemirerek kendini var etmeye başlar. Özdinamikleriyle kendilerini oluşturma kabiliyetinden yoksun olan insanlar, parazitler gibi başkalarının sırtından beslenmeyi bir yaşam tarzı olarak benimserler. Kurdistan’da patolojik, travmatik bir hal alan işbirlikçilik, psikanalizin de incelemesi gereken bir konudur artık. İşbirlikçilik ve ihanetten çok çekmiş olan Kürtler zengin bir deyim ve atasözü repertuvarına sahiptirler. iİhanetin en dokunaklı tasviri, “Kurmê darê ne ji darê be dar kurmî nabe”[2] atasözünde anlatılmıştır.
Kürt üst tabakasında geleneğe dönüşmüş olan işbirlikçi ve ihanet, Harpagostan bugüne en güçlü konuma Barzani ailesi ile ulaşmıştır. Özgürlük hareketinin yarım asra varan varlık ve özgürlük mücadelesi Kürtleri Ortadoğu’nun yeni denkleminde olmazsa olmaz bir konuma taşınmıştır. 21.Yüzyılda Kürtlerin denklemin dışında tutulmayacağını kabullenmek durumunda kalan hegemon güçler xwebun bilinciyle hareket eden özgür Kürtlere alternatif olarak, çıkarılanlarına uygun hareket eden en makul Kürtlere işbirlikçilere alan açmayı, imkan sunup yasal meşrutiyet sağlamayı tercih ettiler.
Nesiller boyu işbirlikçilikten kendini ispatlamış olan KDP bu plan çerçevesinde parlatıp piyasayı sürülmüş bir aparattır. Aile çıkarlarına tüm ulusal çıkar üstünde tutan Barzani, kendisini içilen zihinsel kapasitesini aşıyor olsa da büyük bir iştahla üzerine atılmıştır. Bu saikle hareket eden Barzani, Kürtler açısından kader tayin edici bu tarihi konjektörü Kürt halkının soykırımı pahasına kişisel rant sağlama temelinde kullanmaktadır. Nasıl ki 20.yüzyılın başında dört parçaya bölünen Kürdistan ile bölge dizayn edildi ise 21.yüzyılda da ikinci İsrail olarak kurgulanan Kürdistan ile Kürtler Ortadoğu’nun kördüğümü haline getirilmek istenmektedir. Bu kanlı plana göre Kürtler statüsüzlüğü de statüsü de Ortadoğu’yu sorun yumağı halinde tutacak şekilde tasarlanmıştır. Küçük olsun benim olsun mantığına sahip olan KDP Kürt halkının kaderiyle oynama hakkını kimlerden almaktadır? Kürtlerden almadığı kesin.
Bir kene gibi halkın kanından besleyen KDP, Kürt halkının tüm ulusal değerlerine egemenliğin pazarına sürmüş durumda ve bu pazarda satılmayacak değer yoktur. Kendi halkının “tatlı” ve “karlı” kanının tadına bir kere varmış olan bir daha iflah olmaz. KDP’nin çok enstrümanlı ihanet repertuarı o kadar geniş ki bu yazısının sınırlarına anlatım için yetersiz kaldığından başlı başına yazılması gereken bir konudur. Çok uzağa gitmeden yakın tarihe göz ucuyla şöyle bakmak bile insanı dehşete düşürmeye yetiyor. 2014 yılında Şengali savunmayarak insanlık düşmanı DAİŞ’in Ezidi halkını katletmesine, kız çocuklarını köle pazarlığı satmasının baş sorumlusu olan KDP, Kürt halkına utanç verici bir trajedi yaşattırdı. DAİŞ’e karşı ulusal bir direniş ile özgürleştirilen Rojava’ya yıllardır ambargo uygulayarak düşmanca bir tutum sergilemektedir. Yine Başurun işgalci güçlere peşkeş çekerek, onlarca köyün boşaltılmasında, yüzlerce Kürdün katledilmesine ve halkın kültürel soykırıma tabi tutulmasına sebep olarak işbirlikçiliğini farklı bir aşamaya taşınmıştır. Kendi halkına bu denli nefret ve düşmanlık hangi aklın ürünüdür? Bu nasıl bir akıl tutulmasıdır? Tüm toplumsal iadiyetlerini iskartaya çıkaran ve biz duygusunu yitiren salt bencilce bir “ben” ile kendini oluşturan sahte bir benlik ancak özgür ülke tercihini reddederek bir sömürge valisi konumuna gelebilir. Gözü kara bir iktidar hırsı ve özgür ülke korkusunun ikileminden bir hilkat garibesi doğurmuştur. Köleliği derinden içselleştirenler özgür düşünmeye dahi cesaret edemezler, çünkü özgürlük onlardan belirsizlik ve tedirginlik uyandıran bir duygudur. Özgürlük korkusu adeta bir kurt gibi içlerine kemirmektedir. Korkuyla örülmüş bu zihniyetin en büyük korkusu özgürlük olmaktadır. Çünkü nasıl özgür yaşayacaklarını bilmeyenler deneyimlerini yani bağımlı, işbirlikçi ilişkilerinin “güvenli limanı”na hemen demir atarlar.
Yoruma kapalı.