Düşünce ve Kuram Dergisi

İşbirlikçi Aristokrasiye Karşı Toplumsal Özü Korumak

Ali Fırat

Yazılı Tarihten itibaren Sümer Uygar Toplumuyla ilişkilerinde Kürtlerin prototipine sıkça rastlamaktayız. Sümerler, dayandıkları ana kaynaklar olmaları itibariyle Kuzey ve Doğu’daki dağlık bölge halkına halen de anlam ifade eden KURTİ, Batı’daki kabile halklarına ise AMORİTLER genellemesiyle karşılık verirlerdi. Kurti kelimesinin sözcük anlamı, ‘Dağlı Halk’tır. Kürt deyince günümüzde de ‘dağlılık’, temel bir özellik olarak çağrışım yapmaktadır. Aslında Sümer Döneminin Kurti’leriyle günümüz Kürti’leri arasında belki de ‘u’ harfi üzerindeki iki nokta farkı kadar bir fark vardır. Binlerce yıllık Kabile Kültürlü Kürtler, Kürt Halkı içinde halen ağır basan, Kabile Kürtleridir. Şehirlisi, ovalısı, sınıf ayrışması yaşayanı, devlet işbirlikçisi, devlet karşıtı olanı bolca vardır. Ama Ana Gövde Kürtlük, soyunu güçlü yaşayan Kürtlük, geleneksel Kabile özellikleri ağır basan Kürtlüktür, Ana Kabilesel Kürtlüktür. Şehirli, egemen sınıflı ve devletli Kürt, çoğunlukla ve geleneksel olarak Kürtlükten kopmuş, asimilasyona yatmış Geçiş Kürtlüğünü ifade eder. Gılgameş Destanı’ndaki ilk şehirli işbirlikçi Kurti olan Enkidu, belki de tüm şehirli, sınıflı ve iktidar işbirlikçisi Kurti’lerin ilk atasıdır. Destandaki Humbaba, Dağ Kurti’sidir. Enkidu, ihanet ettiği Humbaba’yı öldürmesi için Gılgameş’e âdeta yalvarır. Günümüzdeki işbirlikçi Kürti’yi ne de yaman çağrıştırıyor! Demek ki ikisi arasındaki fark, ‘u’ harfi üzerindeki noktalar kadar olabilir derken pek de haksız sayılmayız.

Kürt orijinli toplulukların yaşadıkları ilk ciddi toplumsal sorunları, Sümer Uygarlığına bağlamak mümkündür. Gılgameş Destanı zaten bu sorunlar üzerine kurgulanmıştır. Gerek El Ubeyd Hiyerarşik Kültürü (M.Ö. 4500-3500) gerekse Uruk Site Kültürü (M.Ö. 3500-3000), kendini sürekli olarak doğuya ve kuzeye doğru genişletmek durumundaydı. İlk Kentli, Sınıflı ve Devletli Kültür oluşumları olarak, yaşayabilmek için her iki yön üzerindeki Neolitik Toplumdan beslenmek zorundaydılar. Zorunluluk, çatışmayı beraberinde getirir. Gılgameş ve Enkidu ikilisi arasındaki ilişki, tarihte ilk ve tipik olan emperyal-sömürge ilişkisindeki sorunsalı ifade eder, yansıtır. Kürt orijinli topluluklar, Humbaba şahsında emperyal sömürgeci ilişkiye karşı direnişi temsil ederler. Sorunun temelinde, Neolitik Toplumdaki eşitlikçi ve özgür yaşamı, kentli, sınıflı ve devletli yaşama karşı korumak yatar. Enkidu, Uruk Kentine tutsak olarak getirilmekte, evcilleştirilmekte ve Kent Toplumu içinde, geldiği topluluklara karşı bir işbirlikçi olarak kullanılmaktadır.

M.Ö. 715’de ilk defa bir araya gelen kabile boyları, gevşek birlik oluştururlar. Asur ve Urartu baskılarının, onları, Kafkasya’dan gelen (tarihsel bir gelenek olsa gerek) ünlü İskit boylarıyla ittifaka yönelttiği ve kimi zaman İskitlerle çelişki yaşadıkları anlaşılmaktadır. Öncülük, zaman zaman el değiştirmektedir. Medler, yaklaşık üç yüz yıl süren bir direnişin ardından, önce Urartu saraylarını (yaklaşık M.Ö. 615’ler), hemen sonra Asur başkentini yakıp yıkarak, Mezopotamya’nın bu son iki güçlü uygarlığına da son vermişlerdir. Medlerin, Ekbatan adında (bugünkü İran’da Hemedan yakınlarında) ünlü bir başkent kurdukları ve etrafını yedi renkte yedi surla çevirdikleri söylenmektedir. Batıda sınırlarını Kızılırmak’a kadar büyütmüşler ve Frigyalılarla komşu olmuşlardır. Yakın akraba oldukları Pers kabileleriyle ilişkileri, egemenlik dönemlerinin kısa sürmesine neden olmuştur. Çok büyük çabayla inşa ettikleri ve üçyüz yıla yakın sürdürdükleri bir siyasi oluşumu, bir saray oyunuyla Fars Akameniş Hanedanlığına kaptırmışlardır. Astiyag’ın kızlarından birinden olma Kyros adlı bir Persli, sarayın askeri komutanı Harpagos’la anlaşarak, trajik bir saray darbesiyle son ihtiyar kral Astiyag’ı tahttan düşürmüştür.

Ben, tarihte bilinen ilk Kürt işbirlikçisinin Uruk Kralı Gılgameş’in ormandan getirip ormanlık alanlardaki işgalleri için bir ajan-işbirlikçi gibi kullandığı Enkidu olduğu kanısındayım. Yani Kürtlerdeki işbirlikçiliğin, ilk destanlara konu olacak kadar eski bir geçmişi vardır. Tabii her zaman olduğu gibi yine bir kadın aracılığıyla! Enkidu, özgür dağ havasını ve arkadaşlarını, bir tapınak rahibesinin aldatıcı tatlılığında ve şehvetinde kurban etmiştir. Bugünlere ne kadar da çok benziyor! Günümüzün işbirlikçi Kürt kişiliğinin, tarihsel olarak oluştuğunu, beş para etmez bir aile ve karısı için satmayacağı bir değer olamayacağını, bu yüzden gerçek soyluluk, politiklik ve bilgelikten, anlamlı ve zevkli yaşamdan (özgür yaşamdan geçer) uzak olduğunu ve dolayısıyla çok iğrenç yaşadığını iyi bilmek gerekir.

 

Mazdaik İnanç Sistemi, Aydınlık-Karanlık

Hiyerarşi ve uygarlık işbirlikçiliği geliştikçe Kabile Kültürünün parçalanması, kabile bilinç ve hareketinin bağrında özne-nesne ayrımının gelişmesi kaçınılmaz oldu. Sümer ideolojik hegemonyasını yansıtan bu bilinç hareketine karşı, geleneksel Ana-Tanrıça Kültürüyle (Star Tanrıça Kültürü) birlikte yenilikçi Mazda İnanç Hareketi gelişti. Mazdaik İnanç Sistemi, aydınlık-karanlık güçler ikilemine dayanmaktadır. Özü, Evrensel Diyalektik ikileme varmaktadır. Oluş için gerekli olan diyalektik tez-antitez hareketinin bilincine erişildiğini yansıtmaktadır. Bu yönüyle Sümer Mitolojisinin kaba icadı olan yaratıcı tanrı ve yaratılan kul ikileminin çok ilerisinde bir harekettir. Mazdaik inancın özü, Evrensel Diyalektiği esas almaktadır. Yaratıcı tanrı ve yaratılan kul-nesne ideolojisi, evrensel gerçekliği ifade etmediği gibi ilk defa insan bilincinde onarılması güç bir çarpıtmaya yol açmaktadır. Tüm dinlere özellikle tek tanrılı dinlere damgasını vuran bu bilinç hareketi, günümüze kadar gelen özne-nesne ayrımına dayalı zihniyet hareketlerinin temelini teşkil etmektedir. Çin’deki Taoculuk ve bazı Hint bilinç biçimleriyle birlikte Mazdaik bilinç, farklı bir zihniyeti temsil etmektedir. Bu zihniyette, yaratıcı-yaratılan ikilemi yerine, kendi kendini Oluşturan Diyalektik gelişmeye kapı aralanmaktadır.

Mazdaik inanç ve bilinç biçiminin devamı olan Zerdüşt bilinci ve hareketi, Özgür İnsan Ahlâkını mümkün kılmaktadır. Zerdüşt İnancı, yaratıcı tanrıyı sorgulayan ilk bilinç ve hareket biçimidir. Zerdüşt Geleneğinden günümüze kalan “Söyle, sen kimsin?” hitabı, yaratıcı tanrıyı sorgulayan felsefenin özünü teşkil etmektedir. İon Uygarlığı, Medlerden aldığı bu felsefeyi daha da geliştirerek, çağımıza damgasını vuran düşünce biçiminin temelini atmıştır. Tanrılardan kopuk, insanın özgücüne dayalı diyalektik düşünce biçiminin gelişimiyle birlikte özgürleşen insanın önü açılmıştır. Medlerin, son Sümer Uygarlık kökenli zalim Asur Uygarlığını yenmesi, büyük bir tarihsel adımdır. Medlerin, yaklaşık üç yüz yıl süren bu ahlâki ve politik bilinç hareketi, Asur’u yenilgiye uğratmalarının temel etkenidir. İon Uygarlığının önünü açan da bu tarihsel gelişmedir. Her iki hareketin, M.Ö. 600’lerde tarihe damgalarını vurmaları tesadüfî olmayıp, ancak birbirleriyle bağlantılı olarak ele alınmaları halinde doğru kavranabilir. Pers ve Sasani İmparatorluk hareketlerinin egemenliği altında, Med-Kürt unsurlarının ikinci plana düşmesiyle birlikte, Özgür Bilinç Hareketleri de darbe yedi. Daha geride kalan ilkel kabile ve aşiret bilinç formlarına kapanma yaşandı. Zerdüşti inanç ve bilinç, imparatorluğun savunma aracına dönüştükçe, özgürlükçü özünü yitirerek yozlaştı. Bu durum, İskender’in zaferinde (M.Ö. 330) kendini yansıtmıştır. Aristo’da en güçlü temsilini bulan İon Felsefesi, bu zaferde belirleyici olmuştur. Daha sonra gelişen Helenistik Uygarlık Aşaması (M.Ö. 300-M.S. 250), İon Felsefesinin üstün bilinç formuyla yakından bağlantılıdır. İlk defa Doğu-Batı Sentezinin gerçekleştiği bu aşamanın bilinci, daha sonra gelişen tüm inanç ve düşünce biçimlerine damgasını vurmuştur. Roma’nın yükselişinin ve imparatorluk kültünün, bu inanç ve düşüncelerin izinde geliştiği ve anlam bulduğu açıktır. Bu dönemde Kürt Uygarlık unsurlarıyla yakın bağ içindeki Komagene (Yukarı Fırat merkezli), Abgar (Orta Fırat-Urfa merkezli) ve Palmyra (Aşağı Fırat-Palmyra merkezli) Uygarlıkları, belli bir görkemi ifade ederler. Hem Roma’ya karşı direnirler hem de başarılı uzlaşmalarla bilinç hareketlerindeki yükselişlerini sürdürürler. Hıristiyan bilinç hareketi, bu dönemi sona erdirir.

 

İslâmi İktidarın Yeni Sınıf Düzeni

İktidar işbirlikçisi Kürt elitinin Araplaşma öyküsü hayli ilginçtir. Binlerce yıl işbirliği ettiği ve etnik açıdan akraba olduğu İran İmparatorluk Kültürü içinde dil ve kültür varlıklarını önemli oranda koruyan bu kesimin hızla Araplaşmayı seçmesi, sınıfsal oluşumuyla yakından bağlantılıdır. Araplaşma öncesi Kürt hiyerarşik önderleri, Kabile Kültürüyle hâlâ yakın bağ içindeydiler, aynı kabile ve aşiretin mensuplarıydı. Dolayısıyla sınıflaşma zayıftı. Çıkarları sınıflaşmadan ziyade, kabile ve aşiret içinde hiyerarşinin üst tabakası olarak kalmalarını daha yararlı ve gerekli kılıyordu. Aşiret kültürel bağlarını yitirip yalnız birey veya aile olarak yabancı hâkim hanedanlık kültürü içinde erimeleri, çıkarlarına uygun değildi. Böyle bir durumda her şeylerini yitirebilirlerdi. Önlerinde bunu kanıtlayan çok sayıda tarihsel örnek vardı. Kürt kabile ve aşiret gerçekliği, kendi kültürüne çok katı bir biçimde bağlı olup, dış güçlerle bütünleşmeyi ve asimilasyonu olanaksız veya istisnai kılıyordu. Bunun yanı sıra tarihsel olarak sınıflaşmanın maddi koşullarının fazla gelişmemiş olması ve en önemlisi, dıştan kaynaklı işgalci, fetihçi ve sömürgen istilalara karşı sürekli mücadele içinde olmaları, bunda önemli rol oynamıştı.

Arap Emevi Hanedanlığı’ndan kaynaklanan işgal döneminde, hem tarihsel hem de toplumsal bakımdan bir farklılaşma yaşanıyordu. İslâmi Sultayla birlikte Arap kabile üst tabakası, kendi kabilesinin alt tabakasından koparak hızla yeni bir egemen sınıf haline geliyordu. Derin bir sınıflaşma söz konusuydu. Emeviler Döneminde çok güçlü bir İslâm-Arap Aristokrasisi oluşmuştu. Ortadoğu Kültüründe ilk defa geleneksel köle-efendi ilişkisini aşan ve Avrupa’da daha sonra gelişecek olan serf-senyör ilişkisine benzeyen yeni türden bir bey-maraba (mevali) ilişkisi oluştu. Klasik köleliğe nazaran daha katlanılabilir sınıfsal ilişkilerin oluşumu, İslâmi Sulta’nın en önemli çıktısıdır. İslâmi İktidarın yeni sınıf düzeni söz konusudur. Bunun önderliğini yapan güç, Emevi Hanedanlığı’dır. Emevi hanedanları, kendilerine hizmet etmeleri için kısa süre içinde saraylarını Bizans ve Sasani saltanat artığı bürokratlar ve sınıfsal işbirlikçilerle doldurdular. Fethettikleri tüm kültürlerin üst tabakaları, bu Tarihsel-Toplumsal yeni sınıflaşmayı, kendi çıkarlarına son derece uygun bularak, işbirlikçi temelde de olsa hızla aristokratlaştılar. Bunlar, hâkim hanedan aristokrasisi ile çok sayıda evlilik bağı kurdular. Çocuklarını, resmi Arap dil ve kültürüyle eğittiler. Kendi kabile dil ve kültürlerinden bu sefer hızla uzaklaştılar. Eskiden çıkarlarına aykırı olan bu durum, yeni İslâmik Aristokrasi koşullarında son derece uygun gelmekteydi. Kaldı ki, tarihte de benzer örnekler çokça yaşanmıştı.

Ortadoğu’da Ortaçağın sonlarına doğru gelindiğinde, Kürt gerçekliğinin, İslâm Kültürüyle kurduğu ilişkiler, önemli sonuçlar doğurmuştur. Yaklaşık bin yıl süren bu ilişkilerin, olumlu ve olumsuz yönde etkileri olmuştur. Olumsuz yönü, Arap Dili ve Kültürünün asimilasyonist etkisidir. Araplaşma ve Arapçanın etkisi, yüzyıllarca sürmüştür. Bir sınıf olarak oluşan Kürt üst tabakası, halk kültüründen uzaklaşmış, geleneksel işbirlikçilikte mesafe kat etmiştir. Bu işbirlikçiliğini, 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı-Türk Hanedanlığı’yla daha da geliştirmiş, Ermeni ve Süryani halklarıyla zaman zaman çatışmalara girmiştir. Egemen işbirlikçi sınıf olarak, Kurmanc denilen kesimlerle kabile ve aşiretlerin yoksul tabakaları üzerinde baskı ve sömürüsünü geliştirmiştir. Olumlu yönleri, Halk-Kavim olarak Kürtlerin, bu dönemde ilk defa bu ismi resmen ve fiilen kullanmaları ve coğrafyalarına artık resmen Kürdistan denilmesidir. Özcesi, ülke ve halk ismi, bu dönemde kesinleşmiştir. Kürt dilinde edebi eserler yazılmıştır. Şerefxan’ın Kürdistan Tarihi, Ehmedê Xanî’nin Mem û Zîn’i, Feqiyê Teyran’ın şiirleri başta olmak üzere Kürtçe yazılmış birçok bilimsel ve edebi eser, bu dönemin ürünüdür. Kürt kabile ve aşiretlerinin kısmen çözülmesiyle birlikte Kurmanc kategorisi oluşmuş ve bunlar, birçok yerleşik köy ve kentin esas nüfusunu oluşturmuşlardır. Halklaşmanın belkemiği rolü, kabile ve aşiret üyelerinden giderek yeni serbest emekçiler haline gelen Kurmanclara geçmiştir. Sultanlık ve beyliklerin olumsuz olan iktidar, ekonomi ve ideoloji alanındaki tekelci hegemonyasına karşı başta Tasavvufi Tarikatlar, Alevilik ve Êzîdîlik olmak üzere Sivil Toplum Benzeri birçok yeni kategorik grup oluşmuştur. Tüm bunlar, demokratik içeriği güçlü olan kategorik gelişmelerdir. Özcesi, 19. yüzyıl başlarına gelindiğinde, Kürt gerçekliği, dünya genelinde yaşanan Toplumsal Kültür ve Kavim gerçeklerinden geri olmayıp oldukça ilerisindedir.

 

Kürdistan’ın Eyalet Statüsünün Daraltılması

Geleneksel Beylik Statüsü, 19. yüzyılın başlarında tehdit altına girmişti. Modernleşme zorunluluğunu duyan Osmanlı İmparatorluğu, özellikle Sultan İkinci Mahmut’la (1839) reform hareketlerine girişti. Reformlar, devletin yeniden düzenlenmesiyle ilgiliydi. Ulus-devlete doğru gidişte merkezî bürokrasinin, vergi ve ordu sisteminin yeniden düzenlenmesi, başta gelmekteydi. Reformlar karşısında Geleneksel Kürt Beylik Düzeni sürdürülemezdi. Vergi ve askerlik sistemlerini kabul etmek, Kürt beylikleri için varlıklarının sonu demekti. Yapacakları şey ya kendilerini lağvetmek ya da isyan etmekti. Süleymaniye merkezli olarak başlayan ilk beylik ve tarikat temelli isyan (1806 Babanzade Hanedanlığı ve Kadiri tarikatı), bu sürecin başlangıcını ifade eder. Süleymaniye’nin ilginç bir özelliği, Kürdistan’ın uç noktası olması, İran’ın içlerine yansıyan komşu kabile ve aşiretlerle ilişkisi ve güçlü bir entelektüel kapasiteye sahip aydınları barındırmasıdır. Ayrıca geleneksel Nakşi ve Kadiri tarikatlarının merkezlerindendir. Kürt beyliklerinin, dengelerle oynayarak siyaset yapma ustalıkları gelişmişti. Geleneksellik ile Modernitenin ilk karışımları, bu bölgede oluşmuştu. Yeni dünya hegemonu olan İngiltere İmparatorluğu’nun, ilk el attığı yerlerdendi. Kürtlük veya Kürt Hareketi, bu koşullar altında başladı. Dinî, milli, kabilesel ve aristokratik özelliklerin iç içe rol oynadığı bu hareket, yerel kalmaktan kurtulamadı. Geleneksel imparatorluk politikaları ve bastırma seferleri karşısında uzun süreli direnemedi. Ama bu hareket, yeni bir sürecin de başlaması anlamına geliyordu. Nitekim daha sonra kuzeye doğru peş peşe benzer hareketler baş gösterdi. Bunların belki de en önemlisi ve sonuncusu, Botan Emiri Bedirhan Bey önderliğindeki hareketti.

Özellikle Osmanlılara isyan eden Mısır örneğinden ders alan Bedirhan Bey, 1820’lerden itibaren beyliğini sürekli genişletti; modern bir devlet düzenine doğru taşımaya başladı. Erken bir Milli Hareket olma özelliği taşımaktaydı. Bastırılmasaydı, ulus-devlete doğru gelişebilirdi. Modern nitelemesine en yakın bir hareket olarak, Bedirhan Bey önderliği etrafında gelişen olaylar ve politikalar, günümüz açısından da oldukça ders verici niteliktedir. İngilizler, bölgede daha çok Süryanilere dayalı bir tampon oluşum yaratma peşindeydi. Tercihleri bu yönlüydü. Kuzeyden Rus Çarlığı, benzer bir tampon mekanizmasını Ermenilere dayanarak gerçekleştirmek istemekteydi. Osmanlı ve hatta İran İmparatorlukları ise, kendi merkezî otoritelerini yayma peşindeydiler. Kürtler, dört yönden kuşatmayı yaşamaktaydı. Kuşatmadaki farklılık, bu kez gelenlerin modern araçlar ve dürtülerle donanmış olmalarıydı. Bedirhan Bey’in seçenekleri olmakla birlikte sınırlıydı. Süryanileri hedeflemesi, stratejik bir hataydı. Ermenilerle ilişkileri iyi olmakla birlikte stratejik olmaktan uzaktı. En önemlisi, dayanabileceği hegemonik bir güçten yoksundu. Mısır örneği, İngiltere’ye dayalı olarak yeni bir ulus-devlete doğru gelişirken; Bedirhan Bey İsyanı karşısında yer alan İngiltere ve Rus İmparatorluğu, Osmanlı Sultanlığı’nı desteklemekteydi. İran’ın tavrı da olumsuzdu. Ayrıca içte gerilla tarzı bir ordu kuruluşuna geçememiş, askeri teşkilatlanması düzenli ordu anlayışını aşamamıştı. Uzun vadeli direniş için niyet ve hazırlıkları yoktu. Geleneksel ideoloji ve örgütlenmelerle hareket etmekteydi. Yasal bir düzenden ziyade emirlerle yönetimini sürdürmekteydi. Ailesi içinde de (Yezdanşêr) beylik konusunda çekişme vardı ve her an ihanete dönüşebilirdi. Tüm bu hususların yanı sıra en elverişli zamanda harekete geçememesi ve sultanın taktiklerine takılması, sonunu getirdi. 1847 yılı ilkbaharından itibaren şiddetlenen çatışma, Yezdanşêr’in ihanetiyle aynı yıl içinde bastırıldı. Batılı güçlerin desteğiyle bu çağdaşlığa en yakın Kürt Hareketinin bastırılması, olumsuz yönde stratejik sonuçlar doğurdu.

Geleneksel tarzda da olsa geniş bir özerkliğe sahip olan Kürt kültür kurumları, artık eski canlılıklarını sürdüremezlerdi. Merkezî bürokrasi, adım adım yerleşerek otoritesini her köşeye yaymaya çalışıyordu. Kürdistan’ın eyalet statüsü, gittikçe daraltılıyordu; 1860’larda da sona erdirildi ve Kürdistan, coğrafi bir terim olarak kaldı. Belki de Mitanniler ve Hititlerden (M.Ö.1600-1200) beri köklü bir geleneğe sahip olan Kürt Beylik Düzeni, artık sona ermiş gibiydi. Geriye kalan beylik artıkları, yaşam şanslarını modernleşmede arayacaklar, sömürgeci metropollere taşınarak varlıklarını Kürt işbirlikçileri olarak sürdürmeye çalışacaklardır. Bu konuda da hem Babanzadelerin hem de Bedirxanîlerin öyküleri, hayli ilginçtir. Bir yandan fırsat bulduklarında el altından isyan kışkırtıcılığı yaptılar diğer yandan hâkim ulus-devletlerin teşkilinde en etkili kadrolar olarak rol oynadılar. Gerek İmparatorluk gerekse Cumhuriyet kuruluşlarında bu yönde rol oynayan bu ailelere mensup çok sayıda kadro mevcuttur. Ayrıca İlkel Kürt Milliyetçiliğinin de babası rolündedirler. En çarpıcı örnek, Bedirhan Bey’in torunu Celadet Ali Bedirhan’ın hem ideolojik (gazete ve dergiler vb.) hem de örgütsel (başta Xoybun örgütü) yönden ilk milliyetçi çabalara öncülük etmesidir. Ayrıca dedesinin kuramadığı diplomatik ilişkileri geliştirmekte de ustadır. Batı dil ve kültürlerine hâkimiyeti kayda değerdir. Daha da ilginç olanı, kendisinden sonra gelecek olan tüm Kürt aristokrat çevre ve şahsiyetlerin model alacakları Kürtçülük politikasının temelini atmış olmasıdır. Kürtlük, Kürtçülük, artık bu çevre ve şahsiyetlerin elinde kendilerini ve ailelerini yaşatma aracına dönüştürülmüştür. Bütün pazarlıklar, kendi varlıklarını sürdürmeye dayalı olarak geliştirilmiştir. Bağımsızlıktan başlayan pazarlık, şahıslarını affettirmeye kadar indirgenmiştir. Bedirhan Bey’le başlayan bu yol, Celadet Ali Bedirhan’la bir model veya yöntem haline getirilmiştir. Celadet Ali Bedirhan aynı pazarlığı, Türkiye Cumhuriyeti üzerinden Mustafa Kemal’le de sürdürmeye çalışmıştır. Bu pazarlıkta Kürtlük, pazarlık koşulları gereği bazen çok pahalılaşmakta bazen de çok ucuzlamaktadır. Tarihsel, toplumsal ve programsal strateji ve taktiklerle yürütülen herhangi bir Kürtlük, Kürt toplumsal hareketliliği söz konusu değildir. Sınıfsallık ve ulusallık tam da bu noktada önem kazanmaktadır. Çağını doldurmuş sınıf karakterleri, bu şahısları, bu denli darlığa düşürür ve şahsi kaygılara iterken; gelişmemiş ulusal karakterleri, kendilerini ilkel ideoloji ve örgütlenmelerin aynı sonuca yol açan hareketlenmelerine götürmektedir.

Bu karakterler, bazen beyliklerin olgunluk döneminde yaşayan İdris-i Bitlisi ile karşılaştırılmaktadır. 16. yüzyılın başlarında hem Safevi hem de Osmanlı saraylarında etkili olan İdris-i Bitlisi, dönemin geçerli iktidarcı politik figürünü temsil etmektedir. Kendi bağımsız krallık rejimini kuramayan Kürt beylikleri, çıkışı, hegemonik güçlerin saraylarında aramaktadır. Önceleri Safevi Hanedanlığı’nın kuruluşunda etkin rolleri olan Kürt beylikleri, Şialığın resmi mezhep haline getirilmesiyle kendilerini tehdit altında hissettiler. Sünni mezhepten oluşları, onları Osmanlı Hanedanlığı ile işbirliğine yöneltti. Bunda önemli çıkarları vardı. İdris-i Bitlisi, bu yeni hanedan arayışının politik ve ideolojik mimarıdır. Kürdistan beyliklerinin büyük çoğunluğu, Osmanlı Hanedanlığı’yla eşit güçlerin ittifakına denk bir iktidar paylaşımında anlaştılar. Bu, koşulların uygun kıldığı gönüllü bir ittifaktı. Osmanlı iktidar sisteminde kendine özgü bir konumlanışları vardı. Kürt beylikleri, belki kendi aralarında çıkarabilecekleri bir beylerbeyiyle daha çok bağımsız olabilirler, gelecekte daha merkezî bir saltanat geliştirebilirlerdi. Ama unutmamak gerekir ki dönemin koşulları, çok sayıda saltanat rejiminden ziyade, birkaç hegemonik güce dayalı iktidar sistemlerini geçerli kılıyordu. Dönemin statükosu, kendini bu tarzda inşa ediyordu. Bağımsız krallıklar kural değil istisnaydı. Dolayısıyla İdris-i Bitlisi önderliğinde girişilen ittifak çalışmaları, dönemine göre uygun ve başarılıdır. Sakıncası, sonradan ortaya çıkacak olumlu ve olumsuz koşulları hesaba katmaması, konjonktürel kalmasıdır. İdris-i Bitlisi’nin konumu, 19. yüzyılda beylik sisteminin çöküşü sonrasında içine girilen tehlikeli işbirlikçilikle karşılaştırılamaz. Bu tarz bir karşılaştırma, dönemsel koşulları hesaba katmayan, dönemleri birbirine karıştıran hatalı bir analojiye dayanır.

 

Kürt Kültürel Varlığının Korunması ve Özgürleşme

19.yüzyılın başlarına kadar Kürtlerin statüsü, halk olarak Türkler veya Türkmenler ve Arapların statüsünün gerisinde değil daha da ilerisindedir. Asıl çöküş ve statü farklılaşması, 19. yüzyılda gelişmeye başlar. Beylikler Döneminin artık geçtiğinin anlaşılması, geriye kalan mirasçılarını, halk olarak Kürtler için herhangi bir statünün tanınması talebinde bulunmayarak hatta daha da olumsuz tutumlar içine girip geleneksel otonomi statüsünden de vazgeçerek, işbirlikçilik temelinde kendi şahsi ve ailevi çıkarlarını güvenceye alan bir model geliştirmeye zorlamıştır. Şüphesiz bunlar, bu yeni statüye gönüllülük temelinde girmiş değildirler. 16. yüzyılın başlarındaki koşullar, artık geçerli değildir. İsyan etmeye çalışmışlar, geleneksel statüde ısrar etmişler hatta daha ileri gidip bir devlet arayışına yönelmişlerdir. Ama sınıf karakterleri ve modern çağın koşulları gereği, bu çabalarında yenilgiyle karşılaşmaktan kurtulamamışlardır. Geriye kalan tek geçerli seçenek, yine sınıf karakterleri gereği, şahsi ikballerine ve ailesel çıkarlarına dayanan, Kürtlüğü ucuzlamış bir pazar metasına dönüştüren yeni ve tehlikeli bir işbirlikçilik türüne yönelmeleridir. Hâkim ulus-devletler de bu zaaflarını iyi değerlendirmişler, Kürt Toplumu üzerinde modern bir baskı ve sömürü rejimini geliştirmekte bunları, en etkili ve tehlikeli araç olarak kullanmışlardır. Bu kesimler, bir burjuva sınıf olmaya özenmişlerdir, halen özenmektedirler. Ama maddi koşullar, iktidarsal ve ekonomik bağlantıları, ideolojik ve örgütsel durumları, onların modern bir burjuva sınıf haline gelmelerine imkân tanımamaktadır. Kâmuran Ali Bedirhan’ın kendisi, belki de idealist bir milliyetçi olabilir. Fakat yaşadığı objektif gerçeklikler, ondaki bu idealleri kursağında kalan bir hevese dönüştürmüştür. Böyle olması, yine de içine girilen işbirlikçilik modelinin tehlikeli ve ihanete açık olmasına engel değildir. Nitekim balık baştan kokar misali bu model, günümüze kadar oldukça etkili olmuş, sanki normal bir toplumsal yaşam tarzıymış gibi tüm toplumsal sınıf ve tabakaları ve bunlardan çıkışlı kişilik karakterlerini belirlemede başrolü oynamıştır.

Kürt aristokratik geleneğini değerlendirirken Avrupalılarla hatta dünyanın herhangi bir köşesindeki örneklerle karıştırmamak ve karşılaştırmamak gerekir. Bu konuda kendine özgü bir konumlanma geliştirilmiştir. Bu aristokratik tabakanın rolü, Kürdistan ve Kürtler üzerinde ulus-devletlerin tahakkümünü ve kapitalist sömürü tarzlarını geçerli kılmada araçsal bir konuma indirgenmiştir. Bu konumlanma, son iki yüzyılda özenle, başta şiddet ve zorlama yoluyla, giderek tüm toplumsal alanların tahribini hedefleyen ‘özel ve örtülü soykırım’ yöntemleriyle Kürtlüğün tasfiye edilmesinde temel araç olarak değerlendirilmiştir. Aristokratik ve tarikatçı geleneklerin, Kürt gerçekliğinde ve hareketlerindeki yansımalarını değerlendirir ve özellikle Kapitalist Modernitenin hâkim unsurlarıyla ilişki modellerini çözümlerken, bu yönleri üzerinde ne kadar durulsa azdır. Konumları üzerinde derinliğine araştırmalar geliştirmek, ideolojik ve politik yansımalarını belirlemek büyük önem taşır.

Üst tabakanın mirası üzerinde düşünürken, yapılması gereken sadece kategorik ihanet yaftaları yapıştırmak değildir; kültürel soykırımdan geçirilmiş bir toplumsal gerçeklik karşısında tüm toplumsal tabakaların, sınıfların, onların kimlik ve kişilik özelliklerinin ne anlama geldiğini, ulusallık ve sınıfsallık bağlamında nasıl etkileyici olduklarını kavramaya çalışmaktır. Kürt Toplumu, normal bir toplum değildir ki onun için normal çözümlemeler geliştirelim. Yahudiler, yaşadıkları soykırım için ‘tekil’, ‘biricik’ kavramlarını ısrarla korur, benzersiz bir soykırım yaşadıklarında ısrar ederler. Kürtlerin yaşadığı soykırım için de benzer bir tanım yapılabilir. Örneği olmayan, ‘tekil’, ‘biricik’ olan bir kültürel soykırım yaşanmıştır, yaşanmaktadır. Dolayısıyla kendine özgü inceleme ve araştırmalara ihtiyaç vardır. Bu kapsamda kültürel soykırımın gerçekleşmesinde belirleyici bir konumu olan Kürt üst tabakasının mirası ve güncel uzantılarıyla değerlendirilmesi, Kürt Kültürel Varlığının Korunması ve Özgürleştirilmesi açısından hayati bir öneme sahiptir.

Beylik Sisteminin çökmesi, dinsel hiyerarşiyi ön plana çıkardı. Bedirhan Bey ve Yezdanşêr’in yenilgileri, 19.yüzyılın ikinci yarısında gittikçe güçlenen Şeyhlik Kurumunun inisiyatif kazanmasına ve toplumda önderlik rolüne soyunmasına yol açtı. Özellikle Nakşi ve Kadiri şeyhleri büyük önem kazandılar. Her iki tarikatın Kürdistan’da geleneksel olarak da güçlü konumlanışları vardır. Kürdistan’da iktidarın oluşum ve paylaşımında dinsel gelenek, büyük rol oynar. Kabile ve aşiret geleneğinin güçlü olması, dinsel geleneği sınırlarken, laik beylik oluşumlarını da yapısındaki eşitlik ve özgürlük nedeniyle sınırlandırmıştır. Kürdistan’da siyasal otorite, tarih boyunca bu üçlü yapı arasında paylaşılmış, aralarındaki denge bozulunca çekişme ve çatışmalar eksik olmamıştır. Hiçbir otorite kurumu, sistemden tümüyle tasfiye edilememiştir. Üst tabakalarda iktidar paylaşım kavgaları ve uzlaşmaları, bu kurumlar arasında yaşanırken, alt tabakalarda da uzantıları etkili olmuştur. Buna karşılık otoritenin demokratik paylaşımı, her üç kurum bünyesinde de varlığını hissettirmiştir. Mutlak iktidardan bahsedilemez. Demokratik geleneğin güçlü biçimde yaptığı sınırlandırmalar, hep var olagelmiştir. Her kurum, ancak taban kitlesiyle, demos’uyla varlığını sürdürebilmiştir. Zaman zaman kurumlardan biri öne çıkmışsa da demos’la birlikte dengeler hep gözetilmiştir.

Uzun süreli beylik inisiyatifleri, 19. yüzyılın ikinci yarısında önemli oranda kırılmıştır. Bu durum, şeyhlik kurumunca değerlendirilmiştir. Zaten beylik kurumuna en büyük darbeleri vuran Sultan İkinci Mahmut, Yeniçeri Ocağı’nı tasfiye ederken, resmi tarikatı olan Bektaşiliği de darbelemiş oldu. İkinci Mahmut, ortaya çıkan meşruiyet boşluğunu yeni bir tarikatla, Nakşilerle doldurmaya çalışmıştı. Bu dönemde Nakşi Tarikatında etkili olan Kürt Nakşi Şeyhleri ön plana çıktılar. Bunlardan Süleymaniyeli Mevlana Halit, 1826’da Yeniçerilerin ve Bektaşiliğin tasfiye edilmesinden sonra sistemin ekolünü öne çıkardığı en güçlü şeyhlerden biri oldu. Sultanlığın yeni işbirlikçileri olarak şeyhler, beylerin yerine ikame edildiler. Sarayda etkileri gün geçtikçe arttı. Kadiri Tarikatının da benzer bir rolü ön plana çıktı. Yine Kürt şeyhleri ön plandaydı. Çağdaş Kürt Hareketlerinde şeyhlerin rolü, çok az araştırılmıştır. Hâlbuki beylik ve aşiret kurumunun zayıflaması üzerine, sarayla yaptığı işbirliği nedeniyle hızla güçlenen ve inisiyatif kazanan kurum, şeyhlik kurumu olmuştur. Bunda, saray yönetimleri bilinçli hareket etmiştir. 19. ve 20.yüzyıllarda Kürdistan’da cemaat anlayışına dayalı toplumun gelişmesinde, tarikat kurumlarının rolü, belirleyici olmuştur. Fakat bu denli hızlı gelişmelerinde sarayla içine girdikleri bir nevi ajanlık olan işbirlikçilikleri önemli rol oynamıştır. Sistem, onları yeni meşrulaştırıcı güç olarak kullanmaktadır. Kendiliğinden oluşan sivil toplum kategorisine girmezler. Daha doğrusu, bu yönleri hep zayıf kalmıştır. Halk, şeyhlik kurumunun ajan ve işbirlikçi yönünü bilmemektedir. Bu yön, hep gizli tutulmuştur. Her iki yüzyılda da şeyhlerin esas rolü, beyliklerin sadakati yerine, kendi önderliklerinde yeni ve daha güçlü olan bir sadakati ikame etmek olmuştur. Tıpkı beylik aristokrasisinin, sistemin meşrulaştırılmasında ve sürdürülmesindeki rolüne benzer biçimde, tarikat şeyhlerinin de meşruiyet sağlanmasında ve sürdürülmesindeki rolleri, önemle araştırılmak ve açığa çıkarılmak durumundadır. Bu konuda da örnek bir olaya değinerek daha açıklayıcı olabiliriz. Şeyh Ubeydullah Hareketi, Osmanlı-Rus Savaşıyla (1877-1878) bağlantılı olarak gelişim göstermiştir. Osmanlıların, Ruslar karşısında güç duruma düşmesinden yararlanılmış, dış güçlerle olan çelişkilerinden yararlanılmaya çalışılmıştır. Ayrıca imparatorluktaki milli hareketlerden de etkilenilmiştir.

Kürt Toplumunda yeni gelişen beklentiler, dikkate alınmıştır. Hareket, sadece din adamlarının değil etkili diğer çevrelerin de desteğiyle kısa sürede büyümüştür. Merkezî bürokrasiden şikâyetler ve milli istekler, düzenlenen toplantılarda dile getirilmiş ve amaç kapsamına alınmıştır. Hareket, hem Osmanlı hem de İran Kürdistan’ının geniş bölümlerinde etkili olmuş ve askeri form kazanmıştır. Resmi bir devlete dönüşmesi için dönemin hegemonik güçlerinden birinin veya birkaçının desteği yeterli olacaktır. Ancak bu destek, gösterilmemiştir. İran ve Osmanlı devletlerinin, Batılı hegemon güçlerin tüm isteklerini kabul etmeleri, bu desteğin esirgenmesinde temel etken olmuştur.

Destek, Osmanlı ve İran devletlerinden yana gösterilince, bu büyük isyan hareketinin tasfiye edilmesi de kolay olmuştur. Sultan İkinci Abdülhamit döneminde meydana gelen bu hareketten sultanlık, önemli dersler çıkarmıştır. Bedirhan Bey ailesine uygulanan yöntem, aynen Ubeydullah Nehrî ailesi üzerinde de denenmiştir. İstanbul’a taşınıp, onlar aracılığıyla Kürtlerin bir kısmı kontrol altına alınmaya çalışılmıştır.

Abdülhamit Döneminde (1876-1909) Hamidiye Alayları, Rus Kazak Alayları modelinden esinlenerek geliştirilmiştir. Ermeni ve Kürt Hareketlerinin yol açtığı gelişmeler, imparatorluk bürokrasisini köklü tedbirler geliştirmeye yöneltmiştir. Birincisi, bir Ermeni-Kürt çelişkisinin geliştirilmesi ve kullanılması yönünde olmuştur. Aynı yöntem, Kürt-Süryani ilişkilerinde de denenmiştir. Yüzlerce değil binlerce yıl iç içe yaşayan bu halklar, Kapitalist Modernitenin yol açtığı kâr-kazanç hırsıyla birbirlerine karşı çelişkili hale getirilmişlerdir. Daha doğrusu, üst tabakaları arasında hegemonik güçlerden kaynaklanan çelişkiler kullanılmış, buna halklar da alet edilmiştir. Tarih, Bedirhan Bey’in Süryanilerle ittifaka gitmiş olması halinde, her iki halkın hakları ve özgürlüklerinde daha çok kazanım sağlayabileceklerini doğrulamaktadır. ‘Böl-yönet’ politikası, her iki tarafın kaybetmesi için özenle uygulanmıştır. İngiltere, bu politikada da başroldedir. O dönemin Irak operasyonu, bu yöntemlerle gerçekleştirilmektedir. Ermeni-Kürt ilişkilerinin tarihi, daha eskidir ve aralarında doğal bir işbölümü geliştirilmiştir. Ermeni zanaatçılığıyla Kürt ziraatçılığı birbirini beslemektedir. Din farkı, çelişki ve çatışma etkeni değildir. Ermeni Milliyetçiliğinin, tarihten ve Doğu’nun toplum gerçekliğinden kopuk hareketleri, Sultan’a kullanmak için ihtiyaç duyduğu ortamı sunmuştur. Ortak Vatan olarak değerlendirilmesi gereken Kürdistan; Süryani Hareketi örneğinde olduğu gibi tek milletli bir vatan projesi gereği saf bir Ermenistan olarak düşünülmüştür. Ulus-devlet ideolojisindeki en büyük tahribat, hep hâkim bir etnisiteyi veya ulusu esas almasıdır. Diğerleri ya azınlık ya da öteki ulus olarak yabancılaştırılacaktır. Mantığı bunu gerektirmektedir. Sonuç, kadim komşular olan ve iç içe yaşayan halklar ve kültürlerin birbirleriyle rekabet savaşına girmesidir. Aynı coğrafya parçası üzerinde taraflar, benzer milliyetçi idealar taşıdıkça, çatışmalar kaçınılmaz olmuştur. Kürt-Türk-Ermeni-Süryani ilişkilerindeki çatışmaların temelinde, ulus-devletçi milliyetçi mantık yatmaktadır. Böylesi bir çelişkiden yola çıkan Sultan Abdülhamit, 1892’den itibaren Kürt aşiretlerinden derlenen ‘Hamidiye Süvari Alayları’nı harekete geçirmiştir. Rus Çarlarının desteğine güvenen Ermeni milliyetçilerinin strateji ve taktikleri, Sultan’ın Kürt aşiretlerinden derlenen birlikleri karşısında başarısız kalmıştır. Hâlbuki Ermeniler, strateji ve taktiklerini komşu halklarla dostluk politikasına dayandırsalardı, Doğu’nun kaderini radikal biçimde dönüştürecek devrimsel gelişmelere yol açabilirlerdi. Rus Yahudilerinin, Rus Devrimi’nde oynadıkları rolün benzerini, Osmanlı Ermenileri oynayabilirlerdi. Burjuva milliyetçiliğinin köreltici, ayrılıkçı mantığı, bu yönlü gelişmelere şans tanımadı.

 

1970’ler, Kürtlerin Kökenini Belirleyebilmek İçin Karar Yıllarıydı

Cumhuriyet rejimine karşı gerici ayaklanmalar olarak yargılanmaya çalışılan 1925-1940 dönemindeki Kürt Hareketliliği, özünde Beyaz Türk Faşizmine karşı kendi varlığını savunma, Kürt kimliğinin tasfiye edilmesine karşı direnme amaçlıdır. Kürtler, halk olarak gerek Ulusal Kurtuluş Savaşına gerek Cumhuriyet’in kuruluşuna samimi olarak katılmışlardı. Asli unsur olarak katılımları, tüm önemli toplantı belgelerinde, Amasya Protokolü’nde, Erzurum ve Sivas Kongrelerinin belgelerinde, TBMM’nin birçok yasasında ve hatta 1921 tarihli Teşkilatı Esasiye Kanunu’nda belirtilmiştir. Ulusal Kurtuluş, Türk halkı için neyi ifade ediyorsa, Kürt halkı için de benzer bir anlam taşıyordu. Cumhuriyet, salt Türk etnisitesinin cumhuriyeti olarak değil başta Kürtler olmak üzere çoklu etnik yapılanmalara dayalı olarak inşa edilmiş, öyle anlamlandırılmıştı. Ayrıca emekçi ve İslami ümmet kimlikleri de kurucu kimlik sayılmaktaydı. Sovyetler’in destek verdiği açıktı. İttihatçı geleneğin, tek etnisiteye dayalı Türkçülük akımı, resmi ideoloji olarak benimsenince, diğer tüm kurucu unsurlar, kaçınılmaz olarak ötekileştirildi. En ufak hak talepleri, imhayla neticelendirildi. Kürt nüfusunun fazlalığı ve tasfiye edilmesinde yaşanabilecek güçlükler, Misak-ı Milli’den taviz verip Musul-Kerkük’ün İngiliz hegemonyasına terk edilmesinde ve İngiltere ile anlaşıp, Kürtlerin Varlık ve Hareket olarak tasfiye edilmelerine karar verilmesinde önemli rol oynadı. Almanya ile ittifak, Ermenilerin imhasında nasıl kullanıldıysa; İngiltere ile Musul-Kerkük konusundaki anlaşma da Kürtlerin imhasında öyle kullanıldı. Çokça iddia edildiği gibi Kürt isyanlarında dış güçler, desteklerini Kürtlerden yana değil Kürtlere karşı faşist rejimden yana kullandılar. Sovyet Rusya’nın desteği de buna dahildir.

Kürt İsyanları, Kürdistan’ın Kürtlere vatan olarak kalmaması için acımasızca ezildi. Cumhuriyet’in kuruluşunda yer almış bir halk ve vatanı gitmiş, yerine her şeyiyle ezilmesi ve yok sayılması gereken dilsiz ve vatansız, adı yasaklanmış, dağda karda yürürken ‘kart-kurt’ sesi çıkaran bazı vahşiler kalmıştı! Kapitalist hegemonik güç olan İngiltere, bu politikanın yakın işbirlikçisiydi. Hiç ses çıkarmadı, bu politikayı alttan destekledi. Zaten Musul-Kerkük petrollerine bu nedenle konmuştu. Türk devletinin Fransa’ya yakınlığı, laik ulus ve hukuk anlayışını benimsemesi, Fransa’nın bu insanlık dışı uygulamaları unutması için yeterliydi. Almanya zaten kurucu üyeydi. Rus reel sosyalistleri açısından, Beyaz Türkçülüğün Kürdistan’daki uygulamaları, gericiliğe karşı ilericiliğin zaferiydi! Doğu Kürdistan’daki Mahabad Kürt Cumhuriyeti de aynı politikanın kurbanı olmuştu. Kanıtlanan şey, kapitalist modernist güçlerin günlük çıkarları uğruna, bir halkın binlerce yıllık vatanını bir çırpıda feda edip yok saymaktan çekinmeyecekleriydi. Güney Kürdistan gerçekliği, soğuk savaş hesapları sonucunda ısıtıldı. Fiziksel de olsa varlığını koruyan Kürt halkının bilinç olarak da gelişip kaderine hükmetmesini önlemek ve sistemin ileri karakolu halinde tutmak amacıyla küçültülmüş bir Kürdistan hep yedekte tutuldu. Bu sefer çıkarları bunu gerektiriyordu. Irak Kürdistan’ı denilen olgu, tıpkı Helen ve Ermeni halklarının tarihsel vatanlarını kaybetmeleri karşılığında bir diyet borcu olarak kendilerine sunulmuş küçük vatan parçalarına mahkûm edilmelerine benzer biçimde gündeme getirildi.

Modern Kürt Ulusal Hareketinin geliştirilemeyişinin birinci köklü nedeni, Kürt üst tabakasının tarihsel oluşum tarzıyla ilgilidir. Med Konfederasyonu’nun yıkılışından beri bu tabakanın oluşum tarzında, bir çarpıklık söz konudur. Heredot Tarihi’nde, çöküşle ilgili şöyle bir öykü anlatılır: Medlerin son kralı Astiyag, kendisine ihanet eden Harpagos’a şöyle der: “Ey alçak, bana ihanet ettin, krallığımın yıkılışını gerçekleştirdin. Bari kendin yerime geçseydin. Madem bunu yapmadın, hiç olmazsa krallığı Medlerde bıraksaydın. Neden alçakça götürüp Persli uşağımız Kyros’a teslim ettin?” Öykünün gerçek olup olmadığını bilmiyoruz ama bu öykü, Kürt işbirlikçi üst tabakasının oluşumunu, gayet iyi dile getirmektedir. Üst tabaka unsurları, daima basit şahsi veya ailevi çıkarları uğruna iktidar erkini, kendi halkları üzerinde egemenlik kuranlara peşkeş çekmişlerdir. İstisnaları olmakla birlikte bu zihniyet ve tavır, günümüze kadar etkili olmuştur. Bunda, kabile ve aileler arasındaki rekabetlerin de rolü olsa gerek. Kürtlük zihniyetinde şahsi ve ailevi özellik, bencillik, tarih boyunca hep ön planda olmuştur. Pers ve Sasani İmparatorluğu’ndaki konumları da böyledir. Ortaçağda, İslami İktidar Döneminde koşullar çok elverişli olmasına rağmen, iktidar erkini, önce Emevi ve Abbasi, daha sonra Selçuklu, Akkoyunlu, Safevi ve Osmanlı Hanedanlarına peşkeş çekmişlerdir. Rahatlıkla merkezî bir sultanlık kurabilecek güçtedirler. Ehmedê Xanî, bunun özlemini mısralarında üzüntüyle yansıtmaktadır. Hatta Osmanlı Sultanı Yavuz Selim, İdris-i Bitlisi’ye, kendilerine bir beylerbeyi seçmelerini tavsiye etmektedir. Ama yirmi sekiz Kürt beyi, kendi aralarında anlaşamadıklarını söyler ve Yavuz’dan bizzat bir beylerbeyi atamasını isterler. 19. yüzyılda Bedirhan Bey’e stratejik darbeyi vuran, yeğeni Yezdanşêr’dir. Benzer birçok hareketin yaşadığı da aynı öyküdür. En son PKK olayında, onlarca kez yaşanan da bu öykünün kendisidir. Tasfiye hareketlerinin tümünde, aynı gerçeklik rolünü icra etmektedir.

İkinci köklü neden, birincisiyle bağlantılı olarak, üst tabaka unsurlarının dünya görüşü, program ve örgütleniş tarzıyla ilişkilidir. Bağımsızlık ve özgürlük, köklü olarak zihniyetlerinden silinmiştir. Dünyayı, katı bağımlılık penceresinden algılamaktadırlar. Bağımsızlık ve özgürlük, sanki onlara düşman gibidir. Biraz da böyledir. Çünkü mensubu oldukları Tarihsel-Toplumsal Kültüre ihanet ederek, o kültürün Özgür Yaşamına değer biçmeyerek ve yabancı kültürler içinde yaşamayı, çıkarlarına daha uygun bularak kendilerini oluşturmuşlardır.

Üçüncü köklü neden, yine ilk iki nedenle bağlantılı olarak, alt tabakanın daha da gerilemiş kabile ve aile formları içinde kalması, şahsi ve ailevi sorunlara ve bunlardan kaynaklı çatışmalara iyice boğulmasıdır. Vasat Kürt için namus, kendi bencil çıkarlarını ve ailesini korumaktan öteye gitmez. Büyüklerinden öğrendiği namus anlayışı, böyledir. Kendisi ve ailesinin namusunu, toplumun namusuna(namus=nomos=toplumsal kural=ahlâk) ve ahlâkına bağlamayı akıl etmez; ahlaki ilke ve tavır edinmez.

İkinci Dünya Savaşı sonrası Kürt Hareketleri, geçiş aşamasındaydılar. Üst tabakanın geleneksel önderliği yenilip tasfiye olmuştu. Geriye karamsar bir tablo bırakmıştı. Kürtlerin Varlığına ve Özgür Yaşam Arzularına ilişkin derin bir güvensizlik oluşmuştu. Belki de tarihte ilk defa yaşanan, kendine güvensizlik, inançsızlık söz konusuydu. Bir nevi Kızılderilileşme olgusuna dönüşme korkusu ve endişesi gelişmişti. Zaza ve Alevi Kürtlerde bu olgu, kendini daha çok yansıtıyordu.

Kürtlük, çağdaş anlamda doğmadan ölmüştü. Daha doğrusu üst tabaka somutunda, ‘ölü doğum’ gerçekleşmişti. Ulusal ve toplumsal kimliklerine asıl sahip çıkması gereken modern sınıf ve aydınlar, sahnede pek yoktu. Uygulanan katı asimilasyonist politikalar, sonuç vermişti. Kürtlükten vebadan kaçar gibi kaçan aydın geçinenler söz konusuydu. Halkın tüm derdi, fiziki varlığını sürdürebilmekti. Ortaya çıkan burjuvalaşma, Yahudilerinkinden çok daha dönek bir sınıflaşmaydı. Kürtlükten kaçtıkça para kazandıklarından, Pavlov’un köpekleri gibi bunun şartlanmasını yaşıyorlardı. 1970’lerin Kürdistan’ı ve Kürt Toplumu, kendileri hakkında idealleri kalmayan veya çok cılız inanç emareleri gösteren insanların memleketi ve toplumuydu. ‘Kuyruklu Kürt’ iftirası tutmuştu. Bu durumda herkes, ya kuyruklu olmadığına kendini inandırabilmek için Kürtlükten çıkmıştı ya da utangaç bir biçimde kuyruğunun olmadığını söylerken ikide bir arkasına bakmaktan da geri durmuyordu.

Burjuva Ulusal Hareketi oluşturması gereken sınıf, daha doğuşunda kendini Türk olarak tanımlamak zorundaydı. Entelektüelin konumu, Kürtlüğün inkârıyla yakından bağlantılıydı: Entelektüel, Kürt olmayandı. 1970’ler, Kürdistan’ın ve Kürtlerin, çağdaşlık doğrultusunun kökenini belirleyebilmek için karar gerektiren yıllardı. Hâlâ hatırımdadır: “Sömürge Kürdistan” kavramını ilk defa düşünceme ve yüreğime indirdiğimde bayılmıştım. Ev ortağım, büyük insan Haki Karer, o halimi gördüğünde, Kürt olmadığı halde, şahadete erişinceye kadar yeni oluşumun gerçek önderi gibi hareket etmekten asla çekinmedi. Yoldaşlığın gerçek timsaliydi. Hareketlerin rüşeym hali, rahme düşüşteki halden daha ağır zorluklarla yüklüdür. Biyolojik rüşeym hallerinin cinsel içgüdülerce belirlenmiş kanunları vardır. Kendilik, hükmünü icra eder. Sosyal Hareketler eğer toplumsal yaşamda iz bırakacak türdense, uzun süre ve çok zorlu geçen mekân koşullarında rahme düşmeyi bekler. Peygamber Geleneğindeki dağa çıkma, mağaraya çekilme sahnesi, tamamen peygamberlerin yol açacakları Sosyal Hareketin rahme düşme safhasını teşkil eder. Hz. Muhammed’in melek Cebrail’le ilk görüşmesi ve “Oku!” vahyini alması, sonrasında içine girdiği kendinden geçiş ve titreme nöbetleri, bu yüce anı ifade etmektedir.

Kurulu herhangi bir güce dayanmak, yeni doğuş anlamına gelmez. Ancak o gücün kurallarınca yaşam döngülerini tekrarlamaya yarar. İnanç güçlerine dogmatik bağlılıklar için de aynı hususlar geçerlidir. Hatta bilimsel düşünce doğrultusunda yol almak dahi yeni toplumsal hareket olmaya değil olsa olsa inandırıcı bir hatip olmaya götürür. 1970’lerin koşullarında Kürtler için köklü bir Özgürlük Hareketi olmaya karar vermek, tavuk civcivinden kartal yavrusuna dönüşme misali hem de etrafı kartalın düşmanlarınca dolu bir ortamda büyümek ve uçmaya yeltenmek demektir. Koşullar öyle bir kartal uçuşu gerektirir ki, hep yükseklerde seyredeceksin. Büyük şehitlerimizden Mazlum Doğan’ın şahsıma ilişkin bir belirlemesini, bu satırları yazarken hatırlamak durumunda kaldım. Şöyle dediğini duymuştum: “Arkadaşın yol yürüyüşü kartal uçuşuna benziyor. Hem de sürekli yükseklerde seyrederek uçuyor.”

Sonuç olarak şahsımda geliştirmek istediğim ideolojik, politik, örgütsel ve ahlaki çizgiyi oldukça netleştirdiğim kanısındayım. İdeolojiden kastım, devrimci zihniyet gerçekliğidir, yeni bir dünya ve evren paradigmasıdır. Büyük inanç ve düşünce boğuşmaları sonucunda evrenin işleyiş yasalarının özüne varılmıştır. Ortadoğu’da doğup gelişen hiyerarşik ve devletçi paradigmayı çözümlediğime inanıyorum. Avrupa Rönesans’ı sonrasında aşırılığa kaçan bireysellik ile Doğu toplumunda âdeta yok sayılan, aşırı eritilen bireyselliğin doğru bir toplumsal tanımlamada nasıl bütünleştirilebileceği ortaya konulmaya çalışılmıştır. Birey ile toplumun sağlıklı denge anlayışı gözetilmiştir. Ne bireycilik adına toplumdan ne de toplum adına birey olmaktan vazgeçilmiştir. Benim kat ettiğim bu teorik ve ideolojik yetkinliğe, iki yoldan eşlik edilebilir: Ya güvene dayalı, samimi ve alçakgönüllüce katılım ya da teorik öze ve ideolojik yetkinliğe yüksek bilinç çabasıyla bilerek katılım. Temel zihniyet gücümü kavramayanlar, buna saygı duymayanlar, mütevazıca ve yüksek performansta teorik katılım gösteremeyenlerle ortak zihniyette buluşmamız zordur. Burada katılım sağlanması gereken yüksek zihniyet sahipliğidir. Yoksa geri zihniyete prim vermek, sapmaya yol açar. Politik çizgimin doğal demokratik duruştan bilinçli ve eylemli demokratikleşmeye doğru büyük açılım gösterdiği ve halkla bütünleşmenin sağlandığı, anlaşılması gereken ikinci temel husustur. Tam kavramadan ve uğruna büyük pratik çaba sergilemeden içine girilecek politik üslup, er ya da geç tasfiyecilik biçiminde sahiplerini vuracaktır. Politika, çok yüksek duyarlılık ve terbiye isteyen bir sanattır. Yapının bu konudaki temel zaafı, rastgelelik, sürekli hassasiyetten uzak ve dinamik bir tutumdan yoksun tavırda ısrardır. Bu tarzda varılacak sonuç, erkenden kaybetme, tasfiyeciliğe ve ahbap çavuşluğa alet olmadır. Politikanın boşluk kaldırmadığı sürekli göz önüne getirilerek pratikle dolu yaşamak, başarı için esastır.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.