Düşünce ve Kuram Dergisi

Sürgün Politikaları ve Umut-Umutsuzluk Döngüsü

Cemile Turhallı

Giriş

Birey ve birey topluluklarının doğal ve/veya siyasi zor nedeniyle doğdukları, yaşam buldukları, kültürel, dinsel, dilsel ve etnik kimliklerinin oluştuğu coğrafyadan kopup yabancısı oldukları coğrafyalara yönelmesi sürgün ve göç ile tanımlanır. Bu iki kavram insan varlığının hem sosyal hem de politik yönünü yansıtır. İçerik bakımından göç, sosyal bir kavramken, sürgün politik bir kavramdır. Göç olaylarının nedeni doğal ve ekonomik iken, sürgünler politik hedeflere yöneliktir. Sürgün ve göç ile yerinden kopuş kendinden de kopuş anlamına gelir. Daha da ötesi kopuş, sadece eylemsel bir durum değil, aynı zamanda kimlikten kopuşu da içerir.

Göçler ve sürgünler sadece sosyal sonuçlar yaratmamaktadır. Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılışında görüldüğü üzere siyasal sonuçlar da yaratmıştır. Daha da ötesi göç, siyasal sistemleri de derinden etkilemiştir. Örneğin kavimler göçü sonrasında yaşanan işgal ve ilhak beraberinde merkezi otoritelerin oluşmasını ve güçlenmesi sonucunu yaratmıştır. Nüfusu dengeleme isteği, merkezi otoritelerin tahkim etme arzusu baskıcı rejimleri doğurmuştur. Güçlü merkezi otoritelerin oluşması özgürlüklere ve toplumsal gelişmelere ket vurmuştur.

Tahakküm, her bir varlığı kontrol altına alınmasını zorunlu gördüğünden oluşan sistem birçok toplumun, kültürün, inancın ve dilin yok olmasına sebebiyet vermiştir. Merkezi otoritenin mutlaklığı, üretim araçlarının, doğanın ve hatta insanın şiddet araçları vasıtasıyla kontrol altına alınması sonucu ile bir yıkıma dönüşmüştür. Mutlak ve merkezi otoriteler varlıklarını soykırımlar, istilalar ve emeğin sınırsız sömürüsü üzerine kurmuştur. Bu sömürü araçlarından en önemlisi de sürgün politikaları olmuştur.

 

A- Sürgün Nedir?

Sürgün, birey ya da bir topluluğun politik gerekçelerle doğduğu, yaşam bulduğu, kişiliğinin şekillendiği coğrafya ve sosyal alandan zor yolu ile koparılmasıdır.

Sürgün bazen tehcir, mübadele gibi tehlikeli olarak görülen tüm grup üyelerinin kitlesel ve kontrollü bir şekilde hakimiyet altında olan toprakların dışına gönderilmesi, bazen zorunlu iskan gibi hakimiyet altında olan coğrafyanın belli bölgelerine azınlık oluşturacak şekilde yerleştirilmeleri ve bazen de grup üyelerinin kendi yaşam alanlarını terk etmek zorunda kalmaları, topluluğun göçertilmesi şeklinde gerçekleşir. Sosyal, politik, inançsal, dilsel, etnik farklılığa sahip olan bu gruplar ve topluluklar ayrımcılık temelli saldırılar nedeniyle yaşam alanlarını kitlesel sürgünler ile ya da göçertilme ile terk etmek zorunda kalır.

Sürgün bireyin toplumsal ve politik kimliğine yönelik olarak bir cezalandırma aracı olarak hayata geçirilir. Çünkü insanların yaşadıkları coğrafyada oluşturduğu dilsel, inançsal gibi toplumsal kimlikler, bu kimlik ile iç içe geçen kültürler ve yaşam şekilleri bireyin kollektif bir varlık kazanmasına neden olmuştur. Bu yönüyle sürgün, kolektif kimlikleri dağıtmanın, belirsizlik içerisinde var olan tüm manevi değerleri ona unutturmanın mekandan uzaklaşmanın mekansız olarak yok olma ile iç içe geçtiği tahayülsüz bir gelecek yaratmanın araçlarından biri olmuştur.

 

a-Sürgün Şekilleri

Sürgün, daha çok kolektif kimliği cezalandırmanın aracı olarak bireysel sürgünler ve toplu sürgünler şeklinde hayata geçirilmiştir. Amaçlanan tehlike unsuru olarak görülen bireyin tehdit olmaktan çıkarılması ya da topluluk nüfusunun azaltılması veya dağıtılmasıdır. Tekil sürgünlerde birey üzerinden esas olarak ait olunan tebaaya ya da topluluğa caydırıcı bir mesaj verilir.

Kürt mirlerinin, aşiret ileri gelenlerin, etkin şahsiyetlerin yurt içinde veya dışında yaşam bulduğu coğrafi sınırların dışında zorunlu ikamete tabi tutulması, bireysel sürgün olarak ifade edilir. Buna karşılık etnik, dilsel veya dinsel kimlikleri nedeniyle toplulukların yaşam alanlarından koparılıp yabancısı oldukları topraklarda zorla iskânı ise toplu sürgün olarak değerlendirilir. Ermeni tehciri, Kürt aşiretlerinin zorunlu iskânı gibi.

Bireysel sürgünler daha çok iktidar çevresi içinde cereyan eder. Şehzadelerin, devrik kral ya da bakanların etkinlik alanlarından uzaklaştırılması tekil sürgün kavramı ile ifade edilir. Örneğin Şeyh Ubeydullahê Nehri’nin Mekke’ye sürgüne gönderilmesi gibi. Bunun dışında tekil gibi görünse de bireyin ait olduğu topluluğun da cezalandırıldığı sayısız sürgün örnekleri vardır. Örneğin Kürt Cizre Bohtan Miri Bedirxan Paşa’nın sürgüne gönderilmesi kendisiyle sınırlı olmamış, aile ve çevresiyle birlikte İstanbul’da zorunlu sürgüne tabi tutulmuştur. Ailenin cezalandırılmaması talebine karşı bu konu Meclis-i Has’ta (Bakanlar Kurulu) ele alınarak “Ne onları, ne benzerlerini ve yandaşlarını, ne de ailelerini orada bırakmak caizdir. Cümlesinin oralardaki köklerini kazımak şart olduğundan….”[1] şeklinde bir gerekçe ile toplu sürgünün katiyen affı olmayan bilinçli bir cezalandırma olarak tercih edildiği görülmektedir. Bunun yanında cumhuriyetin ilk yıllarında Kürt mir ve beyleri ile şeyh ve din adamlarının ayrı ayrı yerlerde toplu bir biçimde zorunlu iskâna tabi tutulmaları sosyal ve siyasi sonuçları olan toplu sürgün biçimleri olarak sürdürülmüştür. 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra da 550 Kürt beyi ve aşiret ileri gelenlerinin toplanıp Aydın ve Sivas’a sürgüne gönderilmesi toplu bir sürgün örneğidir.

İster tekil, ister toplu olsun, sürgün nihai sonuçta politik bir uygulamadır. Osmanlılar etnik, dinsel ya da mezhepsel kümelenmeleri engellemek amacıyla etnik/dinsel temizleme amaçlarını tehcir ile uygulamaya geçirmişlerdir. Bu toplu sürgün politikası Cumhuriyet Türkiye’sinde de değişik amaç ve biçimlerde de sürdürülmüştür. Türklük esasına dayalı yeni bir ulus yaratma amacıyla ağır bir kimlik siyaseti yürütülmüştür. Bu kimlik siyaseti nedeniyle bazı Kürt aşiretler kıyıma uğratılırken[2] bazıları da zorunlu iskâna tabi tutulmuşlardır.

Sürgün her ne kadar bireyin veya topluluğun doğrudan iradesi dışında zora dayalı bir şekilde yerinden koparılması şeklinde gerçekleşse de bazen de yurdun kaçınılmaz bir şekilde terki olarak gerçekleşmiştir. Örneğin Kenan ülkesini[3] istila edip Yahuda halkını Babil’e süren Nabukadnezar’ın bu uygulamasından korkup kaçan bazı kesimler Mısır’a sığınmıştır. Bu olay bazen göç ve sürgün arasında keskin bir ayrım yapılamadığını, sürgünün başka topluluklar üzerinde de caydırıcılığa neden olduğu ve toplulukları göçe zorladığını göstermektedir.

 

b- Baskılarla Sürgüne Zorlama

Sürgün esas olarak zor ile çözüm alınmaya çalışılan şiddet yöntemlerinden biri olmuştur. Bu uygulamanın esas muhatabı merkezi yönetimlere muhalif politik bir şahıs olduğu gibi kitleler de olabilmektedir. Politik ve muhalif olanın imhası için güvenli kontrol bölgesi oluşturulması ve bu kimliklerin uzaklaştırılması nihai hedeflerden biridir. Bu amaç etrafında gerçekleşen tehcir, zorunlu iskân da bu sistematik politikalar dâhilinde yürütülür. Ve her zaman insanları süngü zoruyla toplayıp yollara düşürmek gerekmez.

Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze kadar Kürtlerin yaşadığı bölgelerde ağır bir baskı rejimi uygulanmış, bu zulüm ortamından kurtulmak isteyen yüz binlerce insan batı illerine göçmüştür. Kürdistan’da uygulanmış ve uygulanmakta olan ağır baskı rejimi politik hedef olarak Kürtlerin kendi topraklarını terk edip başka alanlara göç etmesine matuf bir uygulama olmuştur. Bu durum “Kendi kendini sürgüne gönderme” olayı olarak tanımlanmıştır. Hiç kuşkusuz kendisini sürgüne göndermek zorunda kalan Kürdün kendi ulusal değerlerinden kopup asimilasyonu öngörülmüştür. Dolayısıyla sürgün kavramının içine asimile sözcüğünü de dâhil etmek gerekiyor.

 

c- Aç Bıraktırarak ve Yaşam Alanlarını Tahrip Ederek Sürgüne Zorlamak

Türkiye Cumhuriyeti, 100 yıllık tarihinde sadece siyasi ve askeri bir zor uygulamıştır. Kürtlerin cumhuriyetin kuruluşu ve yarım asırlık süreçte de nüfuslarının çoğunluğunu kırsal nüfus oluşturmaktaydı. Yaşanılan coğrafyanın “müstemleke tarz-ı idare (sömürge yönetimi)” ile yönetilmesi ekonomik bir kıyımın da yaşanmasına neden olmuştur. Ekonomisi tarıma ve hayvancılığa dayalı Kürdistan’ın Kürt köylüsü cumhuriyetin kuruluşundan başlayarak “Islah planları” çerçevesinde 90’lı yıllara kadar da ekonomik güçten yoksun bırakma stratejisiyle refah gelişimi engellenmiştir. Burada Kürt köylüsünün elinde üretim araçları, tıpkı Ermeniler ve Rumlara yapılan muameleye benzer bir uygulamaya tabi tutulmuş, 90’lı yıllarda aynı politikaların devamı olarak köylerinde binlerce koyun besleyebilecek kapasitedeki Kürtlerin evleri bir gecede tarumar edilip metropollere tehciri yapılmış, metropollerde karın tokluğuna çalışma zorunda bırakılan birer paryaya dönüştürülmüştür.[4] İktidar Kürdistan’da açık ve net bir biçimde sömürge politikaları uygulamış, bu politikalar sonucu sefalete düşen kitleler yeni yaşam alanları bulmaya yönelmiştir. Bunun sonucu olarak geçim sıkıntıları nedeniyle doğudan batıya doğru yoğun bir göç hareketi yaşanmıştır. Bu sinsice uygulanan bir sürgün biçimi olmuştur.

 

d- Katletme ve Cezalandırma Korkusuyla Göçertme

1980’lerden başlayarak günümüze kadar devam eden faili meçhul cinayetler, işkence ve kötü muamele, ağır cezai soruşturmalar nedeniyle milyonlarca Kürt sürgüne çıkmak zorunda kalmıştır.

Bu başlık altında söylenecek çok şey olsa da esas olarak şunu söyleyebiliriz. Cumhuriyet Türkiye’sinde toplu tehcir olayları sınırlı bir biçimde yaşanmıştır. Buna karşılık sinsi bir politika uygulanmış, milyonlarca Kürt yaşadığı coğrafyadan kopartılarak asimilasyon sürecine alınmıştır. Bunun sonucu olarak Kürtler kendi toplumsal dinamiklerinden koparılmış, toplum ve birey bilincinde onulmaz yaralar açılmıştır.

 

e-Göç ve Sürgün İlişkisi

İçerik bakımından göç, sosyal bir kavramken, sürgün politik bir kavramdır. Göç olaylarının nedeni doğal ve ekonomik iken, sürgünler politik hedeflere yöneliktir. Örneğin 1980’ler sonrasında yurtdışına kaçış biçiminde yaşanan göç, “Kendi kendinin göçmeni olmak, Kendi kendini sürgüne gönderme”[5] biçiminde tezahür etmiştir. Göç insanlığın ortak kaderidir. Tarihçiler ve antropologlar “İlk insan, iklim değişikliği nedeniyle Afrika savanalarından çıkıp dünyaya yayılmış ve böylece yaşam olanağı bulmuştur” diyor. İnsan türünün yaşam olanaklarına kavuşması bu göçe bağlanıyor. Hakeza insanlık tarihinde “Kavimler Göçü” olarak adlandırılan olaylar dizisi günümüz dünyasını şekillendirmiştir.

M.S. IV. yüzyıldan başlayıp yaklaşık dört yüz yıl süren “kavimler göçü” insanlığın bugünkü sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik altyapısını oluşturmuştur. Kavimler göçü özü itibariyle kavimlerin yurt edinme arayışı ve aynı zamanda kavimlerin yurtlarından edilme durumdur. Yurt edinme ve yurttan edilme insanlık tarihinde büyük yıkımlara ve dramatik olaylara neden olmuştur. Avrupa’da bu göçler kuzeyden güneye doğru Latin, Frank, Germen, Slav kavimler göçü biçiminde yaşanırken, Asya’da bu doğudan batıya doğru Hun, Moğol, Arap ve Pers istilaları biçiminde gerçekleşmiştir.

Küreselleşen dünyada kavimler göçü, hızlanarak devam etmektedir. Bu göç daha çok doğudan batıya doğru yaşanmaktadır. Göç olayları nedeniyle dünyanın politik dengesi sarsılmıştır. Göç nihayetinde yeni bir yurt edinme durumudur. Yeni yurt edinme arayışı beraberinde politik olaylar dizisini tetikliyor. Avrupa’da gelişen ırkçılığın nedenlerinden biri de budur.

 

f- Savaşın Yıkıcılığı, Göçertme ve Sonuçları

Ortadoğu’da bitmeyen savaşlar, yıkım ve ceberut rejimler zorunlu göç olayını tetiklemektedir. Yaşanan zorunlu göçlerin sonucu olarak göç alan ülkenin demografik yapısı da değişmekte göç veren ülke kadar göç alan ülke politikaları da etkilenmektedir. Ön görülmeyen bu demografik ve politik değişiklik, farklı boyutlarıyla istikrarsızlıklara neden olmaktadır. Büyüyen göç dalgaları sonucunda küresel barış ciddi bir tehditle karşı karşıya kalmaktadır.

 

B- Kürdistan’da Sürgün Politikaları

a-Osmanlı-Kürt İlişkilerinde Zorunlu Göçler ve Sürgünler

Osmanlı idaresi, etnik, dinsel veya mezhepsel kümelenmeleri engellemek amacıyla sürgün ve göçertme politikalarını belirli planlar dâhilinde uygulamıştır. Çoğunlukla bunu yerel toplulukları yerinde tutarak diğer etnik toplulukları kemerler halinde araya yerleştirerek ya da yerele merkezden yönetici atayarak uygulamıştır. Bunun dışında da demografik yapıyı dengede tutmak için başka halkları yaşadıkları coğrafyadan kopartarak başka halkların toprağına yerleştirmiştir. Örneğin Türkleri Balkanlar’a, Arapları da Kürdistan’a yerleştirmesi gibi.

Bugün Rojava toprakları içinde yaşamakta olan Şemmer aşireti köken olarak Suudi kökenli Arap bir aşirettir. Kürtlerin yaşadığı coğrafyada etnik açıdan nüfusu dengelemek için Şemmer aşiretinden yüz binlerce insan Musul-Haseki üzerinden Girê Sipî’ye kadar olan alana yerleştirilmiştir.

Şerri hükümlerle idare edilen Osmanlı’da devlete karşı suçlarda ceza şahsi değil, külli idi. Açık bir örnek verecek olursak, bir mülki amirin zulmüne dayanamayan halk “ihkak-ı hak adaleti” kendi eliyle gerçekleştirmesi halinde toplu bir biçimde cezalandırılıyordu. 300 yıl kadar süren Celali isyanlarında da uygulanan yöntem bu olmuştur. Yine Şii/Safevi taraftarları denilerek Yavuz Selim’in Dersim ve Erzincan’da 70 bin Aleviyi kılıçtan geçirmesi külli cezalandırma biçimidir.

 

b-Osmanlı’nın Son Döneminde Kürt Tehciri ve Göçertme Politikaları

93 Harbi’nden (1877-78) sonra Rusya sınırına yakın Erzurum, Erzincan, Bitlis ve Van bölgelerinde yaşayan ve göç ettirilen Kürtler Ankara, Kırşehir, Yozgat ve Çorum gibi illere yerleştirilirken, Türkler Diyarbakır, Halep, Mardin, Siverek, Çüngüş gibi Kürt illerine yerleştirilmişlerdir. Bu, Kürtleri asimile etmeye yönelik ikili bir politika olarak hayata geçirilmiştir. Yine bu ikili politikanın sonucu olarak Türkler “iskân-ı muvakkat” statüye tabi tutulurken Kürtler “iskân-ı kati” yani zorunlu ve sürekli iskâna tabi tutulmuşlardır. Türk mültecilerin topraklarına geri dönüşü savaşın sonucuna bağlanırken Kürt iskâncılar için böyle bir durum öngörülmemiştir. Yürürlüğe konulan talimatnamelerle[6] bu ikili hukuk yasal olarak da sürdürülmüştür. Talimatnamenin 12. ve 13. maddeleri etnik kimliğe açıkça vurgu yaparak şunu düzenlemeyi içermektedir.

“Kürt mültecileri, miktarı üç yüzü aşmayacak …… oralarda da genel nüfusun yüzde beşini aşmayacak şekilde dağınık iskân olunacaktır.

“Aşiret reisleri ile şeyh, molla ve nüfuzlu kişiler ……bir daha ilişkide bulunamayacak bir şekilde ayrı ayrı ve aşiret fertlerinden uzak yerlerde iskân olunacaktır. Reisler ve şeyhler ile nüfuzlu kişiler tercihen şehir ve kasabalarda yerleştirilip hükümetin nezareti altında bulundurulacaktır.”

Ağustos 1916 tarihinde Dahiliye Nezareti, Rusların Muş ve Bitlis’ten geri çekilmesi sonrasında memleketine dönmek isteyen Kürtlerin geri dönüşünün talimatname hükümlerine aykırı olduğu gerekçesiyle engellenmesini emretmiştir.[7]

Görüldüğü üzere Osmanlı hükümetini elinde bulunduran İttihatçı elitler, Ruslara karşı savaşa katıldığı halde savaş sonrası Kürtlerin sürgününü zorunlu ve kalıcı bir hale dönüştürerek onları azınlıkta bırakarak güç kazanmalarını engellemek istemiştir. Osmanlı’da din kardeşliği aynen böyle uygulanmıştır.

 

b-Cumhuriyet Türkiye’sindeki Süreç

Osmanlı devletinin bakiyesi üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti devraldığı Kürt sürgün politikalarını artırarak sürdürmüştür. Türk ırkçı-milliyetçiliği sürgünlerle yetinmemiş, isyanları gerekçe yaparak ırkçı-asimilasyoncu politikasını katliamlar düzeyine çıkarmıştır.

Osmanlı devletinin ayrımcı politikalarını sürdüren ve yeni cumhuriyetin kuruluşu birlikte Kürt karşıtı politikaların ittihatçı aklın ürünü milliyetçilik ideolojisi etrafında ören elitlerin günümüze kadar tekrarlana gelen politikalarından sürgün de Kürtleri cezalandırmanın ve nüfusu kontrol altına almanın bir aracı olmuştur.

Yunanistan ve Bulgaristan ile yapılan mübadele anlaşmaları sonucu Kürt vilayetlerinde Kürtlerin arazisini istimlak ederek başta Diyarbakır merkez ve ilçeleri olmak üzere Balkan Türkleri Elazığ, Muş, Bitlis ve Mardin vilayetlerine yerleştirilmiştir.

Diğer taraftan Dersim, Erzincan, Palu-Elaziz ve Ağrı vilayetlerinde toplu katliamlar yapılmış, yerel halkı topraklarından sürmüştür. Bu politika Maraş ve Çorum katliamları ile bu politika 1980’lere kadar aralıklarla sürdürülmüştür.

1984’te başlayan gerilla hareketinin gelişmesiyle birlikte 5 bin Kürt köyü yakılıp yıkılmış, 5 milyon insan topraklarından sürülmüş ve metropollere göçertilmiştir. Yine yaşanan savaş, baskı ve faili meçhul cinayetlerin sonucu olarak 2 milyonu[8] aşkın Kürt Avrupa’ya sürgüne çıkmıştır.

12 Eylül 1980’lerden başlayarak günümüze kadar devam eden faili meçhul cinayetler, işkence ve ağır cezai soruşturmalar nedeniyle yurtdışına çıkan milyonlarca Kürt de aslında sürgüne çıkmak zorunda kalmıştır.

Kürdistan’da köylerin boşaltılması, doğudan batıya ve Avrupa’ya doğru yaşanan göç hareketi Kürdistan’ın sosyolojik yapısını da değiştirmiştir. Türkiye İstatistik Kurumu’nun verilerine göre 1970’lerin ortalarına kadar Kürt coğrafyasında köylülük oranı yüzde 67-70’ler civarında iken bugün yüzde 20’lere kadar gerilemiştir. Yaşanan göç ve yıkım sebebiyle toplumun ve bireylerin yaşam biçimi, ilişkileri başka bir biçimde şekillenmiştir.

 

C- Kürt Sürgünlerin Ortaya Çıkışı

Avrupa’daki Kürt sürgün topluluğu birden fazla göç dalgaları üzerinden şekillenmiştir. Birinci dalga, 1960’ların başında başlayan işçi göçü, ikinci dalga 1970’lerin ortasından itibaren süregelen siyasi ve zorunlu göçler, üçüncü dalga ise 1980’lerin sonunda başlayan zorunlu ekonomik göçler,[9] şeklinde sıralanabilir.

Yaşanan göç ve sürgün olayları sonrasında Batı Avrupa, ABD, Kanada ve Japonya’da bir Kürt diasporası oluşmuştur. Paris Kürt Enstitüsü’nün 2016 verilerine göre Batı Avrupa ülkelerinde 1,5 milyon Kürt yaşamaktadır.[10] En çok Kürt nüfusunun olduğu ülkeler de Almanya, Fransa, Hollanda ve İsviçre’dir. Kürtlerin Türkiyeli, Suriyeli, Iraklı ve İranlı gibi gösterilmesi kesin istatistik verilerini zorlaştırdığından, sahaya dair kesin bir istatistik bulmak güçtür. Çünkü Avrupa’da Kürt göçmelerin kaydı, etnik aidiyete göre değil vatandaşı olduğu ülkelere göre kategorize edilmektedir.

Kürtler diasporada vatansız olarak görülmüştür. Gittikleri ülkelerde vatandaşlık bağlarına göre kategorize edilmiş ve buna göre muameleye tabi tutulmuşlardır. Irak vatandaşı olan bir Kürt ile Türkiye vatandaşı olarak görülen bir Kürdün etnik kimliği esas olarak görmezden gelinmiş, kimliğe ilişkin itirazlar çoğu zaman cevapsız kalmıştır.

Hiç kuşkusuz Avrupa’ya yönelik göç hareketinin tümüyle siyasi baskılardan kaynaklandığını söyleyemeyiz. Sömürge ülke politikalarıyla Kuzey Kürdistan’ın ekonomik ve kültürel açıdan geri bıraktırılması ekonomik nedenlerden dolayı göç hareketini de tetiklemiştir. Bu nedende esas olarak ayrımcılık temelli bir muameleden kaynaklanmaktadır.

Avrupa’da göç ve sürgünler sonrası orada yaşayanların bir araya gelerek, 1970’li yıllar sonrasında Kürdistan İşçi Derneği, Londra Kürt Toplum Merkezi, Paris Kürt Enstitüsü, Londra Kürt Kültür Merkezi gibi kurumlar ile Kürt diasporasının Kürt hakları ve kültürünün koruyuculuğu ve savunuculuğu üzerinden roller edinmiştir.

Kürtler gittikleri yerde genel olarak değişik kurumlarda, etkinliklerde bir araya gelerek Kürdistani olmanın duygusal bağlarını geliştirme yönünde bir çaba içinde olmuşlardır.

 

a- Sürgünde Yeni Bir Alt Sınıf: Prekarya

Prekarya hiçbir sosyal güvencesi bulunmayan, sürekli olarak işsizlik tehdidi altında tutulan küresel sürecin istikrarsız sınıfı için tanımlanır. Güvensiz, tehlikeli ve manevi değerleri tekâmül etmemiş sosyal bir kategori. Sügün Kürtlerinin ne kadarı bu kategoriye dâhil olduğu ile ilgili bir veri verilmese de bu rakamın azımsanmayacak büyüklükte olduğu tahmin edilmektedir. İnşaatçı, temizlikçi, garson gibi alt hizmet alanlarında çalışan Kürtler bir anlamda en alttakilerin en altındakileri olmuştur. Her ne kadar bunun mültecilerin entegre olamamalarından kaynaklı olarak oluştuğu düşünülse de bu durum gittikleri ülkenin mülteci, milliyetçi ayrımcı politikalarından da bağımsız değildir. Bir anlamda Kürtler Araf’ta bir yaşama dâhil olmuşlardır.

 

b- Arafta Kalanların Çilesi

Batı Avrupa, ABD ve Kanada gibi ülkelere göç etmek zorunda kalanların halet-i ruhiyelerini anlatmak için “arafta kalmak” deyimi sıklıkla kullanılır.

Politik nedenlerle gidişin bireysel veya toplumsal özgürlük gibi dünya görüşüne ait bir bilince sahip olmaları, gidilen ülkelerde 3. Sınıf vatandaş olarak görülmeleri ve yaşadıkları dil, kültür, ekonomik gibi uyum sorunları onları adeta varlık kazanmamış bir bedene dönüştürür. Dil en önemli bir sorundur. Çünkü en temel iletişimin kurulamaması karşısındaki kişinin varlığını ve kendi varlığının da farkına varılmadığı hissi yaratır. Sürgüne politik nedenlerle giden kişilerin hem ekonomik hem de siyasal bir güç kazanamamalarının nedenlerinden biri de budur. Sosyal yardımlar ile “bir hırka, bir lokmaya razı” sığınılan devlet politikası itaati zorunlu kılmakta iyi ve onurlu bir yaşam kurmasını da engellenmektedir.

 

c-Sürgünde Politik Kimliğin İnşası: Sürülmüşlerin Örgütlülüğü

Sürgünde olanların Kürt ulusal bilincini geliştirip yayarak bunu bir örgütlülük ve diplomasi gücüne dönüştürdüğünü söyleyebiliriz. Örneğin Mir Celadet Eli Bedirxan ve arkadaşları diasporayı entellüktüel ve bilgi üretim merkezine dönüştürmüş, Kürtçe ilk alfabe, yazınsal ve kültürel faaliyetleri buradan yaymıştır. Yine Avrupa ülkelerinde, Türkiye’de 2000’li yıllar sonrası basın faaliyetlerinin tamamen yasak olmasından dolayı Avrupa ülkelerinde dilin standartlaşmasının ve edebi eserlerin yayınlanmasına büyük bir katkıda sağlamıştır. Zira 1975-2003 yılları arasında 77 gazete ve dergi yayımlanmış[11] politik bilinç ile devlet kurumlarında kültürlerini geliştirmeyi sağlayan çeviri ve yayıncılık faaliyetleri artmıştır. Diaspora açısından Kürt yayın hayatının önemli bir yerini tutan Serxwebun dergisi, Kürtlerin ilk televizyonu Med TV ve devamındaki basılı, dijital, işitsel yayıncılık faaliyetleri sadece diaspora için değil, dört parça Kürdistan içinde ulusal kimliğin ve bilincin gelişmesine katkı sağlamıştır.

Sürgün kimliğinin politik bir kimlik olarak inşasında Kürt kurumlarının kültürel, politik organizasyonları, Newroz kutlamaları, festivalleri, buluşmalar hatta düğün, piknik, bayramlaşmalar, kutlamalar vb. diğer tüm buluşma etkinlikleri de etkili olmuştur. Kürtlerin kolektif kimliklerini yaşatması ve bu ortak değerler etrafında bunları paylaşma fırsatı yaratarak “derin ve yatay bir yoldaşlık” duygusu oluşmuştur.

Son on yılda sürgün olarak gidenlerin çocukların devlet ve bürokrasi içinde güç kazandıklarını görsek de bu yoğun nüfusa rağmen etkili bir diplomasi faaliyeti yürüttüğünü söylemek mümkün değildir. Özellikle dört parçanın yarattığı bölünmüşlüğün Kürtlerin siyasal örgütlülüğünü parçaladığı ve bunun da diaspora için politik bir güç kazanmasını engellediğini söyleyebiliriz. Bu açıdan son dönem Kürt birliği çalışmaları, çalıştayları ve toplantılarının yürütülmesi önemlidir.  Dünyada birçok diasporaların devletleri olan diasporalar olduğunu özellikle bu devletler eliyle güç kazandıklarını söyleyebiliriz. Örneğin Ermeniler, Yahudiler gibi. Avrupa’da büyük diaspora topluluklarından olan Kürt diasporası da 1970’lerden bu yana bir dizi savaş, çatışma ve Kürdistan’ın anavatan bölgesinde gerçekleşen çok sayıda yerinden edilme sonucunda oluşmuştur.”[12]

Devletsiz bir halk olan Kürtler Avrupa ve Amerika gibi birçok ülkede oluşturdukları platform, dayanışma ağları, faaliyetleri, dünya görüşüyle ve meşru mücadeleleriyle en örgütlü devletsiz toplulukları arasında görülmektedir.

 

Sonuç

Sürgün ve göçertme, kolektif kimliği dağıtma, topraktan kopuşla belirsizlik içinde insanı kimliksizleştirme uygulamasıdır. Gelecek hayalinin, yaratıcı ve inşa gücünün yok edilmesi, kuşaklar boyu sürecek olan bir cezalandırma yöntemi olarak kullanılmıştır.

Bu yazının daha başlarında göç hareketlerinin yeni bir yaşam alanı yarattığını ve bugünkü dünyanın şekillenmesinde kavimler göçünün belirleyici bir etkiye sahip olduğunu belirtmiştik. Sürgünler, zorunlu göçler her ne kadar kaotik ve dramatik bir durum yaratmış olsalar da sonuçta yeni gelişmelere zemin yaratmaktadır. Yeni dünyalara açılmak, kapalı bir toplum olmaktan çıkıp dünya halkları ile eşgüdüm ve entegre olma gibi olumlu sonuçlar da yaratmıştır.

Bu yazıda tarihi süreç içinde yaşanan sürgün ve göçertme politikalarına ilişkin verilen örneklerden de görüleceği üzere sürgün ve göçertme politikalarının bir çözüm olmadığı, yurdundan edilen yerleşik halk kadar yerleştirilen halka da refah, huzur ve zenginlik getirmediği ortadadır. Örneğin Kürtlerin topraklarından sürülmesi Kürtler için bir felaket olduğu kadar zamanla Araplar için de bir felakete dönüşmüştür. 1979 İran-Irak Savaşı’ndan sonra günümüze kadar Irak halkı bu trajediyi halen yaşamaya devam etmektedir. Daha açık ve tarihi bir ifadeyle “yerleşik halkın ahı, yerleşen halk için abad olmamaktadır.”

 

[1]     Ahmet Kardam, Cizre-Bohtan Beyi Bedirhan Sürgün Yılları, Dipnot yayınları 2019 Ankara, s.21

[2]     Sivas’ta Koçgiri, Dersim’de Kureyşa, Şeyh Hasenan, Zengan vd, Elaziz’de Palu aşireti, Genç’te Mıstan-Botyan, Ziktê aşiretleri, Ağrı’da Zilan aşireti gibi.

[3]     Bu terim günümüzün Lübnan, Suriye, Ürdün ve İsrail’in Levant Bölgesi’nde yer alan zaman zaman Mısır’a bağımlı olan büyük ve refah içerisinde antik bir bölge için ifade edilir.

[4]     Ramazan Tunç, Kürtler ve Cumhuriyet, Kuzey Kürdistan’da Cumhuriyetin Özel Ekonomik Politikaları ve Artık Değer Sömürüsü, Ankara Dipnot Yayınları, 2023, s.79

[5]     Bu ifade “Avrupa’da Sürgün, Mülteci Göçmen Halleri” kitabı yazarı Erdal Boyoğlu tarafından sıklıkla kullanılmıştır.

[6]     Dahiliye Nezareti Aşair ve Muhacirîn Müdiriyyet-i Umumiyyesi, Menatık-ı Harbiyyeden Vürut Eden Mültecilerin Sevk, İskân, İaşe ve İkdarlarını Mübeyyin Talimatname, Dersaadet Matbaa-i Osmaniyye, 1332

[7]     Dündar, İttihat ve Terakki’nin Müslaman İskan Politikası(1913-1918), s.148

[8]     https://www.hlrn.org/img/publications/FFM1_SETurkey_TR.pdf Erişim 8/07/2024

[9]     A.Celil Kaya, Kürtler ve Cumhuriyet, Avrupa’da Kürt diaspora kimliğinin inşası, Ankara, Dipnot yayınları, 2023, s. 736

[10]    https://www.institutkurde.org/info/i-diaspora-kurde-1232550920 Erişim 08/07/2024

[11]    Mino Alini, Diaspora mekanları: Kürt kimlikleri, öteki Olma Deneyimleri ve Aidiyet Politikaları, İstanbul, Avesta yayınları, 2008, s.39

[12]    Kürtler ve Cumhuriyet, Janroj Yılmaz Keleş Diasporadan Anavatanı Yeniden Hayal Etmek ve Dekolonizasyon Makalesi, Dipnot yayınları 1. Baskı 2023 s746

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.