Demokratik Ulus, Toplumsal Hiçleştirmeye Karşı Alternatif Toplumdur
Ali Fırat
Birey ve toplum tanımının doğru yapılması; bireyin ve toplumun doğru algılanması önemini korumaktadır. Modernitenin ciddi çarpıtmalarına maruz kaldıkları ve bilgi-iktidar ağlarına takılı oldukları için Sosyoloji, Sosyopsikoloji ve Antropolojinin, bu yönlü çabaları verimli değildir. Bu alanlarda büyük değer ifade eden bireysel çabalar ise, sistemsiz ve örgütsüzdür.
Psiko-analitik yaklaşımlar, zihnimizin derinliğini artan bir hızla ölçmeye çalışmaktadır. Psikoanalizm, yeni bir bilgi alanı olarak giderek önem kazanmaktadır. Fakat psikoanalizm, kendi başına doğru ve yararlı bilgiye ulaşmada yetersizdir. Bunda, bireyi bağımsız ele almasının, büyük rolü vardır. İnsanı, toplumdan kopuk ele almak, çok yetersiz ve sağlıksız bilgiye yol açabilir. Bu eksiği kapatmak isteyen Sosyopsikoloji, şimdilik pek verimli olamamaktadır. Sosyoloji doğru kurulmamıştır ki Sosyopsikoloji doğru sonuçlar versin! Psikoloji ile hayvanların zihinlerini iyi tanıyabiliriz. Süper hayvan olarak tanımlanan insanı da Psikoloji ile tanıyabiliriz. Ancak, sosyal bir hayvan olarak insanı tanımanın, henüz başlangıcındayız.
İnşa edilmiş gerçeklik olarak toplumsallık, esas olarak insan yaratımı demektir. Şüphesiz ondaki madde miktarı, biyolojik gelişim göz ardı edilmiyor. Bunların fizik, kimya ve biyoloji gerçekleri olarak araştırıldıklarını biliyoruz. Ayrıca insanı, tür ve zihin olarak inceleyen Antropoloji ve Psikoloji, kendi alanlarında anlam üretmektedir. Eleştirilerimiz olsa bile, bilimin parçalanmış halinden de öğrenebildiklerimiz vardır. Toplumsal gerçekliğin, farklı bir algılama düzeyi olduğunu sıkça belirtmemiz, diğer bilimlerle aradaki farkı iyi kavramak içindir. Bu farkı yakalamadan, pozitivistlerin düştüğü büyük hataya düşüp ‘bilimcilik’ hastalığına yakalanmaktan kurtulamayız. Buna karşı ancak en büyük eğitici güç olan Özgürlük Tarihi (Toplumsal Tarih), zihnimizi eğiterek, onu, doğru seçimlere hazırlayabilir.
Evrensel bakış açım; mevcut bilimsel bilgi düzeyini rahatlıkla karşıladığı gibi hiçbir gelişme karşısında şaşmayacak bir olgunluğa ulaşmış seviyededir. Yaşam-ölüm diyalektiğinde tüm gelişim evrelerini yorumlayabilecek ve karşısında yeterince cesaretle durabilecek durumdayım. Dönüştürdüğüm sadece bilimsel zihniyet yapısı değildir. İnsanlık tarihi boyunca yaşanan mitolojik, dini, felsefi ve bilimsel düşünce tarzlarının iç içe diyalektik gelişmesini zihniyetimin temel kalıpları haline getirmiştim. Buna sağlam mantık yapısı da denilebilir. Bu mantık yapısı içinde toplum, doğa ve evren kavramına şüpheli karakterimi doyurabilecek denli bir derinlik, doğruluk kazandırmış durumdayım. Ben-merkezli bir düşünce yapısı veya hastalığından kurtulmuş durumdayım. Ta çocukluktan beri en güçlü baba, kabile, aşiret, ulus, devlet vb. kavramlarla kendini özleştirme, tekleştirme hastalığı aslında insan psikolojisindeki en derin bir zaafı da teşkil ediyor. Belki de canlılar âleminde kendi başına yaşayamayacak denli zayıf olan insan türü bu zayıflığını toplum olmak ve toplum olmakla da kendini onun bir kategorisi (aile, hanedan, devlet, ulus, aşiret) olan biçimler altında tanrısal bir yansı haline getirmekle benleştiriyor, tekleştiriyordu. Aslında tek tanrılaşmayla benlikte bir zirveleşme ve kendini gizleme söz konusudur. Buradan çıkarak firavun tarzından son ABD tarzına kadar bir uygarlık gücü halinde korkunç güçlendirmesine varıyor. Temel insani zayıflığı böyle yanıtlıyor. Tabi bu tür tanrısallaşmayla hastalık aşılmıyor, tüm insanlığı tehdit edecek bir genelliğe ulaşıyordu. Ortadoğu kültüründeki büyük çile dönemleri özünde bu yapıyı kırmaya yöneliktir ve çok zengin bir içeriğe sahiptir.
Benlik kontrol edilemezse, psikolojik olarak kendini sınırsız abartma hastalığına yakalanır. Uygarlık Sistemi, bu hastalığın ortam bulduğu toplumu sunar. İktidarın yozlaştıramayacağı hiçbir toplumsal değer ve kişilik yoktur denilir. Bu değerlendirme, iktidarın özüyle ilgilidir. Uygarlıklar, iktidar toplumları olduğundan, yaşamla en yoğun çelişki içindeki sistemlerdir. İktidar uğruna kardeşten tutalım eşe dosta kadar gözden çıkarılamayacak değer yoktur. Uygarlıkların yönetim güçleri incelendiğinde, neredeyse işlemedikleri cinayetler ve geliştirmedikleri komploların bulunmadığı görülecektir. Uygarlık güçleri, yalanın sistemleştirilmesine ‘Politika’ adını verirler. Uygarlık Toplumlarında, kurumlaşan bir özelliğe oldukça dikkat çekmek gerekir. Bu gerçekliğe, Toplumun İktidara Yatkınlık Hali de diyebiliriz. Bir nevi kadının, karılaşma geleneği üzerinde yeniden yaratılması gibi iktidar da toplumu, kadının karılaştırılmasına benzer biçimde hazırlamadan varlığını güvence altına aldığından emin olamaz. En eski kölelik olarak karılık, Ana-Kadının tüm Kültüyle birlikte, güçlü adam ve maiyetindekiler tarafından uzun ve kapsamlı mücadeleler sonunda yenilgiye uğratılıp cinsiyetçi toplumun egemen kılınmasıyla kurumlaşmıştır. Bu egemenlik eylemi, belki de uygarlık tam gelişmeden toplumda yerini bulmuştur. Bu, o denli şiddetli ve yoğun bir mücadeledir ki, sonuçlarıyla birlikte hafızalardan da silinmiştir. Kadın, neyi, nerede, nasıl kaybettiğini hatırlamaz. Boyun eğmiş bir kadınlığı, doğal hali sayar. Bu nedenle, hiçbir kölelik, kadın köleliği kadar içselleştirilerek meşrulaştırılmamıştır. Bu oluşumun, toplum üzerinde iki türlü yıkıcı etkisi olmuştur: Birincisi, toplumu köleliğe açması; ikincisi, tüm köleliklerin karılaştırılma temelinde yürütülmesidir. Karılaşma, sanıldığı gibi salt bir cinsel obje durumuna düşme değildir. Biyolojik bir özelliği çağrıştırmıyor. Karılaşma, özünde sosyal bir özelliktir. Kölelik, boyun eğme, hakareti sindirme, ağlama, yalancılığa alışma, iddiasızlık, kendini sunma gibi Özgürlük Ahlâkının reddetmek durumunda olduğu tüm tutum ve davranışlar, Karılık Mesleğinden sayılır. Bu yönüyle düşürülmüşlüğün, toplumsal zeminidir, köleliğin, asli zeminidir; tüm en eski köleliklerin, ahlâksızlıkların, üzerinde işlevselleştiği kurumsal zemindir. İşte Uygarlık Toplumu, bu zeminin, tüm toplumsal kategorilere yansıtılmasıyla da alakalıdır. Toplumun bir bütün olarak karılaştırılması, sistemin yürümesi için gereklidir.
Toplum Demek, Ana-Kadın, Çocukları ve Kardeşleri Demektir
Kadının iradesi ve kişiliği beş bin yıldır yok edilmiştir. Kadın istese de varlık gösteremez. Kadın sosyal, psikolojik, ekonomik, siyasal, kültürel her yönüyle kuşatılmıştır. Bir kadının yanına en değme erkek verilse bile kadını yirmi dört saat içinde paçavraya dönüştürür. İşte Kürt halkına da bunu dayatıyorlar.
Ana-Kadın, doğa gibi doğurganlığı, besleyiciliği, şefkati ve yaşamdaki büyük yeriyle hem Maddi hem de Manevi Kültürün başat öğesidir. Kocalığı bir yana, erkeğin toplum kolektivitesi üzerinde henüz ‘gölgesi’ bile yoktur, olamaz. Toplumun yaşam şekli, buna izin vermemektedir. Dolayısıyla erkeğin, hâkim cinsiyet, koca, mülk sahibi, devlet sahibi gibi vasıfları tamamen sosyal karakterlidir ve sonradan gelişecektir. Toplum demek, Ana-Kadın, çocukları ve kardeşleri demektir. Muhtemel koca adayı erkek ise, ancak kocalığı dışında bir marifet gösterirse, örneğin iyi avcılık yaparak, bitki ve hayvan yetiştiriciliğiyle yararlılığını kanıtlarsa kabul görebilir. “Karımın erkeği, çocuklarımın babasıyım” gibi bir hak ve duygu, sosyal olgu olarak henüz gelişmemiştir. Unutmayalım, psikolojik boyutları hiç yoktur denilmese de Babalık ve hatta Analık, esas olarak sosyolojik kavram ve olgulardır, algılardır.
Uygar Toplumun İlk İnşa Dönemini yorumladığımızda, hemen tümünün dev bir Maddi Kültür görüngüsü olduğu görülür. Mısır’ın dev Piramitleri, Sümerlerin Zigguratları, Çin’in Yeraltı Şehri, Hintlilerin Tapınakları, Latin Amerika’da benzer kent ve tapınaklar açıkça Maddi Kültürün varlığını sergiler. İçindeki Mana yani İdeolojik Kültür ise, mumyalanmış cesetler, tanrı heykelleri, kralın öte dünyada da ordusuyla yürüyüşüdür. Anlam donmuş veya müthiş çarpıtılmıştır. İnsan psikolojisindeki ‘ben’ kavramına vurgu yaparak bu durumları anlamlandırmak da mümkündür. Ama asıl anlamın, toplumsallıktaki dönüşümde yattığı açıktır. Toplum olmadan veya dönüşmeden, böylesi yapıların akla bile gelemeyeceği anlaşılırdır.
Kralın tanrılaştırılması da bir zihniyet durumudur. Fakat bu, çarpıtılmış ve Toplumu Var Eden Temel İdeolojik Zihniyeti yıkan bir zihniyettir. Gerçek Toplumsal Zihniyetin, İdeolojik Kültürün yıkılması pahasına oluşmuş, Tek Tanrılı Dinlerin büyük bir öfkeyle mahkûm ettikleri ve varlık nedenleri temelinde karşı çıktıkları bir zihniyettir. Kentte üslenmiş ve kendini sınıf devleti olarak örgütlemiş olan bu toplumun büyük birikimini, Maddi Kültür olarak değerlendirirken; çarpık zihniyetini Kötü Metafizik; doğayı dışlamasını, doğanın üstüne çıkmasını ve kendini tümüyle doğa dışında bir yaratıcılık olarak sunmasını ise, İdeolojik Kültürün ikinci plana düşmesi ve çarpıtılması olarak yorumluyoruz.
Elbette İkinci Doğa karakterinde olmaları itibariyle toplumsal olgular, inşa edilmeye, icat edilmiş olgular olmaya elverişlidir. Ama bu elverişlilikten kalkarak toplumsal olguların varlıksal değerini kuşkulu hale getirip sadece zihniyet oyunlarına indirgemek, en az nesnellik yaklaşımı kadar sakıncalı ve hatalı sonuçlara yol açar. Bu sefer olgular kesin, katı, nesnel değerler yerine hayali, uçup giden ve varlığı pek olmayan kavramlardan ibaret sayılır. Gerçekle hakikat arasında bu ikinci ciddi sapmayla, bilimsel sonuçlara varmak mümkün değildir. Öznellik, kendine inancını yitirmiş modernite ideolojisinin geç postmodernite döneminde aldığı yeni biçimdir; nesnelciliğin postmodernitedeki ifadesidir. Sonuç olarak, toplumsal sorunları hayali sorunlar olarak görmek ve günübirlik terapi seanslarıyla (psikolojik yöntemlerle) çözmeye çalışmak, bu yaklaşımın vardığı aşamayı gösterir ki, yaşamın kendisi başarısızlığını günlük olarak kanıtlamaktadır.
Tıp ne kadar geliştirilirse geliştirilsin, toplumdaki hastalıkların çığ gibi büyümesini durduramamaktadır. Tıbbın gelişmesinin kendisi, diyalektik olarak hastalıkların ne kadar geliştiğinin de kanıtıdır. Kendisi nevrotik ve kanserojen olan kapitalist sistemin, toplum bireylerini bu tür hastalıklara boğması da beklenen diğer önemli bir sonuçtur. Milliyetçilik, dincilik, iktidarcılık ve cinsiyetçilik, hem kurumsal hem de bireysel olarak sürekli hastalık üreten kapitalizmin, zihinsellik ve duygusallık genleridir. Artan bünyesel hastalıklar, zihinsel ve psikolojik hastalıkların göstergesi olup, bu hastalıkların tümü, kapitalizmin çözdüğü ve dağıttığı toplumun yol açtığı doğal sonuçlardır.
Ortaçağ’da Psikolojik Üstünlükde Tamamen İslam Ordularındadır
Klan toplumunda animizm ve tabuculuk, en kolay tasarım yolu olarak insanlığın çocukluk aşamasını ifade eder. Hayal hanesinde çocuklar gibi her şeyi kendisi gibi canlı hissetmekte, arzulara, duygulara sahip olduğunu sanmaktadır. İlk toplumsallaşma gerçekten çocuk gibi bir zihniyet ve ruh yapısına sahiptir. Psikoloji, çocuk ile ilk toplumu karşılaştırdığında, çarpıcı benzerlikler bulunmaktadır.
İlkçağda köleci ilişkilerin doğuşu, insanın temel-baş üretim aracı haline getirilişinin, bu toplumun temel özelliği olduğunu ortaya koymaktadır. Başta tunç olmak üzere diğer üretim teknikleri, üretim aracı kılınan köleden sonra, ikinci planda rol oynar duruma getirildiler. Tüm dikkatler köleci ilişkiye, insanın mülkleştirilmesine yoğunlaştırılır. Rahip, büyük bir inandırıcılık ve korkutuculukla, yani psikolojik olarak; politikacı, denetim ve örgütlenmeyle; yargıç, yasalarla köle üzerine öyle bir sistem kurarlar ki, buna ancak büyük tanrılar sistemi denilebilir ve öyle de olmuştur. Dinlerin bu yönlü yüceltilmesi, karşı çıkılması düşünülemeyecek kadar kutsal bir güç olarak insanın karşısına dikilmesi, kesinlikle köleci sınıflı toplumunun derinliğine inşasıyla bağlantılıdır. Köleci ilişkinin temel stratejik özelliği; kölenin, yaşamın her alanında sistem için mutlak gerekliliğiyle ilişkili olmasından ileri gelmektedir; sistemin temelidir. O nedenle köleci toplum ve uygarlık denilmektedir.
Burada insan doğasının, özellikle psikolojik temel özellikleriyle toplumun mitolojik çağda yaşamasının doğurduğu ruhsal ve zihinsel yapının, kral şahsında kendini nasıl ‘tanrılaştırmaya’ götürdüğünü, dolayısıyla politik kimliğin bu dinsel yansımasını incelemek başlı başına ayrı ve önemli bir konudur. Fakat tanrının başlangıçta gözükmeyen cezalandıran sıfatı; kesinlikle köleci sistemin tutuculaşmasını ve artan tepkilere karşı yönetici sınıfın zor sistemine artık kurumsal bir işlev kazandırdığını yansıtmaktadır.
Ortaçağ’da psikolojik üstünlük de tamamen İslam ordularındadır; yeni doğan güçler ile eskiyi korumak isteyen güçler arasında, koşullar olgunlaştığında yeniler adına büyük zaferlerin yaşandığı tarihi bir dönemden geçilmektedir. Tanrı-kralların kulları olmayla karşılaştırılınca, Allah’ın sevgili kulları olmak, büyük bir şeref, güven ve moral üstünlük sağlamaktadır. Buradaki psikolojik üstünlüğün temelinde; alçaltan köleci zihniyet ve moral yapısının parçalanması ve yerine insana şeref, saygı ve adalet bahşeden yeni kimliğin konulması yatmaktadır.
Günümüz toplumunun iç yapısındaki tüm ahlaki değerlerin çözülüşü, milliyetçiliğin tüm zihniyetleri doldurması ve dışarıdan ekolojik tahribatın sonuçları ve robotumsu aynılık; gri, zevksiz, umutsuz, inançsız ve amaçsız bir dünya görüşünü yaygınlaştırır. Stres, hiddet, nefret, şiddet, aşırı güdüsellik, bireysel yalnızlık, toplumsal değersizlik, tamamen çıkara kilitlenmiş ilişki mantığı, vefadan yoksunluk, hümanizme ilgi duymama, aşırı bencillik, yaşamın giderek kutsal anlamını yitirmesi, krizin hâkim psikolojisini ve sosyal atmosferini oluşturur.
Erkek düzeni, çocuğu asla tanımayacak kadar kör, vicdansız ve zalimdir. Sınıflı toplumun ilk dönemlerinde çocuklar, sürekli tanrılara kurban edilirdi. Belki şimdi fiziki kurban verilmemekte ama manevi kurbanlık, hızından hiç kaybetmeden devam etmektedir. Yavru psikolojisini erkeğe göre daha iyi tanıyan ve vicdanlı olan kadın, bilgisizliği ve olanaksızlığı nedeniyle anne olarak rolünü tam oynayamayacak durumdadır. Devletin tepeden buyurgan yöntemleri de zaten çocuk dünyası için tümüyle yabancıdır.
Erkek egemen kültürün ihmal ettiği bir konu da, çocuklara karşı sorumsuz ve bilinçsiz tavrıdır. Çocuklara karşı zalim ve duyarsız bir dünya dayatılmıştır. Onların psikolojisi ve dünyası hiç hesaba katılmadan, en hoyrat, eşitlik ve özgürlük değerlerinden uzak, yüce hayallere hep ihanet eden kendi bitmiş kişilik ve dünyalarını, olduğu gibi çocuk zihnine ve beynine gece-gündüz pompalamaktan korkmaz, endişe etmez ve acı duymazlar. Çocuklara yaklaşımları, sanıldığından daha fazla yanlışlık ve tehlikelerle doludur. Bu gerçeklik, aileden okula; sokaktan oyun yerlerine kadar hâkim ve kurumsallaşmıştır. Çocuk dünyasına kâbuslar hâkim kılınmıştır.
Sürekli İsyan Psikolojisi, Kürt Toplumsal Gerçeğin İfadesidir
Kürt olgusu doğru ortaya konulmadıkça, tarihte ve günümüzde olduğu gibi, gelecekte de sorunun daha da karmaşıklaşması ve ağırlaşarak beraberinde birçok yeni soruna yol açması kaçınılmaz olacaktır. Kürt sorunu, bugün dünyayı en çok uğraştıran Arap-İsrail sorunundan hem kapsam, hem biçim olarak daha ağırlıklı ve derinlik arz eden bir konumdadır; tümüyle açığa çıkmaması, eksik ve yanılgılı değerlendirmelere konu teşkil etmektedir. Nüfus, coğrafya, toplumsal ve siyasal koşullar itibariyle bölgenin en stratejik konumunda yer aldığı gibi, sorunlarının çeşitliliği ve ağırlığı açısından da başta geleni olmaktadır. Bölgenin üç temel ulusal varlığı olan Fars, Arap ve Türklerin ortasında parçalanmış olması, sorunun kendiliğinden bölgesel çapta etkide bulunmasına yol açmaktadır. Bileşik kaplar misali, bir parçadaki çözüm diğer parçaları ve ülkeleri de çözüme zorlamaktadır. Aksi halde de etki benzer olmaktadır. Coğrafyanın sarp olması, silahlı mücadele faktörünü her zaman gündemde tutmuştur. Tarihin tüm dönemlerinde gelişen her işgal, karşılığında şu veya bu biçimde bir direnmeyi doğurmuştur. Yaşam adeta doğal bir isyancı psikolojisiyle birlikte yürümektedir.
Kapitalist çağda, Ortaçağ’ın güçlü milliyetleri olarak Türk, Arap ve Farsların devlet eliyle yaratılan burjuva sınıfı ve ulus-devletiyle, Kürtlerle aralarındaki mesafeyi epey açtıkları bir gerçektir. Emperyalist sömürgeciliğin oyunlarından daha başını kurtaramadan, kendilerini bu sefer komşularının inkârcı ve baskıcı ulus şovenizmiyle karşı karşıya buldular. Öyle bir ortam oluşturuldu ki, “Kürdüm” demek; kendini yapayalnız bulmak, önünde tüm gelişme yollarının kapanmasını görmek ve hatta her tür tehlikeyle karşı karşıya gelmekle özdeş sayıldı. Kürtlük, tam başa bela oldu. Sömürgeleştirmenin bile çok ötesinde, tüm insani değerlerden yoksun bırakılmakla eş bir statüye mahkûm kılındılar.
Kürt olgusu belki de tüm dünyada politik deformasyonu ve reddi en güçlü olan kavram haline getirildi. Yaratılan, herhangi bir politik terör değildir. Hiç de sorumlu tutulamayacağı anadan doğma edinilen bir özellik; başına en büyük tehlikeleri getirebilmektedir. ‘Irkçılık’, ‘faşistlik’, ‘milliyetçilik’ ve ‘komünistlik’ hiç olmazsa tanımlanabilir kavramlardır. Bunlar uluslararası hukukta da değerlendirilmişlerdir. Ama Kürt olgusu, hiçbir kavramla izah bulamamaktadır. Kürtler en basit insan haklarından, örneğin ana diliyle eğitim olanağından bile yoksun bırakıldıkları halde; en medeni geçinen Avrupalı ülkeler tarafından bile, layıkıyla tanıma ve değerlendirme konusu olamamaktadırlar. Komşuları, yüzyıllarca kendilerine hizmet ettikleri halde Kürtlere, bırakalım Kürt kardeşlerimiz demeyi, onları bir öcü ve sürekli bir tehlike kaynağı gibi değerlendirmekten kendilerini kurtaramamaktadırlar. İnsanlığın bu gerçeği karşısında, acaba bir Kürt kişiliğinden ve psikolojisinden nasıl bahsedebiliriz?
Kürt sorununa ilişkin ortaya koymaya çalıştığımız tarihi gelişimle birlikte, hangi toplumsal gerçekliğin temelinde oluştuğu hususu şunu açıkça gösteriyor: Gerek ortak bir vatan ve gerekse üstünde şekillenen devlet, gelişme seviyeleri, öncülük düzeyi Türklerde olsa da Kürtler bunu en kardeşçe takip etmişlerdir. İsyancılar ayrı devlet kurmak amacından çok yerel çıkarların sarsılmasıyla hâkim tabakaların dar ailesel, aşiretsel otorite çerçevesini aşmamıştır. Çoğunlukla da başından beri en azından bir kesim sürekli uzlaşma içerisinde kalmıştır. Kürt milliyetçiliği söz düzeyinde ayrılıkçılık iddiasında bulunsa da pratikte bunu gerçekleştirecek niyet, güç ve hazırlıktan yoksundur. Bu anlamda tarihi bir çözümsüzlüğe başından kendini mahkûm etmiştir. Ayrılıkçılık yapar gibi gözükür ama sözde kaldığı için sonuçta devletin yönelimi ile olan halka oluyor. Ve bu tam yaralı, hasta bir toplum yapısı ortaya çıkarıyor. Bu da beraberinde kuşku, korku, endişe, cehalet, ağırlaşan ekonomik-toplumsal gerilik getiriyor. Devlet de hep isyancı bir kitle gözüyle bakmaya alıştığından sürgünlük bir toplum özelliği de gelişiyor. Herkes adeta oradan kendini kurtarmak istiyor. Sürekli isyan psikolojisi, bu toplumsal gerçeğin ifadesidir. Bu toplumsal yapıdan devlet doğmaz; ne fikri düzey, ne coğrafi ne de ekonomik düzey buna imkân verir. Kürt-devlet ilişkisinde soruna oldukça bilimsel bakıldığında; demokratik birlikteliğin en uygun çare kadar koşulların da en çok bu tarza elverişli olduğu görülecektir.
Sanıldığından daha fazla cumhuriyetin tarihsel temeli ve anayasal ifadesi demokratik çözüme uygundur. Engelleyen nedenler psikolojik boyut ve gerilik, çözümde klasik ilkel milliyetçi anlayışla, hâkim ulus şoven milliyetçiliğinin inkâr tarzıdır. Demokratik gelişme ortamını zehirleyen bu yaklaşımlar aşıldığında, aslında çözümün özünün siyasi de olmadığı, dil ve kültürel özgürlük boyutlu olduğu görülecektir. Çünkü her tür siyaset ve onun düşünsel ve kurumsal ifadesi, herkes, her toplumsal kesim için vardır, eksiği de olsa demokratiktir. Kullanmasını bilmek bir eğitim meselesidir. Hem mahalli hem genel siyasi katılımla sorunlara çözüm imkânı özellikle geliştirilecek bazı yasalarla-örneğin yerel yönetim yasası-daha da imkân dâhilinde ve gündemdedir. Bu açıdan “Sorun siyasi değil demokratiktir” dememizin anlamı bir kez daha açıkça karşımıza çıkıyor. Bütün alanlara yönelik bir değişim zorunluluğu var. Kürt sorunu gibi tarihsel sorunlar çözülmek isteniyorsa eskinin psikolojik algılanmaları aşılmak zorundadır. Milliyetçi önyargıları kırıp geniş bir sivil toplum pratiği geçmişten kalma psikolojik engelleri kıracağı gibi demokratik hoşgörü ve barış ortamının her tür çözüm için yaratıcılığı teşvik ettiğini gösterecektir. Sorun yıllarca bir bölücülük tabusu olmaktan çıkarılıp çağdaş vatandaşlık hukukunun bir gereği olarak da en güçlü ülke ve devlet birliklerinin demokratik ölçütlerin uygulanmasından geçtiğini kanıtlayacaktır. Demokratik siyasi yöntemin çağdaşlığı bu şansı vermekte dolayısıyla başarılı olma olanaklarını her geçen gün arttırmaktadır. Karşı olanların ise teşhir ve tecridi o denli gelişim gösterip tasfiyeleriyle sonuçlanmaktadır.
Psikolojik Sorun, Temel Sorun
Kimliği aşındırma, çok ağır bir uygulamadır. Binlerce yıllık bir kültürü yok ediyorsun. “Sen sen değilsin, sen sen olmaktan çık!”; bu çok ağır bir ceza. Kürtlerin de Ortadoğu’daki kültürel şekillenişi göz önüne getirilirse, korkunç bir düşürme! Korkunç bir alçaltma! Dil yasağı geliştiriliyor ve onun insan beyni üzerine, insan psikolojisi üzerine etkilerini anlamak önemlidir. Bunun ekonomik, sosyal, siyasal yaşama yansımaları üzerinde durma gereği de duymuyorum. Zaten siyasal açıdan en küçük bir kıpırtının cezası idamdır. Bütün bunların bir halkı ne hale getireceğini düşünmek gerekir.
Sorunlar Genel Kültür ve Psikolojiktir
‘Tek dil’, ‘tek vatan’, ‘tek ulus’, ‘tek toplum’, ‘tek bayrak’ söylemi, olduğu gibi devam ettirilmektedir. Kürtlerin hiçbir anayasal ve yasal statüsü olmadığı gibi bunu talep etmek (Anadilde eğitim talep eden öğrencilerin teröristlikle suçlanması, halkın kendi imkânlarıyla açtığı Kürtçe okulların zorla kapatılması ve son olarak yerelde seçilmiş belediyelerle halkın demokratik özyönetim talepleri gibi) bile suç sayılmaktadır! Hakeza ekonomik hak, eğitim ve sağlık hakkı, kendini dilediği ulusal ve toplumsal kimlikle tanımlama haklarını talep etmek bile suçlanma konusudur. Siyasi haklar zaten söz konusu edilemez. Tekçi katı merkeziyetçi Türk ulus-devlet yapılanması, sadece tüm bu katı hak gasplarını olduğu gibi sürdürmekle kalmamakta; ‘teröre karşı mücadele’ adı altında milyonluk sayılara ulaşan askeri, siyasi, sosyal, ekonomik, kültürel, psikolojik ve diplomatik ordularıyla Kürtlerin varlığını ve özgür yaşama iradelerini yedi surlu kuşatmalarla ablukaya alarak bireysel ve kolektif özgürlük taleplerini/mücadelelerini boğmaya çalışmaktadır.
Kürt meselesini çözümlerken altı iktidar statüsünü bilmek gerekiyor. Bir askeri, iki siyasi, üç sosyal, dört ekonomik, beş psikolojik iktidar statüsü; altıncısı ise bio-iktidar statüsüdür. Bio-iktidar insan canlılığı üzerinde kurulan bir iktidar. Bu deneniyor. Kürtlerin nüfus yapısı üzerinde yoğun uygulanıyor; açlıkla terbiye edilmeye çalışılıyor. AKP, Kürt sorununu paketlerle, Ekonomik paket, siyasi paket, psikolojik paketlerle çözeceğini söylüyor, aslında bunlar paket değil bunlar savaştır. Ekonomik paket ekonomik savaştır, siyasi paket siyasi savaştır, psikolojik paket psikolojik savaştır. Bunlar, ekonomik savaş, siyasi savaş, psikolojik savaş yürütüyor.
Bunların İslamiyet anlayışı da kadını tepeden tırnağa tamamen kendisi dizayn etmek istiyor. Ne giyeceğine, kılık kıyafetine kadar her şeyini onlar belirliyor. Çok sınırlı bir rol veriyor. Kadını erkeğe göre şekillendiriyor. Erdoğan, kadının iradesini hiçe sayarak, “En az üç çocuk” diyor. Buna sen karar veremezsin, buna ancak kadının kendisinin karar vereceği bir meseledir, çünkü bundan en çok etkilenecek olan kadının kendisidir, kadının bu doğasına saygı, bu konudaki kararı kadına bırakmayı gerektirir. Hele bir de çok çocuk yaparsa kadın, tamamen sosyal, ekonomik, siyasal her alanda yaşamdan kopuyor, hiçleşmiş oluyor. Yanlış anlaşılmasın ben aileye ve çocuğa karşı değilim. Ama bir çocuk doğurmak, kadını hem fiziksel hem psikolojik olarak çok yıpratır. Bir çocuğun bakımı bile kadını yıpratıyor, eve kapatıyor, bitiriyor. Kadının bunun bilinciyle kendini bu duruma düşürmemesi, kendini koruması ve özgürlüğü için örgütlenmesi, mücadele yürütmesi gerekiyor. Kadınlar kendi öz savunmalarını geliştirmelidir.
Türkiye Yakın Tarihinden Korkuyor
Dünyada yaşanan birçok örnek, faşist ve inkârcı yöntemlerin şansının uzun dönemde kalmadığını göstermektedir. Kürt sorununun, askeri yöntemin dışına taşırılarak, demokratik siyasi bir platforma kaydırılması, önemli bir görev konumundadır. Milliyetçi önyargıları kıran geniş bir sivil toplum pratiği, geçmişten kalma psikolojik engelleri aşacağı gibi, demokratik hoşgörü ve barış ortamının her tür çözüm için yaratıcılığı teşvik ettiğini gösterecektir. Sorunu yıllarca bir bölücülük tabusu olmaktan çıkarıp, çağdaş vatandaşlık hukukunun da bir gereği olarak en güçlü ülke ve devlet birliklerinin, demokratik ölçütlerin uygulanmasından geçtiğini kanıtlayacaktır. Demokratik siyasi yöntemin çağdaşlığı bu şansı vermekte, dolayısıyla başarılı olma olanaklarını her geçen gün arttırmaktadır. Karşı olanların ise, teşhir ve tecritti o denli gelişim gösterip, tasfiyeleriyle sonuçlanmaktadır. Aslında cumhuriyet büyük bir değişim geçiriyor. Eski temelleri hızla aşılıyor. Yenilik, en güçlü tutku halini almış bulunuyor. Değişime karşı duranlar en büyük tepkiyi alıyor. Uzlaşma, değişme ve dönüşümden yana olmayan sözde kalmamış gibidir. Ama Türkiye korkuyor. Türkiye yakın tarihinden korkuyor. Kürtlere karşı işlediği suçlardan ötürü korkuyor; demokrasi güçlerine karışı yakın dönemde işlediği suçlardan korkuyor. Demokrasi kriterlerinden, onlara karşı ikiyüzlülüğünden korkuyor. Tüm bu korkular, krizi daha da derinleştiriyor. Kriz, söylendiği gibi gerçekten tek boyutlu değil, öncelikle siyasidir. Siyasal, psikolojik, sosyal, moral ve ekonomik boyutları son derece iç içedir. ‘Ya toptan çözüm, ya tam çözümsüzlük’ noktasına gelip dayanmış bulunuyor. Hiçbir sorun artık darbeyle ve bastırmayla çözümlenemeyeceğine ve böyle bir durum da ortada olmadığına göre, girilen dönem artık farklı olmak zorundadır. Milliyetçilikle çözümlenecek bir durum da yoktur. Ne bastırılacak bir sol, ne de savaş halindeki bir Kürt hareketi söz konusudur. Milliyetçilik neye karşı savaşacak? Bütün komşular dostluk istiyorlar. Halk şiddetten hiç yana değil, tersine şiddetten bıkmış, nefret ediyor. Daha da üstüne gelinirse, en büyük sosyal patlamayla tehdit ediyor. Eğer sosyal patlama, giderek büyüyen bir tehlike olarak patlatılmak istenmiyorsa, yeni döneme giriş gerekiyor. Bu siyasi, psikolojik ve sosyal bunalım boyutu karşısında, ne kadar dolar şırınga edilse de, yeni dönemin koşulları oluşmadıkça ve yeniden yapılanma gerçekleşmedikçe ekonomi, daha da derinleşmesi kaçınılmaz olan krizinden kurtulamıyor.
Sonuç Olarak;
Kapitalizmin çıkarları doğrultusunda geliştirilen bilimcilikler, adına ne tür şarlatanlıklar yapılırsa yapılsın, insan yaşamı öncelikle toplumsal bir yaşamdır. Devlet ve kapitalizm olmadan önce de toplum vardı. İnsan, toplumla insan oldu. Beğenmediğimiz, milyonlarca yıl süren ve basit bir aileye benzeyen klan toplumu olmasaydı ne kent ne sınıf ne devlet ne de uygarlık olurdu. Toplumu geliştiren kent, sınıf, devlet ve uygarlık değildir, tersine bu olguların hepsini gerçekleştiren varlık, toplumdur. İnsan yaşamında hiçbir şey, toplumun yerini tutamaz. Toplumdan vazgeçmek, toplum olmaktan çıkmak, insanlıktan vazgeçmek ve insan olmaktan çıkmak demektir. Demokratik Ulus, öncelikle toplum olarak kalmakta ısrarlıdır; Kapitalist Modernitenin karşısına ‘ya toplum ya hiç’ şiarıyla dikilir. Modernite çarklarında çözdürülen toplumun kalıcılığında, Tarihsel-Toplumsal bir gerçeklik olarak yaşanmasında ısrarlıdır.
Demokratik Ulus, özgür birey-yurttaşın gerçekleştiği alternatif modernitedir. Demokratik Ulus, toplumsal hiçleştirmeye karşı alternatif toplumdur; İktidar ve Devlet Toplumuna/Toplumsuzluğuna karşı Demokratik Toplumdur. Eşitsizliğin ve köleliğin her biçimiyle uygulandığı ve içselleştirildiği toplumsal tüketilişe karşı, özgürce ve eşitçe varoluşa kavuşan toplumdur. Toplumsal Yaşam açısından Demokratik Ulusu değerlendirdiğimizde, rahatlıkla bu tanımlamalara varabiliriz. Demokratik Ulus Toplumu olmak, sağlıklı toplum halinde yaşamanın başta gelen koşuludur. Ulus-devletin tükettiği toplumu, yeniden aslına iade eder. Sağlıklı toplum, sağlıklı birey yetiştirir. Zihinsel ve ruhsal sağlığına kavuşan bireyin, fiziki hastalıklara karşı direnci daha da artar ve hastalıklar azalır. Demokratik Ulusun Eğitim Anlayışı, toplumsallığı ve özgür birey-yurttaşı hedef aldığından, bireyin toplumla ve toplumun bireyle gelişme diyalektiği yeniden kurulur. Bilimlerin toplumsallaştırıcı, özgürleştirici ve eşitleştirici rolü yeniden ortaya çıkar. Demokratik Ulus, varoluşu hakkında doğru bilinç kazanmış toplumun ulusallığıdır.
Yoruma kapalı.