Düşünce ve Kuram Dergisi

Demokratik Siyaset, Bir Tarz Değil Kurum Bütünlüğünü de İfade Eder

Ali Fırat

Kapitalizm, bilimi geliştirmedi, kullandı. Bilimin, iktidarın hizmetinde kâr amaçlı kullanımı, sadece ahlaki olarak en kötücül durumlara yol açmakla Abitirir. Medyatik yaşam ve simülasyon, bilimin zaferi midir yoksa Yaşamın anlam yitimi mi? Burada teknolojiden, bilimsel keşiflerden bahsetmiyorum; Bilimcilik dini olarak Pozitivizmin, bilim olmadığını açıklamak istiyorum.

Kapitalizm esas olarak uygarlıksal gelişmenin çürüme aşamasına denk gelmektedir. Benim daha çok ağırlık verdiğim tez budur. Ana uygarlık nehrinin okyanusa döküldüğü yer (sembolik olarak Amsterdam kıyılarındaki Atlas Okyanusu), bu sistemin de sonu olmaktadır. Şüphesiz sistem okyanusun ötesine taşınmış, ABD ulus-devletiyle yeni bir hegemonya altında küreselleşmenin zirvesine tırmanmayı başarmıştır. Fakat yaşamın, aşırı simülakr ve medyatikleşme niteliği kazanması, gösteri ve tüketim toplumunun egemenliği, ekonominin arzuyu gidermek yerine azgınlaştırması, iktidarın tüm toplumsal kılcal damarlara kadar sızması, tarihsizliğin bizzat sistem ideologlarınca dile getirilmesi, çürüme ve kaos niteliğini belirgince ifade etmektedir.

Kapitalist Sistemin hegemonyasında siyasi ve askeri zorun yeri önemli olmakla birlikte, hegemonyayı esas ayakta tutan şey toplumun, kültür endüstrisiyle teslim alınması, hatta felçli hale getirilmesidir. Denilebilir ki sistemin etkisindeki topluluk zihniyetleri, insana yakın maymun türlerinde olduğundan daha geri ve oynatılmaya müsait hale getirilmiştir. Hayvanat Bahçelerindeki düzen, aslında tüm toplumun hayvanat bahçesi tarzında düzenlendiğine dair çok aydınlatıcı bir örnektir. Nasıl hayvanat bahçesindeki hayvanlar seyirlikse, toplumun da bir gösteri toplumuna dönüştüğü, birçok filozofça tespit edilmiştir ve dillendirilmektedir. Başta seks endüstrisi, peşi sıra ve onunla iç içe spor ve sanat-kültür endüstrileri, geniş bir medyatik reklam kampanyasıyla duygusal ve analitik zekânın yoğun ve sürekli olarak bombalanması ve tamamen işlevsizleştirilmesi temelinde Gösteri Toplumunun zihniyet fethi tamamlanmıştır. Bu toplum teslim alınmaktan çok daha kötü duruma düşürülmüş, sistemin dilediği gibi sevk ve idare ettiği toplumdur. Aslında faşizmin ilk gösteri toplumu deneyimi yenilmedi. Elebaşları tasfiye edildi. Fakat sistem soğuk savaş ve sonrasında gösteri toplumu, ulus-devlet ve küresel finans şirketleriyle tüm topluluklara egemen kılındı.

 

Taklit Gelişmenin Zıddıdır

Kapitalizmin zihniyet hegemonyasında, temelde medya organlarınca yürütülen sanal dünya, diğer çok önemli bir zihinsel egemenlik aracıdır. Yaşamın Sanallaşması, analitik aklın en uç sınırlara varmasıdır. Sanal olarak sunulduğunda, savaş gibi en dehşetli bir olayın, tek başına ahlâkı yıkması işten bile değildir. İnsanın, beden ve zihninin deneyimlemediği yaşama, eskiden beri sahte yaşam denilmektedir. Sanal ismi takılmakla yaşam, sahte olmaktan kurtulamaz. Burada Sanal Yaşamı olanaklı hale getiren teknik gelişim, kendi başına suçlanmıyor; bir kere daha istismarı karşımıza çıkarıp, bireyin zihnini felç eden özelliğiyle değerlendiriliyor. Başıboş teknoloji en tehlikeli silahtır. Kapitalizmin tekniğe hâkimiyeti ve milyarları yönetme ihtiyacı, sanal yaşama zorlayan esas etkendir. Yaşam artık yaşanmıyor, sürekli sanallaşıyor, bu da bir nevi ayakta ölüm oluyor. Simülakrlar, Sanal Yaşamın en somut halidir. Her olayı, ilişkiyi, eseri simüle etmekle, insan bilgilendirilmez, aptallaştırılır. Tüm uygarlık eserlerinin taklidini yapmakla, bir gelişme sağlanmıyor, Taklit Kültürünün Hegemonyası gerçekleştiriliyor. Yaşamın özünde yatan farklılaşma, asla tekrara dayanmaz. Tarih bile tekerrür etmez. Taklit gelişmenin zıddıdır. Sanal yaşam ise sınırsız taklide dayanır. Herkes birbirini taklit ederek birbirine benzetilir. Böylelikle “koyun sürüleri” yaratılır. Finans Çağı, sanal yaşam olmadan yaşayamaz. Ancak sınırsız aptallaştırmayla yürüyebilir ki, o da sahte/sanal yaşamla gerçekleştirilir.

Sistemin sanal yaşamı geliştirme konusundaki başarısını birkaç yönden yorumlayabiliriz.

Birincisi, toplumun ahlâk ve dinle işlevsel bağlılığını gevşetmesi, laik hukukla ahlâkı ve dini ikinci plana düşürüp toplumu kendine tabi kılmasıdır. Sisteme hizmet ettikleri oranda dinin ve ahlâkın yaşamasına izin veriliyor. Hukuk ve laiklik özünde toplumsal denetimin, kapitalist iktidara geçiş araçlarıdır. Eski toplumun hem aristokratik kesimlerini hem de serflerini kontrolüne almak, sermaye ve işgücüne alan açmak ve rezerv oluşturmak için dini ve ahlâkı, laiklik ve hukuk silahlarıyla tasfiye ediyor. Tümüyle ortadan kaldırmıyor. Uygarlık tarafından yoğunca kullanılan araçlar oldukları için, “uygarlığın son sözü” olarak kapitalist sisteme de çok lazımdır fakat ekonomik ve siyasi iktidarına ortak olmamaları, engel oluşturmamaları kaydıyla. Dinde reform ve hukuk devleti bu işlevle, kapitalist modernitenin temel göstergeleri haline geliyor. Kapitalist ekonomi ve toplum haline geçişin iki temel aracı olmak gibi asli bir rol oynuyor. Sistemin zihniyet problemlerinin çözüm aracıdırlar aynı zamanda.

İkincisi, bilimsel yöntemi kullanmasıdır. Nesne-özne ayrımı, zihniyet hegemonyasının âdeta kilididir. Görünüşte bilimsel yöntemin vazgeçilmezi olan nesnellik ilkesi, aslında öznelliğin hâkimiyeti için gerekli bir ön aşamadır. Yönetmek için özne olmak gerekir. Doğal olarak yönetilenlere düşen rol de nesne olmaktır. Nesne olmak eşyalaşmak, eşya gibi yönetilmektir. Eşya dolayısıyla nesne olarak doğa, öznenin dilediği gibi yönetme erki haline gelişinin yöntemsel ifadesidir. Hem de bilimin amentüsü olarak. Özne-nesne ayrımının Eflatun’a kadar giden bir kökeni vardır. Eflatun’un ünlü “idealar” dünyasıyla “basit yansımalar” ikilemi benzer tüm ayrımların temelidir. Bunun mitolojik temelini ise, harikulâde biçimde Sümer ve Mısır toplumlarında gözlemliyoruz. Üstte hiyerarşinin tanrısal yükselişi, yüceltilişi, alttakilerin ise kullaştırılması asli kökenidir. Yaratan-yaratılan, yöneten-yönetilen ikileminin zihinsel ifadesi, tanrı-kul, kelâm-eşya, mükemmel idealar-basit yansımalar biçiminde gelişe gelişe özne-nesne ayrımına varıyor. Ruh-beden ayrımı da bu kapsamdadır. Bunun siyasi anlamı, demokrasinin inkârı, oligarşi ve monarşinin önünün açılmasıdır.

 

Medya Modernizmin Beyin ve Yürek Yıkama Aracıdır

Kapitalizmle analitik zihnin en hilekâr ve komplocu biçimlere büründüğünü iyi anlamak gerekir. Borsa bu gerçekliğin en çarpıcı ifadesidir; spekülatif (kurgusal) zekânın müthiş kâr getiren alanıdır. Spekülasyon ve kurgusal zekâ sistemde ikiz kardeş haline gelirler. Politik ve askeri alanda da öyledir. Savaş, hilekârlık ve kurnazlık üzerine kuruludur. Avcı Kültürünün zirvesi oluyor. Kurgusal zekâ, borsa, politika ve askerlik alanlarında bugüne kadar görülmemiş ölçüde manipülasyon ve komplo aracı haline gelmiştir. Vicdan ve duyguya zerre kadar yer vermez. Bir alanda nükleer bombalar ve diğer dehşet bombalarıyla canlar kavrulurken, diğer bir alanda birkaç günde ter dökmeden milyarlar kazanılabilir. Denilebilir ki kapitalizm, zihniyetini bütün çıplaklığıyla borsa politika ve savaşta açığa vurur. Kapitalizmin kâr uğruna çiğnemeyeceği hiçbir insanlık değeri ve duygusu yoktur.

Hâlbuki yaşamın olmazsa olmazı duygusal zekâdır. Bu zekâ türünden kopuldukça, yaşamın anlamı giderek silinir. Ekolojik felaketler yaşam üzerindeki tehlikeyi bir nevi kıyamet haberi verir gibi vermektedir. Bunun sorumlusu, çarpık kullanılan kurgusal zekânın dil, iktidar, kent, devlet, bilim ve sanatla beslene beslene küresel Leviathan (küresel sermayenin dünya imparatorluğu) haline gelmesidir. Bu canavarı durdurmak, duygusal zekâlı ve çok kapsamlı çabaları gerektirir. Onu zararsız hale getirmek için özgür yaşam üzerindeki baskısını püskürtmek gerekir. O, gezegeni yaşanmaz hale getirmeden, onu yaşayamaz hale getirmek gerekir. Özgürlük Sosyolojisinin temel görevi, bu yaşamsal eylemin teorik bakışına erişmek ve doğru yapılanmasını başarmak olacaktır.

Uygarlığın Avrupa’daki hali çok karmaşık ve ürkütücüdür. Sadece korkunç sömürgeci, emperyalist din ve ulus savaşlarıyla değil, ekonominin kontrol altına alınıp yönlendirilmesi, iktidarı ve devletleştirilmesi açısından da tarihin hiçbir dönemiyle kıyaslanmaz büyüklüklere ulaşmıştır. Bu noktada birçok “Süreksizliği” inkâr edilemez. Hatta kapitalizm, endüstriyalizm ve ulus-devlet, şüphesiz bazı açılardan çok önemli “süreksizlikler” arz eder.  Fakat başta Aydınlanma İdeolojisi olmak üzere, tüm bu anlatımlar Avrupa uygarlığının “süreksizliğini” açıklayamıyor. Anlatım sahipleri, bilinçli olmasa da her din mensubunun kendi dinî propagandasını yapmak durumunda kalması gibi son tahlilde bir din olarak benimseyip bağlılığını sunmada benzer konumdadır. İstisnaların her zaman mümkün olmasının, genel yargıyı bozmayıp doğruladığını hatırlatmak isterim. Kökleri tarihin derinliklerinde olan, birkaç versiyondan geçmiş, kendi orijinleri olan çok karmaşık bir Maddi Uygarlık ortamında oluşan Avrupa düşünce yapısının, dinsel metafizik niteliği asla göz ardı edilmemelidir. Her dinde yapıldığı gibi ifade ettiği maddi kültür koşullarını savunmak ve ebedileştirmekle yükümlüdür. Tüm dünyaya yaymak stratejik görevidir. İlk rahiplerinden okul ve akademileriyle tüm resmi üniversitelerine, ilkokuldan kışlaya, fabrikadan büyük alışveriş merkezlerine, medyadan müzelerine ve eski dinlerin kalıntılarına, hastaneden hapishanelerine ve mezarlarına kadar küresel, yerel ve özellikle ulusal çapta tüm toplumu, zihniyet alanında fethettiği gibi, politik iktidar teknikleri ve askeri zoruyla zırh gibi sarmalamıştır. Tüm toplum, “demir kafese” kapatılmıştır.

Dinler ve izlerini taşıyan düşünceler, resmileştikçe ideolojileşirler. İdeolojiler ise, somut olarak insan gruplarını ve çıkarlarını savunan program ilkeleridir. Dünya çapında resmileşen Avrupa düşüncesi veya dini, artık bir ideolojidir. Uygarlık olarak üst tabakasını, bütün gücüyle savunmak, ebedileştirmek ve egemen kılmak zorundadır. Ayrıca yanlış anlaşılmaması açısından belirtmek gerekir ki, bu eleştiriler, sadece Avrupalı insana yapılmıyor; kendim, bölgem ve dünyam dahil, fethedilmiş insanlığın tümüne yapılıyor. Aydınlanma İdeolojisinin neden bu kadar etkili olduğu, yerinde bir sorudur. Bu ideoloji, en gelişmiş kozmopolit din niteliğindedir. Kendisinden önceki tüm din mensuplarına seslenir. Ulusaldır; ulus-devlete tapmayan bir ulusallık ve toplumsallık neredeyse düşünülmez kılınmıştır. Ulus-devletsiz insan, dinsiz insan durumuna sokulmuştur. Ulus-devletçi ideoloji, en zayıf din durumundadır. Dolayısıyla bu ideolojiyi kabullenmek, eski dinleri kabullenmek kadar zor değildir. Bilimcilikle sürekli beslenmektedir. Maddi yaşam tarzı, bir nevi dinin ritüeli haline getirilmiştir. Manevi kültür araçları, başta medya organları, sürekli propagandasını yapmaktadır. Siyasi ve ekonomik yaşam tam kontrolündedir. Küreselleşmiştir.

Tarihinde ideolojik inşacılar iki şeye dikkat ederler: Üst katta oturanlar ve ortak simgesel değerler. Öyle ki bunlar, ortak çıkarların sembolik ifadeleridir. İdeolojiler her zaman simgesel bir nitelik taşırlar. Önemli olan, neyin, kimin çıkarlarının simgeleştirildiğidir. Zigguratın en üst katındaki Tanrılar Konseyi bir simgeydi. En, Enlil, Marduk, yeni yükselen ve kurumlaşan hiyerarşinin üst kurulunu yansıtıyordu. Bu simgeselliğin ne kadar bilinçli, ne kadar kendiliğinden olduğunu bilemeyiz. Fakat gelenek eskidir ve genel özellikler de taşıyor. Bu simgesellik, günümüze kadar sürekli daha da karmaşıklaşarak ve dönüştürülerek devredilip geldi. En alt kattakiler içinse kulluk, kölelik simgesellikleri oluşturulur. Kutsal Tanrılar Konseyinin onlarla karıştırılmaması için çok ince ve keskin çizgiler çizilir. Kul kulluğunun gereklerini yapmalı, asla tanrıların işine karışmamalıdır. İnsanın, “toplum bu tür masallarla neyi kaybetti, ne kazandı?” diye sorası geliyor. Bugünkü üst kattakilerin konseyi, gizli veya açık, Davoslarda düzenli toplanır. Fakat şu kesindir: Zigguratın en üst katında oturanların Çıplak ve Maskesiz hali olan günümüzün üst tabaka unsurları, zaman zaman insanların içine giriyorlar. İnsanların korkmalarına gerek olmadığı, durumu sürekli kontrol altında tuttukları, yeteri kadar savaş hazırlıkları ve stoklarının olduğu, yenilgilerinin asla düşünülmemesi gerektiği, görevli usta rahipler tarafından bu toplantılarda özenle dile getirilir, işlenir ve herkes için gerekli hayırlı sonuçlar çıkarılır.

Seçkin rahipler birçok mekânda bu enternasyonalist ideolojiyi gelişmiş medya kanallarıyla zihin ve duygulara misli görülmemiş yoğunlukta işlerler. Üniversiteler, camiler ve kiliseler, geride kalmıştır. İletişim çağı aynı zamanda küresellik çağıdır. Tüketimleri, eğlenceleri tüm uygarlıkların son çağına göre nasılsa öyle sürüp gidiyor. Ekolojik çevre ilk defa gerçek anlamda yok edilirken bile kurulu dünyalarına toz kondurmak istemezler. Toplum, kent, kır, demografya, sürdürülemezliğin gonglarını sürekli çalmasına rağmen, enternasyonalist ideolojileri gereği gözleri kör, kulakları sağır kılınmıştır. İçeriğinden çoktan boşaltılmış seks-spor-sanatın çılgınca kullanılmasıyla uyuşturulamayacak hiçbir toplum odağı bırakılmamış gibidir.

Uygarlık kendi mitolojik öyküleri ile başlatılır. Çıkar klikleri veya artık-ürün tekelleri, bu öyküler bağlamında olmadan, zorbalıkla ancak birkaç defalık talan gerçekleştirebilirler. Kalıcı ve kabul edilebilir olmaları için mutlaka mitolojilere, din ve hukuka ihtiyaçları vardır. Günümüzde ise, tüm bu etkenlerle birlikte seks, spor ve sanatın popülerleştirilip medyada sunulmasıyla toplumların, zihnen ve duygusal olarak daha da şartlandırılarak yürütülmesiyle kalıcılık ve kabul edilebilirlikleri kesinleştirilmeye çalışılmaktadır.

Kapitalist modernite döneminde toplumun bütünlüğüne yayılmış iktidar aygıtları ile vatandaş denilen bireylerin, hukuki çerçeve içindeki birliğine, ulus-devlet demek mümkündür. Buradaki belirleyici kavram toplumun tümüne yayılmış iktidar olgusudur. Daha önceki tüm devletlerin meşruiyeti, kendi kurumları ve kadrolarıyla sınırlıydı. Ulus-devlette, bu sınır aşılır. Vatandaş denilen veya devletin kendi ideolojik, kurumsal ve ekonomik çıkarlarına göre oluşturmaya çalıştığı bireylerin, sanki devletin hak ve görevleri olan birer üyesiymiş gibi devletleştirilmesi ulus-devletin özüdür. Vatandaş oluşturulması ulus-devletin en çok önem verdiği konuların başında gelmektedir. Bunun için ideolojik, siyasi, ekonomik, hukuki, kültürel, cinsiyetçi, askerî, dinsel, eğitsel ve medyatik birçok unsurdan yararlanmaya çalışılır. Medya, modernizmin en etkili beyin ve yürek yıkama aracıdır. Bu aygıt iletişim teknolojisinin sunduğu olanaklardan yararlanan, ulus-devlete dilediği vatandaşı yetiştirmekte, büyük kolaylıklar sağlamaktadır. Özellikle seks, spor ve sanatın popülerleştirilip özünden boşaltılarak topluma sunulmasında ve böylece en aptal, banal ve afyonlanmış vatandaş oluşumunda medya, başat rol oynamaktadır. Medya bu üç alanda da savaşın en etkili aracı konumundadır. Hiçbir araç tekellerin kontrolündeki medya kadar topluma karşı savaşta tahripkâr rol oynamamıştır. Demokratik uygarlık tarafından kullanıldığında da şüphesiz çok etkili demokratikleşme aracı rolünü oynama konumundadır.

Paranın tahrip ettiği toplumsal ilişkiler başlı başına büyük bir terörizm sorunudur. Hiçbir terör toplumu en derin bağlarından uzaklaştıran para hegemonyası kadar etkili olamaz. Sistemin tüm ekonomik, toplumsal ve siyasal alanda varlığını inşa etmek ve sürdürmek için giriştiği faaliyetlerin büyük bir kısmı, tarihte örneğine ender rastlanan terör kapsamındadır. Büyük terörü, provokatif unsurlarla gizlemek istemektedir. Paradan para kazanmanın, reel ekonominin dışında büyük çapta gerçekleşmesi, tarihte hep karşımıza çıkan güçlü ve kurnaz elin, sistem haline gelmesi ve toplumun tepesine oturmasıdır. Kırk haramilerin soygunları, finans çağı tekel soygunlarının milyarda biri bile etmez. Böylesine büyük boyutlu soygunlar, ancak tam bir terör sisteminde gerçekleşebilir. Bu anlamda İletişim Çağı denilen olgu, ancak finans terörünü örtülemek için gerekli olabilirdi. Belki de bu amaçla geliştirilen medya terörü dediğimiz kavram, anlam kazanabilir.

 

Sanal Toplu Toplumkırımın Başka Bir Biçimidir

Medya da bir nevi ikinci analitik akıl gibi toplum üzerinde işlevseldir. Nasıl ki, analitik akıl kendi başına iyi veya kötü değilse, medya da kendi başına nötr bir araçtır. Her silahta olduğu gibi rolünü kullanan belirler. Hegemonik güçler, her zaman en etkili silahlara sahip oldukları gibi medya silahının da hâkim gücüdürler. Medyayı ikinci analitik akıl gibi kullandıklarından, toplumun direnme gücünü etkisizleştirmede çok etkilidirler. Bu silahla sanal toplum inşa ediliyor. Sanal toplum toplumkırımın başka bir biçimidir. Ulus-devleti de toplumkırım biçimlerinden biri saymak mümkündür. Her iki biçimde de toplum kendisi olmaktan çıkarılıyor, yönlendiren tekelin bir aracına dönüştürülüyor. Toplumsal doğayı basite almak çok tehlikeli olduğu gibi kendisi olmaktan çıkarmakta, sınırı belli olmayan tehlikelere açık tutmak anlamına gelir. Finans sermaye gibi sanal tekel çağı da ancak kendisi olmaktan çıkmış toplumla var olabilir. İkisinin aynı dönemde ortaya çıkması rastlantı olmayıp, birbirleriyle bağ içindedir. Ulus-devletin kendisi olmaktan çıkardığı (kendisini ulus-devlet sanan) toplumla medyanın baştan çıkardığı toplum, tam anlamıyla yenik toplumdur ve bu toplumların enkazından başka şeyler inşa edilmektedir. Böylesi bir toplumsal çağı yaşadığımızdan kuşku duyulamaz.

Sadece en sorunlu toplumu yaşamıyoruz, bireyine de hiçbir şey vermeyen toplumda yaşıyoruz. Yaşadığımız toplumlar sadece ahlaki ve politik dokularını kaybetmiş değiller, varlıkları da tehdit altındadır. Sorun değil, kırım tehlikesi yaşıyorlar. Eğer günümüzde sorunlar, bilimin tüm gücüne rağmen sürekli büyüyüp derinleşiyor ve kansere dönüşüyorsa, o zaman toplumkırım sadece varsayım değil, gerçek bir tehlike demektir. Ulus-devlet iktidarının toplumu koruduğu iddiası ise en büyük yanılsamayı yaratıp tehlikeyi adım adım gerçek kılıyor. Toplum sadece sorunlarla değil, kırımla karşı karşıyadır.

Toplumun ahlaki ve politik dokularının kötürümleştirilerek iş göremez hale getirilmesi, en temel sorunların başında gelir. Şüphesiz ahlaki ve politik dokular, alanlar tümüyle yok edilemez. Toplum var oldukça ahlâk ve politika da var olacaktır. Ama iktidar ve devletin bir uzmanlık ve tecrübe alanı olmaktan çıkmaması ya da çıkarılmaması nedeniyle ahlâk ve politika, yaratıcı ve işlevsel yeteneklerini yerine getirememektedir. Günümüzde iktidar ve devlet aygıtları ve ilişkilerinin (medya, her tür istihbarat örgütü ve özelleştirilmiş operasyon birliği, ideolojik öğretiler vb.) en ince gözeneklerine kadar sızdığı, toplumu nefessiz bıraktığı, kendini tanıyamaz, hiçbir ahlaki ilkesini uygulayamaz, en temel ihtiyaçları için politik tartışma yapamaz ve karar (demokratik siyaset) oluşturamaz duruma düşürdüğü çok açıktır.

Yine, günümüzün çok tartışılan ve gerçek hükümran güçleri olan “küresel şirketler”in yani “ezel-ebed” tekellerin, tarihin en büyük sermaye patlamasını bu dönemde gerçekleştirmeleri, toplumun bu hale düşürülmesiyle yakından bağlantılıdır. Toplum düşürülüp dağıtılmadan, bu kadar sanal yolla, yani hiçbir üretim aracına el değdirmeden paradan para kazanma gerçekleştirilemezdi. Tekellerin tüm tarih boyunca kazandıkları ve günümüzün bu en hacimli havadan kazanımları, toplumun varlığından ve beyninden boşaltılması temelinde gerçekleştirilmektedir. Çünkü “havada para yoktur!”

Tekrarlamalıyım ki, yalnızca sınırsız çoğaltılmış iktidar ve devlet aygıt ve ilişkileri, toplumu bu duruma düşürmüyor; hegemonyanın en az bunun kadar etkili diğer ana kaynağı olan medya aracıyla toplumun ideolojik fethi gerçekleştiriliyor. Milliyetçilik, dincilik, cinsiyetçilik, bilimcilik, sanatçılık (sanatın özellikle sporun endüstrileşmesi) saptırmalarıyla sersemletilmeden, sadece devlet ve iktidar aygıtları ve ilişkileriyle toplum bu denli düşürülemez; küresel-sanal (finans-kapital, para-sermaye kastediliyor) şirketler, tarihsel tekeller, toplumu kendisi olmaktan çıkarıp toplumkırım uygularcasına bu denli sınır tanımaz, sömürüye tabi tutamaz.

21. yüzyılın emperyalizmi ve sömürgeciliği, artık ülkelerin dışında değil, içindedir. Sömürgeciler sadece yabancılar değil, daha çok ortaklarıdır. Sadece sermaye tekelleri küreselleşmedi, iktidar ve devlet de küreselleşti. Küresel iktidarın içi ve dışı ayrımı da kalmadı. Ulusal aidiyetlerinin de hiçbir önemi yoktur, hepsi ortaktır. Askeri, ekonomik, kültürel ayrımının da anlamı kalmadı. Hepsinin ortak dili İngilizce, kültürü Anglo-Sakson kültürü, askeri örgütü NATO, uluslararası teşkilatı BM’dir. Artık bir-iki değil, birçok New York (ABD’nin hegemonik merkezi; 1930’larda nöbeti Londra’dan devraldı) ve Londra vardır. Küresel kentler çağını yaşıyoruz. Küresel çağın kentleri kanser hücrelerinin yayılma hızıyla sadece çevreyi yok etmiyor. Bir Merihli olsaydı, kendi zihniyet ve yaşam tarzıyla herhalde bu çağın kentlilerinden daha az acayip ve daha çok dünyalı sayılabilirdi! Kentlinin zaten pek gelişmeyen asaleti, daha doğmadan kadükleşti. Modernlik/modalık gösterimleriyle gerçek canavarlığını gizlemek istiyor. Asıl barbar (faşizm, soykırım, sınırsız kültürkırım, nihayet toplumkırım), kenttir. Eski barbara (göçmen kabilelerin barbar olduklarına hiç inanmıyorum) rahmet okutturan her tür barbar kişi ve grup (spor fanatiklerinden çılgın partilerin içi boş müzik gruplarına, imhacı bürokrasiden piyasa vurguncularına, ahlâkın hiçbir ilkesine bağlı olmayanlardan robotlaşmış olanlara kadar sanal, simülakr, hayalet çılgınları, medyakeş toplum), artık kır merkezli değil, kent merkezlidir, bizzat kentin kendisidir.

 

İlkesizlik Hep Egemen Sınıfın Sahte Politikacılığına Yarar

Toplumkırım iki yolla yürütülür:

Birinci yol, ulus-devlet ideolojisi ve iktidar kurumlaşmasıyla kendisini toplumun tüm gözeneklerine kadar militarizm ve savaş olarak dayatmasıdır. İktidarın, devletle bütünleşerek topluma karşı yürüttüğü topyekûn savaştır bu. Burjuvazi başka türlü toplumu yönetemeyeceğini deneyimleriyle iyi bilir.

İkincisi, 20. yüzyılın ikinci yarısında patlama yapan Medya ve Bilişim Devrimi’yle birlikte yaratılan sanal toplumun, hakiki toplum yerine geçirilmesidir. Daha doğrusu, medyatik bilişimsel bombalama savaşıdır. Son yarım yüzyılda toplumlar bu ikinci savaş biçimiyle başarıyla yönetilmektedir. Hayali/sanal/simülakr toplum gerçek toplumsal doğa yerine geçtiğinde, öyle sanıldığında, toplumkırım rolündedir.

İdeolojik hegemonya son İletişim Devrimi’yle birlikte, tüm toplum üzerinde yürüttüğü medya savaşıyla, sömürgeleştirmeyi askeri ve ekonomik yön kadar, belki de ondan daha yoğun ve çaktırmadan yürütmesi nedeniyle daha başarılı bir yeniden kültürel sömürgecilik yürütmektedir. Bu kültürel fetih ve sömürgeciliğe karşı toplumun en temel varoluş araçları olan öz ahlâkı ve politik mücadelesiyle direnmesi, tek özgürlük ve kurtuluş yoludur. Gençlerini kaybeden toplum veya tersine toplumunu kaybeden gençlik, yenilmiş olmaktan öteye kendi varlık hakkını kaybetmiş, ona ihanet etmiş demektir. Gerisi çürüme, dağılma ve yok olmadır. Buna karşı toplumun temel görevi, varoluşunun temel araçları olarak kendi eğitim kurumlarını geliştirmektir. İçerik olarak bilimsel, felsefi, sanatsal ve dilsel yorumlarını, bilim-iktidar yapılanmasından ayrıştırmak, anlam devrimini başarmaktır. Aksi halde toplumsal varlığın ahlaki ve politik dokularını işlevsel kılmak mümkün olmaz.

Modernitenin “demirden kafesine” kapatılmadan, toplumla baş edilemez. İlaveten küresel tekelci finans çağının, medyatik ordusunca da kapatılıp kuşatılmadan toplum yönetilemez. Sömürü tekellerinin boyutları ideolojik-medyatik, bürokratik-askeri tekellerin oluşumuna da olduğu gibi yansır. Kopmaz bağlar içinde olup birbirlerini koşullandırır.

Toplumu devlet ve iktidar öykülerinden ibaret görmemek, tersine belirleyici doğa olarak değerlendirmek, daha gerçekçi bir Sosyal Bilim oluşumuna katkı sunabilir. İktidar ve devletler, sermaye tekelleri (Firavun ve Karun misali) ne kadar büyük ve zengin olurlarsa olsunlar veya günümüzdeki mirasçıları gibi nasıl toplumu yutacak kadar canavarlaşırlarsa (yeni Leviathan) canavarlaşsınlar, hiçbir zaman toplumu ortadan kaldıramazlar. Çünkü onları, son tahlilde belirleyen toplumdur. Belirlenenler, hiçbir zaman belirleyicilerin yerini tutamaz. İktidarın günümüzdeki en şaşaalı medyatik propaganda gücü bile bu gerçeği örtbas etmeye yetmez. Onlar dev kılığına bürünmüş en sefil ve acınacak güçlerdir. Buna karşılık insan toplumu, oluşumundan beri doğanın en harika yaratımı olarak anlam bulmaktan yoksun kalmayacaktır. Demokratik uygarlık sistemi hem tarihteki hem de şimdiki hali olarak, toplumu bu ana paradigma altında yorumlama, bilimselleştirme ve yeniden inşa etme sistemidir.

Demokratik ortamın varlığına, politik toplumun siyaset yapılanmasına genel olarak demokratik siyaset demek mümkündür. Demokratik siyaset sadece bir tarz değil, kurum bütünlüğünü de ifade eder. Partiler, gruplar, meclisler, medya, miting vb. birçok kurumlaşma ve eylem olmazsa, demokratik siyaset pratiği gelişmez. Kurumların asıl rolü, tartışma ve karar almadır. Toplumun tüm ortak işlerinde tartışma ve karar alma olmadan yaşam yürümez. Sonuç ya kaos ya da diktatörlük olur. Demokratik olmayan toplumun kaderi hep böyledir. Bu tür toplumlar kaos ve diktatörlük uçları arasında sallandırılıp dururlar. Böylesi ortamlarda ahlaki ve politik toplumun gelişmesi düşünülemez. O halde politik mücadelenin, demokratik siyasetin öncelikli hedefi, demokratik toplumun oluşumu ve bu çerçevede ortak işlerin tartışma ve kararla en iyi hal yoluna konulmasıdır. Gerçek işlevinden uzak tutulan ve burjuva demokrasisi denilen ortamlar ve kurumlarında siyasetin amacı, öncelikle iktidar olmaktır. İktidar ise tekelden pay almaktır. Demokratik siyasetin böylesi hedefleri olamayacağı açıktır. Velev ki iktidar kurumlarında (örneğin hükümette) yer alındı, o zaman bile temel iş yine aynıdır. Bu iş tekelden pay kapmak değil, toplumun ortak hayati çıkarları için doğru kararlar alabilmek, uygulamaları takip etmektir. “Burjuva demokrasilerinde kural olarak yer alınmaz” demek, anlamlı bir yaklaşım değildir; koşullu yer almayı bilmek gerekir. İlkesizlik, hep egemen sınıfın sahte politikacılığına yarar. Demokratik siyasetin yetkin kadro, medya, parti örgütlenmeleri, sivil toplum örgütleri, sürekli toplum eğitim çalışmaları ve propaganda gerektirdiği asla göz ardı edilemez.

Eksik ve yanlış olan idea ise kapitalizme dayanan modernitenin tekilliğidir. Avrupa merkezli sosyal bilimin bu ideası çok kapsamlı ve kuşatıcıdır. Dünya-Sistem olarak varlığını ve kuşatıcılığını “tarihin sonu”, hâkikatin “son sözü” olarak ebedileştirme konusunda kendisinden önceki çağların uygarlıklarından aşağı kalmamaktadır. Hatta bilimsellik silahıyla bu ideayı çok daha kesinleştirir. İdeolojik hegemonyasını kuran liberalizm, bağlaşığı medya tekelleriyle bu ideayı tüm insanlığın ortak hâkikati olarak göstermek için âdeta çağ içinde çağ (medya, bilişim çağı) yaratmak gibi olağanüstü bir çaba harcamaktadır. İçerik ve biçim olarak gerçeği, tarihsel boyutu içinde sunmaya önem verirken, geçmiş ve bugünden kopuk bir fütüroloji (gelecek bilimi) inşa etmekten de geri kalmaz. Müthiş “şimdici”dir; “şimdiyi yaşa, gerisi boştur” sloganını temel inanç olarak işler. Tüm eski ve yeni fikirler ve ideolojik kalıplardan eklektik bir anlayışla oluşturduğu neoliberalizm, beterin beteri olarak âdeta Roma’nın son havasını andırmaktadır. Üç ‘S’nin, spor, seks ve sanatın azami ölçüde ideolojikleştirildiği bir dönem yaşanmaktadır. Hepsine dinsel boyut kazandırılmıştır. Günümüzde, stadyumlarda şölene dönüştürülen futboldan daha afyonlayıcı ikinci bir din bulmak çok zordur. Endüstrileştirilen sanat alanında da benzer gelişmeler yaşanmaktadır. Cinsellik gibi en temel doğal bir içgüdü bile seks endüstrisine dönüştürülmüştür. Afyonlayıcı bir etkisi olan seks, en az spor ve sanat kadar dinselleştirilmiştir. Bu üçlüye, kapitalist modernitenin dinsel şölenleri demek daha uygun düşebilir. Dinin egemenliği adına yola çıkan radikal dincilik de kendini her ne kadar anti-modern olarak sunsa da modernitenin bir eğilimidir.

 

Özgür Medya Olmadan, Siyasal Alanın Demokratikleşmesi Sağlanamaz

Cumhuriyet rejimi klasik anlamda hep bir ad olarak kalmıştır. Özellikle demokratik cumhuriyet haline gelememiştir. Tıpkı CHP hegemonyasına karşı olduğu gibi AKP hegemonyasına karşı da demokratik cumhuriyet ve anayasası mücadelesi gündemde olacaktır. Dolayısıyla yaşanan bu sürece, oligarşik dikta ile ona karşı verilen demokratik cumhuriyet mücadelesi dönemi demek daha doğru olacaktır. Her ne kadar ısrarla ve çok bilinçli medyatik çarpıtmalarla seksen yıllık beyaz Türk faşizminin alternatifi olarak sunulsa da özünde, uyuştuğu bu rejimi, renk farkıyla sürdürme kararındadır. Bu bağlamda psikolojik savaşın her türlüsü işbirlikçi bir Kürt sermaye grubunun hem Güney hem de Kuzey Kürdistan’ın önemli kentlerinde çekim merkezi olarak oluşturulmaya çalışılması ve sahte Kürtçü sivil toplum örgütlerinin kuruluşu da bu yeni stratejiyle yakından ilgilidir. Buna işbirlikçi Kürt medyasını da (psikolojik savaş araçları) eklemek gerekir.

Kürt ve Kürdistan üzerinde siyasi İslâm’ın ağırlıklı biçimi Sünni-Nakşibendi tarikatıdır. Uzun bir tarihî geçmişi olan Nakşiciliğin, Ortadoğu’daki gelişiminde Kürt şeyh ve tarikat başlarının payı büyüktür. Bir bakıma ideolojik boşluk Nakşicilikle doldurulmak istenmiştir. Beylerin ayaklanma dönemlerinden sonra ideolojik önderliğin Nakşi şeyhlerinin eline geçtiği görülmektedir. 1878 Nehri İsyanı; 20. yüzyılda 1914 Bitlis-Mutki, 1925 Şeyh Sait, 1930 Şeyh Ahmet Barzani ve 1960’lardaki Barzani ve Talabani önderlikli hareketlerin ideolojik motiflerinde Nakşicilik belirgindir. 1980 sonrasında Türk-İslâm Sentezinde de Nakşicilik, belirgindir. Turgut Özal ile Nakşicilik, ANAP’ta önemli bir hamle yapmıştır. Daha önceki DP ve AP içinde de tarikatlar etkilidir. Fakat 12 Eylül sonrasında devletin himayesinde partileşme, vakıf, okul, dernek, medya, holding gibi alanlarda kuruluşlara gitmişlerdir. Kemalist cumhuriyet ideolojisine karşı bir ideolojik karşıdevrimin yapıldığı kesindir. Fakat model açık değil, sessiz ve gizlice yürütülmüştür. Halen bu karşıdevrim, karanlıkta bir konudur. ABD ile bağlantıları olmakla birlikte, iç resmi boyutları açığa çıkmamıştır.

Cumhuriyetin 1920-1945 rotası, kapitalist ve sosyalist sistem arasındaki denge savaşına dayalı olarak gelişim gösterir. Denge, 1945’ten sonra ABD önderliğinde kapitalizm lehine ağır basınca, Türkiye Cumhuriyeti dış kaynaklı bu gelişmeden yana tavır koyup önce NATO’da askeri olarak, sonra ekonomik, sosyal ve siyasal alanda sisteme eklemlenmeye çalışır. DP ile bu süreç hızlanır; otoriter cumhuriyetçilikten oligarşik cumhuriyete doğru yaşanan siyasi gelişmeler, ekonomide sınai ve mali kapitalizmde bütünleşir. 1980 sonrasında dünya çapında yaşanan yeni liberal küresel hamleyle, dışa eklemlenme ve ulus-devlet modelinden uzaklaşma ile yeni bir aşamaya erişir. ABD önderliğindeki dünya kapitalist sistemin, Sovyetler’in çözülüşünden sonraki kaotik dönemine iyice girer. Sisteme eklemlenme askeri, ekonomik, siyasi, medyatik ve kültürel alanda tamamlanmış gibidir. Önce NATO’nun Sovyetler’e karşı bir kanat rolünü oynayan Türkiye, Büyük Ortadoğu Projesinde bir cephe ülkesi olarak kendi tarihsel ve toplumsal temelleriyle (uygarlıklar çatışması teorisine göre) yeniden yüzleşerek, ilişki ve çelişkilerini yenileyerek, kaotik ortamdan yeni bir yapılanma ile çıkmaya çalışmaktadır.

Bir anlamda üçüncü küresel savaş da diyebileceğimiz kaos imparatorluğu, sadece askeri ve siyasi yöntemlerle değil, ondan daha yoğun ve belirleyici olarak küresel ekonomik şirketler ve medyatik kuruluşlarla yönetilmektedir. Dünya çapında ekonomik ve medyatik şirketler, toplumları midesel ve zihinsel açlık içinde tutarak diledikleri gibi yönlendirmekte ve kullanmakta zorluk çekmemektedir.

Kadın özgürlüğü ve bireyselleşmeye dayalı kültür ve sanat çalışmalarına yatırım yapılırken, medya gücü de bu yeniden yapılanmanın hizmetinde olacak biçimde yeniden yapılandırılacaktır.

Siyasal alanda özgür medyanın da varlığına ihtiyaç duyulur. Özgür medya olmadan, devletin demokratik duyarlılığı ve siyasal alanın demokratikleşmesi sağlanamaz. Bireysel haklar değil, kamusal haklar olarak Kürdistan’da bir medyatik düzenlemeye ihtiyaç vardır. Dil ayrıcalığı olmamalıdır. Dayanılması güç koşullar altındaki halk, her zamankinden daha örgütlü ve bilinçli olarak demokratik eylemini yükseltecektir. Milliyetçi komplocu çabalara düşmemek kadar, her türlü sosyal, siyasal, hukuksal, sanatsal, medyatik ve öz savunma etkinliğinden geri durmayacaktır.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.