Düşünce ve Kuram Dergisi

Sansüre Rağmen Yasağı İmkânsızlaştırmak: İhlal Etmenin Özgürleştirici Gücü

Ruşen Seydaoğlu

Özgürlük Edimi Olarak Düşünmek

Kırılgan grupları nefret söyleminden korumak, ifade özgürlüğüne halel getirmeden nasıl mümkün olacaktır?[1] Bu soruya Butler’ın bilhassa nefret söylemi ile ilgili tartışmalarında sıklıkla rastlarız. Ama böylesi bir soru, özgürlükleri, hukukun normatifliğinin ya da hiyerarşik sistemin suç-ceza denkleminin dışında düşünmeye olanak vermesi açısından sansüre dair tartışmaları da boyutlandırabilir.

Düşüncelerin ve kavramların açığa çıkmasında ve gelişmesinde doğal olanın engellenmeye çalışılmasının etkisi elbette büyüktür. Nitekim özgürlüklerin engellenmesi, özgürlüğün bir sorunsal olmasını; konuşmanın, yazmanın, sanat üretiminin engellenmesi ifade hakkının sorunsal olmasını doğurmuştur. Ancak düşüncenin üretilmesi, ifade edilmesi ve örgütlendirilmesi, salt yasaklama politikaları kapsamında değerlendirildiğinde, kimi dar ele alışlar yaratma ve siyasetsizleştirme riski de taşır.

Totem-tabu algılayışlarından bu yana değerin oluşabilmesi, subjektif ve objektif olarak karşılaştırmalara ihtiyaç duyar. Düşünce, bireyin varoluşunun bir parçası olarak açığa çıktığı, yine ondan ayrılıp dış dünyaya yayılabildiği ve nihayet toplumdan yanıt alabildiği ölçüde özgürlüğü oluşturan, politikleşebilendir. Kendini gerçekleştirme dediğimiz kavram bu serbestiden doğar. Yani düşünce yasak öncesinde de özgür bir değere sahiptir, özgürlüğe ilişkindir ve hakikate en yakın potansiyeli yasaktan önce, zaten taşıyordur. Yasak tam da bu hakikatle oynar, yeni bir inşa için devreye girer. Gelinen aşamada özgürlüğe dair düşünmek ise yasağı ısrarla çıkış amacına kavuşturmamanın, imkânsız kılmanın politikası olur.

Yasaklama politikaları sadece ana müdahale etmez; aynı zamanda yarattığı kültürle düşüncenin inşasını da ele geçirmeye çalışır. Her ne sebeple olursa olsun tahakküm-hiyerarşi odakları ya da devlet otoritesi tarafından gasp edildiği an, aslında politikanın durdurulduğu andır. Bu an aynı zamanda hakikatin bozuma uğratıldığı, yaşamı algılama biçimlerinin manipüle edildiği ya da değiştirilmeye girişildiği andır. Böylelikle neyin düşünülebilir olduğu, nasıl düşünüleceği ve ifade edileceği gibi özgürlüğe dair tartışmalar genel hakimiyet açısından sadece el değiştirmiş olmaz; aynı zamanda anlamından da boşaltılmaya çalışılır.

Öyleyse düşüncenin yasaklardan azade olarak ne değer taşıdığı, insanın neden düşündüğü ve herhangi bir yasağın özgürlük yaratması mümkün müdür, arayışları sürekli canlı tutulması gereken felsefi tartışmalara dayanmalıdır. Bu bağlamda tartışma, düşünceyi iki boyutlu koruma ihtiyacını da beraberinde getirir. Düşüncenin değerini, düşünen ve parçası olduğu topluma bırakmak, bunun zeminini yaratmak ve korumak bir boyutu oluştururken; diğer boyut ise yasakların dayandığı zihniyeti doğru çözümlemek ve eylemsel olarak yasaklara direnmektir.

 

Sansürleyen-Sansürlenen-Yasaklanmak İstenen

Bir yasaklama yöntemi olarak sansür(censor) ise resmi-yazılı kaynaklara M.Ö. 1530’larda, Roma yargıçlarının nüfusu belirleme ve kamunun görgü ve ahlakını denetleme yetkisi olarak geçer. Ama Platon’un sanatın toplumu eğitmesi gerektiği öğretisi ile sanata müdahale edilmesine ön ayak olması, onun ilk sansürcülerden olduğuna dair tartışmaları da beraberinde getirir. Organik toplumlar olarak ifade ettiğimiz neolitik dönemin topluluklarında görülen tabular ise hiyerarşik sisteme dayanan yasak algısından ayrılan nitelikler taşır.

Tarih içerisinde düşüncenin, bilginin ve bunların yorumlanış biçiminin dönüşümü aslında dünya sisteminin hiyerarşik ve tahakkümcü eksene aşama aşama oturtulmasının da yöntemi gibidir. Organik toplumlarda yaşamsal deneyimlerin, doğayı algılama biçimlerinin, hayatta kalma ve birlikte yaşama arzusunun-ihtiyacının sonucu olarak açığa çıkan kutsallık, korunma, tedbirli olma gibi öğrenmelere vesile olan tabular, devletli sistemler elinde bozuma uğratılarak aslolan ve öteki olan karşıtlığını derinleştirmek için kullanılmaya başlamıştır.

Örneğin; kadınların menstrüasyon ya da gebelik döneminde topluluktan ayrı bir yerde kalmaları, ihtiyaçlarının özel olarak karşılanması dönemin kadın varlığına, doğuma, kanamaya yüklediği kutsallıkla ilgili olabilir. Cinsel birleşmelerin bu dönemde tabu olduğuna dair bilgiler vardır. Ölü doğuma sebep olabilecek davranışlardan kaçınılması çünkü bereketi engelleyeceği, böylelikle yaşamın devamının sağlanamayacağı inanışları söz konusudur.[2] Yine, bu yaşam kültürlerinde bitkilerin her istendiğinde değil, doğanın zamanına uygun olarak toplanması gerektiği başka bir tabudur. Doğru zamanda doğru şekilde toplanmayan bitkilerin bir daha yeşermeyeceği ve doğayı terk edeceği algısı doğayla kurulan animistik bağla, doğanın döngüsünün korunmasına yüklenen kutsallık anlayışıyla ilgili olabilir. Bu ve benzeri tarihsel bilgiler, düşüncenin serbestliğinin kültürün oluşumunda ne denli belirleyici olduğunun emareleridir.

Yaşam tarzının/sisteminin değişmesiyle tabulara yüklenen anlamlar sansür politikaları ve karşıtlıklarla dönüşmeye başlar. 16. yüzyılda hiyerarşik-tahakkümcü yönetme biçimlerinin yansıması olan sansür, merkezi bir otoritenin toplum için neyin doğru düşünce olduğunu toplumdan kopuk, toplum yerine belirlemesi anlamındadır. Devam eden süreçlerde de bu merkezi otoritelerin ideolojileri, ahlaka yaklaşımları ve yaratmak istedikleri düzenin aparatı olarak sansür uygulamaları yaygınlaşır. Sansürcü, 17. yüzyıldan itibaren artık “ahlaksız veya sapkın herhangi bir şey içermediklerini görmek için kitapları, oyunları, filmleri inceleme yetkisine sahip resmi görevli” olarak;19. yüzyılın ilk yıllarından itibaren de “siyasi olarak yıkıcı olduğu düşünülen konuşma veya yayınlanmış materyallerin bastırılmasıyla görevli devlet görevlisi” şeklinde ifade edilir.[3] Yani 16.yüzyıldaki inceleme yetkisi 19.yüzyıla gelindiğinde artık incelemenin ötesinde basılmasının, yayılmasının ve hatta varlığının engellenebildiği bir müdahale yetkisine dönüştürülür.

Bu tanımlamalarda ifade edilen ahlaksız ve sapkın olan nedir ya da yıkıcı-siyasi söylem nasıl belirlenecektir? Yanıtların mutlak belirleyicisi sansürcü devletler ve onun memurları olduğunda, yönetenlerin ideolojik anlayışı, ulusal ve uluslararası çıkarları dışındaki her şey bu tanımlara dahil edilir. Diğer taraftan daha önce kullanılmayan, söylenmeyen her şey de sansür duvarına çarpmaya başlar; çünkü sansür yeniye dair muhafazakarlığın ve şüpheciliğin konforlu yürütülmesini sağlayacaktır. Üstelik böylesi bir zeminde başlangıçta sansür uygulanmayanlara, devam eden süreçte de uygulanmayacağının garantisi yoktur.

Bunun en çarpıcı örneklerinden biri, Nora’nın hikayesini anlatan Bir Bebek Evi oyununun yasaklanması sürecidir. Oyunda Nora, normatif güzellik ve itaatkârlık kapsamında eş-anne olmayı reddederek erkek egemenliğini, kadının ailedeki rolüne dair yaygın öğretiyi yapıbozuma uğratan bir karakterdir. Topluma içselleştirilmiş makul kadın ölçülerine meydan okuyan bu oyun, tahakküm ve hiyerarşisini kadın üzerinden üretenlerin başına bela olacaktır. Ya böyle düşünen kadınlar artarsa ya da zaten böyle düşünen kadınlar yüksek sesle konuşmaya başlarsa korkusu baş gösterir. Açığa çıkan öfke ve bazı ülkelerde sonu değiştirilmediği takdirde oynanmasının yasaklanması bundandır.[4]

Her hâlükârda kadınlığa, ailenin kutsallığına dair denetim elde tutulmak istense de, her zaman doğrudan bu vurguyla uygulanmaz sansür. 8. Henry’nin Anglikan Kilisesi’nin ilk marifeti de Katolikliğe, çağrışımlarına dair oyunları ve yayınları yasaklamak olur. Devletlerin-yönetimlerin kendilerini dini kimlikle izah etmeleri ve bu dini kimliklerin değişme süreçlerinin çoğunda benzer şeyler yaşanır. Kraliçe Elizabeth’in yasaklarıyla ya da İran şeriatçılarının kurallarıyla olsun, kovulan din eleştirmenlerinin hemen hepsi dinci devletlerin sansür politikalarının mağdurlarıdır. Yani güç, farklı iktidarlar arasında el değiştirdiğinde de otoritenin sağlanması için yapılması gerekenlerin başında öncekine dair her şeyi sansür yoluyla yaşamdan ve hafızalardan silmek vardır.

M.Ö. 213’te Çin hükümdarı Shi Huang Di’nin “bilimsel” olmayan bütün kitapları yaktırması, “bilimsel” olanın da sahipli olduğunun, hiyerarşik üst tarafından belirlenebilir sayıldığının başka bir örneğidir. 1874’te Matbuat Nizamnamesi ile Osmanlı tebaasına sunulacak bütün yayınların izne bağlanması, 2. Abdulhamit’in 1881’de Encümeni Teftiş ve Muayene Dairesi ile basım alanının hükümetin bilim-bilirkişilerine devredilmesi, 1989’da Yayın Standartları Kurulu’nun ve devam eden süreçte de RTÜK’ün kurulması sansür politikalarının hayata geçebilmesi için devletlerin kendi bilimini-bilim insanını yarattığının ve kurumsallaştırdığının emareleridir.

Yıllar içerisinde modernleşme, insan haklarına duyarlı devletleşme propagandaları yapılsa da, Arthur Miller’in de dediği gibi, sansürcü aslında bir şeytandır ve birçok kılığı vardır. Bazen Vesconcelos’un Şeker Portakalı’nı İstanbul’daki okullara gönderdiği idari talimatla çocuklar için önerilen kitaplar listesinden çıkartır; bazen dünyaca ünlü bir oyun sırf Kürtçe sahnelenecek diye gösterimini son dakikada engeller. Eğer sansürcü bir cinsin, bir halkın, bir dilin, bir örgütün olmadığını söylerse o olmazlaştırılır. Cinselliğin ifade edilişi onun erkek egemen ideolojisine uygun değilse, başka türlüsünün olduğuna dair ihtimal bile ortadan kaldırılır. Haber kaynakları, basın kuruluşları onu göstermeli, onun dilini ve bilgisini yaymalıdır. Böylesi bir durumda toplumun erişebildiği bilgi de sadece çarpıtılmış gerçekler olur.

Sansürün üretildiği yer ile üretilenin çıktığı yere iki homojen yapı olarak bakmak da tıpkı özgürlüğü, yasağın devreye girdiği anla açıklamak gibi riskli olabilir. Çünkü ne devlet denilen idari yapılar bütünü ne de sansür politikasına maruz kalanlar tek bir tipolojiden oluşur.

Devletin idaresi dönemsel olarak değişkenlik gösteren ideolojilerle yürütülse de, geçmişten bugüne kapitalizme içkin dincilik, milliyetçilik, bilimcilik ve cinsiyetçilik ideolojileriyle harmanlanarak gelir. İdare edenler de bireysel olarak bunların bütününe ya da bazılarına daha fazla eğilim gösterebilirler. Ellerindeki güç ve dayandıkları ideolojik arka plan arzularını daha fazla uygulayabilmelerini sağlar. Elbette söz konusu gücü elinde tutanlar olduğunda daha yekpare bir görüntüyle karşılaşılır. Günün sonunda o mekanizmaya girenler devletin varoluş amacını gerçekleştirirken ortak bir tutum içinde olurlar.

Türkiye’nin bir dönem başörtüye uyguladığı yasaklamalar başörtü kullanmayı seçen kadınların modern, beyaz Türk kadınlığının karşısında konumlandırılırken, makul olan da belirlenir. Devam eden süreçte başörtünün serbest olmasıyla toplumda bu kez de başörtü kullanmanın makul olan haline getirilmesi cinsiyetçilik ve dincilik ortaklığındaki devlet kültürünün önemli yansımalarından olmuştur. Dincilik ve laiklik gerilimi içinde tutulan kadınlar her iki odak tarafından da milliyetçiliğin bir biçimi olarak Türklüğün geleceği şeklinde tanımlanmışlardır. Bu ortaklığın yarattığı ise sansür ve otosansürle kadınların her halükârda özgür iradelerinin engellenmesidir.  Birçok ayrıntısına rağmen Münevver Karabulut ve Özgecan Aslan cinayetleri toplumun bakış açısının sansürün ideolojik arka planıyla şekillendirildiği önemli örneklerdendir. Münevver, aslında makul kadın olmadığı için canice katledilmesinin neredeyse müsebbibi gibi servis edilirken, Özgecan üniversiteli, ailesiyle yaşayan, okuldan-eve bir hayat sürdüğü için yası tutulabilir olmuştur. Halbuki her iki genç kadını katleden de, binlerce yıllık erkek egemen devletli sistemdir ama topluma sunulma biçimleri erkekliğin ifşa edilmesinin sansürlenmesine dayanır.

Sansüre maruz kalanları her ne kadar kadınlar, düşünürler, sanatçılar, gazeteciler, devrimciler gibi ifade etsek de, her bir grup kendi içinde çeşitlilik barındırır. Yekpare bir kadınlık olmadığı gibi yekpare bir gazetecilik de yoktur. Mütedeyyin, seküler, sosyalist, antikapitalist tutum, feminizm savunusu hatta mistisizm vb. çeşitlilikler tüm bu kategorilerin içinde kendilerini sürdürürken sansür bunların görünür olmaması ya da amaçladığının yeniden üretilmesi için işler. Haliyle sansürün bütün bu çeşitlilik karşısında “teklik” fenomonolojisi ürettiğini de belirtmek gerekir. Böylesi bir politikanın çıkacağı-uygulanacağı yerde devleti temsil eden o küçük kesim hiçbir zaman olmayacaktır. Sansürün çıktığı yer, her zaman kadınlar, düşünürler, sanatçılar, gazeteciler, devrimciler ve nicelerinin, devlet gibi düşünmeyen ve buna zorlanmaya itiraz eden herkesin mahallesidir.

 

Otosansürün İnşası: Düşüncelerin Yargılanması

Toplum yararına olanın hiyerarşi ve tahakküme dayalı bir ilişkiyle belirlenmesi düşüncenin özgürlüğüne, özgür düşüncenin eşitlik yaratma potansiyeline ve çeşitliliğin yaratıcı yaşam biçimlerine müdahale ederken beraberinde başka neleri üretir?

Sansürün yönetme politikasına dönüşmesi ve yargının konusu haline getirilmesi yasaklama faaliyetlerinde yeni bir katman oluşturur: otosansür. Artık düşünce eyleme dönüşmeden sansürlenebilir; hatta neyin düşünüleceği önceden planlanarak kişiden bağımsız kişinin düşüncesi haline gelebilirdir. Üstelik devlet failliği hemen herkesin paylaştığı bir failliğe dönüşür. Sansürün toplumda içselleştirilmesiyle toplumdaki bireylerin devlet gibi düşündüğü, eyleme geçtiği ya da cezalandırılmamak için devletin sınırları içinde düşündüğü ve eylediği otosansür halini yaratır.

Otosansürü açığa çıkaran yolda, kişinin içinden geçtiği tarihin ve toplumun özelliklerine, kadın-erkek ilişkilerine, doğayla kurduğu bağa ve parçası olduğu siyasi-sosyal çevreye müdahale edilir. Görünürde sansüre “kamusal” alanın genel düzenlemesi denir ama aslında bireyselliğin ele geçirilebildiği oranda toplumda etkililik yaratır. Çünkü devlet durumu denen mefhum, kendini kişilerin duygu ve düşünce dünyasında kalıcı hale getirmedikçe toplumun tamamını şekillendiremeyecektir.

Erkek egemen sistemin inşası olan mevcut kadınlık performanslarının otosansürün en sık devreye girdiği deneyimlerle dolu olması elbette tesadüf değildir. Bilhassa aile bahsettiğimiz tahakküm odaklarının sürekli üretilmesi için özel olarak dizayn edilmiş yapılar, otosansürü üreten fabrikalar gibidir. Kadınlar açısından toplumsal cinsiyet rollerini üstlenmeye dair rızayı inşa eden, böylelikle kadınlığı evlenmek, anne olmak, bakım sorumluluklarını tek başına sırtlamak gibi performanslarla özdeşleştirendir. Aile içerisinde kimlerden, kaç kişiden oluşursa oluşsun aile meclisine tabii olmanın mutlaklaştırılması, kadınların özgürlük eğiliminden parça parça kopararak geleceğinin de gelecekteki olası aykırı tercihlerinin de bu etkide kalmasını amaçlar.

Bunun dışındaki kadınlık performansları yasaklandığı için zamanla kendini gerçekleştirmek bu rolleri gerçekleştirmeye dönüşür. Kadınlar evlenmek, aile kurumuna dahil olmak, çocuk yapmak istemeseler de, kendilerine otosansür uygulayarak mevcut toplumsal yapıda kabullenilmeyi seçebilirler. Devamında ise bu bütün bireysel-toplumsal ilişkilere, arkadaşlıklara, dostluklara hatta toplamı olarak ifade edebileceğimiz yoldaşlıklara, örgütlenme ilişkilerine bile yansıyabilir. İtiraz edip aileden kopabilmiş, özgürlük mücadelelerine katılmış kadınlar bile hata yapmama, kabul görme, topluluk dışına itilmeme uğruna egemene benzeme eğilimi taşıyan örgütsel mekanizmalarda yasaklara-sansürlere rızayla uyma davranışını tekrarlayabilir. Yani özel alandaki yasaklamalar, sansür-otosansür politikaları kadınlar üzerinden artık dalga dalga tüm topluma “kamusal alana” yayılabilir bir hale getirilir.

En görünür “kamusal alan” olarak parlamentoda Kürdistan neresidir sorusunun cevabı göğüs işaret edilerek verilirken, sansür artık otosansür olarak devrededir. Kürdistan demek yerine “bölge” demek de otosansürün başka bir tezahürüdür. İçinde yaşayan halkların çeşitliliğiyle özgün bir kültürün, tarihsel, toplumsal bir coğrafyanın kendi ismiyle söylenemiyor oluşudur. Daha vahimi ise bu ifadenin ulus-devlet ve sınır öğretisi dışında kullanılmasının sadece devlet tarafından değil; milliyetçi Kürtler eliyle de sansürü yeniden üretmesi, otosansüre sebep olmasıdır. Konuşan ne devlete ne kendi halkına yaranamayacağının baskısıyla sessiz kalarak ya da konuyu değiştirerek otosansürü üretir.

Sadece siyasi partiler rejimine dahil olanlarda işlemez bu durum. Hükümetin genel politikaları AB’ye giriş üzerineyse, bütün akademilerde araştırma tezleri doğrudan ya da dolaylı olarak bu odağa yönlendirilir. Çünkü bilim insanları devletin kurumu olarak son derece hiyerarşik ve tahakkümcü olan YÖK’e bağlı üniversite sistemine girdiği an savunma kabiliyetlerini, özerkliklerini büyük bir oranda kaybedecektir. Artık kültürel çalışmalar, kadın çalışmaları, ülkenin çeşitliliği ancak bu politikalar izin verirse akademinin konusu haline gelebilir ve desteklenebilirdir.

Politikalar değiştiğinde, tekçi hegemonya yeniden devreye girer ve akademilerdeki muhaliflere asla hareket alanı tanınmaz. Tez konuları, başlıklarına değin sansürlenir ya da “tezlerin başarılı olabilmesi” için o başlıkların ve içeriklerin değiştirilmesi gerekir. Bu kıskaç içinde siyaset bilimciyi Türkiye tarihine dair ders anlatırken, makale yazarken ya da tezini savunurken; tam da bu tarihin dinamiği olmasına rağmen, Kürt Özgürlük Hareketi üzerine konuşmaktan imtina ettiren sansürün otosansüre dönüşmesiyle de ilgilidir. Çünkü akademi, örtülü sansürün otosansüre dönüştüğü ve bilim insanını bilim yapmaktan alıkoyabilecek kudretteki kurumsallaşmadır.

Özgürlüğün siyasetini çeşitli argümanlarla üretenler, siyasi bir performans ve topluma ulaşma yolu olarak TV programlarına katılırlar ya da röportaj verirler. Bunlar, toplumsal anlamda en meşru siyasi faaliyetlerdir. Diğer taraftan yerel ve uluslararası normatif hukuk sistemlerince insan hakları ve demokratik siyasetin yöntemleri olarak korunması gereken, içtihatlaşmış edimlerdir. Basın ve yayın kuruluşlarının varlığı da tam olarak bu meşruiyete dayanır. Çünkü toplumun haber alma hakkının ve topluma haber verme yükümlülüğünün erişilebilirliği ve uygulanabilirliği özgürlük fikrinden ve özgürlüğün örgütlendirilmesi gerektiğinden bağımsız ele alınamaz.

Günün sonunda kendini muhalefet ya da alternatif kurucu güç olarak tarifleyen siyasetlerden kişiler bu meşruiyete rağmen, tam da devletin tariflediği biçimde “sizin” basınınız algısıyla, kaçınma duygusuna kapılır ve otosansür uygulamaya başlar. Çeşitli mazeretlerle geri çevrilen ANF, Mezopotamya, Jinnews, Yeni Yaşam gibi özgür basın kurumlarının devlet aklıyla algılanışı “sizin” ve “bizim” algısının altüst olduğunu gösteren somut deneyimlerdir. Yani otosansür, kim olduğumuzdan kopup kim olmamız isteniyorsa ona yöneldiğimiz anlarla doludur.

Demokratik siyasetin en güçlü bileşeni sivil toplum örgütleri açısından da benzer bir tablonun açığa çıktığı söylenebilir. Özerk ekonomilerin yaratılması önündeki engeller, sivil toplum üzerindeki yargı tacizi, sivil toplumun dili ve eylemi üzerinde giderek artan otosansüre sebep olur. Fon kuruluşlarının batıcılık eksenli ideolojik arka planları, proje destekleriyle kültür endüstrisi yapmanın, sosyalist, devrimci hatta feminist literatürdeki radikalliği sivil mücadeleden koparma amacıyla denk bir literatürü ve kültürü dayatır. Bu dil ve kültür kullanılmadığı takdirde sivil toplum faaliyetleri desteklenmeyecektir. Diğer taraftan kolluğun denetim ve müdahale yetkisinin arttırılmasının ifade özgürlüğü ve örgütlenme hakkının bir parçası olan basın açıklamalarında pankarttan, açıklama metnine kadar etkilerini hissettirir. Sivil örgütlerin özgürlük, eşitlik vurgularına içkin ifadeleri giderek pozitif hukuk kurallarına uygun hale getirilmeye başlar.

İfade özgürlüğünün hem bireysel ilişkilerimizde, hem uluslararası insan hakları mekanizmalarında hem de iktidar karşıtı toplumsal hareketlerde hâlâ en güçlü savunulan hak grubu olması elbette bu hak üzerindeki kurumsallaşmış saldırılardan bağımsız ele alınamaz. Şüphesiz yargılanma ve kapatılma, ifade özgürlüğü kullanılırken karşılaşılması yüksek olasılıkta olan işkence ve kötü muameleyle birlikte düşünüldüğünde, korku ve kaygıyı belirginleştiren uygulamalardır. Bilhassa yargılama gücünü elinde bulunduranlar ve sansür politikalarını uygulayanlar aynı olduğunda, sonuçlar kendini demokrasi abidesi olarak sunan ulus-devletlerde bile pek değişmez.

Bu tespitlerin hiçbiri, dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye ve Kürdistan’da da çok büyük bir kesimin özgürlük ve eşitlik mücadelesi açısından bitmeyen bir direniş içinde olduğu hakikatini ortadan kaldırmaz. Kadınlar, insan hakları savunucuları, gençler, avukatlar, akademisyenler ve gazeteciler bütün sansür politikalarına rağmen direnmektedir. Ancak direniş dilindeki değişimin, yaşam biçimlerinin değişiminin, üretim araçlarındaki değişimin etkileme ve dönüştürme gücü açısından otosansürle ilişkisi çözümlemeye ve çözmeye muhtaç bir durumdadır. Bununla baş edebilecek politikalar, söz-eylem üretmek toplumsal bir ihtiyaç olarak bahsettiğimiz mahallenin sakinlerinin sorumluluğundadır.

 

İhlal Etmek Özgürleştirir

Sansürün, etik ve politik bir arzu olarak özgürlüğe dair söylem oluşturan herkese, her üretime karşı uygulanıyor oluşu, yasaklama-kapatma rejiminin içinden çıkmasıyla ilgilidir. Ama varlığı, düşünce üzerinde azımsanamayacak aşınmalara sebep olsa da, özgür düşünce ve üretimi bitirememiştir. Sansür uygulanan, otosansür kıskacında tutulan kimliklerin her birinin kendi içinde ve diğerleriyle yürüttükleri mücadelelerde, kesişimsel alanların alabildiğine genişlediğini görmek gerekir. İktidar karşıtı toplumsal hareketler birbirleriyle bu eksende temas kurdukça, kesişimsel odakların fazlalığını gördükçe birçok kesimi içine alan perspektifler oluşmaya başlar. Perspektifler niteliksel olarak genişledikçe de değiştirme gücüne haiz nicelikleri beraberinde getirir.

Böylesi bir yaklaşımın etkisindendir ki, akademilerin özerkleşmesi için verilen mücadele, kadınların pozitivist olmayan bilgiye-bilimsel eğitime ulaşmasının yollarından görülmeye başlar ve kesişimsel alan genişler, kadınlar bu mücadelelere dahil olur. Sanat ve basın-yayın kuruluşlarının sembolik sermayeyi ifade eden homojen yönetimlerine[5] karşı sokaklar, ağaç dipleri, alternatif kolektif mekânlar ve platformlar aracılığıyla alternatif sanatçılığa ve özgür basına alan açar. Okunabilir işlerin sansürlenmesinden izlenebilir işlerin sansürlenmesine giden, günün sonunda okuma yazma bilmeyenlerin dahi tahakküm odaklarınca şekillendirildiği politikalara karşı herkes için bilgi, herkes için sanat iddiası ortaklaşır. Gazeteciler bunları haber alma hakkı ve haber verme sorumluluğuyla topluma ulaştırır. Böylelikle sınıfsal, kültürel, ekonomik ve cinsiyete dayalı ayrımcılığa meydan okuma kudreti, değiştirebilme kudretine dönüşür.

Yayın durdurma ve kapatma yetkisinin yargıya verilmesiyle özgür düşüncenin birileri tarafından yargılanabilir ve hatta düşünenle birlikte kapatılabilir olduğu öğreti tarih boyunca yaygınlaştırılmak istenmiştir. Hukukçuların ifade özgürlüğünü bir sorumluluk olarak sahiplenmesi, yasaklanan eylemi, eseri, haberi ya da sözü politik mekânlar olarak duruşma salonlarında, savunmalarında tekrar etmesi, yeniden görünür kılması sansürün bozuma uğratılmasını sağlar. Devamında ise başka gazetecilerin bu haberi hukukçunun dilinden dahi olsa, yayınlaması ya da bir karikatüristin çizerek topluma ulaştırması vardır. Artık sansür ihlal edilmeden ihlal edilmiş, sansürlenen özgürleştirilmiştir.

İhlal etmekteki yaratıcılık, siyaseti normatif kabullerden, normatif zamanlardan ve mekânlardan taşırarak yazılan senaryolarla, çekilen filmlerle, çizilen resimlerle, söylenen şarkılarla siyasetin nasıl da güçlü bir sanat performansı olabileceğini gösterendir.[6] 2. Dünya Savaşına dair kurgu kitap/filmlerden Göremediğimiz Tüm Işıklar’da bütün radyo frekansları muktedirlere aitken, savaş bir tek onların ağzından kahramanlık destanı gibi anlatılabilirken bile başka türlüsünün mümkün olduğunun umudu anlatılır. Bu kurgudaki umudu gerçeğe dönüştüren ise Radyo Kobani’dir. Savaşın gerçek hikayesini anlatmak için o frekanslardan sıyrılabilmek, kendi frekansını yaratmak sansürü ihlal ederek bir kez daha düşünceyi özgürleştirir, özgürlüğün mümkün olduğunu dünyaya gösterir.

Bu performansların tamamı sansürün gayrı meşruluğuna karşı yaratıcı yöntemlerle ve “ihlal” edimiyle özgür düşünceyi toplumla buluşturabilmenin yollarıdır. Çünkü sansürü imkânsızlaştıran, sansürleneni özgürleştiren, özgür düşünmekten vazgeçmeyen kolektif birlikteliklerle mümkündür. Ve yönünün değiştirilmesi yetmeyecektir. Yani yasak sansürcülere uygulandığında da toplumdışı-üstü bir otorite tarafından üretilmiş o akıl devreye konmuş olacak, yeniden üretilecektir. Öyleyse faşizm, cinsiyetçilik, dincilik, milliyetçilik gibi toplum düşmanı ideolojilerin ifade edilmesi serbest mi bırakılmalıdır?

Söz konusu ideolojilerin hiçbiri düşünce serbest bırakıldığı için açığa çıkmamış ya da kurumsallaşmamıştır. Aksine hiyerarşi ve tahakküm mekanizmaları özgürlüğe dair düşünceleri yasaklayabildiği, toplum siyasetsizleştirildiği oranda kalıcı hale gelmişlerdir. Doğrudan ya da dolaylı, fiziksel ya da zihinsel olarak yasak fikriyle ilişkilenme, varoluşun özgürlük eğilimine aykırıdır ve bir anda egemeni yeniden üretebilir.

Öyleyse yasakların özgürlük doğurmayacağı savunusu, sansür ve otosansürden çıkmaya çalışırken nereye yöneleceğimizi de içinde barındıran bir iddiadır. Başlarken belirttiğimiz hususun çözüm ararken ve çözümü uygularken hep akılda tutulması bu sebeple önemlidir. Kırılgan grupların, yargılanabilir, cezalandırılabilir addedilen düşüncelerin, kişilerin ve kolektiflerin serbestleşmesi, düşüncenin ifade edilmesinin hangi sebeple olursa olsun engellenmeyeceği bir kültüre, toplumsal sisteme ihtiyaç duyar.

Özgür düşünme, tartışma ve eyleme hali tam da bu sebeple toplumun kültürü haline gelebildikçe, toplum tarafından savunulabilir oldukça yaşam sisteminin de belirleyicisi olur. Kendini salt muhalefet ve korunması gereken gruplar olarak konumlandırmayı aşacak, kurucu unsur haline gelebilecek performanslara ihtiyaç duyar. Özgürlük fikrinin toplumlarda hâkim algı ve değer haline gelmesi, düşünceyi kalıcı olarak serbest bırakabilecek, böylelikle özgürlüğe dayalı sistemin imkânını yaratabilecektir. Şüphesiz faşizme, cinsiyetçiliğe, dinciliğe ve milliyetçiliğe karşı mücadele, bunların açığa çıkardığı yasaklar, sansür ve otosansür politikaları karşısında sürekli direnmeyi gerektirir. Ancak keramet bu direnişi eşzamanlı olarak kendi toplumsal sistemini inşa edebilecek cesaret ve beceriyle buluşturabilmektedir.

 

[1]  Alev Özkazanç ve Özkan Agtaş, “Judith Butler’ın Nefret Söylemi Eleştirisi: Dildeki Performatif ve Yaralayıcı Dil” Fe Dergi 10, no. 1 (2018), 1-12.
[2]  Evelyn Reed, Kadının Evrimi Anaerkil Klandan Ataerkil Aileye, İstanbul: Payel Yay., 2012, s. 91,139.
[3]  Etmology, censor. https://www.etymonline.com/word/censor#etymonline_v_8347 (Son Erişim 07.10.2024)
[4]  Yavuz Çelik, “Yöneten Yönetilen ilişkisinde Sansür”, Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Temmuz 2009, Sayı:4
[5]  Ayrıntılı tartışmalar için bkz. Kurumlar ve Sansür Kıskacını Kırmak, Ezgi Bakçay, Burak Delier, Osman Erden, Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi youtube videosu https://www.youtube.com/watch?v=kOzC-C6X7jw&t=3972s (Son Erişim 07.10.2024)
[6]  Ayrıntılı tartışmalar için bkz. Özgürlüğün Sırrı Yaratıcılıkta: Sansürü Yerlebir Etmenin Yolları, Aslı Odman, Nazım Dikbaş, Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi youtube videosu https://www.youtube.com/watch?v=oYBuwYtgK44&t=3875s (Son Erişim 07.10.2024)

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.