Düşünce ve Kuram Dergisi

Toplumu Korkutma Ve Teslim Alma Aracı Olarak Medya

Ertuğrul Mavioğlu

Medya ile toplum ilişkisi, yarattığı etki itibarıyla hükmedici olsa da görünümü, devletin herhangi bir zor aygıtının kitlelerle kurduğu ilişkiye kıyasla oldukça naiftir. Hem hükmedici hem de çok naif… Bu çelişkili birlik, kuşkusuz, medyanın toplumla ilişkisine yakından bakmamıza ve daha derinlikli inceleyip kavramamıza ihtiyaç duyar.

Öncelikle şu gerçeği anımsayalım: Gazeteleri para vererek bayiden satın alıyoruz. Televizyonlarımızın uzaktan kumandasının tuşlarına basarak izleyeceğimiz kanalı kendi irademizle seçiyoruz. Dinleyeceğimiz radyonun frekansını ayarlarken herhangi bir baskı görmüyoruz. Ve sanal medya platformlarında kimi ve neyi takip edeceğimiz, tümüyle özgür irademiz dâhilinde.

Buraya kadar sorun yok; her şey kontrolümüz altındaymış gibi görünüyor. Peki, gerçek böyle mi? Hep kendi tercihlerimizin peşinden gidiyor gibi görünsek de içimizden gelen yüksek volümlü bir ses, bu ilişkide iradeyi fazlasıyla aşan, hatta onu ezip geçen önemli bir problem olduğunu söylüyor. Hem de öylesine geçiştirilecek türden değil; oldukça büyük bir problem. Kafamızda kimi soruların dönüp durması tam olarak bu yüzden.

Mesela, medya ile kurduğumuz ilişkide “kendi irademiz” dediğimiz şey, gerçekte bir koşullanmanın ürünü olabilir mi? Ya da yüzlerce seçenek arasında gezinirken bile aslında seçenekten yoksun muyuz? Yani neredeyse tümü tek bir amaca hizmet eden yüzlerce, binlerce, on binlerce ışık ve ses yumağının içinde, çoktan yolumuzu kaybetmiş olabilir miyiz?

Gelin bu sorulara biraz daha yakından bakarak yanıt oluşturmaya çalışalım ki medya-toplum ve medya-iktidar ilişkilerinin anlamı biraz daha berraklaşsın. Burada elbette ki dünya medyasını ele almak mümkün, ama konuyu ayaklarımızı bastığımız coğrafyaya doğru çekmek, soyuttan somuta doğru ilerlememizi kolaylaştıracağı için daha ehven.

Ayrıca yanlış anlamaların önünü kesmek için dikkat çekilmesi gereken başka iki ayrıntı daha var. Birincisi, yazı boyunca “medya” kavramı, büyük sermayenin elindeki o devasa oyuncağı tanımlamak için kullanılacak. İkincisi, yazının derdini rahatça ortaya koyabilmesi için başlangıç noktası olarak mümkün olan en yakın tarih dilimi seçilecek.

Yani, örneğin toplum-medya ve iktidar-medya ilişkisine, 1831’de II. Mahmut’un emriyle yayın hayatına başlayan Takvim-i Vekayi’den doğru bakmanın pek bir yararı yok. Çünkü Takvim-i Vekayi’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun resmi sözcülüğünü yapmak üzere kurulduğundan dem vurup, tarihsel basamakları birer ikişer çıkmak mümkün olsa da bu, ziyadesiyle sıkıcı ve yorucu olur.

Bu nedenle, nispeten daha yakın bir zaman dilimini, mesela 1980’lerin başlarından bugüne doğru on yıllık zaman kesitlerini esas alarak medya-toplum ve medya-devlet ilişkilerindeki evrimsel süreci ele almak çok daha elverişli olacak. Böylelikle hem 12 Eylül 1980 faşist darbesinin yarattığı kırılma sonucu medyanın yapısı üzerindeki baskın rolüne hem de medyanın yaşadığı değişim ve dönüşümlere kolaylıkla odaklanabileceğiz.

Türkiye’de basının medya haline gelmesi, sanılanın aksine gazetelerin Bab-ı Ali’den plazalara taşınmasıyla başlamadı. Gazeteler henüz Bab-ı Ali yokuşundayken de, medyalaşmanın ya da basında tekelleşmenin temellerinin atılmaya başlandığı, o dönem bu mesleği sürdürenlerin malumuydu.

Meslek içindeki herkes, gazeteciliğin haber verme nosyonunun törpülendiğine, hızla aşındırıldığına, yerleşik etik ilkelerin yerini iş dünyasının ve devletin kurallarının almaya başladığına birebir tanık oluyordu. Üstelik bu akış birden bire de ortaya çıkmış değildi. Basının da medyaya dönüşmeden önce devlet ve patron tarafından çizilen sınırları vardı ve bunu aşmaya kalkanların başına gelenler de herkesin malumuydu.

 

1980’LER

Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni olan Abdi İpekçi katledildiğinde 70’lerin sonuydu. 1 Şubat 1979’da İpekçi suikastini gerçekleştiren Mehmet Ali Ağca, iki yıl sonra 13 Mayıs 1981’de bu kez Papa II. Jean Paul’e saldırı düzenleyecekti. Zaman içinde ortaya çıkan ilişkiler, Ağca’nın kontrgerilla aparatı olduğunu gösterdi; ne İpekçi ne de Papa, rastgele seçilmiş hedeflerdi.

TRT yapımcısı Ümit Kaftancıoğlu, 11 Nisan 1980’de sol görüşlü olduğu için faşistlerin kurşunlarına hedef olurken, dehşet verici bir başka gazeteci cinayeti de 22 Temmuz 1980’de işlendi. Demokrat Gazetesi muhabiri Recai Ünal’ın, faşistler tarafından kaçırılıp işkence edilerek öldürülmesi, o günlerde işkence aleti olarak kullanılan bir manyetonun fotoğrafını birinci sayfadan kampanya halinde teşhir eden Demokrat Gazetesi’ne verilen bir sus işareti gibiydi.

Recai Ünal’ı katlettikten sonra Fransa’ya kaçan faşist katil İsmail Hakkı Parlak, hakkında açılan dava zaman aşımına uğrayınca Türkiye’ye döndü ve soyadını değiştirdi. 1999 seçimlerinde de İsmail Hakkı Cerrahoğlu ismiyle MHP’den milletvekili seçilerek parlamentoya girdi. Yani faşist katilin suçu yanına kâr kaldığı gibi, aynı zamanda ödüllendirilmişti.

Bu örneklere rağmen bu dönemde gazeteci cinayetlerinin basına yön vermek için temel bir yöntem haline getirildiğini söylemek, çok yerinde bir tespit olmaz. Basını asıl zapt-ı rapt altına alacak olan dalga, 12 Eylül 1980 faşist darbesiyle birlikte geldi.

Bu döneme dair asıl vurgulanması gereken ayrıntı, basındaki özgürlük kırıntılarının bile tümüyle yok edilmesi ve otorite karşısında gazetecilerde zaten var olan itaat eğiliminin kalıcılaşması oldu. Cunta döneminde gazetelerde çalışanların anlatımlarına göre bu eğilim, bir nevi şartlı refleks deneyine benzer bir tarzda gerçekleşti. Gazetelerin merkez bürolarına hangi haberlerin yasak olduğuna ilişkin tebligatlar, önce bir albay tarafından, daha sonra farklı gün ve haftalarda sırasıyla yüzbaşı, teğmen ve başçavuşlar tarafından getirildi. Daha sonra bir süre postacı erler bu görevi üstlendiler. Uzunca bir dönem, gazete yönetimleri yasakları tebliğ edenlerin rütbesine bakmaksızın gelen bütün talimatlara harfiyen uydu.

Üstelik, talimatlara uymayanların başına neler gelebileceği, yaşanan gözaltılar ve geçici kapatma kararları sayesinde de ziyadesiyle test edildi. Çok geçmeden cunta yönetiminden gazetelere tebligat gönderilmez oldu ve başlangıçta da kimse bunun farkına varmadı. Ama artık sansür tebligatları olmasa da gazetelerde cuntayı rahatsız edecek nitelikte bir haber de yayımlanmıyordu. Çünkü tüm bu sansür tebligatları zamanla, gazete editörlerinde haberlerin hangi üslup ile servis edileceğine dair kesin refleksler oluşturmuştu.

Ve itaat etmeye alışmış olanların sansür talimatlarına ihtiyacı kalmamıştı. Arşivler, o dönemki tanınmış pek çok köşe yazarının cuntayı ve lideri Kenan Evren’i hiçbir talimata gerek kalmaksızın kendiliklerinden övdüğüne, cuntanın sağ-sol kavgasını nasıl bitirdiğine ilişkin methiyeler düzdüğüne dair yazılarla dolu. Yine arşivler, haber kurgularının da cuntanın istediği biçimde yapıldığını gösteriyor.

Bu açıdan değerlendirildiğinde, son yarım yüzyıllık basın tarihindeki en önemli kırılmanın cunta yıllarında gerçekleştiğini söylemek yanlış olmaz. Halkın haber alma hakkının postalların altında çiğnendiği bu dönemde gazeteler, faşist cuntanın propagandasını yapmak dışında başka bir işe yaramayan kâğıt parçalarına dönüştüler.

 

1990’LAR

1990’lı yıllar, medya açısından pek çok istisnayı bünyesinde barındırsa da, henüz devlet dersini istenildiği düzeyde içselleştirmemiş olanların hizaya sokulabilmesi için büyük bir şiddet dalgasının devreye sokulduğu bir dönemdi. Neredeyse matbuat tarihi boyunca işlenen gazeteci cinayetlerinin yarısı bu on yıllık kesite sığdı ve üstelik öldürülen gazetecilerin ezici bir çoğunluğu Kürt basınındandı. Çetin Emeç, Turan Dursun, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı gibi tanınmış gazeteci ve yazarları öldürenlerle ilgili açılan soruşturmalar hep sonuçsuz kaldı.

Kürt gazetecilerin Ape Musa’sı, Musa Anter’in katledilmesine ilişkin açılan soruşturmada olduğu gibi, gelen her hükümet, kontrgerillanın parmak izlerini silmek için elinden geleni ardına koymadı. Tüm bu cinayetler arasında sadece gazeteci Metin Göktepe’nin dövülerek öldürülmesiyle ilgili açılan davada sanık polisler göstermelik cezalar aldılar. Cinayet emrini veren yetkili isimlere ise hiç dokunulmadı.

Öte yandan, Kürt gazetecilerin katillerinin JİTEM mensubu oldukları herkesin bildiği bir sırken, açılan bütün soruşturmalar akamete uğradı. Dahası, bu dönemde yine JİTEM tarafından öldürülen Sabah Gazetesi muhabiri İzzet Kezer için gazete yönetiminin neredeyse hiçbir girişimde bulunmaması, önemli bir ayrıntı olarak hafızalardaki yerini aldı.

Devlet marifetiyle muhalif gazeteciler tek tek öldürülerek susturulmaya çalışılırken, bir de toplu katliam girişimi yaşandı. Özgür Ülke gazetesinin 3 Aralık 1994’te hem İstanbul’daki merkezi bürosunun hem de Ankara bürosunun eş zamanlı olarak bombalanması, devletin gerçeklerin üzerinin örtülmesi için hiçbir sınır tanımayacağının ayan beyan ilanıydı.

Fakat gazete bombalamak, gazetecilerin araçlarına bomba koymak, onları kurşunlayarak, döverek ya da kaçırarak öldürmek, medyadaki muhalif damarı yok etmeye yetmedi. Bu bakımdan 90’lar, muhalif basının karşılaştığı ciddi kıyıma rağmen direncini yüksek tutması sayesinde tersine bir kırılma yaşanmasına da zemin oluşturdu. Bu dönem, özellikle Kürt basını açısından, yalanın perdesini yırtma mücadelesinin yükseltildiği; halkın haber alma hakkının habercilerin yaşamı pahasına savunulduğu bir geleneği büyüttü.

Ve devlet, katlederek muhalif basını yok edemeyeceğini anladı ve sansür yöntemlerinde köklü değişikliklere gitmek zorunda kaldı.

 

2000’LER

İşte, 2000’li yılların başından itibaren gazeteciler, bu kez daha farklı baskı yöntemleriyle yüzleşmek zorunda kaldılar. Evet, hala büyük bir şiddet dalgasını göğüslemek zorundaydılar ama eskisine göre daha farklı bir biçimde… Artık öldürülmüyorlardı, ama haklarında ağır ceza istemli soruşturmalar açılıyordu.

Bu soruşturmaların yoğunluğu nedeniyle gazeteciler işlerini yapamaz hale geliyordu. Bununla da yetinmiyorlar; üşenmeden her habere tekzip yazıyor, tazminat davaları açıyor ve gazete ile televizyonları ağır para cezalarına çarptırıyorlardı. Örneğin, “Hayata Dönüş” adını verdikleri 19 Aralık 2000’de 20 cezaevinde gerçekleştirilen eş zamanlı katliam sonrasında, hükümet resmi kaynaklar dışında yapılan haberlere karşı açık bir savaş başlattı.

Aslında medyanın büyük bir kesimi katliamı “Sahte oruç, kanlı iftar” gibi başlıklarla coşkuyla karşılamıştı. Hükümetin bütün derdi, hala gerçeğin peşine düşen az sayıda gazete ve gazeteciydi. Onları da hizaya soktuğunda, eli kolu bağlı insanlara karşı gerçekleştirdiği bu büyük katliamın sorumluluğunu tutsakların üzerine atabilecek, yeni hizmete soktuğu F tipi hücre cezaevlerinde de dilediği gibi at oynatacaktı.

Dönemin hükümeti, uygulamaya koyduğu politikasına aykırı haberler yapan, resmi açıklamalarla yetinmeyip gerçeğin peşine düşen gazeteciler hakkında seri davalar açtığı gibi, onları yayın yönetmenlerine, yazı işleri müdürlerine, haber müdürlerine, hatta patronlarına gönderdiği mektuplarla şikâyet ederek itibarsızlaştırmaya çalıştı. Gerçeğin peşine düşen bir avuç gazeteci hakkında o kadar fazla soruşturma açılmıştı ki, adliye koridorlarından çıkıp haber yapmaya ya da yazı yazmaya vakit bulamaz oldular.

Üst üste açılan bu soruşturmaların asıl amacının gazetecilere ceza vermek değil, mesleki manada felç etmek ve daha da önemlisi sindirmek olduğu zamanla daha iyi anlaşıldı. Hiçbir gazeteci açılan bu soruşturmalar nedeniyle cezaevine girmedi, ama bu politikadan etkilenerek hükümetin çizdiği kırmızı çizginin ötesine geçmekten artık vazgeçen, kalemini çizginin berisinde oynatmayı tercih eden gazeteci ve yazarların sayısı arttı.

Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in 19 Ocak 2007’de öldürülmesini ise bir boyutuyla gazeteci cinayetleri kapsamında değerlendirmek mümkünse de, bu cinayetin politik niteliği, herhangi bir gazetecinin hedef alınmış olmasından çok daha fazlasına işaret ediyordu. Dink, asıl olarak Ermeni muhalif kimliği nedeniyle katledilmiş ve bu cinayetle birlikte devletin başını ağrıtan Ermeni sorununun tasfiye edilmesi öngörülmüştü.

Yani, Dink cinayetinden yola çıkılarak devletin gazetecileri susturmak için 90’lı yılların politikasına geri döndüğü sonucuna varmak, hayli zorlama bir tespit olurdu. Bu dönemde medya-iktidar ilişkilerindeki asıl ayırt edici özellik ise medya sahipliğindeki değişim ve dönüşüm üzerine kuruldu. Daha önce kartel olmakla suçladığı bütün medya gruplarını, beraber hareket ettiği sermayedarlara satın aldırmak ya da medya sahiplerini rüşvet ve şantajlarla yanına çekerek dönüştürmek, AKP’nin bu dönem uygulamaya koyduğu politikaların ön sıralarında yer aldı.

AKP’nin medyayı kendi yanına çekme planı, 2007’de Sabah ve ATV’nin Çalık Holding’e satılmasıyla başlayıp, 2018’de Doğan Grubu’na bağlı gazete ve televizyonların Demirören Grubu’na satılmasıyla tamamlandı. Ve elbette ki, medyanın neredeyse yüzde 95 oranında AKP iktidarının denetimi altına girmesini sağlayan bu hayli sert ve karmaşık süreçte, rüşvet, şantaj ve devletin her türlü baskı mekanizması devreye girdi.

Ve süreç yine ve yeniden halkın haber alma hakkının çiğnenmesi ile nihayete erecekti. Tek fark, halkın haber alma hakkı faşist cunta yıllarında olduğu gibi postallarla değil, bu kez makosenlerle çiğnenecekti.

 

2010’LAR

AKP’nin, 2010’lu yıllarda medyaya yönelik planları ivme kazandı. Hükümet, bir yandan Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) marifetiyle el konulan gazete ve dergileri kitabına uydurarak yandaş şirketlere peşkeş çekmeye çalışırken, diğer yandan da KCK ve Ergenekon operasyonlarını bahane ederek seri bir biçimde gazetecileri tutukluyordu.

Bu dönemde Kürt gazetecilerin yanı sıra pek çok muhalif gazeteci de cezaevlerine atıldı. Öyle ki, Türkiye kısacık bir zaman diliminde Çin’i geride bırakarak, en fazla gazeteciyi hapse atan ülke unvanını açık ara ele geçirdi ve uzun bir süre boyunca da bu unvanı kimseye kaptırmadı. 2020’ye gelindiğinde, kimi kaynaklara göre 150’nin üzerinde gazeteci hapishanelerde yatmaktaydı.

2010 ve 2020 yılları arasındaki kesite dört büyük basın operasyonu damgasını vurdu. Bunlardan birincisi, 2011 başlarında Oda TV’ye yönelik gerçekleştirilen operasyondu. Bu operasyon, yargı ve emniyette kilit konumda olan Fethullah Gülen cemaatine yakın polis, savcı ve hâkimlerin marifetiydi. Gazetecileri tutuklamak için sahte deliller üretildi, somut delilden ziyade niyet okuma yoluna gidildi ve tutuklu gazetecileri içeride tutmak için her yol mubah görüldü. Bu dönem, henüz medyanın tümüyle AKP ve Gülen koalisyonunun eline geçmediği bir dönemdi ve gazeteci tutuklamalarına yönelik eylemler ile yapılan eleştiriler sık sık medyada kendisine yer bulabiliyordu. Hem yapılan haberlerle, hem de özellikle İstanbul’da gerçekleştirilen eylemlerle “Gazetecilere Özgürlük” mücadelesi canlı tutuldu.

İkinci büyük operasyon, kapatılma tehdidi altında olan ve sık sık polis baskınlarına maruz kalan Özgür Gündem gazetesiyle dayanışmak üzere bir günlük nöbetçi yayın yönetmenliği yapan gazeteci ve aydınlara yönelik düzenlendi. 2016’da önce üç nöbetçi yayın yönetmeni tutuklandı ve yaklaşık 50 nöbetçi yayın yönetmeni hakkında davalar açıldı. Bu davaların neredeyse tümünden hapis ve para cezaları çıktı.

Üçüncü büyük operasyon, 15 Temmuz 2016’da gerçekleşen darbe girişiminin ardından yaşandı. Fethullah Gülen Cemaati’nin başını çektiği iddia edilen başarısız darbe girişimi sonrasında ilan edilen Olağanüstü Hal (OHAL) ve AKP Hükümeti’nin aldığı arkası gelmeyen sert tedbirler, hayatın her alanını olduğu gibi medyayı da ciddi bir biçimde sarstı. Darbe girişimi öncesinde 32 olan tutuklu gazeteci sayısı, OHAL’in ilanının ardından geçen bir buçuk aylık süre içinde önce 110’a, ardından da 150’nin üzerine çıktı. OHAL sonrasında çok sayıda gazeteci hakkında yakalama kararı çıkarılmakla birlikte, bazıları yurt dışına çıktıkları, bazıları da teslim olmadıkları için haklarında herhangi bir işlem yapılamadı.

OHAL sonrasında onlarca gazete, televizyon, dergi, ajans ve diğer yayın kuruluşu sorgusuz sualsiz kapatıldı. Yayın araçlarına, binalarına ve tüm malzemelerine ise el konuldu. Dördüncü büyük gazeteci operasyonu ise Cumhuriyet gazetesinin çalışanlarına, yöneticilerine ve yazarlarına yönelik olarak 2016 sonunda düzenlendi. Zaman içinde Cumhuriyet soruşturmasının asıl amacının gazeteci ve yazarlara ceza vermek değil, bu gazetenin geliştirdiği muhalif yayın çizgisini yok etmek olduğu daha iyi anlaşıldı. Nitekim Cumhuriyet, bir süre sonra savcının tanığı olanların eline geçti ve aynı gün çok sayıda gazeteci işten atıldı. Amaç hasıl olmuş, Cumhuriyet’in AKP karşısındaki muhalif pozisyonu kırılmıştı.

AKP, bir yandan kendisine muhalif olan gazetecileri işsiz bırakarak, mahkemelerde süründürerek ya da tutuklayarak etkisiz hale getirirken, diğer yandan gazete ve televizyonları ele geçirme planına da ara vermemişti. Doğan ve Doğuş grupları kısa sürede teslim bayrağını çektiler. Kapalı kapılar ardında yapılan anlaşmalarla Doğan grubunun vergi cezaları büyük oranda kaldırıldı ve buna paralel olarak gazete ve televizyonlarda kimin çalışıp kimin çalışmayacağına hükümet karar vermeye başladı. Doğan grubunun gazete ve televizyonlarının kilit noktalarına hükümet yanlısı gazeteciler getirildi. Medyadaki varlıklarını yaptıkları iyi ve çarpıcı haberlere değil, AKP iktidarına borçlu olan bu kişiler kısa sürede yayın çizgisini belirler hale geldiler. Bir süre sonra Doğan grubuna bağlı gazete ve televizyonlar, tıpkı Yeni Şafak ya da Akit gazeteleri gibi “Yeni Türkiye” propagandası yapmaya başladılar.

Çok geçmeden de Doğan grubu, sahibi olduğu gazete ve televizyonları hükümete yakınlığı ile bilinen Demirören grubuna satarak medyadan çekildi. Gazete ve televizyonlar Doğan’dan Demirören’e geçince, AKP zihniyetinin, bırakın muhalifliği, gazeteciliğin temel prensiplerine uygun bir biçimde mesleğini sürdürmek isteyen gazetecilere bile tahammül edemediği daha iyi görüldü. Çok büyük bir tensikat dalgası yaşandı ve geride, hükümete biat edenlerin dışında kimse kalmadı. Doğuş grubu ise hükümetin baskılarına herhangi bir direniş göstermeksizin teslim oldu. Doğuş Grubu’nun patronu Ferit Şahenk’in bir toplantıda Tayyip Erdoğan’ın önünde yerlere kadar eğildiğini resmeden bir fotoğraf karesi, aslında medyadaki yeni dönemi özetleyen bir sembol gibiydi. Doğuş Grubu da gelen emirlere uydu ve hem yönetim mekanizmalarını hem de personel politikalarını iktidarın talepleri doğrultusunda yeniden dizayn etti.

Tüm bu gelişmeler, AKP iktidarının medyanın neredeyse yüzde 95’ini kontrol altına alması sonucunu doğurdu. Kuşkusuz iktidar açısından büyük bir başarı gibi görünen bu tablo, deyim yerindeyse pirüs zaferinden başka bir şey değildi. Çünkü hepsi iktidarın “Yeni Türkiye” propagandasını yapmakla görevlendirilmiş olan televizyonların izlenme oranları yerlerde sürünmeye başlarken, gazetelerin tirajları da çok sert düşüşler kaydetti. Toplum, aynı yorumcuların çıktığı birbirinin kopyası kanalları izlemiyor, aynı başlıkları atan gazeteleri satın almıyordu.

Dağıtım şirketlerinin verilerine göre gazete satışlarındaki gerileme günlük 2 milyonu aştı. İktidar yanlısı şirketler tarafından satın alınan pek çok gazete bu nedenle art arda kapanmaya başladı. Ayakta kalabilenler ise kamu kuruluşlarının verdikleri reklamlar ve iktidara bağlı belediyelerin toplu alımları sayesinde yaşamını sürdürebiliyordu.

Özetle ifade etmek gerekirse, medya, AKP’nin bitmeyen hırsı ve doyurulması imkânsız olan açgözlülüğü sayesinde muktedirin elinde temerküz olduğu anda çöktü. İktidar-medya ilişkilerindeki bu şartlar olgunlaştıktan sonra toplum-medya ilişkilerinde de önemli bir değişim yaşandı. Daha önceleri “dördüncü kuvvet” diye adlandırılan medyanın, iktidarı destekleyen kitleler dışında kimseyi etkileme gücü kalmadı. Halen iktidar yanlısı medyanın televizyonlarını izlemeye, gazetelerini okumaya devam edenlerin ise gerçeklik algısını yitirmiş, sadece iktidarın yaydığı yalanlara ihtiyaç duyanlarla sınırlı kaldığını söylemek mümkün.

 

Medyanın Zehirli Dişi

Ama bu haliyle bile medyanın toplum üzerindeki olumsuz etkisini küçümsemek, düşülebilecek en büyük yanlışlardan birisi olur. Çünkü medya, halen devletin en önemli ideolojik aygıtlarından birisi olarak varlığını koruyor. Medyanın iktidarı arkasına alarak, topluma yaymaya çalıştığı korku ve zorbalık hafife alınacak gibi değil.

Medya, bu yönüyle iktidar adına toplumsal boyutta algı yönetimi ve rıza üretiminde önemli görevler üstlenmeye devam ediyor. Üstelik çoğu kez muhalif kimlik sahibi olduğunu iddia eden medya organları da, farkında olarak ya da olmayarak, bu akışın parçası olabiliyorlar.

Rıza üretimi, güç odaklarının toplumu yönlendirme isteği doğrultusunda medyanın üstlendiği rol olduğu kadar, bilinçli bir propaganda faaliyetini de içeriyor. Okurlar ya da izleyiciler, anlatılan hikâyelerin büyüsüne kapılarak kendilerini, işaret edilen tribünlerden birinin koltuklarından cellatlarını alkışlarken bulduklarında ise hedefe varılmış oluyor.

Pazarlama şirketlerinin de sıkça başvurduğu bu yöntem, öncelikle kitleleri korkutmayı gerektiriyor. “Deprem olacak, milyonlarca insan ölecektir. O halde ‘kentsel dönüşüm’ şarttır.” Mesela bu aşamada muktedirlerin, semtleri soylulaştırma ve yoksulları kent dışına sürme hedefinden hiç söz edilmez.

“İç savaş çıkacak, ülke bölünecektir. O halde sınır içi ve ötesinde operasyonların sürdürülmesi, milyarlarca doların silahlanmaya ayrılması gereklidir.” Mesela bununla birlikte savaşın getireceği felaketlerden, insanların katledileceğinden, özgürlüklerin kısıtlanacağından, hukukun ve yasaların ayaklar altına alınıp çiğneneceğinden hiç söz edilmez.

“Sağlıklı olsanız bile önerilen ilaçları kullanmalısınız. Aksi halde tedavisi mümkün olmayan hastalıklara yakalanabilirsiniz.” Mesela insanlar, gelecekte yakalanma ihtimali oldukları hastalıklarla korkutulurken, ilaç şirketlerinin sağlıklı insanların sırtından elde ettikleri devasa kârlardan hiç söz edilmez.

İşte korkunun yaygınlaştırılması ve buna bağlı olarak rıza üretiminde belirleyici rol, dün olduğu gibi bugün de medyanın üzerinde duruyor. Medya, bu yönüyle dün olduğu gibi bugün de “spin doktoru”nun görevini üstlenerek gerçeği yeniden kuruyor.

Kürde karşı soykırım ve imha politikalarını normalleştiriyor. Hukukun ayaklar altına alındığını bile bile tecrit politikalarını, binlerce siyasi tutsağın haklarının çiğnenmesini, hak arayan emekçilerin uğradığı zorbalığı sıradanlaştırıyor. Amaç iktidarın çıkarlarını kollamak olduğu için medyada kullanılan dil de büyük bir değişime uğruyor.

Medyanın uzun süredir “zam” yerine “fiyat ayarlaması”, “küçülme” yerine “eksi büyüme” gibi ifadeleri kullanması tesadüf değil. Bu yüzden iş cinayetleri “fıtrat”, yaşanan büyük felaketler “şükürler olsun ki daha fazla kaybımız yok” diye sunuluyor. Kadın cinayetlerinde kadınların suçlanması, Roboski’den cezaevi katliamlarına, Suruç’tan 10 Ekim Ankara Gar katliamına kadar öldürülenlerin hedef tahtasına oturtulması tesadüf değil.

Medya, tam olarak böylesi kritik zamanlarda devreye sokuluyor. Topluma, yaşanan sorunların çözümünün yine iktidarda olduğu mesajını veriyor. Bu mesajların toplumsal tezahürü, “büyüklerimiz bilir” şeklinde oluyor. Sorunların çözümünün kendi dışlarında geliştirileceğini düşünen kitlelerde tepkisizlik ve kayıtsızlık yaygınlaşıyor. Olay ve olgular arasındaki neden-sonuç ilişkisini kaybediliyor. Ve nihayetinde en olumsuz durumları bile normalleştirme eğilimi gelişiyor.

Umudun kırılması da rıza üretiminin önemli bir parçası olarak alttan alta medya tarafından yayılıyor. Örneğin, emeklilerin zam taleplerinin “bütçede kaynak yok” denilerek, demokratik taleplerin “bu haklar AB ülkelerinde bile yok” denilerek bastırılması bu yüzden.

Sadece bu da değil. Siyasal iktidar, medya aracılığıyla sisteme alternatif olabilecek her türlü yapılanmanın, örgütlenmenin ve talebin önünü de kesmeye çalışırken, sisteme karşı her itirazı mahkûm etmek için itiraz sahiplerinin boyunlarına “saldırgan”, “yasadışı”, “izinsiz”, “bölücü”, “yıkıcı”, “darbeci” gibi yaftalar asıyor.

İşte rıza üretimi ve algı yönetimine dair tüm bu ayrıntılar, bir yandan iktidarın zorbalığını perdelerken, aynı zamanda toplumu hizaya sokmakta önemli roller üstleniyor. Tam da bu nedenle, şimdilerde kolu kanadı kırılmış bile olsa, asli görevlerini asla aksatmayan medyanın dişlerinden topluma zerk ettiği bu öldürücü zehri ciddiye almak kadar bertaraf etmek için gayret göstermek de önemli bir görev olarak önümüzde duruyor.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.