Düşünce ve Kuram Dergisi

Hasan, Norberto ve Rıdvan’ın Kesişim Noktasında Kayıp Aileleriyle Diyalog: Mezarımız Varmış Gibi Hissetmiyoruz…

Deniz Nazlım

 

Giriş: Ölüm ve Yaşam Arasında

Zorla kaybetme, Türkiye’de bilinen adıyla “gözaltında kaybetme”, Nazilerin, 1941 yılında yayınladığı “Gece ve Sis Kararnamesi”ni uygulamaya koyması ardından, dünyanın belki de en uzun, zamana yayılan, acı verici şiddet yöntemi ve devlet pratiği olarak-her ne kadar tarih boyunca iktidarlar tarafından kullanılmış olsa da-dünyaya ihraç edilmiştir. Bir kişinin yakınının, genellikle failinin kamu görevlilerinin olduğu kişiler tarafından amansızca sivil toplumdan kopartılması, gerisinde baş etmek zorunda kalınacak devasa sorun alanları bırakmaktadır. Zorla kaybedilen kişilerin yakınları, kaybedilen kişiyle kan bağı ya da dostluk üzerinden kurduğu özdeşimle benzer bir süreç yaşamaktadır. Ailelerin yakınlarının yaşayıp-yaşamadığı bilmemesi, “bastığı topraktan şüphe etmesi”, sağ beklediği halde “kemiklerimizi istiyoruz” talebi ya da bir insanın yaşam süresinin aşılma ihtimalinin geçersiz kılınacağı şekilde “sonsuza kadar bekleyiş”, cenazenin bulunması ve mezarın oluşturması ardından “mezarım var gibi hissetmiyorum” sözleri gibi umut ve umutsuzluk arasında binlerce dilemma yaratmaktadır. Kaybedilen kişinin yaşıyorsa sivil toplumdan kopartılması, ölüyse bir geçişten mahrum edilmesi gibi verili toplumsal kategorilerde sınıflandırma sorunu, yakınları yaşıyorsa “onları arayan aileler”, ölüyse “yas tutan aileler” şeklinde sınıflandırma sorunu olarak kendisini göstermektedir. Var olan belirsizlik, zamana yapılan bir şiddet olarak karşımıza çıkarken, aynı zamanda her an kaybedilen kişinin geri döneceğine dair bir beklentiyi de potansiyel olarak içinde taşımaktadır. Çünkü ölüm ve yaşamla ilgili belirsizlikler her ne kadar paradoksal ve çelişkiler doğursa da fikirler, uygulamalar ve sosyal ilişkiler açısından da üretkendir. 

Burada baş edilmesi gereken ve açıkça liminal alanı çağrıştıran üç temel sürece ulaşmak mümkündür:

a-verili toplumsal kategorilerinden sıyrılma, 

b-bir geçişten yoksun bırakılma, 

c-yaratılan boşluk ile belirsizlik. 

Kullanılan şiddet yöntemi, uluslararası belgelerde, insanlığa karşı suç olarak tanımlanacak kadar güçlü, zamana yayılan ve toplumun tümünü etkileyecek kadar geniş niteliktedir. Peki böylesi bir suça maruz kalan insanlar, bahsettiğimiz sorunlar karşısında neler yapmaktadır? Ölü beden ve mezarın kurulumu, belirsizliğin kaldırılmasına, boşluğun doldurulmasına ve yaşamdan ölüme geçişe izin vermekte midir? Bu sorunlar, özellikle zorla kaybetme, ölü bedene yönelik şiddet ve ölüm politikalarına dair araştırmalarda melankolik bir çalışma yapmaya doğal olarak zorlamaktadır. Ancak ölüm ardından gelişen toplumsal pratiklerde olduğu gibi zorla kaybedilme süreçlerinin arkasından gelen belirsizlikle de toplumlar her daim baş etmek zorunda kalmış ve yaşamın sürdürülebilir noktalarını keşfetmiştir. 

Bu yazıda sıklıkla bahsedileceği çerçevede liminality, birey ya da toplumun “ne orada ne de burada” olduğuyla ilgilidir. Bir geçiş ya da iki yapı arasındaki bir eşikten (limen) ziyade, bir durumu anlatmaktadır. Ne ölü ne de yaşıyor olmaktır; ne yaşayan yakınlarını bekleyenler ne de ölü olan yakınlarını arayan yolculardır ama aynı zamanda her ikisini de kapsamaktadır. 

En temelde bir insanlık suçu olan zorla kaybetme suçu, amansızca sosyal yaşamdan kopardığı kişinin biyolojik olarak öldüğü ya da yaşadığının bilinmemesi üzerine bir şiddet dalgası yaratması, kan bağı ya da dostluk üzerinden aynı şiddeti kaybedilenin yakınlarına da uygulaması, toplumun yaşam ilkesini hedef alarak, gerçekleştiği toplumlarda insanların ahlaki ve kültürel bağlarını koparmayı amaçlamasıyla uzun süreli bir liminal alan yaratmaktadır. 

Bu yazıda, yakınları kaybedilen kişilerin liminal durumunun bilişsel boyutunun çözüldüğü ancak cenazenin bulunması ve mezarın kurulumunun duygusal ve toplumsal boyutta çözümüne yetmediği, bunun için toplumsal çözüm mekanizmalarının zorunlu olduğu; cezasızlığın liminal alan açtığı ve bu deneyimin hem kayıpların bulunan mezarlarının hem de Galatasaray Meydanı’nın özünü şekillendirdiği ifade edilecektir. 

 

Hikayeler ve Diyaloglar: Mezar üzerine

Hasan Ocak, 21 Mart 1995 akşamı, yanına yaklaşan sivil polisler tarafından gözaltına alındı. Görgü tanıklarına göre bir aracın içine sokuldu ve günlerce kendisinden haber alınamadı. Ocak ailesi, akıllarına gelebilecek her yerde Hasan’ı aradı, resmi kurumlara başvurdu, arkadaşlarıyla konuştu, onu en son görenlerle iletişime geçti, tanıkları dinledi. 58 gün sonra, Hasan’ın cenazesi Altınşehir Kimsesizler Mezarlığı’nda olduğu öğrenildi. Ailesi ve yakınları, Hasan’ın cansız bedenini kimsesizler mezarlığından çıkardı ve büyük bir cenaze töreniyle Gazi Mezarlığı’na defnetti. İlk bakışta, Hasan, ölüm ile yaşam arasındaki alandan çıkmalı ve topluma ölü bir birey olarak tekrar dönmeliydi. Böylelikle Ocak ailesi ve yakınları, kayıplarını arayan kişilerden yakınlarını kaybeden yaslı insanlar statüsüne geçmeliydi ancak bu durum, pozitif bilimlerin etkisi altındaki teorilere göre o kadar yapısal ve basit şekilde ilerlemedi, tahmin edilenin aksine mezarın bulunması karmaşık bir süreci başlatmıştı. Hasan’ın öldürülmesinden yıllar sonra annesi Emine Ocak, Cumartesi eylemlerinin 400’üncü haftasında şöyle der: “Burada oturan herkes kardeştir ve bizim ülkenin her yerinde mezarlarımız var… Bana ‘sen mezarını gördün’ diyorlar. Yok, ben mutlu değilim ama.” Yıllar sonra, 743. hafta eylemindeki kardeşi Maside Ocak, “Mezarımız var gibi hissetmiyoruz…” diyerek, annesinden kalan duyguyu tekrarlar.

Zorla kaybetme suçunda genel bir devlet stratejisi olan “inkar” ve ardından buna bağlı gelen “cezasızlık” yani faillerin hiçbir şart altında yargılanmaması hatta failin özenle gizlenmesi açıkça bir liminal alan yaratır. Maside, 743. haftadaki sözlerini bu bağlamı açıklamaktadır: 

“Bir mezarımız olması bizim yasımızı bitirmiyor. İnsan sevdiğinin son sözlerini bilmeyi, son nefesini verdiğinde onun yanında olmak istiyor. Hasan’ı kaybedenler, katleden belliyken hala bir yargılama yapılmadı. Soruşturma aşamasını geçemeyen bir dosya var önümüzde. Bizim için yası bitiren şeyin biri mezarsa diğeri de adalettir. Her ikisi olmadığında ya da birinden biri olmadığında maalesef ki yasımız bitmiyor. Bizi bu söyleme iten şey budur.”

Cumartesi eylemlerinin başlaması ve yaşadıklarının topluma duyurulması ardından kaybedilenlerin yakınları ciddi dönüşümlerden bahsetmektedir. Onlara göre en önemlisi acının ya da mutluluğun, mezarın ya da mezarsızlığın, ölüm ya da yaşamın kişinin ya da ailenin kendisine ait olmaktan çıkması. İçinde bulundukları krizin evrenselleştiği ya da yaşadıklarının toplumsallaştığını Maside Ocak şöyle anlatır: “Galatasaray’a gitmeye başladığımızda acı sadece bizimdi ama şu anda acımız sadece bizim değil, özlem de sadece bizim değil.”

Ocak ailesinin içinde bulunduğu bu durumu hem Türkiye’deki kayıp aileleri hem de dünyadaki kayıp aileleri benzer şekilde yaşıyor. Hasan’ın kaybedilişinden 19 yıl önceye, Arjantin’e gidelim. 17 yaşındaki lise öğrencisi Norberto Morresi, arkadaşıyla birlikte Evita Montonera Dergisi’ni dağıtırken gözaltına alındı. Aynı gün, 6 kurşun ile yakın mesafeden öldürüldü. Bir aracın kasasına konuldu. Araç ateşe verildi. Daha sonraları polis yanmış aracı buldu, parmak izleri aldı ve araçtaki iki cenaze “kimliği belirsiz kişiler” olarak gömüldü. Morresi ailesi, 13 yıl boyunca oğullarını aradı. Arjantin’de askeri cuntanın dönüştüğü siyasal iklimde, Arjantin Adli Antropoloji Ekibi, toplu kazılara başlamıştı. 1986 Haziran’ında kazılan bir mezarda Norberto ve arkadaşının cenazesi bulundu. Ailesi, onun için bir gömü töreni düzenledi, Norberto’nun bedeninden kalanlarla bir mezar yaptı. 2017 yılında aramızdan ayrılan annesi Julio Morresi, “sade, küçük bir kemik yığını” olarak adlandırdığı mezara yine de her pazar gitmenin kendisini iyi hissettirdiğini anlattı. 2007 yılına gelindiğinde Arjantin’de Hafıza Parkı kuruldu. Anı Duvarı’na 30 bini aşkın kaybedileni simgelemek için levhalar çakıldı. Bulanan ve Komisyon tarafından ölü kabul edilen kişilerin isimleri levhalara yazıldı. Norberto için de bir levha vardı ve bu ailesi için mezarla kurulan ilişkide kırılma yarattı. Morresi ailesi artık her Pazar mezara gitmeye son vermişti: “Hafıza Parkı’nda Norberto bizim için çok daha fazla mevcut. Çünkü orada yoldaşları var. Mezarda ise sadece kemikleri var ve gerçek Norberto değil.” 

Pozitif bilimin öne sürdüğü gibi mezarın kurulmasıyla birlikte, yasın tutulabileceğini, ölü kişiyle bağın zayıflayacağını ve ölüm ve yaşam arasındaki kalma halinin son bulacağını düşünebiliriz. Ancak Hasan ile Norberto’nun ailesinin yaklaşımlarında görüldüğü üzere mezar tek başına asla yeterli olmadı. Acıyı dindiren, sorunları çözen, gelecekle bağ kuran ve yaşamdan ölüme geçişi ve tekrar toplumla ölü birey olarak buluşmayı sağlayan bir işlev görmedi çünkü liminal durumun en önemli yüklemlerinden biri sınırsız eşitliktir. Hasan’ın ya da Numberto’nun mezarlarının olması, onların aynı kaderi paylaştığı arkadaşlarının mezarsızlıklarıyla çakışır. Bu çakışma aileleri, dostları ve yakınları tarafından her zaman us ve ruhta yer eder. Her iki mezara yönelik ailelerin yaklaşımında, kaybedilenlerin liminal dönemlerinde, kendileriyle ölüm dahil aynı kaderi paylaşan arkadaşlarıyla içinde bulunduğu eşitliğin, günümüze yansıtılması ve semboller aracılığıyla toplumsal hafızda yer edinmesi talebi burada başat rol oynamaktadır.

Tekrar Türkiye’ye dönelim. Morresi ailesinin mezarlarıyla kurduğu ilişkiye benzer bir süreci Karakoç ailesi de yaşadı. Karakoç ailesi ısrarlı arayışlar sonucunda Türkiye’de mezarlarına ulaşabilen kayıp ailelerden. Rıdvan’ın cansız bedeninin kimsesizler mezarlığında bulunması ardından, Gazi Mezarlığı’na defnedildi. Aile bir süre sık sık mezar ziyaretleri yaptı ancak bir süre sonra hem gündelik hayatın getirdiği yorucu süreçler hem de Rıdvan’ın mezarının, deneyimle şekillendirilmiş özü itibariyle sadece belirlinmiş önemli günlerde mezar ziyareti yapıldı:

“Aslında bizim için bütün kayıpları ifade eden, onları düşündüren, dayanışmayı ve mücadeleyi ifade eden yer Galatasaray Meydanı’dır. Orası kaybedilenlerin ve bizim ortak yerimiz. Abimin mezarına gidiyoruz evet ama artık kaybedilişinin yıl dönümlerinde ve Kayıplar Haftası bağlamında gidiyoruz. Hasan Ocak ve Rıdvan Karakoç’un mezarlarına gidiyoruz, insanlar geliyor oraya, o günlerde bütün kayıpları temsilen Hasan ve Rıdvan’ın mezarını ziyaret ediyoruz. Çoğunlukla o zaman gidiyoruz artık. (Hasan Karakoç)”

Bir kayıp ailesinin sadece kaybedilen yakının cenazesinin bulunması ve mezarının kurulması, yaşam ve ölüm ile ilgili bir kesinlik yaratılmasına yeterli olmuyor. Rıdvan’ın arkadaşlarıyla aynı kaderi yaşadığı halde onların mezarlarının olmaması Hasan’ın abisinin mezarıyla kurduğu ilişkiyi kökünden etkiliyor. Hasan bu duyguyu, “Mezarımıza gidiyoruz ama mezarı bulunmayan binlerce insan var. Bu bize çok ağır geliyor,” diye anlatıyor: “Birlikte mücadele eden insanların mezarları henüz bulunmadı. Biz ne mezara ne de eylem alanına sadece kendi kaybımız için gitmiyoruz. Ben abim için eylemlerde değilim ki. Artık onun ve arkadaşlarının mücadelesini devralmak var.”

Rıdvan’ın cenazesinin Gazi Mezarlığı’na defnedilmesi kararının alınması sürecinde, liminal durumun eşitlik talebinin yoğun etkisinde simgesel halini görebiliyoruz. Daha ötesinde Gazi Mezarlığı, kaybedilenlerin ölüm ve yaşam arasındaki ortak hallerine işaret eden eşitlik talebi bağlamında Potacari Mezarlığı’nı hatırlatıyor hem bir Hafıza Alanı istemini yansıtıyor hem de komünitas oluşumunun izleri ortaya çıkıyor:

“Hasan Ocak’ın bedeni Altınşehir’de bulunduktan sonra Gazi Mezarlığı’na defnedildi. Rıdvan da Altınşehir’de bulundu. Gazi Katliamı’nda öldürülen insanlar Gazi Mezarlığı’na defnedilmişti. Direnişin, karşı durmanın bir sembolü haline geliyordu Gazi Mezarlığı. Bizim abimiz de bir direniş sergiledi, bir nevi Hasan Ocak ile birlikteydi, aynı durumu yaşadılar, muhtemelen aynı kişiler, ekipler tarafından yine aynı yöntemlerle öldürüldüler. Bu iki isim, kayıplar için bir temsildi. Böylelikle Rıdvan’ı Gazi Mezarlığı’na getirdik. Biz Sünni bir aileye mensubuz. Rıdvan’ı camiye götürüp, yıkayıp defnetmemiz gerekiyordu ama biz hem camiye götürdük hem de cemevine götürdük Gazi’de. Çünkü abimi sahiplenen binlerce insan vardı ve çoğu da Aleviydi. Alevi-Sünni gibi ayrımlar ortadan kalmıştı, cemevinde de helallik aldık, abimi defnettik.” (Hasan)

Hasan’ın anlatımları, Rıdvan’ın defnedilmeden önce cemevine götürülmesi ve helallik alınması, ailesinin yüzyıllardır taşıdığı geleneklerin bir an olsun geçersiz kıldığını gösteriyor. Rıdvan ve Hasan’ın liminal durumlarının dünyada kültürel tezahürü olarak komünitası Gazi Mahallesi’nde ortaya çıkardığı ve böylelikle verili toplumsal statülerin, geleneklerinin, yaş, cinsiyet ya da benzerlerinin bir an olsun askıya alınarak, Hasan’ı ifadesindeki gibi tek bir duygu etrafında toplandığını görülmekte: “Ve o gün biz sonuna kadar mücadele etmeye karar verdik.” Böylelikle liminal deneyim, Hasan’ın ve Rıdvan’ın mezarını özünden şekillendirerek, onlara  ve suçun hedefinde olan toplumsal yapılara bütün kayıpların temsilini ve zorla kaybetme suçunun yarattığı tahribatı gidermek için mücadele sorumluluğu yüklüyor.

 

Gazi ile Galatasaray

“Bizler mezara gittiğimizde bunları konuşamıyoruz ama Galatasaray’a her gittiğimizde aslında Hasan ile sohbetimizi yapıyoruz. Her birimiz kayıplarıyla sohbetini Galatasaray Meydanı’nda yapıyor. İçten içe onların fotoğraflarının taşırken, içimizde biriktirdiklerimizi orada anlatıyoruz. Sevdiğimize olan özlemi, kaybedenlere olan öfkemizi, isyanımızı dillendirdiğimiz yer olduğu için duygu bütünlüğünü orada yaşadığımız için Galatasaray bizim için mezar yeri. Hafıza mekanı, direniş mekanı ama sevdiklerimizle konuştuğumuz bir mekan orası. Galatasaray’da oturduğumuz zaman etrafına baktığımda, Hasan ile yürüdüğüm sokakları, gittiğim konserleri görüyorum, hatırlıyorum. Mezara gittiğimizde çok daha  farklı  şeyler  yaşıyorum.  Hasan’ın duruşunu, erdemlerini, mücadelesini savunup yaşatabildiğim yer Galatasaray Meydanı. (Maside Ocak)”

Kayıp yakınlarının sözlerinden de anlaşıldığı gibi Galatasaray Meydanı’nın “mücadele alanı”, “hafıza mekanı”, “buluşma yeri” gibi anlamları dışında bir “mezar” işlevi görmektedir. Cezasızlık uygulamaları ve bir geçişten yoksun kalınması gibi diğer unsurlarla birlikte Galatasaray Meydanı’nın kayıp ailelerine ve dostlarına devlet eliyle yasaklandığı her dönem kayıp ailelerde liminal durumun olumsuzluk alanlarının devam etmesine neden olmakta ve zorla kaybetme suçunun zamana yayılmasını sağlamaktadır. Gazi Mezarlığı ile Galatasaray Meydanı arasında dinamik ve duygusal bir ilişki söz konusudur. Liminal deneyimin Gazi Mezarlığı’nı dönüştürme sürecine Galatasaray Meydanı’nı özünden değiştirmesi ve eylem alanı olarak bilinen bir “mezar” olarak işlev görmesi eşlik eder ve dolayısıyla mezarsızlık gibi ağır bir şiddete karşı sürdürülebilir bir yaşamın olanakları sağlanır.

 

Sonuç Yerine: Mezar, Cezasızlık ve Çatışma Çözümü

Cumartesi İnsanları, “mezarımız var gibi hissetmiyoruz” ifadesinin altında kuşkusuz cezasızlık bulunmaktadır. Cezasızlık, sadece kaybedilen yakınlarına ve kendilerine yönelik değil, topluma yönelik şiddetin de devam ettirilmesine olanak sağlamıştır. Ailelerin kaybedilen yakınlarının bulunması ve mezar yerlerinin öğrenilmesi kadar önemli olduğunu ifade ettiği nokta faillerin yargılanmasıdır. Cezasızlık ailelerin mezarlarıyla kurduğu ilişkiyi temelinden belirlemektedir. Ocak ve Karakoç ailelerin mezar ziyaretleri yerine Galatasaray Meydanı’na “mezar yeri” olarak gitmeleri, babasının ölümüne inanmadığını söyleyen Besna Tosun’un mezara giderek babasıyla konuşması için faillerin bulunmasının şart koşması buna örnektir. Bu durum Türkiye’de sadece zorla kaybetme vakasında ortaya çıkmamaktadır. Hatırlatma olarak; Siirt’te uzman çavuş Musa Orhan’ın genç bir kadın olan İpek Er’e tecavüz etmiş ve onun ölümüne neden olmuştu. Tecavüz failinin tutuklanması ardından anne Er’in basına verdiği demeçler ve fotoğraflarında bir yas sürecinde olduğu anlaşılıyordu; ancak tecavüz faili serbest kaldıktan sonra anne Er’in, “Ben kabul etmem, kabul etmiyorum. İpek ölmedi, İpek o adam ceza almadan ölmeyecek,” ifadeleri, kendini ve kızını bir tür liminal durumunu içine soktuğu, mezarın önemini bir anlamda yitirdiği ve böylelikle karşı karşıya kaldığı süreçle başta etmeye çalıştığını anlatmaktadır. Bu durum, Bosna’da kemiklerin DNA uyuşmasına rağmen ailelerin yakınlarını halen “kayıp” statüsünde tutma ısrarı ile pekala benzerlik göstermektedir.

Yukarda hikayelerinin anlattığımız insanların birçoğunun zorla kaybedilme suçuna maruz bırakılması, Kürt sorunda çatışma politikalarından kaynaklandığı bilinmekte. Bu yazının yazıldığı günlerde ise Türkiye’de bir asırdır süren sorunun çözümüne dair bir tartışma yapılmakta. Bahsi geçen tüm hikaye ve diyaloglar ile teorik ve pratik hat, Kürt sorunun çözümündeki tarafların çeşitliliğini ve Hakikat Komisyonu, yüzleşme ve cezasızlığın son bulması gibi taleplerin karşılanmadan sorunun çözümünde toplumsal mutabakatların sağlanamayacağını da göstermektedir. Bu sorunun çözümünde taraflardan biri de Cumartesi İnsanları olduğu açıktır.

 

Yararlanılan Kaynaklar

Berger, P. (2015). İntroduction. P. Berger, & J. Kroesen içinde, Ultimate Ambiguities: Investigating Death anda Liminality. (s. 1-11). Groningen: Berghahn Books. 
Gennep, A. v. (1960). The Rites of Passage. University of Chicago Press. 
Huttunen, L. (2016). Liminality and Missing Persons: Encountering the Missing in Postwar Bosnia-Herzegovina. Conflict and Society, 201–218. 
Jackson, J. E. (2005). Stigma, liminality, and chronic pain: Mind–body borderlands,. American Ethnologist(32), 332 – 353.
Metcalf, P., & Huntington, R. (1991). Celebrations of Reath: The Anthropology of Mortuary Ritual. Cambridge University Press.
Nazlım, D. (2022). Zorla kaybetmenin liminal okunuşu: Bekleyenler ve yolcular (Master’s thesis, Sosyal Bilimler Enstitüsü).
Robben, A. C. (2016). Disappearance and Liminality: Argentina’s Mourning of State Terror. P. Berger, & J. Kroesen içinde, Ultimate Ambiguities: Investigating Death and Liminality (s. 99-124). Berghahn Books. Sophokles. (2014). 
Szakolczai, A. (2017). Permanent (Trickster) Liminality: The Reasons of The Heart and of The Mind. Theory & Psychology(27), 
Turner, V. (2018). Ritüeller: Yapı ve Anti-Yapı. (N. Küçük, Çev.) İthaki Yayınları. 
Zur, J. (1994). The Psychological Impact of Impunity. Anthropology Today(10), 12-17.
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.