Gerçek anlamda tarihsel ve toplumsal sorunlarla, tarihselliği ve toplumsallığı anlamak, kavramak için doğruya götürecek yol ve yöntemleri bulmak zorunludur. Nerede aranmalıdır? Arayışa adım atıldığında doğru bir tarih okuması yapabilmek için gerekli olan nedir? Nasıl bir okuma biçimi doğruya götürür? Bunun için özgür bir bilince ihtiyaç vardır. Çok büyük bir emek, çaba harcamak durumundadır. Tarihi ve toplumu doğru okumak ve anlamak için evreni de doğru okumak gerekir! Doğanın ve evrenin işleyiş tarzı nedir? Birbiriyle bağlantıları nelerdir? Bütünlüklü bir bakış açısı nasıl kazanılır? Bu konularda sorulacak sorulara nasıl doğru cevaplar vermek gerek? Sosyal bilim son derece önemli bir alandır. “Hakikat avcısı” olmayı başaranların; evreni, yaşadığımız gezegeni, doğayı, toplumsallığı anlamayı nasıl başardığını izlemek, oradan hareketle de anlama çabası içinde olmak bizi hakikate yakınlaştıracaktır. Önemli bir gerçeklik de “hakikatin bütünlüğü” dür. O parçalanırsa izlenen yollar yanlış yere götürebilir.
Günümüz dünyasında verili sistemlerin ve onun zihniyetinin hakikati önemli oranda çarpıttığı, görünmez ve anlaşılmaz kıldığı açıktır. Hatta hakikatin anlaşılmaması bazen temel bir amaç oluyor. Verili sistemlerin gerçek anlamda tarihi ve toplumu anlama gibi bir dertleri yoktur. Her şeye günlük bakmak onu dünden, tarihten yoksun değerlendirmek çıkarlarına daha uygundur. Çıkarların egemen olduğu böyle bir zamanda, kendinin dışına çıkma zahmetine bile girmek istemezler. Daraltılmış dünya daraltılmış evren, çevreye karşı; kör, sağır, dilsiz olmak tercih olabilmektedir. Günümüz dünyasında devletler, iktidarlar toplumsal sorunları tercihen çözmek istemiyorlar. Yönetilebilir halde tutmak, idare etmek, umutları kırmak, arayışları törpülemek, amaçsız, hissiz, adeta biyolojik bir varlığa çevrilmiş toplumsallık, sürüleştirme, daha öncelikli bir yaklaşımdır.
Günümüz dünyasında tarihi ve toplumu önemseyenler ve anlamak isteyenler de vardır. Hakikat arayışı önemli bir meziyettir ve bir amaçlılığı gerektirir. Bizler de tarihte gerçekleşmiş kimi yaklaşımların kökenini aramak ve bulmak istiyoruz. “Tarihte işbirlikçilik ve ihanet” olgusu da bugünü anlamak için önemli bir alanı temsil etmektedir. “Kısıtlı yaşam alanları”nda, araştırmak, incelemek ve aramak zordur elbette. Bu bağlamda içeri dünyasının bir hayli sıkıntılı olduğuna vurgu yapmak gerekir. Zamanı ve mekanı ne olursa olsun aramak, arayış içinde olmak, hakikat peşinde yol yürümek isteyenlerin görevidir. “Kanatlı düşünmek” olanağına sahip olmasak da zamanın ve mekanın sınırlarını dert etmemek, o sınırları aşmayı başarmak bu mekanların olmazsa olmazı. Her çaba dönüp dolaşıp “ben kimim?” noktasında düğümleniyor. Uygarlık tarihi neredeyse baştan sona işbirlikçilik ve ihanet tarihidir. Tarihte bu hakikatin muhtemel ilk çıkış noktasını bulmak oradan tüm tarihi anlama çabası içine girmek hayli önemlidir.
Yaşadığımız çağda en önemli toplumsal problemlerden biri de yabancılaşmadır, parçalanmışlıktır. Kanserleşmenin bu ihanet tarihinin bir toplumsallık hali olduğu bu gerçekleşmenin bir neden! Neden insanlık ve toplumsallık nefessiz bir hale düşmeyle karşı karşıyadır? Toplumsal tarih neden efsaneleştirildi? Efsane nerede başlıyor? İnsan nasıl ihanete bulaştırıldı? Hangi koşullar yalanı doğurdu? İnsanın-toplumun gerçek doğası nedir? İnsan kendi olmaktan nasıl ve ne zaman çıkarıldı? İnsanın kendini bulması mümkün mü? Nasıl bulacak? Böyle birçok soruyu sorup cevap arama arayışına girerken, hafızamıza yoğunlaştırılmış projektörler tutarken şu çarpıcı gerçeği görüyoruz: Toplumsal tarihin ilk büyük ihaneti; doğal topluma dolayısıyla ana-kadına, ana-tanrıça toplumsallığına, yaşamına ve yaratımına ve yaratımda öncü rol oynadığı tüm değerlere karşı, ataerkil hiyerarşik ve merkezi uygarlık sisteminin geliştirilmesiyle gerçekleşmiştir. Zamana yayılmış ve bir karşı devrim karakterini ifade eden, ataerkil sistemin kendisi, kadına ve onun yarattığı toplumsallığa karşı yapılmış eşi benzeri olmayan bir ihanettir, tüm diğer ihanetlerin başlangıcıdır. Bu ihaneti doğuran nedenleri anlamak için öncelikle ana-kadın toplumsallığının gerçekliğini anlamak gerekir.
Yaşadığımız gezegende canlı hayatın evrimsel gelişimi milyarlarca yıl sürmüştür. Dünyamızdaki evrimsel gelişimin kendisinden önceki türlerden evrimsel olarak kopup ilk insanımsı varlıklara ulaşması, insan varlığına evrimleşerek ulaşacak, insan varlığının kendini var kılmasını “kendini düşünen doğa”nın başlangıcı olarak tanımlanabilir. Canlı evrimin gezegenimizde vardığı son nokta insanda kendini varlığa kavuşturmuştur. Bu, insanın insan olma serüveni ve evrimsel gelişimi de milyonlarca yıl sürmüştür. İnsan türünün primatlardan kopuşla birlikte içine girdiği ve hiyerarşik toplumun ortaya çıktığı döneme kadar süren uzun toplumsal zamanda yaşayan insan toplulukları düzeni “doğal toplum” olarak tanımlanır. “Genellikle ‘klan’ olarak kavramlaştırılan ve nicelikleri 20-30 arasında seyreden bu topluluklar için kullandıkları taş aletleri itibariyle Paleolitik ve Neolitik dönem insanı da denilmektedir. Doğada avcılık ve toplayıcılıkla, hazır bulduklarıyla beslenmektedir. Bir anlamda hazır doğa ürünleriyle geçinmektedir. Diğer yakın hayvan türlerine benzeyen bir beslenmedir. Dolayısıyla bir toplumsal sorundan bahsedemeyiz. Klan sürekli araştıracak, bulduğunda da ya toplayacak ya da avlanacaktır. Aletler ve ateş gibi keşifler geliştikçe ürünleri daha da artacak, arttıkça tür olarak daha hızlı gelişecektir. Böylece primatlarla aradaki mesafe açılacaktır.” Evrimin doğal kuralları bu gelişmeyi belirlemektedir.
Doğal toplumdaki insan kendisini birlikte olduğu klan üyeleriyle bir bütün olarak “yaşatmak” kuralına olmazsa olmaz kabilinde bağlıdır. Klan üyesi diğerlerinden ayrıcalıklı bir yaşam düşünmez. Avcılık yapabilir, hatta yamyamlık da yapabilir ama tüm bunlar klanı yaşatmak içindir. Klanda yaşam kuralı “ya hep, ya hiç” kuralıdır. Klan kütle bir şahsiyettir. Bireylerin ondan ayrı bir şahsiyeti ve hükmü düşünülmemektedir. Klan insanının önemi bu bağlamda insanın ilk ve temel olma tarzıdır. İmtiyazsız, sınıfsız, hiyerarşisi olmayan, sömürü tanımayan bir toplum biçimidir. Milyonlarca yıl sürmüştür… Bundan şu sonucu çıkarabiliriz: İnsan türünün toplum olarak gelişimi uzun süre hakimiyet ilişkilerine değil, dayanışma ilkesine dayanır. Doğayı içinde büyüdüğü bir “ANA” olarak hafızasına yerleştirir. Kendi aralarında da doğayla bütünlük esastır, kendisini doğadan ayrı düşünmez. Doğa onun yaşamının vazgeçilmez bir parçasıdır.
Doğal toplumda zamanla iki temel iş bölümü gelişir. Klanın ana-kadın etrafında oluşan bir birlik olması, kadının genelde toplayıcılıkla uğraşması, klanın kendisiyle daimi olarak hareket etmesi nedeniyledir. Çocuk doğurması ve bakımı onu en iyi toplayıcı ve besleyici konuma zorlamaktadır. Çocuk sadece anayı tanımaktadır. Erkeğin henüz mülk olarak kadın üzerinde bir etkisi yoktur. Kadının hangi erkekten gebe kaldığı bilinmemektedir, ama çocukların hangi kadından olduğu bellidir. Bu doğal zorunluluk kadına dayalı bir toplumsallığın gücünü de ortaya koymaktadır. Erkeğin toplumdaki rolü ise avcılıktır. Genelde klandan uzağa ava giden erkek eli boş dönebilir. Erkeğin olmadığı süreçte kadın ne olursa olsun klanı beslemeli, yaşatmalı, topluluğa sahip çıkmalıdır. Avcılık rolü erkekte daha sonra gelişecek savaşçılığı ve hakimiyeti de güçlü hayvanları avlama özelliğinden kaynaklıdır. Fiziki özellikler erkeği uzakta av aramaya, klanı tehlikelerden korumaya zorlamaktadır. Klanda belirleyici olmayan bu rol; erkeğin neden doğal toplumun uzun zaman sürecinde silik kaldığını da açıklamaktadır. Toplayıcılık ve avcılıkla elde edilen hepsinindir, çocuklar tüm klanındır. Kadın hiçbir ayrım gözetmeden topladıklarıyla tüm klanı besler.
Burada toplumsal işbölümünün uzun zaman sürecinde kişilerin karakter şekillenmelerine de yansıması doğaldır. Kadın etrafında oluşan klan toplumsallığında, toplayıcılık tüm klanı düşünüp paylaşması, kadını üreten, yaşatan, yaratan, büyüten ve koruyan rolü ile uzun sürede gerçekleşecek kültürleşmenin de karakterini ve zihniyetini belirler. Doğurucu olma özelliği uzun sürede ve zorlu şartlarda salt çocuk doğurma ve büyütmekle sınırlı kalmayacaktır. Kadın çevresinde doğayı sürekli inceler, araştırır. Tek tek bitkileri, meyveleri tanır, bitki köklerini ayrıştırabilir. En yararlı beslenme ihtiyaçlarının temini ve bazen avdan yaralı dönen erkeğin yaralarını iyileştirmesi için şifalı bitkilerin keşfi -kadın bu bağlamda iyi bir kâşiftir de- on binlerce yıl içinde tarım köy toplumuna gidişi kolaylaştıran kadının doğayla yakın ilişkisi etkili olmuştur. Bitkilerin kültürleştirilmesi, toplumsal yaşamı kolaylaştıran -çanak, çömlek dahil- ilk uygarlık icatları olarak kadının eseri olacaktır. Daha sonra ata-erkil sistemin kuruluşu-geçiş aşaması döneminde ilk uygarlık icatları olan “ME”lerin ana-kadın, ana-tanrıçaya ait olduğunu göreceğiz.
Avcılık kültürünün erkeğin de doğasını şekillendirdiği tartışmasızdır. Avcılık kültürü erkeği fiziki anlamda güçlü kılarken, kadının toplumdaki görevleri fiziksel yapısını erkeğe nazaran görece daha zayıf kalmasına yol açar. Avcılık, avlanma; plan yapmaya, tuzak kurmaya, doğalında kurnazca düşünmeye, öldürmeye ve şiddet dayalıdır. Kaba güç önemlidir. En büyük hayvanları avlama, avcılar içinde kendini daha iyi, en iyi, güçlü, yetenekli görmeye, bu tekil duyguyu yaşamaya götürür ki, bu bir kırılmadır aslında. Klanın kütle ve bütün olma halindeki bu an’lık kırılma, ana-kadın toplumsallığı düzeninde erkeği ihanete götüren duygunun-düşüncenin başlangıç an’ıdır. Avcılık, av silahlarının gelişimine (mızrak, ok, yay, zıpkın vb.) savaşçılık kültürüne zemin hazırlar. Erkekte yapılan iş analitik aklın gelişimine hizmet eder. Topluluktaki görevi nedeniyle kadın doğası ise daha farklıdır. Kadının klan yaşamındaki etkinliği nedeniyle topluluk zamanla kadını kutsarken, kadın için ise her yıl topluluğa ürün veren ve onu yaşatan doğa kutsaldır. Doğanın kendisi de doğurucudur. Kadın toplumsal rolü onun barışçıl olan doğasını da geliştirir. Şiddete bulaşmamıştır. Ortaklaşmacılık, paylaşmalı, koruyuculuk, çocuk büyütmek vb. yaşamsal işler duygusal zekanın kadında daha ileri olmasını sağlarken, doğadan aldıklarından topluluk için yararlı işler yapma; şifacılık, kültürleştirilen bitkiler ve hatta ilk hayvanın evcilleştirilmesinde de kadının rolü yadsınamaz. Göçebe-yarı göçebe klan yaşamının koşulları hayvanları-hayvan yavrularını evcilleştirmeye olanak sağlar.
Sürekli doğayı gözetleyen, ondan yaşam bulan ve yeniliklerle hayatı adeta yeniden doğuran kadın tüm deneyim ve birikimlerini klanda seçeceği kız çocuklarına da öğretip, deneyimin toplumsal hafızasının oluşmasını sağlar. Bu anlamda kadın doğal toplum tarzının bilgesidir de. Bir tarih kadar uzun bir süreçte oluşan düşünsel birikimle de kadın toplumsal hafızanın asli gücüdür. Yaşamdaki rolü toplulukta kadına duyulan saygının zirveye ulaşmasına yol açar. “ANA-KADIN” bu saygının iradesidir. Dil devrimi ve bunun toplumda yarattığı niteliksel sıçrama adım adım tarım-köy devrimine giden sürecin önünü açar. Toplumsal icatlar, ilerlemenin, üretimin daha da kolaylaşması yerleşik yaşamın önünü açarken, ırmak boylarında bulunan verimli topraklarda hem yerleşik yaşam düzeni gözlemlenir hem de toprağı işlenmesinin imkanı doğar. Buğdayın anayurdu “Verimli Hilal”dir, Yukarı Mezopotamya’dır. Klanın nüfusu çoğaldığında yeni yeni klan birimleşmeleri oluşmaya başlar. Geçmiş dönemde görece kısalan insan ömrü yeni koşullarda uzar. Klan tipi ilk toplumsallık artık yerini yeni toplumsallığa kabile düzenine çıkarıp form değiştirecektir. Dil devrimi rahat iletişime yol açarken, konuşma, tartışma, düşünce alışverişi toplumsal gelişime ivme kazandırır. Kadının toplumsal yaşamdaki asli unsur olma rolü Neolitik Devrim ile birlikte kadını doğal otorite olma hali yeni toplumsallaşmanın kültürleşmesini beraberinde getirir. Kadın etrafında şekillenen toplumsallık doğası gereği kadının zihniyet özelliklerini taşıyacaktır. Bu toplumsallaşma şiddete uzak, savaşa yabancı, sınıfsız, hiyerarşisiz, sömürüden uzak, eşit, adil, özgürlüğün bedenleştiği bir yaşamdır.
Bu toplumsallık ahlaki-politik karakteri gereği birikime izin vermemiştir. Emek, adalet ve cömertlik bu toplumsallığın bir karakter özelliği olarak kadında dile gelir. Doğal toplumda oluşan gücün kutsallığı kendisini daha açık şekilde büyücülükte gösterir. Büyücülük toplumun güçlenme denemesidir. Mevcut bilinç düzeyi ancak büyücülük biçiminde pratikleşebilir. Büyücülük doğayı sürekli gözleme ve anlamayla ilgilidir. Bu anlama çabası bilimin ilk çocukluk evresidir. Doğa ile yakınlığı nedeniyle ilk büyücüler genelde kadınlardır. Doğayı, klan yaşamını etraflıca bilen kadın sezgileri ve hisleriyle yaşamı daha derinliğine anlamaya çalışır.
Yerleşik yaşam, tarım ve köy devrimi; erkeğin avcılık rolünü ikinci plana atmıştır. Tarımsal üretim, giderek gelişen hayvancılık erkeği de içine çekmiştir. Erkek avcılıkta; savaşçı kültür şiddeti, öldürme eylemiyle tanışmıştır. Özellikle toplumda ana-kadın sisteminden rahatsızlık duyan erkeklerin, yaşlı erkeklerin yaşlılığın getirdiği konumu kabullenmemeleri, öfke-kıskançlık gibi faktörler erkeği farklı arayışlara itmiştir. Bu arayış temelinde erkeğin kadının toplumsal yaşamdaki konumundan rahatsız olmak vardır. Kadının toplumdaki başat rolü ve kendi çevresinde topladığı erkeklerin dışta kalanları giderek kıskançlık ve öfkenin sendromunu yaşamaya başlarlar. Rahatsızlık duyan erkeğin bu tavrı ruhsal ihanetin depreşerek büyümesine yol açar. Kendi gücüne sarılan erkek bu temelde kadını taklit eden, kadın kılığında büyücülük yapmaya çalışan erkekler ortaya çıkar. Deneyim ve tecrübeyle çevrelerinde güç toplamaya çalışan erkek şamandır. Kadın toplumsallığına karşı çok sistemli bir karşı hareket gerçekleştirir. Kadın karşıtı bu çıkış basit kulübelerde ve yarı vahşi gibi barınan erkek; Şamanizm ile kadının evcil düzenine karşı ev düzeni geliştirmeye yönelir. Şaman gibi benzer bir karşı çıkışı yaşlı erkek sergilemiştir. Yaşlı erkek deneyim-tecrübesini ana-kadına karşı kullanarak şamanla amaç birlikteliğine gitmiştir. Bu halkayı tamamlayan ise avcı erkek olmuştur. Avcılıktaki yeteneği nedeniyle ana-kadın toplumsallığının güvenliğini sağlayan avcı erkek bu konumunu kullanarak kadına karşı çıkışı (toplum karşıtı çıkıştır) gerçekleştiren şaman-yaşlı erkek amaçsallığına ortak olmuştur. Böylece tarihe, “üçlü erkek ittifakı” olarak geçen bu erkek ittifakı kurulmuştur. Üçlü erkek ittifakının tarihsel açıdan önemi kadın toplumsallığına karşı gerçekleştirilen ihanetin ilk adımı, temel halkasıdır.
Tarım ve köy devriminde yerleşik yaşam kimi dış tehditleri de beraberinde getirir. Tarımsal ürün ve yiyecekleri talan amaçlı dışarıdan farklı klan ve kabilelerden saldırılar olur. Bu saldırılara karşı avcılıkta güç kazanan erkek, gençlerden savunma gücü oluşturur, savunma askeri bir özellik taşır. Gençleri bu amaç için disipline etmek, onlar üzerinde otorite kurmak, saldırılara karşı öldürme ve yaralanmayı da göze alacak bir yapılanmayı örgütlemeyi gerektirir. Ana-kadın kültü karşısında üçlü ittifak böylece toplum içindeki dinamik kesimi olan genç erkekleri de yanına alır. Egemenleşen erkek, kadın yaşam sistemine ihanet ederken, gençleri de söz konusu ihanetin içine çekerek, ihanetçiliğin devamını ve yaygınlaşmasını sağlar. Tarihte “şaman-yaşlı ve avcı erkeğin” ihanet ederek geliştirdiği sisteme hiyerarşik sistem denir. Hiyerarşik sistemin eylemi “kutsalın yönetimidir”; “üçlü ittifakı” geliştiren erkek egemenliği, kadın şahsında toplumsal kutsallıklara ihanet ederken, kendi egemenliğini de kutsamıştır. Bu temelde giderek toplum üstünde yükselen hiyerarşik sistem süreç içinde ataerkil aileyi mülkiyetçiliği geliştirerek kadının toplumun yaşamındaki konumunu değiştirmiştir.
Yukarıda ifade edilen doğal toplumun tüm niteliklerine, yaratımlarına, değerlerine yabancı bir sistem inşa edilmiştir. Bu sistem kurumsallaştıkça kadına karşı ihanetçilik de yol alınır ve kendinden sonraki ihanet halkası olarak rahip sınıfı ihanetçiliğine zemin hazırlar.
Ana-kadın toplumsallığının yanı başında ana-kadın giderek -ana- tanrıça düzenine karşıtlık eden zihniyet ve anlayışlarda fırsat buldukça kendi zihniyetini örgütler, güç kazanmaya çalışır. Neolitik devrime ve kültüre dayalı tarım köy toplumunun bulunduğu coğrafyada yeni bir toplumsallığın doğuşu çok da imkan dahilinde değildir. Bir düşüncenin kendini örgütlemesi, siyasal düşüncesini, ideolojisini geliştirmesi ve kurumsallaştırması öyle kolay değildir. Neolitik devrimin anayurdu, ata-erkil sistemin ve onun kültürünün kendi bağrında kurumlaşmasına izin vermeyecektir. Zaten “Altın Hilal”de yeni sisteme yönelik eğilim ve örgütlenmeler olsa da, toplumsallık artık başka bir evreye sıçramak zorundadır. Artan nüfus, yeni yerleşim ve tarım alanı ihtiyacı giderek güneye doğru Dicle ve Fırat ırmağı boylarında yayılmayı zorunlu kılar. Artan nüfus kent (site) oluşuma doğru gelişim sağlar. Kuzeyde Neolitik kültürün yaratıcı gücü, Aryen kültürünü temsil eden topluluklar güneye doğru yayılır. Bataklık kurutulur, yeni tarım alanları açılır. Aynı dönemde güneyden gelen topluluklar da vardır; esasta el-Ubeyd kültürünün taşıyıcısı olan Hami/Sami boyları, çöl kabileleri (Amoritler) olarak çoban kültürünün baskın olduğu yapılarıyla, kuzeyin Aryen toplulukları yer yer kaynaşıyor. Bu iki farklı kültürün ortaklaşması ve artan nüfus, yeni toplumsal ilişkiler, sınıflaşma, ürün bolluğu, mülkiyetin gelişmesi, şamanın rahipleşmesi, ana-kadın kültürüne karşı ataerkil kültürü ve hiyerarşinin adım adım oluşumunu getirir. Ataerkil toplumun hiyerarşik otoriter yapısı esastır.
Kent (site) devletinin oluşmaya başlaması, mülkiyetçilik, toplumsal parçalanma, hiyerarşi zora dayalı otoriteyle bağlantılıdır. Bu dönüşüm bir zorunluluğun eseri değildir. Öte yandan yeni bir siyasal yapının insan eliyle yapılandırılma çabası bir ilktir. Ataerkil-devletçi merkezi uygarlık sisteminin doğuşu, toplumsal tarihte doğal-toplumsal akışın bir parçası olarak gelişmemiştir. Eril aklın karakteri, muhtemel ana-kadın toplumsallığının yarattığı zaaf ve boşlukları, kendi düşünce ve zihniyet yapılarıyla doldurarak alternatif bir sistem kurgulamışlardır. Ana-kadın sistemine karşı geliştirilen ihanetin sonucu olarak merkezi-devlet uygarlığı biçiminde şekillenen bu yeni sistem, doğal toplumsal akışı sekteye uğratmıştır. Ana-kadın sistemine karşı gerçekleştirilen ihanetin sonucu, sistemin oluşumu kentleşmeye paralel gelişir. Kent oluşumu beraberinde farklı kent oluşumlarını ve bunlar arasında ticaretin gelişmesine yol açar (M.Ö. 4000’ler). Bizler bu tarihsel gelişmeleri birkaç cümleyle ifade ediyoruz. Oysa hiçbir tarihsel gelişim kolay olmamıştır. Ana-kadın kültürü ve onun öncüsü kadın kendisine karşı bir ihanetin sonucu olarak oluşan bu ataerkil sisteme karşı yaklaşık iki bin yıl direnmiştir.
Son yüzyılda yapılan arkeolojik kazılarda tarihsel topluma dair önemli bilgilere ulaşılmıştır. Kadının tarihteki rolü hakkında bize ipucu veren bir örnek; Sümer şehir devletini anlatan Uruk Tanrıçası İnanna Destanı çarpıcıdır. Halen kadın kültü ile ataerkil kültün dengede olduğu bir dönemi yansıtan bu destan çok çetin geçen bir sürecin acısını dile getirmektedir. Uruk Tanrıçası olarak İnanna; Eridu Tanrısı olan Enki’nin sarayına gidip oradan daha öncesinde kendisine ait olan “104 ME”sini çeşitli yöntemlerle ele geçirmesi ve Uruk’a kaçırması; bu dönemi izah etmesi kilit bir role sahiptir. “ME”lerle kastedilen temel uygarlık buluşlarıdır. İnanna bu buluşların ana-tanrıça kadına ait olduğunu, bunda erkek tanrı Enki’nin rolü olduğunu ve bu ME’lerin kendisinden zorla ve kurnazlıkla çaldığını ısrarla vurgulamaktadır. Kadından çalınan bu “104 ME” ana-kadın/tanrıça döneminin tarihsel gelişiminde kadın eliyle toplum için geliştirilen icatlardır.
Resmi tarih anlatımı “Tarih Sümerlerde başlar” sözüyle her şeyi kendinden ve iktidar sisteminden başlatan aklın eseridir. Sümerlerin bir anda nasıl devlet kurma aşamasına geldikleri ya bilinmez ya da gizlenir. Tarihi kendinde başlatmanın önemli bir nedeni toplumsal tarihin en büyük ihanetinin gizlenmesini amaçlar. Öte yandan Sümer öncesi uygarlıksal gelişimin öncü gücü kadındır. Kadının gücünün bilinmesi bu sistemin çıkarlarıyla çelişir. Şunu ifade etmek lazım; hiçbir şey yoktan var edilmediği gibi var olmuş ve yaşanmış bir tarihselliği birileri yok sayınca, yok olmuyor. Sınırlı nüfusun yönettiği kentlerde yeni sistem ve kültür ilk kurumlaşmasını başarsa da, tarım ve köy toplumu-doğal toplum kültürü ve değerleri bir şekilde binlerce yıldır varlığını sürdürüyor. Toplumsal hafızada ötelense de insan toplumsallığının ilk zihniyeti, hafızası, kültürü toplumsal yaşamın gözeneklerinde zayıflasa da varlığını koruyor. Toplumsal tarihin gelişiminde, zamanın ruhu, sosyal bilimin gelişimi birçok saklı hakikati yeniden açığa çıkarıyor, gözler önüne seriyor. Tıpkı binlerce yıldır gizlenen tarihin ilk ve en büyük ihanetinin gün yüzüne çıkması gibi. Hakeza her türlü bilimsel gelişme, evrenin oluşumundan bugüne, ilk tek hücreli bakterilerden bugünkü dünyamızdaki canlılığın zenginliğine, evrimsel gelişimin son halkası olan insan toplumsallığına, hakikat kendini görünür kılıyor-sergiliyor. Arkeolojik kazılar, ilk yazılı tabletlerden, günümüzden 11-12 bin yıl öncesinden kalan ilk tapınak olan Xerabreşk’e (Göbeklitepe) kadar insan kendi tarihini arıyor, saklı gerçeğe ulaşıyor. İlk tanrıçaların yönetimi olan kutsallıklara kadar.
İlk oluşumu ve gelişiminde ana-kadının binlerce yıl karşısında direndiği sistem, ilk devletçi sistemin kendisiydi. Bu yeni sistemin öncüsü olan rahip sınıfıdır. Rahip sınıfı “üçlü erkek ittifakının” devamıdır. Tarihte bunca güçlü bir kültür geliştirmiş olan ana-kadın sistemi, zihniyeti nasıl aşılacaktır? Bunun öyle kolay olmayacağı açıktır. Doğal toplumun saflığı üzerinde yayılacak devlet sistemi için güç ve mitoloji özenle hazırlanır. Devletçi olan bir mitoloji yanıltmaya dayalıdır. Yanıltma esas olarak yalana dayanacaktır. Ana-kadın/tanrıça kültürünün gücü o kadar etkilidir ki ona karşı ataerkil-devletçi mitoloji, yani bir karşı devrim olarak ihanet; öylesine kurgulanmalıdır ki gerekirse milyarlarca yıllık evrenin tarihi yok sayılacaktır. Toplumsal tarihin-doğal evrimsel süreci olan yüzde 98’lik dönemi kaplayan ilk insanın insan olma tarihi tümden sıfırlanmalı ve yeni hegemonik sistem tarihi kendinden başlatmalıdır. Bu noktada toplumu inandırmak, ikna etmek çok önemlidir. Eğer toplum ikna edilmezse tüm çaba boşuna gidecektir. Kuşkusuz ataerkil-devletçi mitoloji bir anda doğup toplumsallığı etkisine almamıştır. İlk büyük ihanete karşı direnilen yaklaşık iki bin yıllık zamanı; miladi I.yüzyılda kendini örgütlemeye çalışmış bir yapılanma Hz.İsa’nın doğuşundan alırsak, iki bin yıla 21.yüzyılın başlangıcına getirebiliriz… Demek ki uzun tarihi geçmişi olan bir kültür hemen tasfiye edilememiştir. Dünyamızda birçok toplumsal kültürde, gelecek ve inançta ana-kadın kültürünün izlerini gözlemlemek zor değildir.
Rahip sınıfı, kendi zihniyetini adım adım bir yönetim erki olarak kabul ettirdiğinde, sistemini “ziggurat” denilen tapınakta kurumsallaştırmıştır. Ziggurat yeni sistemin döl yatağı rolündedir. Birkaç kattan oluşan zigguratın en üst katı tanrılar katıdır. İkinci kat; sistemi yöneten elit (günümüzün bürokrasisi), en alt katta ise toplum ve hizmetliler yer almaktadır. Geleceğin köleleri bu toplumdan devşirilecek ve kendilerine bir hayvan kadar bile değer verilmeyecektir.
Tanrıça adlandırması; kadının kendisine bahşettiği bir sıfat değildir. Tersine, ana-kadının toplumda ve onun yaşamında oynadığı rol, etkinliği, yaratıcılığı, emeği, çabası ve bunun yarattığı saygınlık toplum tarafından kadının yüceltilmesini getirmiştir. Toplumsal değerleri yaratan, doğuran, üreten, keşfeden ve barışçıl, eşitlik-özgürlük ve adaletli doğasıyla, insani değerleri yücelten karakteriyle, toplum kadını ana-tanrıça olarak onurlandırmıştır. Doğaya yakınlığı ve iç içeliğiyle ana-kadın bazen toprakla da özdeşleştirilir. Doğa da diyebiliriz. Çünkü doğa da yaratan, ürün veren, yaşatan, koruyandır. Dolayısıyla yeryüzü düzeninin parçaları olarak tanımlanırlar. Yeryüzü düzeni kadına aittir. Rahip bunun anti-tezi olarak kendisini tanrıça ile özden tutacak bir rolde ve yetenekte değildir. Erkeğin geçmişinde yaratan, üreten, doğuran, büyüten bir özellik yoktur. O zaman ana-tanrıça yerine ikame edebilecek soyut bir varlığa ihtiyaç vardır. Bu da erkek tanrı-tanrılar sistemidir. Bu soyut kurgusallığın mekanı gökyüzü, düzeni de “gökyüzü düzenidir.” Giderek zamanın akışında tek tanrılı dinlere evrilecek yaratılış mitolojisi bu kurgusallığın eseridir. Yaradılış mitolojisinde artık “tanrı düzeni” devreye girecektir… Gökyüzü düzeni tanrı düzenidir. Dünyayı o yaratmıştır. Bu düzen özünde erkek düzenidir. Ana-kadın sistemi yerine erkek egemenlikli sistem, tanrıça yerine erkek tanrılar sistemi ikame edilmiştir. Bu ihanetin en temel özelliklerinden biridir. Zaten sistem tarihi kendinden başlatmıştır. Yeni sistemin tanrısı her şeyi yaratandır. Her şeyin başlangıcında o vardır. Mitoloji tanrının dünyayı nasıl yarattığını anlatır. Herkesin dünyaya gelmesinin yegane nedeni tanrısal düzene hizmettir.
Tanrının başlangıçta korkuya dayalı bir özelliği yoktur ama rahip sınıf yeni bulduğu tanrısal düzeniyle bir açıdan kul-köle düzeninin başlangıcının zihniyet kollarını örer. Uzun tarihsel evrimde özgür doğmuş, hiçbir zorba güce denk gelmemiş, günümüzün demokratik toplumuna benzer bir toplumsal düzende özgür-eşit-adil bir yaşam kültürü ile zihniyet yapılanmaları gelişmiş bir toplumsallığı köleleştirmek, onları “kul” düzenine inandırmak kolay değildir. Ancak ok yaydan çıkmıştır. Ana-kadın toplumsallığına ve onun tüm yaratımlarına toplumsal tarihin en büyük ihanetini yapan rahip önderlikli üçlü erkek ittifakı amacına ulaşmak için hiçbir sınır tanımayacaktır. İhanetçi erkek egemenliği ilk büyük çıkışını yapmıştır. Tanrı kral olmaya yol açmıştır. Devletçi mitoloji ile amaçlanan bu oluşumu adeta muhteşem bir gelişme olarak hükmedilen insanın zihnine kazımaktadır. Meşrutiyet savaşı en az çıplak zor kadar hünerli bir çaba gerektirmektedir. İnsanın zihniyetine öyle bir inanç yerleştirmeli ki mutlak bir kanun değerinde olsun. Bütün sosyolojik veriler hükmeden tanrı kavramına bu süreçte erişildiğini göstermektedir. Ataerkil-merkezi uygarlık sisteminin en stratejik adımları bu dönemde devletçi mitolojiye dayalı ve onun negatif kullanımı üzerinden atılır.
Bu tarihsel ihaneti anlatırken şu hususu gözden kaçırmamak gerekir: Doğal toplum sisteminde ana-kadın erkeği hiçbir zaman cins olarak hedef almamış, onu toplumsallıktan uzaklaştırmamıştır. Klan kültüründe hiçbir ayrım söz konusu değildir. Kadın tüm klan üyelerini; hayatını sürdürecek aşamaya gelene kadar kendisinin bir parçası gibi sahiplenmiş, büyütmüş, beslemiş, korumuştur. Klan bir beden gibidir. Topluluğun bir beden olma halinden ayrı özetle -bencil- bireyci düşünce ve eyleyiş yoktur. Başat zihniyet komünaldir-paylaşımcıdır. Avcı kültürü ile tanışan erkek, avcılıkta da yetenekli ve güçlü ise zamanla bu erkek akıl kendisini herkesten daha iyi -yetkin- başarılı görür ve muhtemeldir ki kadından yana özel ilgi ve yaklaşım bekler. Kadın onu değil de başka bir erkeği seçerse bu kez öfke duyar -kıskançlığı depreşir, bu tip duygular- hisler zamanla daha da belirginleşir. Ve kadına dayalı sisteme karşı arayış içerisine girer. Kadına ve onun gücüne karşı büyük bir öfke birikmiştir. Rahip ve öncülük ettiği ittifak, eşi benzeri görülmemiş bir intikam duygusuna yönelir. İhanetin tarihselliği ve büyüklüğü, kadına ve onun sistemine karşı duyulan öfke ve bu intikam duygusunun büyüklüğünde aranmalıdır. O nedenle bu ihanetin bilinç altında yatan bir gerçeği de intikam duygusudur. Öyle ki kendi egemenlik sisteminde elinden geldiğince kadına yer vermez. Kadını tüm toplumsal tarihten silme çabasındadır. Kadının gücüne karşı duyulan korku da vardır. Ne kadar kadından nefret ederse etsin kendi cinselliği için kadına muhtaçtır da. Yani kadınsız yapamaz… Sisteminde kadına ait ne varsa karanlıkların dünyasına gömmeye çalışan ataerkil akıl başlangıçta ziggurata tanrıça olarak giren kadını zamanla düşürerek fahişeleştirir. Rahip Zigguratta kendisi için harem kurarken, toplum için de “musakkatim” adı verilen ilk genelevi kurar. Kadına karşı geliştirilen bu ilk büyük ihanet sadece kadına kaybettirmemiştir. Kadın şahsında tüm insanlık kaybetmiştir. Kadınla birlikte insanlık en köklü hafızasını kaybetmiştir.
Bu erkek egemen tanrılar sistemi geleceğini olgunlaştırıp tek tanrılı sistemde yeniden kadını hedefler. İlk büyük ihanet toplumsal tarihte birinci cinsel kırılma olarak ifadelendirilirken. Kadına tarihte biçilen karanlık tek tanrılı dinlerde zihniyette de içselleştirilmiş köleliğe dönüşür. Tanrısal güç yine baş roldedir. İkinci büyük cinsel kırılmayı tek tanrılı dinlerde yaşayan kadın için yaşam artık ölümden ölüm beğen noktasındadır. Rahip kral düzeninde dünyayı yaratan tanrı, çamurdan önce Adem’i yaratır. Adem ilk insandır. Erkek egemenliği elbette önce erkeği yaratacaktır ve erkeği yalnız bırakmamak için de Havva’yı yaratır. Erkek egemenlikli tanrısal düzende kadın eklentidir. Tanrı onu Adem’in kaburga kemiğinden yaratır. Bu kurgusallık bağımlılık kültürün de başlangıcıdır. Muhtemelen bu mitolojinin kurgulandığı zamanda ana-kadının direnişi halen güçlüdür. O nedenle Lilit adında bir kadın figürü de vardır. Lilit boyun eğmeyen, erkeğe teslim olmayan kadını simgeler. Havva ise teslim alınmış kadındır. Tüm egemenlik sistemlerinde olduğu gibi boyun eğmeyen kadın; lanetli, cadı, şeytanın arkadaşı, büyük günahkâr gibi iftiralarla karalanır. Bu şekilde yansıtılan tüm kültürler iki sistem arasındaki büyük çekişmenin varlığını, kanıtlamaktadır. Ataerkil sistemin intikam hırsı dönmeyecek, çağlar içinde derinleşerek sürecektir.
Ataerkil kültür açısından kadının toplumdaki gücü alt edilmeden, kadın düşürülmeden, etkisizleştirilmeden erkek egemen toplum kültüründeki zihniyet hakim kılınamaz. Yine sonrasındaki tarihsel akışın hakikati anlaşılamaz. Dolayısıyla günümüz için ataerkil aklın yalana dayalı mitolojisi ile kurguladığı sistem anlaşılmadan egemenlik sistemleri ve onların kurumlaşma biçimleri de anlaşılamaz.
Merkezi uygarlık sistemi doğal toplumsal akışın eseri değil; yapısal, kurgusal, tasarlanmış bir sistemdir. Beş bin yıllık uygarlık sisteminin başlangıcıdır. Bu kurgulanmış akıl sadece milyonlarca yıllık tarihi yok saymadır. İnsanlığın baş aşağı gidişini, kulluk-kölelik, zulüm, kırım, sömürü, inkâr, toplumsal parçalanma gibi oluşumların önünü açmadı; kesintisiz bir savaş tarihi başlattı. Ayrıca yaratılış mitolojisi ile sistem insanı doğadan koparılmıştır. Toplumsal gerçekliğin birinci doğanın gelişiminden, ikinci doğa olarak -kendini düşünen doğa olarak insan türünün kendini- birinci doğanın bağrından doğurma gerçeğini de yok saymıştır. İnsan-doğa ilişkisinin bütünselliğini yok sayma, beş bin yılın sonunda mavi gezegenimizde hayat tehlike altına girmiş, ekolojik denge sarsılmıştır.
Kadına karşı bu noktada geliştirilen ihanetin bir diğer yönüne de değinmek gerekir… Birinci doğadaki akış ve oluşum insan varlığının bir tür olarak gelişiminde zirveleşmiştir. Doğanın kendi bağrından yarattığı insan en büyük ihaneti bir açıdan birinci doğaya yapmıştır. Tıpkı çocuğun doğup büyüdükten sonra annesine ihanet etmesi gibi, onu inkâr etmesi gibi. Doğadan kopan erkek egemen akıl, doğayı fethedilmesi gereken bir varlık olarak görür. Bu aklın kadına yaklaşımı da aynıdır. Fethetmek, kopartmak, mülk edinmek… Yaşadığımız yüzyıla gelene kadar her türlü silahlanmanın bir nedeni de yine fetihçi akıl ve zihniyettir.
Zigguratta doğan çocuk, hegemonik merkezi uygarlık sistemi beş bin yıl boyunca ataerkil aklın çarpık zihniyeti ve yalanıyla büyütülmüş, kendi kuyruğundan başlayarak kendini yemeye başlayan canavara (Leviathan’a) dönüşmüştür. Ana-kadın toplumsallığı (kendi çağına göre) devrimsel-uygarlıksal icadın yapıldığı zaman aralığıdır. Kent ve kent devletçileri, ticaret ve iktidar, hegemon olma sevdası; savaşları başlatmış imparatorluk düzenlerinin neredeyse sonuna kadar insanlık, Neolitik-tarım-köy devriminin mirası üzerinde yaşamını yürütmüştür. Savaşların beş bin yıl boyunca kesintisiz tarihi aynı zamanda bir kırım tarihidir: Kadın kırım, kültür kırım, ekolojik kırım, etnik kırım. Erkek egemenliği savaş araçları-silahlar üretmiş, ticaretin etkin geliştirilmesinin, kar ve sermaye sistemlerine dair kimi icatlar yapılmıştır. Ötesi büyük bir miras yiyiciliktir.
Ataerkil sistem ve onun zihniyeti kadını toplumun dışına iterken, milyonlarca yıllık tarihsel birikimi de kadın şahsında evrenin karanlığına savurmuştur. Geride kalan toplumsallığın yarım aklı ise yanlış kurgulanmıştır. Yanlış kurgulanan aklın insanlığı getirdiği menzil kapitalist sistemin kriz ve kaos halidir. Kanserleştirilmiş bir toplumsallık, doğanın tahribi, ahlaki çöküntü, “dincilik, milliyetçilik, cinsiyetçilik, bilimcilik” insanlığın başına bela olmuştur. İnsanın-toplumun yalana bulaşması, onun parçası olması, paralelinde ihanet etmesi böyle gerçekleşmiştir.
Beş bin yıl önce hakikatin yerine ikame edilen yalana ve ihanete dayalı yaşamsallık artık neredeyse ataerkil aklın vazgeçilmez zihniyeti ve hafızası olmuştur. Eğer yaşadığımız dünyada, insanlık ve toplumsallık kendisini aklayacaksa; ilk büyük ihanetin ve yalanın doğurduğu tüm uygarlık tarihinin bütün yalanlarını ve ihanetlerini reddetmesi, yaratıcısı erkek egemenliğinin ve tanrılarının maskelerini indirmesi, tüm tarihsel, toplumsal sorunları hakikatin bütünlüğü ekseninde kaybedilen tüm değerlerle yeniden buluşması, kaybedilen tüm değerleri, kaybedilen yerde araması, bulması ve tüm kirlerinden arındırarak, ana-kadının mirası üzerinden yeni sentezlerle kendi öz doğasıyla buluşması insanlık için elzemdir.
Son beş bin yıllık uygarlık sisteminde toplumsallığın ana gövdesinin eseri olan ama esasta ilk kök kültürün doğal-ana nehir uygarlığının yaratımları üzerinde şekillenmiş, fazlasıyla düşünsel, bilimsel, felsefik, toplumsal gelişme vardır. Devletçi iktidarcı sistemin; “milyarlarla ifade edilen insan nüfusunun üzerindeki amansız sömürüsü talanı, kar-sermaye/hegemonya savaşları, insan varlığını tehdit eden hallerine karşı en basitinden en karmaşığına her insan evladının mutlaka toplumsal tarihe yapacağı anlamlı bir katkısı vardır” esprisinden hareketle, yaşadığımız dünyanın gerçeği ne olursa olsun, toplumsallığın asla karanlığa teslim olmayacağını kendi ölümüne razı gelmeyeceğini, tarihte beş bin yıl boyunca uygarlık sisteminin lanetine karşı sürdürdüğü hiçbir direnişinin boşa gitmediğini, okyanusta bir damla, güneş ışığı içinde bir parçacık olmanın bile kendi evrenimizi, dünyamızı, yaşamımızı kurtarmada anlamlı bir sonuç yaratabileceğini unutmamalıyız.
Kadın yeni toplumsallığın öznesi olma rolünü, kendi hakikatiyle buluşarak daha net görecek, ilk uygarlıksal gelişmede olduğu gibi gerçeğin dinamizmi ile birlikte çok parçalı olarak bu dünyada verilen mücadeleleri bu çağın imkanlarıyla değerlendirerek, yan yana getirmeyi, harekete geçirmeyi bilecektir.
PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın deyimiyle: “Yolunuz açık olsun demiyorum, yol açıktır.” Size can-ruh, enerji-güç verecek her şey sizin hakikatinizde mevcuttur. Kendinizde çıkışı bulacak, yürüyecek ve insana dair olan her güzelliği, barışa-geleceğe armağan edeceksiniz…
Yoruma kapalı.