Düşünce ve Kuram Dergisi

Büyük Cezasızlık ve Ölüye Saygı

Eren Keskin

 

Türkiye Cumhuriyeti devletinin yerleşik resmi politikası son derece ayrımcı ve ötekileştirici bir politika; bunu çok iyi biliyoruz. Cumhuriyetin kuruluşundan öncesine dayanan bu ittihatçı politika sadece Türk ve Sünni Müslüman kimliğini temel alan diğer tüm etnik kimlikleri ve inanç kimliklerini ya yok eden ya da yok etmek üzere bir politika oluşturan bir zihniyete sahip. Bu coğrafyamızda inanç ve etnik kimlikleri nedeniyle yaşarken hak ihlaline uğrayan insanlar çok olduğu gibi maalesef ki, ölülerin bile ötekileştirildiği, ölülere bile ayrımcı politikanın uygulandığı bir politikadan söz ediyoruz. Ölüye saygısızlık son derece yaygın bir yöntem. Oysaki Türkiye Cumhuriyeti devletinin iç hukuku ölünün hatırasına saygı düzenlemesini yapmıştır. Bunun dışında özellikle Cenevre Savaş Hukuku Sözleşmesi’nde de karşı tarafın ölülerine saygı gösterilmesi açıkça belirtilmiştir

Ancak devlet pratiğine baktığımızda, geçen yıllar boyunca ölüye karşı büyük bir saygısızlık olduğu ortada. Ölülerine karşı en büyük saygısızlık yapılan halklardan biri de, belki de en birincisi, Kürt halkı. Kürt halkının mezarsız ölüleri o kadar çok ki ve Kürdistan başlı başına mezarsız ölüler coğrafyası ki, bu konu anlatmakla bitmez. Bizler, insan hakları savunucuları olarak ölüye saygısızlığın özellikle devlet eliyle ve devlet diliyle Kürdün ölüsüne yapılan saygısızlığın birçok örneğini yaşadık. Örnekler o kadar çarpıcıydı ki, belki anlatsanız coğrafyada yaşayan insanlara bunlar ancak filmlerde olur derlerdi. Oysa biz insan hakları savunucuları olarak bu olayları gözlerimizle gördük. Ölüye yapılan büyük haksızlığı, büyük saygısızlığı gözlerimizle gördük; hepsini yaşadık, tanıklık ettik.

Bu yazıya konu olabilecek o kadar çok olay var ve ben bunlardan birini seçtim. Bu olayda baba ve oğula yapılan, baba ve oğulun ölüsüne ve dirisine yapılan büyük bir saygısızlık söz konusu. Hayatım boyunca insan hakları savunucusu kimliğimle ilgilendiğim birçok olay beni çok etkiledi ama en çok etkileyen olaylardan biri de Özgen ailesinin yaşadığı büyük acıydı.

 

Baba ve Oğul

1992 yılıydı ve sanıyorum sonbahar aylarıydı. İnsan Hakları Derneği’nde Ayşe Zarakolu ile birlikte oturuyorduk. Bir haber geldi ve arayan kişi, “Çapa Devlet Hastanesi’ne bir yaralı getirildi, yaralıya doktorların müdahale etmeleri polisler tarafından engelleniyor,” dedi. Bir hemşire arıyordu. Biz hemen bir taksiye atlayarak Çapa’ya gittik. Hastanenin acil bölümüne gittiğimizde büyük bir kargaşa vardı. Bir sedyede ağır yaralı genç bir insan yatıyor ve her yanında kan geliyordu. Doktorlar müdahale etmeye çalışıyorlar, büyük bir arbedeyle polisler engelliyordu. Bu arbedenin yarım saat sürdüğü bilgisini aldık. Neden bu yaşanıyor, diye sorduğumuzda doktorlardan biri, “yaralı hasta var ancak polis bizim müdahalemizi engelliyor, sürekli doktor arkadaşlarımız gelip gidiyor, yaralıyı almaya çalışıyor ama polis yaralıyı vermiyor, dedi. Gerçekten inanılmazdı, duyduklarımıza inanamamıştık. Bir hastanede, polisler bir yaralının tedavi olmasını engelliyordu.

Biz birdenbire Ayşe ile işkencenin suç olduğuna ilişkin slogan atmaya başladık ve o sırada bizimle birlikte halktan insanlar da slogan atmaya başladılar. Orada bir koro oluştu adeta. Bu yaralıya müdahale neden engelleniyor, kimse bilmiyordu ama bir haksızlık vardı ve insanlar tepki gösterdiler. Bunun üzerine polisler geri adım attı ve doktorlar yaralıyı ameliyathaneye götürdüler.

Daha sonra biz bu yaralının isminin Mefair Özgen olduğunu öğrendik. Mefair’in ailesi bizi aradı ve Mefair Özgen’in 5-6 yıldır ailesinden uzakta ve çok büyük bir ihtimalle örgüte katılmış olduğunu, ailesinin kendisinden 5 yıldır hiçbir bilgi alamadığını öğrendik. Mefair ağır bir ameliyat geçirdi ve yoğun bakıma kaldırıldı.

Mefair’i çok uzun yıllardır görmeyen yaşlı babası Fikri amca derneğe geldi. Diyarbakır’ın bir köyünde oturuyordu. Fikri amca, oğlunu yıllardır görmediği ve durumu da çok ağır olduğu için son bir kez oğlunu görmek istiyordu. Ancak cezaevi komutanı bunu engelliyordu. Fikri Özge’nin, oğlu Mefair’i son bir kez görmesine izin vermiyordu. 2-3 gün uğraştık; bu arada doktorlar Mefair’in durumunun çok ağır ve yaşama şansının da çok az olduğunu söylüyorlardı. Uğraştık fakat bütün uğraşlarımıza karşın bir cevap alamadık. Komutan, babanın oğlunu görmesine izin vermiyordu. Sonunda bir gün komutanın yanına gittim ve “bir an için unutun, Mefair Özgen’in kim olduğunu unutun, sizin çocuğunuzun orada olduğunu düşünün,” dedim. Siz baba mısınız? Diye sordum. Evet, diye cevap verdi. “Bir an için yıllardır görmediğiniz oğlunuzun son saatlerini yaşadığını ve onu bir kez görmek istediğinizi düşünün, lütfen sadece bunu düşünün ve izin verin,” dedim. Komutan durdu ve dedi ki, “Avukat hanım beni yumuşak yerimden vurdun. Tamam, görüştüreceğim ama yanınıza bir asker vereceğim,” dedi. Tamam, dedik. Fikri amcaya bu haberi verdiğimizde çok sevindi. Hemen hastaneye gittik. Fikri amca, Fikri amcanın kızı, ben ve bir üst düzey rütbeli bir asker birlikte yoğun bakımda Mefair’in yanına girdik. Fikri amca başı önünde duruyor, ne yapacağını bilemiyordu. Aslında korkuyordu oğluna bir zarar gelecek diye. Başı eğik bir şekilde oğluna Kürtçe nasılsın, diye sordu. Mefair ona Kürtçe, çok zor konuşarak bir cevap verdi. Tabii ben tam anlamadım ne demek istediğini, kardeşine sorduğumda Mefair babasına, “Onların yanında böyle başını eğik durma, dik dur,” demiş. Birdenbire o sözü söylemesinden sonra Fikri amcanın vücudunun dikleştiğini gördüm. O kadar duygulu bir andı ki, gerçekten ben ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Fikri amcanın o halini, vücudundaki şekil değişimi, o başı eğik duran insanın birdenbire dikleşmesi gerçekten çok etkileyici bir sahneydi. Birkaç gün sonra Mefair maalesef yaşamını yitirdi. Biz morga, Mefair’in cenazesini almaya gittik. Morgun kapısında Fikri amcayı dimdik, adeta hazırolda durur gibi durduğunu gördüm. Fikir amca bir daha o vücut şeklini hiç değiştirmedi, dimdik bir şekilde oğlunun cenazesini alıp daha sonra Diyarbakır’a gitti. Biz zaman zaman haberleşiyorduk, kızı da arkadaşımızdı. Fikri amca o tarihlerde Diyarbakır’ın Kulp ilçesine bağlı, Yeşilköy muhtarıydı. Köyde eşiyle birlikte yaşıyordu ve özellikle Mefair’in politik durumu nedeniyle de sık sık gözaltına alınıyordu; evlerine sık sık polis baskınları yapılıyordu. 28 yıl boyunca muhtarlık yaptığı bu köyden, 1993 yılında, gördüğü baskılar nedeniyle ayrıldı. Zaten Mefair’in ölümü de Fikri amcayı çok etkilemişti, artık muhtarlık yapmak istemiyordu. Eşiyle birlikte Diyarbakır’a taşındılar. Diyarbakır’da da polis baskısı sürekli devam ediyordu. Fikri amca artık 73 yaşındaydı ve birçok hastalığı vardı. Örneğin, kronik astım hastasıydı, sürekli ilaç almak zorundaydı; yoksa nefes almakta büyük zorluk çekiyordu. Fikri amca 27 Şubat 1997 tarihinde sabah saat 10.00 gibi Koşuyolu’ndaki evinden ilaç almak üzere çıktı. Evinden 100 metre kadar uzaklaşmıştı ki, sivil giyimli, dört kişi tarafından durduruldu. Ellerinde telsiz bulunuyordu bu kişilerin. Fikri amcanın kimliğini görmek istediler. Fikri amca kimliğini gösterdi, sonra da onu Toros marka beyaz bir arabaya bindirerek götürdüler. Eşi Dilşah Özgen, Fikri amca gelmeyince eşi ile ilgili bilgi almak üzere savcılığa başvurdu. Çünkü Fikri amcadan günlerdir haber alınamıyordu. 5 Mart 1997 tarihinde savcı, Fikri amcanın eşi Dilşah Özgen’e, Fikri Özgen’in gözaltında bir kaydının olmadığını söyledi. Bunun üzerine Dilşah teyze Fikri amcanın kayıp oluşuyla ilgili savcılığa bir suç duyurusu yaptı. Daha sonra şahitler ortaya çıktı. Aileye ulaşan bazı kişiler Fikri Özgen’in JİTEM’e alındığını ve JİTEM’de ağır işkenceye maruz kaldığını söylediler. Aynı tarihlerde JİTEM’de gözaltında olan kişiler de -isimlerini açıklamasalar da- nefes almakta zorlanan bir kişinin sesini duyduklarını söylediler. İnsan hakları savunucularına bu bilgiler verildi ve insan hakları savunucusu avukatlar da savcılığa bu bilgileri verdiler. Fikri amcadan yıllarca haber alınamadı, o da zorla kaybedilen insandı artık. Yıllar sonra JİTEM’de kadrolu olarak çalışan eski itirafçı Abdulkadir Aygan birçok yeni itiraflarda bulunmaya başladı. Gazetelere ve televizyonlara verdiği beyanlarda Fikri Özgen’in Diyarbakır JİTEM’de sorgulandığını ve İstihbarat Tim Komutanı Yüzbaşı Zahit Engin tarafından gözaltında öldürüldüğünü söyledi. Bütün bu gerçekler savcılık dosyalarına konulmasına rağmen, maalesef  tüm gözaltında kaybetme olaylarında olduğu gibi, Fikri Özgen’in cenazesi hakkında da bugüne kadar hiçbir açıklama yapılmadığı gibi hiçbir kimse de ceza almadı. 

 

İnsanlığa Karşı İşlenen Suçlarda Zaman Aşımı İşlemez

Gözaltında kayıplar aslında bu coğrafyanın çok önemli bir meselesi. 1915 soykırımından bu yana Kürdistan’da yaşanan katliamlar, Dersim soykırımı, çeşitli dönemlerde militarist baskılar nedeniyle yaşanan cinayetler ve katliamlar gibi birçok olayda failler ortaya çıkarılmadı. Her şeyden önce unutmamak gerekir ki, Kürtlerin en önemli değerlerinden olan Seyid Rıza ve Şeyh Said’in cenazeleri dahi bugüne kadar ortaya çıkarılmadı. Bu coğrafyada katliamlarla, kontrgerilla cinayetleriyle, gözaltında kaybetmelerle, işkencede öldürmelerle çok sayıda insan yaşamını yitirdi. Ama bu konuda büyük bir cezasızlık hakim. Maalesef ki, bu konuda gerçek bir cezalandırmanın yaşandığına coğrafya hiçbir zaman tanık olmadı. Zorla kaybetme olaylarında Türkiye Cumhuriyeti devleti yargısı, Türk Ceza Kanunu’nda “insan öldürme” fiilinin yani “cinayet” suçunun zaman aşımını uyguluyor. Yani 20 yıllık zamanaşımında bir gelişme olmadığı takdirde savcılar zaman aşımından düşüm kararı veriyorlar. Dosyalarda bir gelişme olmuyor. Neden olmuyor? Bu bir sistematiğin sonucu. Sadece işkenceyi uygulayan ya da öldüren polis, asker, korucu ya da başka bir devlet gücü değil sorumlu olan. Onları yeterince sorgulamayan savcılar, gerçek tıp raporlarını düzenlemeyen adli tıp hekimleri ve beraat veya zaman aşımı kararı veren hakimler. Hepsi bu sistemin parçaları. Yani büyük cezasızlık bir sistematikle işliyor Türkiye Cumhuriyeti devleti eğer istese örneğin, gözaltında zorla kayıplarla ilgili Birleşmiş Milletler Zorla Kaybetmelere Karşı Sözleşmeyi imzalayabilir. İnsan hakları savunucuları olarak yıllardır bu talepte bulunuyoruz. Cumartesi Anneleri yaptıkları her açıklamada Türkiye Cumhuriyeti devletini Birleşmiş Milletler Zorla Kaybetmelere Karşı Sözleşmeyi imzalamaya çağırıyor. Çünkü Türkiye eğer bu sözleşmeyi imzalarsa zaman aşımı ortadan kalkacak. Çünkü bu suç insanlığa karşı işlenmiş bir suç ve insanlığa karşı işlenmiş suçlarda zaman aşımı işlemez. Maalesef ki, Türkiye Cumhuriyeti devleti bu sözleşmeyi imzalamamakta direniyor. Evet, coğrafyamızda resmi ideolojiyi eleştiren, resmi ideolojiye karşı tutum alan tüm kesimler tehdit altında. Bunun başında da yazının başlangıcında belirttiğim gibi Kürtler geliyor. Bugün Kürt halkına karşı işlenen çok fazla cezasız kalmış suç var. Gözaltında kaybedilen insanların kimliğine baktığımızda da yine büyük bir çoğunluğunun Kürtler ve bir bölümünün de sosyalist insanlar olduklarını görürüz. Esas olarak gözaltında kaybetme politik nedenle gözaltına alınan insanlara karşı uygulanan bir devlet yöntemi. Ancak yaşadığımız coğrafya iktidarı ve muhalefetiyle aynı kaynaktan, aynı ittihatçı dünya görüşünden beslenmekte. Bugün coğrafyamızda %15 olarak tanımlayabileceğimiz biatsız bir muhalefet var. Her şeyin farkında olan bir %15 var. Ama kendilerine muhalifim deyip hiçbir şeyin farkında olmayan ya da farkında olsa da devlet haklıdır bakışıyla olaylara yaklaşan büyük bir kesim var. O nedenle iktidar ve muhalefetin birbirine bu kadar benzediği bir coğrafyada gerek yaşarken ve gerekse de ölüye büyük saygısızlığa karşı mücadele yeterince gelişmiyor. Ancak belirttiğim gibi bir %15 biat etmeyen muhalefet var. Bu biatsız muhalefet coğrafyada yaşanan tüm hak ihlallerini ve bu yazının konusu olarak da ölüye saygısızlığı sonuna kadar takip ediyor, mücadele ediyor, gerçekleri ortaya çıkarmaya çalışıyor. Bu mücadele hiç bitmeden devam edecek.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.