İnsanı, hayvanlardan ayıran en temel fark, onun dil-düşünce yeteneğine ulaşmasıdır. Sadece konuşup-düşünmesi değil, aynı zamanda, anlık-günlük faaliyetleri içerisinde düşünceyi geliştirebilme yeteneğine ulaşması, bu farkı niteliksel kılmıştır. Bu niteliksel farklardan birisi de, insanın ölülerini törenle gömme, yanlarına yiyecek, silah, kullandığı bir üretim aracı vb. koyma pratiğidir.
Ölü gömme törenlerinin yapıldığı yerlerden birisi de, yaklaşık altmış beş bin yıl öncesine kadar giden Şanidar Mağarasıdır. Mağarada yapılan kazılarda, bir grup insan iskeleti bulunmuştur. İskeletin yanında da çiçeklere rastlanılmıştır. Gordon Childe bunun için “Bedenlerinin ilkelliğine karşın Neanderthalliler, manevi bir kültüre de ihtiyaç duydular. Ölen yakınları için belki de ölenin dirileceği ya da ölüm durumunun sona ereceği gibi iyimser bir umutla, toplumca kutlanan gömme törenleri icat ettiler…” der.
Lewis Mumford ise, “Tarih Boyunca Kent” adlı eserinde insanların ölülerini gömmelerinin anlamı ve bugün AKP-MHP hükümetinin “ölülerimize” yaklaşımı üzerinde biraz daha düşünmemizi ister gibidir:“İlk insanın ölüye olan saygısı, belirli bir toplanma mekânı ve sonuçta daimi bir yerleşim yeri aramasında pratik ihtiyaçlardan daha önemli bir rol oynamıştır belki de”.
Ölüye saygı, insanlaşma, sevgi, bağlılık, ortak hafıza, ortak düşünce, kültürleşme, yurtlaşma, halklaşma gibi toplumsal ilişkilerde köklü bir rol oynar. Onun içindir ki, ölüye saygının bir gereği olarak her ülkede mezarlıklar çok bakımlıdır. Özenli bir yaklaşım vardır. Çünkü orda gömülü bulunanlar, o köye, şehre veya ülkeye emek vermiş insanlardır. Alanda yaşayanlardan bir parçadırlar.
Doğal toplum, komünal değerlerin, ahlakın, kadının başat olduğu, karşılıksız, çıkarsız, yalansız, riyasız ilişkilerin olduğu, herkesin birbirlerine, tarihsel süreçte yaşamlarından ürettikleri ahlaki değerler temelinde yaklaştığı bir toplumdur. Böyle bir toplumda şu veya bu nedenle ölen bir insana yaklaşımın nasıl olacağı tahmin edilebilir. Üzüntü, acıma, özlem, sevgi, bağlılık, içtenlik… Onun yokluğuna alışamama ve yas tutma. Bu aynı zamanda, onu kendisinde yaşatmayı da ifade etmektedir. Dolayısıyla ölen insan, içinden çıktığı insan kümesini ve giderek de toplumu birleştirir. Güçlenmenin de temelinde böyle bir birleşme vardır. Çünkü insanları birbirine düşman kılacak, bireycileştirecek, yalancılaştıracak, riyakarlaştıracak ya da kurnazlık yapmayı gerektirecek bir fitne nedeni yoktur henüz.
Fakat daha sonra, kadın eksenli yaşamın erkekler tarafından binbir hile ve baskıyla sonlandırılıp ezilen cins konumuna getirilmesi, sınıflaşma, kentleşme ve iktidarlaşmanın-devletleşmenin ortaya çıkmasıyla birlikte artık ölülere de sınıfsal bir yaklaşım gösterilir. Ölen rahip, komutan, kralların yanına, maiyetiyle birlikte, altın-gümüş, silah vb. adeta neyi var, neyi yoksa gömülür. Törensel, resmi, şekli bir “saygı” gösterilir. Kral, komutan veya rahibe gösterilen “saygı”, söz konusu kişilerin şahsında bir iktidar-devlet yüceltilmesi ve meşrulaştırılmasını getirir. Bu konuda mitoloji, iktidar erkini elinde bulunduranların ölülerine karşı gösterilen saygıyı teşvik eder ve geliştirme amacındadır. Din, Felsefe ve kapitalist modernite döneminde de bu durum değişmez. Tanrı-Krallardan, Krallardan, Kraliçelerden, Nemrut, Firavun ve kapitalist modernitenin muktedirlerine kadar yapılan törenler, inşa edilen mezarlar, harcanan paralar vb. haddi hesabı yoktur. Hatta daha da sistemli, görkemli, milyonlarca aç-yoksul insanın bir yıllık, belki de birkaç yıllık geçimine denk düşecek masraflar yapılır. Eğer en son ölen İngiltere kraliçesinin ölüsü için yapılan törenler, izlenen protokoller, yapılan mezarlar vb. göz önüne alınırsa, egemenlerin ölüleri için yapılanların iktidarı yeniden yeniden beyinlerde örme, oluşturma çabasından başka bir şey olmadığı kendiliğinden anlaşılır. Yasları göstermelik, gözyaşları sahte, davranışlar yapmacık, ahlaktan uzak, hukuki, yasal ve yönetmeliklere bağlıdır.
Troya savaşında Akhilleus’un Hektor’u öldürdükten sonra, onun cenazesine karşı yaptıkları bu konuda iyi bir örnektir. Aslında Homeros’un anlattığı, tarihte galip gelen egemenlerin savaş esnasında veya kendilerine karşı geliştirilen direnişlerde yer alanların cenazelerine karşı yaptıklarının bir özeti gibidir.
Akhilleus, Hektor’u öldürdükten sonra da ayaklarını deler, deliklerden kayış geçirir ve onu arabaya bağlayıp sürükler ve köpeklerin önüne atar. Troya halkının kahramanı böylelikle hem öldürülür, hem de cenazesi Troyalıların gözleri önünde aşağılanır.
Devletli uygarlığa geçişle işgal, sömürgecilik çok daha yayılmış ve süreklilik kazanmıştır. Dolayısıyla savaşlarda birbirlerinin cenazelerine karşı çok kötü davranmışlardır. İnsan kafatasından kale duvarları örmüşlerdir. Bunlar hepsi insanın vücut bütünlüğünü parçalama kapsamında, vahşilik ve ahlaksızlardır.
Oysa Neolitik ve öncesinde yukarıda bahsettiğimiz Şanidar Mağarasında gömülenlerin töreni doğal, yası ve sevgisi büyüktür. Tümüyle köklü ahlaki değerlere bağlı olarak yapılmaktadır. Yanına gömülenler de sade şeylerdir. Bir düşünce-duygu düzeyinin gereği ve pratikleşmesidir.
İşgal, talan ve sömürgecilik kölecilikle birlikte dışa yönelik olarak gelişmeye başlar. Köleci krallar, önce komşu ülkelerin zenginliklerine, topraklarına, ürettiği mallara, kadınlara göz dikerler. Bu saldırılarda sınır yoktur. Direnenler yok edilir, kadınlar tecavüze uğrar, yetişkin erkekler köleleştirilir. Bazıları pazarlarda satılır. Tüm bu sömürgeci uygulamalar esnasında, karşılıklı olarak yaşanan öldürmelerde de, ölüye saygı yoktur.
Saldırganlıklar Sadece Dersimle Sınırlı Değildi
Peki bununla ne amaçlanmaktadır? Herhalde kafataslarıyla örülen duvarlar taş duvarlardan daha sağlam olduğu için inşa edilmemektedir. Bununla, öncelikle devletin, sömürgecinin gücü, iradesi hem işgal edilen ülkeye hem de kendi halkına gösterilir. İkincisi, bu biçimde korku, örgütsüzlük ve iradesizlik geliştirilmeye çalışılır. Hegemonya böylelikle inşa edilmiş olur.
Nitekim DAİŞ çeteleri, Irak ve Başurê Kürdistan’da öncelikle kamera önünde sokak ortasında rastgele insanları tarayıp katlederek, cenazeleri orta yerde bırakarak, insanları kameraların karşısında boğazlayarak ya da ateşe vererek vb. tüm bunları da internet üzerinden yaygınca dağıtarak, hedef toplumu ve askeri güçleri de istediği kıvama getirmişlerdir.
Türk devletinin tarihi, halklara ve inançlara karşı bir katliam ve soykırım tarihidir. Kuyucu Murat Paşa adı, Alevi halkına karşı 1600’lü yıllarda gerçekleştirdiği katliamlar ve soykırımlardan bilinir. Kırk bin Alevi’yi kuyulara atmak suretiyle katletmiştir. Yine Kuyucu Murat Paşanın öldürdüğü insanların kafalarını kestirerek, “ piramitler” inşa ettiği de söylenir.
19.Yüzyılda Osmanlı imparatorluğunun Kürdistan’da yaptıklarının Kuyucu Murat paşadan geri kalan yanları yoktur. Onbinlerce, kadın, çocuk katledilmiştir. Kesik baş ve kulak getirene 50-100 kuruşluk bahşiş verilmiştir.
Moltke, bu durumu şöyle tanımlamıştır: “Bu harp için bize gıpta etmeye değmez, baştan aşağı iğrenç ve korkunç…”
Kürt tarihçi Ethem Xemgin, yazdığı Kürdistan Tarihi adlı eserinde,“1840 yılında Musul’da bulunan Ditil, “Hükümete karşı gelme suçu ile itham edilen bir Kürdü şehrin ortasında yaktıkları ateşin üstünde bir saca koydular ve diri diri yaktılar. Yine ihtilalci Kürtlerden birisini kaynamış suya koyarak işkence ile öldürdüler. “ diye yazmaktadır.
Bunlar belgelenen soykırım uygulamalarıdır, peki belgelenmeyenler ne kadardır acaba? Saymakla bitmez demek, her halde durumu daha iyi anlatmaktadır. Benzer uygulamalar, sömürgeci Türk devletinin döneminde de devam etmiştir. Sadece Kürtlere ve onların şehitlerinin mezarlarına hakaret etmemişlerdir. Başka halklara da benzer uygulamaları yapmaktan çekinmemişlerdir. Çünkü sömürgeci ulus-devlet zihniyetinin özü budur.
” Türkiye’de Ermeniler, Yahudiler ve diğer azınlıkların kutsal saydığı mekanlara dönük saldırılar son günlerde artış gösterdi. En son İstanbul Beyoğlu’daki Yahudi Mezarlığı’na yapılan saldırı, son yıllarda Kürdistan ve Türkiye’de, mezarlıklara ve kutsal mekanlara dönük saldırıları yeniden gündeme getirdi. Van’da Ermeni Mezarlığı’na umumi tuvalet yapılması, Ankara’nın Ulus ilçesinde bulunan Katolik Ermeni Mezarlığı’nın üzerine yapılan dükkan inşaatları, İstanbul Elmadağ’daki Ermeni mezarlığına otel ve park inşaatları, yapılan saldırılardan bir kaçı.”( Erdoğan Alayumat-Özgür Politika 09 Ağustos 2022)
Şeyh Said isyanında ve sonrasında yüzlerce kişi evlerinde yakılarak katledilir. Zilan Deresi’nde 10 bine yakın çocuk, kadın, yaşlı ve gencin nasıl silahla tarandığını bizzat soykırımcıların kendileri anlattılar. Son yıllarda ortaya çıkan kemikleri, yapılan soykırımın şahitliğini yaparlar. Dolayısıyla, Türk devlet yöneticilerinin gözünde, “Kürtler toprakla örtünmeyi dahi hak etmeyecek kadar değersizdirler”
Böyle bir vahşeti belki de en iyi anlatan dönemin gazeteleridir. Gazetelerin birinde Kürtlerin yok edildiğini anlatan bir karikatür, sömürgeci zihniyetinin kıvrımlarındaki düşmanlığın boyutunu ve hedeflerini çarpıcı bir biçimde ortaya koyar. Karikatürdeku mezar taşında “Kürdistan hayalinin bu mezarda gömülü olduğu” belirtilir.
Dersim’de halen Kürtlerin kemikleri, gizlenmek istenen soykırımı anlatmak için adeta haykırmaktadırlar. Yapılan Dersim soykırımı yıllarca süren kapsamlı istihbarat çalışmaları, elde edilen bilgi raporlarının analizine dayalı planlama tartışmalarıyla geçer. Soykırım, böyle bir hazırlıkla başlar. Bunların hepsi, ibreti alem olsun, diye yapılır.
Değerli Kürt aydını Musa Anter Hatıralarım adlı eserinde Dersim’de yapılan katliamı, bizzat bir soykırımcı subayın ağzından anlatır:
“Biz Dersim’de temizlik hareketine başlamıştık. Bir mağarada bir aile bulduk. Dede, baba, anne ve 5-6 yaşlarında bir çocuk. Büyükleri orada süngüleyerek temizledik. Çocuğun ağzından bir şey alırız diye öldürmedik. Çünkü biz Dersimli yetişkinlerin ağzından bir şey alamıyorduk. Onları hemen kesiyorduk. Biliyorduk ki yine bir şey söylemeyecekler. Çocuk korkmasın diye, anasını, babasını ve dedesini keserken onu uzaklaştırmıştık. Çocukla dost olmaya çalışıyorduk. Yemek verdik, şeker verdik; yemiyordu. Bir ara üzerimizden bir uçağımız geçti. O tuttuğumuz ve kasılı vaziyette bulunan çocuk hemen olduğu yerde gerildi, bir sopa aldı ve tıpkı bir tüfek gibi uçağımıza nişan aldı. Bu hareketine oldukça kızmıştım. Emir verdim, ‘temizleyin bu piçi’ diye. Askerler süngülediler ve kayalıktan aşağıya attılar.
“Aynı üsteğmen, on iki-on üç yaşında Dersimli masum bir Kürt kızının birçok subay tarafından ırzına geçildiğini ve kızın o şekilde şehit edildiğini de anlatır. Kim bilir, belki o subaylardan senelerce Kürdistan’a ordu ve kolordu komutanları atandı.”
Tabiki bu vahşilikler, ahlaksızlıklar sadece Dersim’de yapılmıyordu. Mardin’de de benzer uygulamalar yapılıyordu. Bu konuda da Apê Musa’nın tanıklığına başvuracağız:
“…1929-35 yılları arasında Mardin yatılı ilkokulunda okuyordum. Vilayet kapısı önünde teneşir tahtaları büyüklüğünde iki seki yapmışlardı ve her gün o sekilerde, kanlar içinde, paramparça olmuş iki Kürt gencini vitrinlerlerdi. Gaye Kürt halkının gözünü korkutmaktı. Cesetler orada iki üç gün kalınca, herhalde vali beyin midesi bulanınca, sabahleyin vitrini değişir, kokuşmaya yüz tutan cesetler meçhul yerlere kaldırılır, yerine tazeleri konurdu. Bir gün ben orada iken, Kurdish köyünden dayım sayılan Bengo’nun ölüsünü gördüm. Çuval gibi bir katıra yüz üstü yüklemişlerdi. Bengo Dayı, uzun boylu, yakışıklı bir gençti. Yeni öldürüldüğü için daha vücudu katılaşmamıştı. Katırın yanlarından o canım kınalı elleri ve ayakları sallanıyordu.
Vilayet kapısına getirdiler. Jandarmalar onu bir yük gibi, katırın üstünden yere fırlattılar ve sonra da onu sırt üstü vitrine yatırdılar. Yaşlı gözlerle yaklaştım. Dayımın gözleri açıktı ve sanki bana bakıyordu. O an gözlerinden şu manayı çıkardım. “Oğlum Musa, görüyorsun halimi! Sana ne diyeyim? Sen bilirsin!”
Gerillayı İtibarsızlaştırma
1960-70’li yıllarda Türk devleti çeşitli nedenlerle Kürdistan köylerine yaptıkları baskınlarında, kadın ve erkekleri çırılçıplak soyma, işkence, hakaret vb. şeyleri fazlasıyla yapmıştır. Kürt insanının kendisine ve başka bir Kürt kadın ve erkeğine karşı var olan saygısını yitirtmek için yapılan bu uygulamalar, 12 Eylül 1980 yılında gerçekleştirilen askeri faşist cuntadan sonra daha da tırmandırılarak sürdürülmüştür ve günümüze kadar getirilmiştir.
Açık ki, Türk devletinin gerilla cenazelerine, yurtsever aydınlara ve en genel anlamda Kürtlerin cenazelerine karşı yaptıkları insanlık dışı uygulamaların böyle köklü bir tarihsel geçmişi vardır.
Osmanlı Sarayındaki iktidar savaşında kardeşlerini öldürmek bir gelenektir. “Ya devlet başa, ya Kuzgun leşe” sözü bütün iktidar ilişkilerini çarpıcı bir biçimde ortaya koyar. Kendi ailesi içinde dahi, iktidar söz konusu olduğunda bu kadar acımasız, ahlaksız, zalim olanlar, işgal ettiği, sömürgeleştirdiği ülkelerdeki halka, kadınlara, çocuklara ne yapmazlar ki?
Özellikle 1984 gerilla çıkışından sonra gerillayı bastırıp tasfiye etmek için çok kirli yöntemler uygulanmıştır. Medya tümüyle özel savaşın bir aracı olarak çalıştırılmıştır. Güntaç Aktan’ın sunduğu “Anadoludan Görünüm” programı bu iş için özel olarak örgütlendirilmiştir. Bu programda, tümden yara bere içerisinde yüzü-gözü bilinçli olarak ezilip-parçalanmış gerillaların cenazeleri sergileniyordu. Gerillayı katleden sömürgeci birliğin komutanları ise gerillaları nasıl katlettiklerini kendilerini abarta abarta anlatırlardı. Gerillaları traktör römorklarında ya da askeri araçlarda üst üste konmuş bir halde köylerde, kasabalarda dolaştırma bu dönemin diğer bir pratiğiydi.
Elbette bu sürecin diğer bir insanlık ve ahlak dışı uygulaması da insanlara b…k yedirme alçaklığıdır. Bunu önce Diyarbakır zindanında ağır işkenceler eşliğinde yaptılar. Aynı şeyi 15 Ağustos sonrası da bazı köylerde uygulamaya başlamışlardır. Olay mahkemelere yansıyınca, basında da yer almıştır.
Nasıl zindanlarda insanlar çırılçıplak soyuluyor, koridorlarda, koğuşlarda dolaştırılıyor idiyse, Kürdistan köylerinde de Türk sömürgecileri aynı şekilde insanları, ağır küfürler ve hakaretler eşliğinde çırılçıplak soyarak köylerde dolaştırmışlardır.
Hiç kuşku yok ki, gerilla, kıyaslanamaz bir güç eşitsizliğine rağmen Türk sömürgeciliğine karşı mücadeleye başlamış, özgürlüğü temsil eder. Türk devleti, gerillanın bu imajını bozmaya çalışmıştır.
Gerillanın halk içinde oluşan algısını bozmak ve halk nezdinde küçük düşürmek temel amaçtır. İnsan Hakları Derneğinin yıllık raporları dikkatle incelendiğinde, Türk devletinin gerillayı halk nezdinde basitleştirmek, anlamsızlaştırmak, küçük düşürmek için üzerinde kapsamlı düşünülmüş psikolojik hedeflere odaklandıkları rahatlıkla görülür. Bazı çatışmalarda katledilen gerillaların cenazeleri son derece bilinçli olarak açıkta bırakılmaktadır. herhangi bir kırsal kesimde açıkta bırakılan cenazelere hayvanların saldıracağı vücutlarını parçalayacakları, bunu bir biçimde az veya çok sayıda insanların göreceğini düşünmek zor değildir. Gerillaların cenazelerini, hayvanlar tarafından parçalanmış halini gören insanların bunu bir biçimde etrafına yayacakları da düşünülmelidir.
Hayvanların parçaladığı gerilla görüntüsünü duyanlar, en az ilk görenler kadar bir dehşet, korku yaşayacakları ve geri çekilecekleri açıktır. Elbette, gerillaya böyle yapanlara karşı içinde büyük bir acıma, öfke, kin ve intikam duygusu gelişip, kendini sorgulayanlar da çıkmakta ve hatta gerillaya da katılmaktadır. Ancak herkes de bunun gelişmeyeceği düşünülerek böyle bir saldırının geliştirildiği de görülmektedir.
Gerilla cenazelerine yapılan diğer bir saygısızlık biçimi de gerillaların sömürgeci ordunun araçlarına bağlanarak yerlerde sürüklenmesi, köylerden, kasabalardan geçirilerek teşhir edilmesidir. Bu sadece özgürlük gerillasına karşı yapılmamış, zaman zaman, halktan, toplum içinde saygınlığı olan insanlara karşı da yapılmıştır. Bununla halkın gözünde yukarıda belirttiğimiz gibi korku yaratmak hedeflenir. Bir de, halkın inandığı, umut bağladığı insanların herhangi bir nesne gibi yerlerde sürüklenmesinin halktaki gerilla bağlılığını ve bilincini geriletme amacı taşıdığına şüphe yoktur.
Belki de en vahşi uygulama, gerillanın cesetlerini yakma veya parçalamadır. Öyle ki insanlıktan çıkma, hayvanileşme ileri boyutlara gidiyor ki gerilla cenazelerine akıl almaz saldırılar yapıyorlar. Çiyareşk’te katledilen gerillaların iç organları çıkarılarak başuçlarına konulmuştur. Yine boğazladıkları gerillaların kafalarıyla fotoğraf çekme, gerillaların başlarının üzerine kirli potinlerini koyarak poz verme gibi durumlar sıkça yaşanmıştır.
Faşist Türk devletinin bir başka uygulaması da gerillaları uçurumlardan veya helikopterlerden yere atmaktır. Burada da, devletin gücü korkutma temelinde halka gösterilmek istenir.
Taybet anayı vuran sömürgeci faşist güçler, onun cenazesinin bir hafta boyunca Silopi, sokaklarında kalmasını bizzat sağlamışlardır. Çünkü cenazesini almak isteyenler de ateş altına alınmış ve vurulmuşlardır. Böylelikle bir şehir içinde, bir yaşlı kadının cenazesinin köpekler tarafından parçalanması, polislerin gözetimi altında gerçekleşmiştir. Bununla, aslında 2006 Newroz’unda, Amed serhıldanını bastırmak için, “ kadın da olsa, çocuk da olsa güvenlik güçleri gerekeni yapacaktır” sözü pratikleştirilmiştir. İbretlik olsun diye bunun bilinçlice bir kadın şahsında yapılmasının anlamı büyük ve derindir.
Sömürgeci Türk devleti sadece Kürdistan’da gerilla cenazelerine yönelik saldırılarla yetinmemiştir. Sömürgeci ekonomi politikasının sonucu olarak yoksullaştırılan, açlığa mahkum edilen Kürtler metropollere göçmek zorunda bırakılır. Birçok Türk şehrinde Kürtlere, Kürtçe konuştukları, şarkı söyledikleri veya sadece Kürt oldukları için gruplar halinde ve çoğunlukla Türk polisi veya jandarmasının koruması altında saldırılarak linç edilmek istenmişlerdir. Linç olayları da linç edilmek istenen insanların şahsında, bir halka mesaj vermek için yapılır. Bu linç girişimlerinde birçok Kürt insanı katledilir. Onlarcası yaralanır.
Tanıl Bora Türkiye’nin Linç Rejimi adlı kitabında, Kürtlere yapılan linçlere yer verir ve on yıllık bir dökümünü yapar. Fakat Kürtlere yapılan linç resmi kayıtlara geçenlerden çok çok fazladır.
Tanıl Bora:“Söz konusu vakaların çoğunun belirgin muharriki, Kürtlere yönelik hınçtır. Her Kürt’ün şahsında PKK’yı görmektir; kimi zaman rant ihtilafında öne çıkmak, kimi zaman kendini “asıl yerlisi” saydığı kentin/kasabanın/mahalledeki hâkimiyet ve ‘üstünlüğünü’ savunmak için, bayrakları fora edip ahaliyi “hain Kürtlere” karşı ayaklandırma ‘imkânıdır’. Başka bir şeyleri protesto eden solcu gençleri hedef alan linç girişimlerinde bile, atılan ilk yumruk, çakılan ilk kibrit: “Bunlar PKK’lı!” lâfıdır. “
Kürtlere karşı linçler açıktan açığa yapılır. Erdoğan, ırkçı sürülerin Kürtlere saldırmasını, savunur ve teşvik eder. Zaten tüm iktidar güçleri ve medya bundan sonra, daha fazla teşvikçi, tahrikçi, olağanlaştırıcı ve meşrulaştırıcı bir rol oynarlar. Rumlara karşı bizzat kontr-gerillanın düzenlediği ve daha sonra çok methettiği 1955 6-7 Eylül saldırılarından sonra, İstanbul başta olmak üzere birçok yerde Rumların nasıl kaçış yaşadığı, kalanların da nasıl sindikleri bilinmektedir. Aslında Kürtlere ve Kürt ve Türk Alevilerine yapılan linçlerin de korkutma, sindirme ve Türklüğe-sünniliğe teslim olma ve kaçırtma planı vardır. Maraş, Çorum ve Sivas Madımak katliamı da bunun en açık bir örneğidir.
Tanıl Bora, bu linç girişimlerini, insanlıktan, ahlaktan, demokrasiden düşmek biçiminde yorumlar ve şöyle bir tanımlama yapar: ““Milli öfkeyi” seferber edip bir noktada kontrol altına almak; bir linç potansiyeli oluşturup ‘bir noktada’ veya ara ara bunu gemlemek, faşizmin sarkacıdır. “Şu çıkıyor ortaya, sömürgeci Türk devleti, Kürtleri sindirmek, korkutmak ve teslim almak için hazırladığı kitleleri linçlere yönelterek Kürt soykırımını tamamlamak ve özgürlük hareketini tasfiye etmek istemektedir. İnsan olmaktan çıkanlar, Kürtleri de insan olmaktan çıkarmaya çalışmaktadırlar.
Bilerek Cenazelerin Vücut Bütünlüğünü Bozmak
Üzerinde daha fazla durulması gereken, kadın gerillalara dönük politikalardır. Erkek egemenlikli bir sistem olan Türk devletinin kadın gerillalara karşı kini ve öfkesi çok daha büyük, saldırıları ise çok daha sinsi ve ahlaksızcadır. Çünkü Türk devleti de özgürleşen Kürt kadınının iradesi kırılmadan, geriletilmeden aldığı tüm tedbirlerin ve yaptığı tüm baskı ve katliamların Kürdistan özgürlük mücadelesini engelleyemeyeceğini bilmektedir. Onun için de kadın gerillalar çatışmalarda hayatlarını kaybettiklerinde ilk yaptıkları şey cenazelerle oynamak, köylerde-kasabalarda teşhir etmek veya onları bir utanç ifadesi olan bekaret kontrolüne götürmektir. Ekin Van’ın cenazesine yapıldığı gibi çıplak bir biçimde köyde, şehirde veya sanal medyada teşhir etmektir. Bu erkek egemenlikli Türk devletinin kadına ve Kürt kadınına olan düşmanlığın boyutunu göstermektedir. Bu aynı zamanda, özgürleşen Kürt kadınından korkunun da ifadesi olmaktadır.
Özgürleşen kadın ve özgürleşen erkeği de kendileri gibi sandıkları için bunu yaparlar. Bu durum onların kirli zihinlerini boşa çıkarınca bu kez özgürlüğe yürüyen ve hayatını kaybeden Kürt kadının vücudunu teşhir etmeye başlarlar. Bununla amaç Kürt genç kadınlarında ortaya çıkan özgürlük istem, inanç ve cesaretini kırmaktır. Yine toplumun Kürt kadınları üzerinde aileden başlayarak baskı kurmalarını, yaşamlarına sınır çizmelerini ve katılımı engellemeyi sağlamaktır. Yaptığı cenaze teşhirleriyle özellikle sanal medyanın yaygınlaşmasıyla birlikte çektikleri video veya fotoğrafları yayınlamakla, ‘işte son haliniz budur’ algısını genç kadınlarda, ailelerde ve toplumda yaratmak için bu konuda özel bir çaba sergilerler.
Özellikle 2013-14-15 yıllarında şehit düşen, savaş koşullarından ötürü dağınık bir biçimde gömülen gerillalar için, hemen hemen tüm Kuzey Kürdistan’da ateşkes koşullarından da yararlanarak halkla birlikte şehitlikler inşa etmişlerdir. Ateşkes koşullarının bitmesinden sonra, hükümetinin ilk hedef aldıkları, bombardıman ettikleri yerlerin başında bu şehitlikler gelmiştir. Ya bombalanmış ya mezar taşları kırılmış veya tümden tahrip edilmişlerdir. Bazı şehitliklerden yüzlerce cenaze çıkarılarak kimsesizler mezarlığına götürülüp gömülmüştür.
Kürdistan’daki şehitliklerden çıkarılan cenazeler, dini inanç, gelenek, kültür, uluslararası hukuk ve kendi hukuklarını dahi çiğneme pahasına kaldırımlara-yolların altına gömülmüşlerdir. Hemen hemen tüm cenazelerin vücut bütünlüğü bozularak, plastik kutulara koyulmuştur. Açık ki, bu uygulamanın kendisi insanlıktan, ahlaktan ve genel olarak kültürden ne kadar koptuklarını ortaya koymaktadır.
Türk devleti, ‘Kürt ölülerinin bile Türk ölüleriyle eşit olamayacağını’, “Kürtlerin kendi kimlikleriyle kendi topraklarında mezarlarına gömülmelerinin dahi kabul edilmeyeceği” gibi bir gerçek niyet sergilemektedir. Özellikle Botan’da yaşanan şehadetlerde aileler çocuklarını tanımalarına ve almak istemelerine rağmen ailelerine vermezler. Bu cenazeler gözlerden ırak gizli bir biçimde ya uçurumdan atılır ya herhangi bir çukura gömülür ya yakılır, ya da asit kuyularına atılır. Eskiden sömürgeciler, “ en iyi Kürt ölü Kürt’tür” derlerdi. Onun için öldürdüler, öldürmeye devam ediliyor. Bu sefer ölü Kürde bile rahat vermemektedirler. Bu, Kürde düşmanlığın bir türlü doyuma ulaşmadığını ve ulaşmayacağını göstermektedir.
Gerillaları nasıl ki mücadele içerisindeyken halktan koparmak esas hedefi idiyse, aynı şekilde hayatını kaybettikten sonra da onları halksız, ülkesiz, kimliksiz, amaçsız, felsefesiz, politikasız, ideolojisiz insanlarmış gibi “kimsesizler” mezarlığına atarak, halktan koparmak isterler.
Burada “kimsesizler” kavramının kullanılması üzerine kapsamlı düşünülmüş, özenle durumu tanımlamada kullanılmıştır. Bu “kimsesizler” tanımlamasıyla düşünsel ve duygusal anlamda gerillayı tümüyle toplumdan koparmayı hedeflerler. “Demek ki şehit düşen bir Kürt Özgürlük savaşçısının veya bir enternasyonalistin mezarı dahi olamaz. Kimse onları anmaz, sahiplenmez, öldükleriyle kalırlar” algısı yaratılmak istenmektedir.
PKK’nin kurucu kadrolarından M.hayri Durmuş “mezar taşıma bu insan halkına karşı borçludur yazın” demişti. Bu kadar halklarına bağlı devrimcileri kimsesizler mezarlığına gömerek unutturma, hafızadan silme esas hedefleridir.
Son birkaç yıl içerisinde yaşamını yitiren gerillaların cenazeleri ailelerine kargo paketleri içerisinde gönderilmekte veya aile çağrılarak verilmektedir. Hakan Aslan ve Agit İpek’in cenazelerine yaklaşım böyle olmuştur. Bu da sıradan bir uygulama değildir. Kültürümüzde ölüye saygı ve anıya bağlılığın bir gereği olarak vücut bütünlüğüne, temizliğine özel bir dikkat gösterilir. Çünkü bunun halk kültürümüzdeki anlamı büyüktür. Onun için de cenazeleri parçalamak, zarar vermek, kötü bir söz söylemek bile ahlaksızlık, kültürsüzlük olarak değerlendirilir. Dinen günah, ahlaken ayıp, hukuken de suç kabul edilir.
Kürt Özgürlük Mücadelesinin yürüyüşçüleri şehit düştüklerinde Türk devletinden pozitif yaklaşım göstermesi beklenmez fakat saygısızlık da yapmaları kabul edilemez. Bu konuda uluslararası sözleşmelerde hatta Lozan anlaşmasında bile özel olarak cenazelere ve mezarlıklara nasıl yaklaşılacağına dair kararlar vardır.
Türk devletinin ilk günden başlayarak gerilla cenazelerine karşı bu kadar ahlaksızca saldırmasının temelinde, kendince asimile ettiğini sandığı ve buna inandığı Kürt insanının, özgürlüğü için mücadeleye karar verme iradesine karşı duyduğu büyük bir öfke ve kin yatmaktadır. Bir de yok sayılan, inkar edilen Kürt, şehadatiyle, “Kürt olarak vardım, Kürt olarak varım ve Kürt olarak var olacağım” demekte ve buna şahitlik etmektedir. Şehide azap çektirmek, hakaret etmek, yakmak, gömmek, ortadan kaldırmak aslında Kürtlerin varlığına ve özgürlüğüne şahitlik yapanlara karşı duyduğu büyük korku ve öfkedir.
Türk devleti ve AKP-MHP hükümeti ne derse desin, hangi demagoji, hangi halk, din ve hangi felsefe adına yaparsa yapsın, Kürdistan şehitleri şahsında, insanlığın en temel değerlerine karşı sergilediği ahlaksızlığın ve saygısızlığın üstünü örtemez.
Çünkü o kadar büyük ve sürekli suçlar işlemişlerdir ki!
Ancak, Kürdistan üzerinde kimsenin sömürgeci uygulamada bulunamayacağı özgür bir toprak parçası yaratarak onlara layık olmak mümkündür.
Yoruma kapalı.