Bu Çağın Dilinde Bütün Kelimeler Bir Tuzağa Dönüştürülmüştür
Ali Fırat
Yaklaşık yirmi bin yıl önce Dördüncü Buzul Döneminde buzulların çözülmesiyle Toros-Zagros sisteminde en muhteşem biçimiyle oluşan Mezolitik (yaklaşık bundan 15000-12000 yıl önceki ara dönem) ve Neolitik Toplum (M.Ö. 12000’den bugüne), klan toplumundan daha gelişkin durumdaydı. Ellerindeki araçlar ve yerleşme düzenleri gelişmişti. Nitekim ilk tarım ve köy devrimi bu süreçte oluştu. Toros-Zagros sistemi başat olmakla birlikte, insan topluluklarının yaşadığı birçok Afro-Avrasya mekânında da benzer toplumsal oluşumlar başlar. Bana göre bu gelişme, Toros-Zagros neolitik toplumunun yayılması sonucunda yaşanmıştır. Toplumsal Doğa Tarihinde muhteşem bir çağdır bu dönem. Simgesel dilin halen kullanılan ana biçimlerinin oluşumundan Tarım Devrimine (tohumların bilinçlice ekilip biçilmesi, hayvanların evcilleştirilmesi), köylerin oluşumundan ticaretin kökenine, anacıl aileden kabile ve aşiret örgütlenmesine kadar birçok gelişme, bu tarihsel aşamaya denk düşer. Şüphesiz bu dönemin, Yeni Taş Devri adıyla anılması, gelişkin taş araçların varlığına işaret eder. İnsan zekâsının açılımı da muhteşemdir. Bugüne kadar damgasını vuran tüm araç ve gereçlerin, kullanım esasları icat edilmiş gibidir. Tarihin, ikinci uzun süreli dönemidir. Zamanın kalan yüzde ikiden biri bu döneme aittir. Toplum yine esasta ahlaki ve politik toplumdur. Henüz hukuk ve devlet yoktur. İktidar tanınmamaktadır. Ana’ya kutsallık atfedilmekte, kadın tanrıça imgesi yükseltilmektedir. Kutsal tapınak ve mezar dönemine geçilmiştir. Ölüleriyle aynı mekânı paylaşacak kadar tarihsel yaşarlardı. Tapınak ve mezar kalıntıları, bu gerçeği âdeta gözümüzün içine sokmaktadır. İlkel değil gerçek, hakiki insanlarla karşı karşıyayız.
Neolitik Devrim, sanatta da devrime yol açar. Basit mağara çizimlerinden sonraki dönem, Ana-Tanrıça figürleriyle doludur. İlk sanat nesneleri bu figürlerdir. Heykelciliğin başlangıcı sayılır. Uygar Toplumla birlikte Tanrı ve Yönetici figürleri iç içe çizilir. Artan sınıflaşma ve yönetim erki, sanatın da din kadar devletleşmesine yol açar. Kentler arası rekabet ve kentlerin yakılıp yıkılması, şiddetli bir sosyal mücadeleye tanıklık etmektedir. Destan türü anlatımlar, Panteon düzenlemeleri, kent mimarileri ve mezar yapıları, sınıflar arasındaki uçurumu ve kırsal toplumla açılan mesafeyi netçe yansıtır. Firavun ve Nemrut öyküleri, toplumun derinliğine yarılmasının belgeleridir. Aşiret ezgileri de Uygarlık saldırıları karşısında yaşadıkları zorluklar ve çaresizliklerin izlerini taşır. Özellikle Mısır, Çin ve Hint sanatında Tanrı, Kral ve Rahipler güç gösterisinde yarışırlar. Muazzam heykeller ve kabartmalar, bu güçlerin tanıtımını sağlayan araçlar gibidir. Mimarlık, aynı rotayı izler. Tapınaklar ve yönetici evleri, mimarlığın uygulama alanlarıdır. Dev boyutlu tapınaklar ve saraylar, büyük mezarlar inşa edilir. Bunların hepsi, Uygar Toplumda insan üzerindeki istismarın, baskıyla birlikte hangi boyutlara tırmandığının korkunç göstergesidir. Yalnız bir piramit, bir tapınak için yüz binlerce insan harcanmıştır. Köleliğin en çarpıcı göstergesi, büyük mezarlar, tapınaklar, kaleler ve şehirlerdir. Bu göstergeler, aynı zamanda Uygar Toplumun nasıl kul-kölelerin canı-kanı pahasına inşa edildiğini de ortaya koymaktadır.
Sümer ve Mısır tanrı-kralları ölümlerinde binlerce kadın ve erkek hizmetçiyi sonraki yaşamlarında da kendilerine hizmet etsinler diye, diri diri kendileriyle birlikte gömdürmüşlerdir. Her bir mezarlarının yapımı için yüz binler ölümüne çalıştırılmıştır. Bir grup iktidar çevresi için cennetten bir köşe inşa edilirken, gerisine sürüden beter muamele yapılmıştır. Sümer ve Mısır tanrı-kral mezarları açıldığında, bazılarında binlere varan insan ölüsüne rastlanmıştır. Çoğu da kadındır. Anlaşılmaktadır ki kral öldüğünde, etrafındaki tüm maiyeti canlı olarak birlikte gömülmektedir. O dönemin krallık anlayışına göre, maiyetinin kralınkinden ayrı bir canı olamaz. Kol, bacak nasıl kralla birlikte ölmüşlerse, maiyeti de bir nevi kol ve bacakları olarak ölmüş sayılmaktadır. Genelde de mutlakiyet ve benzeri totaliter rejimlerde, baştaki monarkla uyrukları etle-tırnak gibi (daha doğrusu vücut kılları gibi) bedende bir sayılmaktadır. Ayrı bir yaşamları kabul edilmemektedir. Bu kural yumuşamış da olsa, bütün devletlerin uyruklarından beklediği ‘altın kuraldır’. Tanrı-krallık-kul anlayışı, özünde değişmeden günümüze kadar gelmiştir. Ancak sınırlı olarak Batı uygarlığında bir değişim yaşanmıştır.
MÖ 4000-2000 yılları arasında köle, tam bir gölge ve kul durumundadır. Tapınakta yürütülen bu düzende, rahip-kraldan tarla emekçisine kadar herkesin bir yasa gibi belirlenen konumuna göre hareket etmesi gerekir. Nasıl ki gökyüzünde yıldız hareketleri değişmez bir düzene sahipse, yeryüzündeki de öyle olmak zorundadır. Başka türlüsü düşünülemez bile. Bu düzen anlayışında tüm duygular, tanrı nasıl istiyorsa öyle bir anlama sahiptir. Kişiye göre istediği gibi duygu olamaz. Yine tanrıların düşünce dünyasından farklı bir düşünce de olamaz. Nasıl buyrulmuşsa öyle, öncesi ve sonu olmayan bir düzen söz konusudur. Köle emeğine dayalı egemen sömürücü sınıfın bu ilk ideolojik eseri gerçekten muhteşem gözüküyor. Tanrı-kral öldüğünde, kendileri ölümsüz tanrılarla eş tutulduğu için bütün maiyetiyle öte dünyada da yaşamak adına birlikte mezara gömülmüşlerdir. Bir kral mezarında çoğu hizmetçi kadın ve eş olmak üzere, yedi yüz ceset sayılmıştır. Bunlar, kralla birlikte mezara canlı giren ve aniden üzerleri toprakla doldurulan kölelerdir. Bu eylemi görev bilmektedirler. Acı ve korkusunu dile getirmeleri bile düşünülemez. Benzer uygulamalara Mısır firavun mezarlarında da bol bol rastlanmıştır.
Maiyet Kral bedeninden Ayrı düşünülemez
Nil kıyısındaki Mısır Uygarlığı piramit mezarlarıyla tanınmaktadır. Değişik bir Mezarlık Dönemine geçilmiştir. Piramit mezarlar daha kalıcı bir dünya sarayıdır aslında. Elbise, asa, mühür, üzerlerinde eksik olmayan aksesuarlardır. Artık tüm toplum üyelerine, kullarına düşen, bu yüce tanrısal kuruluşa sürekli tapınmak, şükretmektir! Sadece Mısır Firavun piramitlerinin (Firavun mezarları oluyor. Ya sarayları nasıldı?) yapımında çalıştırılan köle sayısı, milyonları aşar. Ahır gibi bir yerde topluca tutulan ve hayvanlar kadar bile karınları doyurulmayan bu insanlar, ölümcül biçimde kamçılanarak o korkunç yapıların inşasında çalıştırılırdı. Mülk olarak hayvan-köleler böyle kullanılırken, Tekelin askeri kolu, diğer dış topluluklar üzerine seferler düzenler, sadece kullandıkları eşya ve toprağı gasp etmekle yetinmez, öldürdükleri dışında topluluğun yararlı gördüğü tüm üyelerini esaret altına alırdı. Bugün bile görenleri hayretler içinde bırakan o müthiş kaleler, surlar, mezarlar, arenalar, saraylar ve tapınaklar, bu esirlerle inşa edilirdi. Bunlardan milyonlarcası, ilk sulama kanallarıyla daha da geliştirilen tarımda çalıştırılmasaydı, herhalde o denli artık-ürün elde edilemez ve bu devasa büyüklükteki taş yapıların inşası mümkün olamazdı. Ayrıca Tekelin cennetimsi yaşantısı garanti altına alınamazdı. Önem kazanan eyaletler ve şehirler sürekli güç artırımı ve istemi peşinde koşmaktadırlar. Yalnız başına yapılan dev mezarlar ve kralların ölümüyle birlikte maiyetinin de tümüyle diri diri mezara konulmaları bir güç gösterisidir.
Şehir mimarisinin merkezinde yer alan tiyatro, arena, agora, tapınak ve önemli yöneticilerin sarayları ve binaları, yaşanılan tarihin canlı kanıtları olarak, adeta ulaşılamaz bir varlık gibi hisleri etkisi altına almaları, bu dönemin mimarlık sanatına borçludur. Hiçbir şeyin kölelik döneminden kalma mimarlık şaheserleri kadar bir etkiye sahip olacağına inanmak zordur. Bu sihirli gerçeğin altında, sanıyorum köle emeğinin toplu ve sınırsız olduğu kadar, acımasız kullanılmasının payı belirleyicidir. İhtişamı ve ürpertiyi veren, emek ve onun kullanılış tarzıdır. Aynı görkemliliği köprü, kemer, mezarlık, kale, sur yapımında da görmek mümkündür. Roma uygarlığı, kölelik döneminde gerçekleşen ne kadar mimari örnek varsa, hepsini incelemeye dayanan ve güçlü bir senteze ulaşan kendi özgün mimarisini yaratırken, gerçekten doruk aşamasındadır. Köleliğe “hakkını” (köleliğe hak olmaz ama onların diliyle) en layıkıyla veren ne varsa Roma gereğini yapmıştır. Her kurumlaşmada olduğu gibi, mimarlıkta da bu husus, en çarpıcı bir ifadeye sahiptir.
Tarihte hep karşımıza çıkan kale ve sur gerçekleri, tekelin kent yapılanmasının en açık kanıtlarıdır. O halde toplumsal sorunu doğuran etkenleri netleştirmiş bulunuyoruz: Tekelin özü etrafında oluşmuş kent, sınıf ve devlet yapılanması. Uygarlıklar tarihi bir anlamda bu üçlü oluşumun zaman ve mekân içindeki yayılımıdır. Mantık basittir: Artık-değer olanakları arttıkça tekeller de çoğalacak, ardı sıra yeni kent, sınıf ve devlet yapıları inşa edilecektir. Urartular, Demir Çağının en güçlü uygarlığı sayılmaktadır. Demir-bakır karışımından yapılan çok sayıda işlik, kazan, tabak, silah günümüze kadar kalmıştır. Demiri en çok işleyen ilk uygarlıktır. Başkent ve eyalet merkezleri belirlenmiş, kent anlayışı gelişmiştir. Geliştirdikleri yol ağı, Kral Yolu’nun habercisi durumundadır. Bu yolun güzergâhları halen seçilmektedir. Kayalara oyulmuş kral mezarları, muhteşemdir. Komşu her halktan köle derleyip kale ve şehir inşalarında kullanmışlardır. Su Kanalı sistemleri geliştirmede ve gölet yapmada ileridirler. İskender’in yaşamı, bir Doğu-Batı senteziydi. Tabii ki o dönem hâkim kültürlerinin senteziydi ama yine de önemliydi. Tarih, bir daha o denli büyük bir kültürler sentezine tanık olmamıştır. Günümüz de buna dâhildir. Bunun en canlı kanıtı, dönemin güçlü bir krallığı olan Adıyaman merkezli (o dönemde başkent, Fırat suları altında kalan Samsat şehriydi) Kommagene Kralı Antiochos’un Nemrut Dağındaki harabe mezarlığıdır. Dünyanın sayılı harikalarından olan bu mezarlık, bu gerçeği dile getirmesinden ötürü Doğu-Batı sentezinin sembolüdür. Bu temel yapılar, aynı zamanda çok katı gelenekler oluştururlar. Şehir öyküleri, devlet gelenekleri, hanedan tarihleri bitmez-tükenmez anlatı konularıdır. Beyni çalışan ve ağzı laf yapan kimseler, Ulema Ordusu olarak günlük ideolojik meşruiyet sağlayacaklardır. Uydurmadıkları masal ve mesel âdeta kalmayacaktır. Tanrı inşalarından (şehir tanrıları, savaş tanrıları) şeytan ve cin yaratımlarına, cennet ve cehennem tablolarından edebiyat destanlarına kadar uydurmada bulunmadıkları alan bırakmayacaklardır. İnsan emeğinin artısından inşa edilen korkunç mezar, saray ve tapınak gibi yapılar, tiyatro binaları ve stadyumlar, Tekelin güç gösterisi gibidir. Aynı korkunçluktaki savaşlarla, yararlı esirler dışında bütün bir halkı, kabileyi, şehir ve köyü tüm nüfusuyla birlikte yok etmeleri Tekelin geleneklerindendir. Zaten ekonomik değer ifade eden her şey, kutsal savaş ganimeti olarak Tekelin Kutsal Kitabında çoktan yerini almıştır.
Roma’nın bir kurbanı da imparatorluğun, ilk çöküş krizlerini yaşadığı M.S. 3. Yüzyılın ikinci yarısında, Suriye’nin doğusundaki ünlü Palmyra kentidir. Çölde çıkan bir su kaynağı etrafındaki hurma ormanı kenarında kalesi, surları, agorası, tapınağı (ünlü Delf Tapınağı), senato binası, vadi mezarları, uzun çarşıları ve çok sayıda saraylarıyla, muhteşem bir kenttir. Taş oymacılığının tam bir harikası olma vasıflarına sahiptir. İnsanı huşu ve dehşet içinde bırakan bir kenttir. Roma İmparatoru Aurelius’un, uzun çatışmalardan sonra zapt ettiği kenti, olduğu gibi dönemin güçlü kraliçesi Zennube’ye bırakmak istediği söylenir. Palmira’yı kendine bağladıktan sonra bağımlı bir eyalet olarak Kraliçe Zennube’ye bırakır. Dönerken yarı yolda, kentin tekrar başkaldırdığını ve bağımsızlık peşinde koştuğunu duyduğunda, büyük bir hışımla tekrar üzerine yürür. Bir daha kendine gelemeyecek olan Palmyra’dan geriye, sadece harabesini bırakarak Roma’ya döner; yanında kaçıp Sasanilere sığınmak isterken Fırat kıyılarında yakalanmış olan Zennube’yle birlikte. Bütün zenginliğiyle Zennube’nin, bir esir gibi Roma halkına teşhir edildiği tarihin diğer bir sözüdür.
Köleci Devlet Tekeli, İlkçağlarda çok verimlidir. Firavun piramit mezarlarına, Greko-Romen kent kalıntılarına baktığımızda bu durum, kendini açıkça gösterir. Kapitalistik sektör, bu dönemde de vardır ama çok sınırlıdır. Devlet Tekelinin verimliliği ona, o sektöre, gelişme şansı tanımıyor veya çok az tanıyor. Köleci çalışma düzeni verimsizleştiğinde, feodal çalışma düzeninin yaygınlaştığını biliyoruz. Şüphesiz yüzlerce kabile ve kişi, resmi uygarlıkla kavgalı olmuştur. Babil ve Asur dönemin bir nevi soykırımı olan ‘kabile kırımı’yla da ünlüdür. Dolayısıyla büyük bir rahatsızlık ve çatışma dönemi söz konusudur. Ünlü Hammurabi, bu dönemin (M.Ö. 1700-1600) müthiş kralıdır. İlk hukuk kurallarını koyduğu söylenir. İbrahim’in mücadelesi, bu yönüyle bir nevi günümüzün Kapitalist Uygarlığına karşı sömürgelerin kurtuluş savaşlarına da benzemektedir. Mısır’a yönelmesine yol açan bir neden sürü ticareti iken, muhtemelen ikinci önemli neden müttefik bulma ihtiyacıdır. Yusuf’un öyküsünden bu sonucu çıkarmak kesinlikle mümkündür. Çünkü uygarlıklar arası rekabet de bu dönemde oldukça gelişmiş ve şiddetlenmiştir. Hitit-Mısır, Babil-Hurri (Hitit) ve Babil-Mısır çekişmeleri çok sayıda kayda yansımıştır. Anlaşılan odur ki İbrahim, üç uygarlığın da denetimi dışında, iklimi biraz Urfa’nınkine benzeyen bugünkü Kudüs civarına yerleşmiştir. Yaşamını burada bir göçmen olarak geçirmektedir. Zorbela bir mezarlık yeri satın almıştır.
Kutsal Kitaplardaki tanrı sıfatlarına ilişkin çok sayıda kavram, ilk Sümer, Mısır tanrı-krallarının sıfatlarının hem tekrarı hem de kısmen değiştirilmiş versiyonlarıdır. Ölümleri (daha doğrusu öte dünyaya gitmeleri) halinde, tüm maiyeti canlı olarak kendileriyle birlikte gömülür. Çünkü maiyet kral bedeninden ayrı düşünülemez. Asıl bedenle birlikte gömülmeleri öte dünyada hizmetleri için gereklidir. Dünyada kalan zürriyetleri de kendisinin varlığını sürdürmeye devam ederler. ‘Ölümsüzlük’ kavramı biraz da böyle doğmuştur. Analitik zekânın gerçeklerden kopmasıyla toplumu nasıl dönüştürdüğü bu örnekte çok çarpıcı yansımaktadır. Yalnız bir piramidin yapımı yüz binlerce kölenin ölüm çalışmasını gerektirmiştir. Kurulan devlet iktidarı, insan türünün başında patlayan en kalıcı ve yıkıcı deprem olmaktadır. Artık insanlık lügatında zulüm, mahşer, kurtarıcı kavramları oluşmaya başlamıştır. Özgürlük savaşçıları olarak peygamber kişiliği, bu koşullar altında şekillenmektedir. Peygamberler, bu büyük felaketin kurtarıcıları olarak ortaya çıkacaklardır. Kaynak yine Sümer toplumudur.
Nemrut ve Firavunlar, kendilerini çoğunlukla tanrı-krallar olarak ilan etmişlerdir. İlkçağ köleliğini, tanrı-krallar olarak yürütmüşlerdir. Piramit ve Sümer mezarlarından da kanıtlandığına göre, kulları, kendilerinin eki gibidir. Öldüklerinde onlarda ölmüş sayılmakta ve kendilerine en gerekli olanları, canlı canlı toprağa gömülmektedir. Bu, dehşetli bir durumdur. Buna bir çare bulma, insanlığın en temel görevidir. Belki de tarihin en uzun süreli ve kutsal mücadelesi, kendilerini en büyük kutsal sayan tanrı-krallara karşı verilen ideolojik savaşımdır. Hz. İbrahim’in büyüklüğü ve tüm kutsal dinlerin atası sayılması, esasta bu özelliğinden ileri gelmekte, öyle varsayılmaktadır. İbrahim’in putları kırma eylemi, aslında tanrı-kral kavramına en öldürücü darbeyi teşkil etmekte, bu nedenle de sürekli kutsanmaktadır. Çünkü canlı canlı mezara gitmenin önlenmesi, ancak böylesi bir tavrın başarısıyla mümkündür. Halen Urfa ellerinde erkek yaparsa, bin defa yaparsa ‘hovardadır’ diye meşru görülen ama kız yaptığında, arzulu bir gözle baktığında, töreye göre ailenin ölüm fermanıyla karşılaşması, bu Nemrut yasasının en son kalıntılarından biridir. Hala beş bin yıllık bir gelenek, tanrı-kral anlayışı hükmünü icra etmekte, en doğal bir insan davranışını mezara gömmekle cezalandırmaktadır. Demek ki Hz. İbrahim, boşuna bu topraklarda doğmamıştır. Onu doğuran, Sümer ve Mısır’ın, belki de daha eskiye dayanan en tehlikeli kulluk anlayışının sürüngenlere mahsus yasalarıdır.
Köleci sistemin aşılması, ancak bu ilişkinin, yani köle olarak insanın verimsiz bir hale gelmesiyle olanaklıdır. Verimliliği başrolü oynadıkça, bu sistemin kendi kendine veya zor gücüyle çözülmesi adeta olanaksız hale getirilmiştir. İdeolojik cephede tüm insanların ruh ve zihniyet yapısı üzerinde; tanrıların ya korkutucu, cezalandırıcı ya da iyi hizmetin karşılığı olarak ‘sevgili kul’ olarak karşılanması temelinde, parçalanamaz bir ağ halinde mutlak bir egemenlik kurulmuştur. Pratik cezalandırmalar da korkunç boyutlardadır. Çarmıha gerilme, kölecilikte doruğa giden bir Roma uygarlık icadıdır. Kazığa çakılma, derisi yüzülme bir Asur icadıdır. Kralın ve önde gelenlerin ölümü halinde maiyet ve hizmetkârlarıyla, tüm kadınlarıyla birlikte diri diri mezara gömülmeleri, Sümer, Mısır, Hint ve Çin kral mezarlarında, sürecin özellikle ilk başlarında, bolca tespit edilmiştir. Kölenin canı olduğu düşünülmemektedir. O, kralın, efendinin bir uzvu, bir parçasıdır. Sahip öldüğünde parçalarının da onunla mezara gitmesi çok doğal görülmektedir. Daha vahimi, köle hizmetçi de böyle olduğuna inanmakta, isyanı düşünmeyecek kadar bağımlı bir uzuv, bir ek parça haline getirilmiş bulunmaktadır. Mısır piramitleri, Sümer, Hint, Çin, Astek mezar ve tapınakları, Roma’nın tüm mimari eserleri, aynı zamanda korkutucu ve kutsallıkları kum tanesi gibi kaynaştırılan köle emeğinin sonucudur. Hiçbir sistem, köleci sistem kadar insanı bir araç olarak kullanma gücüne sahip olmamıştır ve olamaz. Bu ilişkinin verimsizleşmesi ve giderek astarı yüzünden pahalı bir külfet haline gelmesi, çözülüşünün de temeli olmuştur.
Ortadoğu, Avrupalıların Gözünde Göz Kamaştırıcıdır
İnsanlık, ilk defa İslamiyet ve Hıristiyanlıkla, kendilerini tanrı yerine koymayan ama tanrının gölgesi, elçisi veya sesi sayan bir anlayışla yönetilmeye çalışılmaktadır. Feodalizmi kölecilikten veya daha geri ya da kendinden üstün toplumsal biçimlerden ayırt eden yanı bu özelliğidir. Köleci uygarlığın tanrı-krallık sistemi, insanın mutlak köleliğiyle sonuçlanmıştır. İnsanlık tarihi ilk defa bu kadar derinliğine bir tutsaklığa mahkûm edilmektedir. Daha önceki neolitik ve hatta paleolitik dönemlerin insan yaşamından tümüyle farklı bir durum ortaya çıkmıştır. Dehşet verici birçok özelliği ortaya koymuştur. Sanki çok doğalmış gibi, ölü kralı adamlarıyla birlikte diri diri mezara koymalar, çarmıha germeler, kazığa oturtmalar, aç aslanlara parçalatmalar, bu dehşet örneklerinden bazılarıdır. Korkunç piramit yapıları, kral mezarları, su kanalları, şehir mimarileri diğer çarpıcı ve akıl donduran örneklerdir. Savaşlardaki vahşet ve kölelerin her tür çalışma koşuları da bunlara dâhil edilebilir. Feodal uygarlığı doğru tanımlamak açısından, bu objektif gerçeklerin insanlığın zihniyet ve ruh yapısı üzerinde nasıl bir etkiye yol açacağını yakından görmekte zorunluluk vardır. Kıyaslamayı kapitalizme veya sosyalizme göre değil, köleci sisteme göre yapmak işin doğrusudur. Gerek mitolojinin, gerek tek tanrılı dinlerin doğuşunu bu sistemle yakın bağ içinde görmek, doğru bir tarih anlayışı için şarttır. Tespit edilmesi gereken önemli husus, Muhammed’in ilk eylemlerinin, aynı aşiret içinde geçebilecek kadar sınıfsal nitelikli olduğudur. Muhammed bir sınıf savaşçısıdır. Hangi sınıfın? Çok açık: Kendisinin de yeni yerleştiği orta tüccar sınıfının. Hatice ve Muhammed ikilisi, kesinlikle doğuş halindeki (Mekke’de) tüccar sınıfın öncülüğüne oynuyor. Karşısındaki güç kimdir? Geleneksel aşiret aristokrasisidir. Bunlar da ticaretten rant sağlıyorlar. Ama esas rolleri politik iktidarla bağlantılıdır. Doğum halindeki devletin embriyosu niteliğindeki aşiret konfederasyonu, muhtemelen Mekke’nin yönetim biçimidir. Köleci sistemin yaygınlığı, kadınların daha da derinleşmiş köleliği, kız çocuklarının diri diri toprağa gömülecek kadar değersizliği, aristokratik yönetimin kölecil karakterini açıkça yansıtmaktadır. İslâmiyet’in, Geleneksel Kabile Kültürü ve Uygarlık Sistemi üzerindeki etkisi, devrimsel önemdedir. Belki de Kabile Kültüründe yüzyıllarca yaşanan krize, en etkili devrimsel yanıttır. Arabistan Yarımadasındaki Arap kabileleri, yüzlerce hatta binlerce yıl kendi aralarında bitmez tükenmez bir çatışma ortamına girmişlerdir. Kabile Kültüründe büyük bir yozlaşma yaşanmaktadır. Kadın düşürülmüş, kız çocukları diri diri gömülecek kadar değersiz addedilmiştir. Bu kültür, çözüm olarak klasik toplumu besleyecek koşullardan yoksundur. Kısacası ne Geleneksel Kabile Federasyonları ne de Geleneksel Köleci İktidar yapılanmalarıyla krizin önüne geçilebilmektedir. Hz. Muhammed’in oldukça pratik ideolojik ve politik önerileri, bu ortamda ilaç gibi etkili olmuştur.
İslamiyet adına içine girilen büyük tutuculuk ve gerileme döneminin, öncellikle ideolojik alanda başladığını açığa çıkarmak, bizi doğru yönteme götürecektir. Bu yüzyıllarda Ortadoğu maddi zenginlik, sosyal gelişkinlik ve kentleriyle Avrupa’dan üstündür; gerileme, bu sahalarda değildir ve bu yönleriyle Ortadoğu, Avrupalıların gözünde göz kamaştırıcıdır. Zenginliği ve ihtişamı, yaşam kalitesinin üstünlüğünü temsil eder. Haçlı Seferleri’ni en önemli nedeni, bu alanlardaki üstünlükten ileri gelmektedir. O halde tutuculuğun ve gerilemenin nedenini, ideolojik alanda aramak kaçınılmazdır. Avrupa, 13. Yüzyıldan itibaren bilim yolunda önemli adımlar atmaktadır; 14. Yüzyılda din alanında Reformasyon süreci, 15. yüzyılda Rönesans ve 16. Yüzyılda dinde reformasyonun tamamlanması ile 17. Yüzyılda felsefe ve bilim çağına ulaşmaktadır. Avrupa’da böylesi büyük gelişmeler yaşanırken; İslam toplumlarında ise tam aksi gelişmeler yaşanmaktadır: Felsefe okulları zındıklıkla itham edilmekte, içtihadın (tartışmayla sonuca gitme, hüküm çıkarma) kapısı kapanmakta, farklı düşünceleri ileri sürenlere acımasız işkenceler uygulanmaktadır. Sühreverdî gibi, özgür düşünce, felsefe yapmanın peşinde olanların derisi yüzülmektedir (M.S 1190). Bilimlere ve akla güvensizlik, imanın sağlam gereklerinden sayılmaktadır. İbn-i Sina, Farabi gibi filozof ve bilginler, kâfirlikle mahkûm edilmektedirler. Çok sığ ve sadece nakli bilgiler ve rivayetlere dayanan, Kur’an ve sünnet ezberlemeyi bilim sayan, aklın bağımsız düşünmesini şeytanın işi sayan, bilimsel bilgilere tümüyle kapıyı kapatan, belki de Ortadoğu tarihinde ilk defa korkunç bir zihniyet tutuculuğunu en değerli meziyet sayan bir softacılık dönemi açılmaktadır. Ortadoğu’nun talihsizliği, hiç de layık olmadığı bu yeni softalık dönemi; tüm görkemli tarihini yitirmenin ve hafıza kaybının temel nedeni olduğu gibi, daha sonraki tarihsizleşmenin, sürekli yitirilme ve gerilemenin de başlangıcıdır. Bu dönemi, Ortadoğu ve İslam toplumları için en büyük felaket süreci olarak değerlendirmek yerindedir. Öyle bir dönemdir ki, yaklaşık on beş bin yıl tüm insanlığa öncülük düzeyinde değer kazandıran, çağlar açan, uygarlık başlatan alan kültürü; en büyük ihanete uğramakta, büyüklüğünü inkâr etmekte, adeta mezara gömülmektedir. Sadece Sümer ve Mısır’ın görkemli mezarları önemli değil, Ortadoğu’nun daha acı ve kalıcı görkemli kültür mezarlıkları da bu dönemde açılmaktadır: Daha bugüne kadar içinde neyin gömüldüğünün bilinmediği mezarlıklar!
10. ve 15. Yüzyıllar arası dönemi, son büyük çırpınış dönemi olarak, bu içerikte yorumlarsak; 15. yüzyıldan sonra, yere gömdürülen on beş bin yıllık kültür değerlerinin üzeri sürekli betonlaştırılacaktır. Kalanları da Moğollar, aceleyle ve şiddetle gömdürürken; Osmanlılar ise artık Ortadoğu’nun mezar bekçilerinden başka bir rol oynayamayacaktır. Fatih Sultan Mehmet’in birkaç çırpınışından sonra, sofu Beyazıt’la yürüyen; artık sadece mezarlara dua etmektir. Gerisi ise, Arap bedevilerinin görkemli Mısır uygarlık eserleri üzerindeki sıçmalarına benzemekte, bazen de en ilkel Afrika dansları gibi cahilce oynanmaktadır. Osmanlı saray düzeni, bir ölüm sessizliğidir. Bu o kadar açıktır ki, iktidarın selameti için bebeler bile katledilmektedir. Bunun da İslam’la hiç alakası olamaz. Ehlibeyt anlayışında ailenin tüm fertleri, kutsallık derecesinde korunmakta ve sevilmektedir. İktidarlaşmanın en yozlaşmış biçimleri, yaşamın değil ölümün geliştirilmesine dayananları hep böyledir. Hıristiyanlığın çıkışında İsa’ya uygulanan bu ölüm iktidarları, Roma’nın Neron’uyla sembolleşirken; Bizans’la koyu bir karanlık içinde yürütülür. İslam cilalı Osmanlı, bu ölüm tiyatrosunun üçüncü ve son perdesini oynayacaktır. Bütün Osmanlı saray müziği ve şiiri, ağlama ile sefil zevklerin gayri meşru izdivacını dile getirir gibidir. Söylemek istediğimiz: Kaybedilen büyük uygarlık değerleri ağlatırken; mezarları üzerindeki sefih yaşam ise, ilkel ve ölüler üzerindeki dansı temsil etmektedir. Ortadoğu’da yaşamın çekilmez kahrı, sadece sıcaklığından, işsizliğinden, anlamsız tüm çelişkilerinden veya cehaletinden ileri gelmemektedir; daha çok affetmeyen ve ihanete uğramış geçmişin, intikam alışından ileri gelmektedir.
Ortadoğu kültürü, MS 1000-1500‘lerde içine girdiği çöküşle birlikte orjinalliğini yitirmiştir. Daha doğrusu, giderek köklerine kadar budanan meşe ağacına benzemektedir. Diğer bir deyişle, yarattığı insanlığın eski mezarlığına dönmüş gibidir; tıpkı piramitler ve zigguratlar gibi büyük mezarlık! Yaklaşık bin yıldan beri olup bitenler, ölüm sessizliğinden öte bir anlama sahip değildir. Çok yüksek düzeydeki doğurganlığının verdiği yıpranma nedeniyle, yaratıcılık anlamında adım atacak halde değildir. Osmanlı yönetim dönemi, tam bir mezar bekçiliğidir; sürekli yeni ölümleri temin etmek ve bağışlarıyla geçinmek, biricik rolü durumundadır. Din, ezan, salavatlar hep hüzün dolu ve ölüme çağrı mesajlarından başka hiçbir amaç gütmemektedir. Ölümle korkutma, cennet ve cehennem mesajlarıyla ölüme hazırlama, son dönemin uygarlık biçimi oluşmuştur. Bilim ve teknik çoktan bırakılmıştır. Toplum ve siyaset, ezelden beri donmuş kalıplar gibi tekrarlanmaktadır. Dolap beygiri misali kuyunun etrafında dönme, kader sayılmakta ve başka tür bir yürüyüşün varlığına akıl erdirilememektedir. Büyük ve yaratıcı bir uygarlığın üzerine, bu kadar derin bir dogmatizm ve kaderciliğin ağını germesi, müthiş bunaltıcı ve çökerticidir. Ama bu tablo, bir gerçektir; Ortadoğu’nun öyküsünü anlatmaktadır. Ortadoğu’daki tüm aşkların yanıp kül olmakla sonuçlanması, yine bu gerçeklikle bağlantılıdır.
Ortadoğu Umudun Diyarıdır
Kökleri, tarihin derinliklerinde olan, birkaç versiyondan geçmiş, kendi orijinleri olan çok karmaşık bir Maddi Uygarlık ortamında oluşan Avrupa düşünce yapısının, dinsel metafizik niteliği asla göz ardı edilmemelidir. Her dinde yapıldığı gibi ifade ettiği maddi kültür koşullarını savunmak ve ebedileştirmekle yükümlüdür. Tüm dünyaya yaymak stratejik görevidir. İlk rahiplerinden okulları ve akademileriyle tüm resmi üniversitelerine, ilkokuldan kışlaya, fabrikadan büyük alışveriş merkezlerine, medyadan müzelerine ve eski dinlerin kalıntılarına, hastaneden hapishanelerine ve mezarlarına kadar küresel, yerel ve özellikle ulusal çapta tüm toplumu, zihniyet alanında fethettiği gibi, politik iktidar teknikleri ve askeri zoruyla zırh gibi sarmalamıştır. Tüm toplum, ‘demir kafese’ kapatılmıştır. Bu çağın dilinde bütün kelimeler bir tuzağa dönüştürülmüştür. Kelimeler ve onlarla örülü düşünceler, sanki temel insan doğasını, zihniyet ve ruhsallığını aldatmak için dizilmişlerdir; haince ve alçakça bir diziliş. Bu kelimelerin, bazı gerçekleri sağlam temsil etmesi nedeniyle tehlike büyümüştür. Teknik ve bilim, kapitalizmin mantık ve diliyle sanki her an insanlığın ırzına geçmekte ve laf anlamaz duruma gelmiş gibidir. Nasıl ki Sümer rahipleri bir zamanlar kölelerin ölen krallarıyla beraber diri diri mezara girmelerini, göğün ilahi düzeninin bir gereği saymışlarsa; kapitalizmin popülerleşmiş biçimi olan kuru çıkar mantıkçılığı da, kendi basit çıkarları için oynamayacakları, ırzına geçmeyecekleri bir kutsallık, bir yücelik bırakmamaktadır. Sistemlerin bunalım dönemlerinde yaşanan sıradanlaşma ve yozlaşma, kapitalizmde en uç boyutlara ulaşmaktadır. Görkemli bireysellik çağı; en düşkün, en hain ve resmiyet kazanmış hırsızlık, en sıkı korunmaya alınmış çıkarcı ve ahlaksız bireycilik çağına dönüşmüş gibidir.
Dünyada olup bitenlerin neden Ortadoğu’yu pek etkilemediği daha iyi anlaşılmaktadır. Temeli ve mezarları bu kadar büyük ve derin olanlar, başkalarını anlamazlar. Onlar içmeden daimi sarhoşlar veya doğarken ölmüş gibidirler. Geçmiş bu kadar ezici ve affetmezdir. Neden affetmediği de bellidir. Bu uygarlık böyle yerde bırakılamaz. Bırakanlar en büyük ihanet içindedirler. Bu kadar ihanet içinde olanlar affedilmez. Uygarlık ihaneti büyük ve hainleri çoktur. Onun için intikam hareketleri de büyük ve çoktur. Ama ‘öl ve öldür’ neyi kurtarır ki; mezarları büyütmekten başka neye yarar ki? Ortadoğu’da din kavgaları, namus ve aile kavgaları, mal-mülk kavgaları; incir çekirdeği kabilinden gerekçelerle oluk oluk kan akıtmaya götürür. Bunlar bahanedir. Tüm bu kan akıtmaların temelinde büyük kaybedişler ve ihanetler yatmaktadır. İntikam geleneği basit değildir; böylesine bir geçmişe uzanır ve bu geçmişte temelini bulur. Töre cinayetleri çok işlenir; temeli yine bu lanetli tarihtir. Tüm uygarlık değerlerine el konulmuş, ırzına geçilmiştir. Bu gerçek, çokça şeyde yapıldığı gibi, kızda ve kadında sembol anlamına büründürülür. Sembole bir şey olursa büyük kutsallık kirlenmiş sayılmaktadır. O nedenle cezası en ağır ve kabul edilemeyecek tarzdadır. Trajedi kaynağını buradan, bu tarihten alıyor. Ortadoğu mezar içinde mezar, düğüm içinde düğümdür. Dünya değişir, o değişmez. O, kendisi gibi kalmak zorundadır. O, meşe ağacıdır; kökü hep kalınlaşır, budarsın, yine kendisi kalır. Yeşillenmesinden de hiç umut kesilmez; Ortadoğu umudun diyarıdır.
Ortadoğu’nun elinde, yalnızca umut kalmıştır. Gelenek, ezici ve affetmezken; umut hep meşe kökünün tekrar yeşermesini bekler. Bilimle aydınlanmanın güçlü birikimleri oluşmuştur. Eksik olan, tarihe ve somuta yönlendirmektir. Bilimsel zihniyetle tarih çok zengin bir anlatıma kavuşacaktır. Günümüzü çözümlemek, anbean canlanmaya yol açacaktır. Tek bir insanımızı bile çözümlemek, dünyayı anlamaya yeterli olacaktır. Bir yerde ne kadar düşüş gerçekleşmişse, o kadar yücelme imkânı var demektir. Ne kadar karanlık koyulaşmışsa, aydınlık da o kadar yakın demektir. Her şeye eleştirisel olabilmeliyiz ama gerçeği bulma umudunu da asla yitirmeden. Köhnemiş bencilliğin aşiretçiliğini, aileciliğini, karılığını, kocalığını, milliyetçiliğini, dinciliğini bırakmalıyız. Birinde hepimizi, hepimizde birini gören büyük ve zengin insanlık anlayışımıza dönmeliyiz. Hümanizmi de dıştan almaya gerek yok; çünkü bu toprakların en büyük zenginliği, insaniyetçiliğidir. Onu ayağa kaldırmalıyız. Tekrar büyük aşkların yolunu açmalıyız; onun ilahi teorisini ve kutsal pratiğini bin defa tövbe ederek ve ona büyük sadakatin ne olduğunu, uygarlık değerine, toprağına, insan kıymetine ne kadar bağlı olduğunu bilerek yaşamsallaştırmaya çalışmalıyız. Leylalar, Mecnunlar, Keremler, Aslılar, Ferhatlar ve Şirinler başlarını mezarlardan kaldırmalı ve bir daha ölmemek üzere aşklarını bıraktıkları yerden yaşama gücüne eriştiklerini onlara göstermeliyiz. İnnana’ya da aşkının bitmek bilmediğini göstermeliyiz. Bütün peygamberler de uyanmalıdır; dinlerinin neleri yaratmaya kadir olduklarını, insanlığı ne kadar yüceltmiş olduklarını onlara da göstermeliyiz. İbn-i Sinalar, İbn-i Rüşdler, El-Kindîler de uyanmalıdır; büyük çabalarıyla bilime neler kattıklarını, bilimin ne kadar gelişmiş olduğunu görerek o büyük zihinlerini doyurabileceklerini gösterebilmeliyiz. Demirci Kawalar, Hallâc-ı Mansûrlar, Sühreverdîler, Babekler, Mazdekler, Köroğulları da uyanmalıdır; büyük direnmelerin, yiğitliklerin ve acıların boşa gitmediğini, onlara yaraşır insanların hâkim olduklarını kendilerine göstermeliyiz. Bunlar ucuz hayaller değildir; çoktan rönesansımızla birlikte ayağa kaldırmamız gereken yüce tarihsel büyüklüklerdir.
Yoruma kapalı.