Dersim ve Özyönetim Dönemlerinde Nekropolitika ve Medya Etiği
Ali Duran Topuz
Nazım Daştan ve Cihan Bilgin’in anısına saygıyla
Ölüye Saygı İnsanın, Mezar Uygarlığının Köküdür
Ölüye saygı insanlık tarihinde hem en eski ritüellerin oluşmasını sağlayan ve hem de ölümün önemini anlamamıza yardımcı olan temel bir tutumdur. Bugün de ölüye hürmetin en yaygın uygulaması olan defin işlemine dair izler Homo Neanderthalis’e kadar geriye gider. Bu yazıda gömme, yani defin üzerinde daha çok durulacaksa da, ölüye saygı ritüelleri sadece definden ibaret değildir; açık alana ya da yüksek yerlere bırakma veya yakma da aynı amaçla ayrıntılandırılmış ritüel işlemlerdendir. Ancak bugün yakma işlemi bir kenara alınırsa en yaygın ölüye saygı ritüeli gömmedir.
Tarih öncesi çağlardan başlayarak Afrika’dan Avrupa’ya kadar çok geniş coğrafyalarda gömme işlemine dair ayrıntılı bulgular elde edilmiştir. Hiç şaşırtıcı olmayan biçimde Mezopotamya bu bulguların en büyük toplamına ev sahipliği yapar. Diyarbakır’daki neolitik Girê Kortikê (Körtiktepe) öreni gömme işleminin en eski ve etraflı biçimde izlenebildiği yerlerden biridir. Girê Kortikê’de ölüler evlerin içine/altına yani yaşam alanının, içine/altına gömülmüştür; gömülenlerin büyük çoğunluğunun “cenin pozisyonu”nda olması, yaşamın bitişinden sonrası ile başlamasından öncesi arasında sembolik bir bağ görüldüğü fikrine davet eder.
Aslına bakılırsa ölüler yaşam alanına gömülmemekte, ölülerin gömüldüğü yere yaşam kurulmaktadır; mezar yapımının konut yapımından eski olması kuvvetle muhtemeldir. Gömü yerlerinin ayin mekânı niteliği taşıdığı da buna eklenirse, mezar yapımıyla tapınak yapımının paralel gittiğini düşünmek mümkün olur; sözün özü mimarinin başlangıcı mezar ile yakından ilgilidir ki Girê Miraza (Göbeklitepe) buluntuları bu fikri destekler.
Biyopolitika Ve Nekropolitika
Mezar muhtemelen evin de, tapınağın da köküdür. Şehirler oluşurken, bir yandan da “ölü şehirleri”/nekropolisler oluşur. Hem şehirler hem de ölü şehirleri politikanın da oluşup büyüdüğü yerlerdir; politika, demek ki şehrin yönetim bilimi/sanatı olarak politikanın çekirdeğinde ölüm vardır. Bir yandan tür olarak ölümle baş etme çabası süre giderken, öte yandan türün yaşayan bireyleri olarak yaşam ve ölüm hakkındaki kararlar, mücadeleler berdevamdır. Politikanın yaşamı sürdürmeye ve yönetmeye dair boyutunun yanı sıra ölüme karar verme boyutu vardır ki, birinciden “biyopolitika” terimini kavramlaştıran Fransız filozofu Michel Foucault’ya hem atıf hem de ek olarak Kamerunlu filozof Achille Mbembe “nekropolitika” terimini kavramlaştırır. Foucault ağırlıklı olarak Batı Avrupa politik tarihini analiz ederek biyopolitika kavramına ulaşırken, Mbembe atfını ve eklemesini sömürgecilik pratiklerine yaslanarak geliştirir. Yaşayanların ilişkisini, hiyerarşisini düzenleyen politik egemenlik aynı zamanda ölümü de düzenler: Kimin yaşayacağına, kimin öleceğine karar verir; bu karar yaşayanın nasıl ve ne olarak yaşayacağı, ölenin nasıl ve ne olarak öleceğini de içerir. Örneğin, Antik Roma’da köleler “mal” statüsündedir, efendinin köleyi öldürmesi cinayet anlamına gelmez; sadece kendi malını telef etmesi anlamına gelir; dahası iki efendi bir kölenin mülkiyetinde anlaşamadığında ve delilleri eş değerde olduğunda kölenin ikiye bölünerek paylaştırılması bile mümkündür. Keza, Avrupa yayılmacılığı döneminde karşılaşılan yerliler insan ya da hatta hayvan bile değil, nesne olarak görülür, çok büyük nüfuslara tekabül eden kitle kıyımları, soykırımlar hukuki ya da ahlaki tartışmalara yol açmamışsa ya da çok uzun süre etkisiz tartışmalara konu olmuşsa bu anlayış nedeniyledir.
Gömme uygulaması sadece Girê Kortikê değil, Çatalhöyük dahil, birçok neolitik yerleşimde yaygındır ve malum olduğu üzere modern zamanlara kadar gelir. Ölümle yaşamın iç içe algılandığını, birbirini dışlayan değil birbirini tamamlayan fenomenler olarak görüldüğünü düşündürür bu. Ölüler yaşamaz elbette, fakat yaşayanlar, ölülerle beraber yaşar, ölüyü dirilerin, ölümü yaşamın içinde tutar.
Ölülerle ortak yaşam sadece ölüm korkusuyla açıklanamaz; ölene duyulan sevginin ve saygının sürdürülmesi ve yaşam arzusunun ölüm gerçeğiyle birlikte kavranması da bu ortaklığa içkin bir fikirdir. Sevgili ölünün kaybının yol açtığı acı, yas işlemiyle dindirilirken, ölüye duyulan sevgi yaşamın güçlendirici parçasına çevrilir. Böylece bir yanı korkuya, diğer yanı yaşam arzusuna varan, duygusal alana eşlik eden sevgi ve saygı bu iç içeliğin yanı sıra gömme törenlerinde kendisini gösterir. Gömü yeri aynı zamanda hafıza yeridir, ölünün yaşam alanına gömülmesiyle geçmiş (mezar) ve gelecek (ev, ocak) sürekliliği oluşturulur. Törensellik sadece gömme işlemiyle de sınırlı değildir. Dualardan, ölü hakkında konuşmaktan başlayarak, ölüm zamanının çok sonrasına uzanan bir süreci kapsayacak biçimde son derece ayrıntılı anma biçimleri geliştirilmiştir. Elbette bütün bu törensellikler, bu kural dizileri yaşayanlar içindir; toplumsallık bir ucu yas, diğer ucu şölen olan eylemler dizisiyle oluşur. Şölen yapamayanlar, birlikte eğelenemeyenler ile yas tutamayanlar, birlikte üzülemeyenler toplum oluşturamazlar. Ölüye saygı, yasın paylaşılması olmasa bile, yasa saygıyı da getiren ve toplum bireylerinin birbirleriyle ilişkilerini düzenleyen kurallar üretir. Ölüye saygı diriye saygıdır, ölüye saygısızlık diriye saygısızlıktır, ölüye ihtimam yaşayana ihtimamdır, birlikte yaşayan kişilerin birlikteliğini, toplumsallığı kuran ve yeniden kuran kurallardır bunlar.
Ölümün ve Yasın Hiyerarşik Doğası
Hem bu kurallar hem de bu kuralların ihlali antik dönemlerden başlayarak insanın düşünsel ve edebi üretiminde önemli bir yer tutar. Gılgamış Destanı’nda kral Gılgamış, birlikte giriştikleri ölümsüzlük iksiri arayışı serüveninde ölen yoldaşı Enkidu’ya seslenirken, “Senin için Uruk halkına yas tutturacağım,” der. Bu cümle toplumsallığın bir gereği olarak gelişen ölüye saygının, aynı zamanda bir egemenlik işlemi olarak görüldüğünü ortaya koyan en eski cümledir.
Cümle aynı zamanda ölümün hiyerarşik kavranışını dile getirir. Ölüm gibi yas da hiyerarşik nitelik taşır, nitekim Mısır piramitleri (en eskisi firavun Zoser için MÖ 2600’lerde yapılmıştır) ya da Halikarnas Mozolesi (Kral Mausolos adına, karısı ve kız kardeşi tarafından MÖ. dördüncü yüzyılda yapılmıştır) gibi “dünya harikaları” listesindeki anıt eserler bunu gösterir. Yas tutturmak bir kraliyet işlemi ise yas tutturmamak da aynı işlemin bir başka görünümü olacaktır. Nitekim Antik Yunan mitolojisinin önemli figürlerinden Antigone anlatısında bir kraliyet işlemi olarak yas ve defin hakkının engellenmesini konu edinir.
Sofokles’in ünlü Antigone oyununa göre iki kardeş siyaseten karşı kutba düşmüş ve birbirini öldürmüştür. Kral (Kreon), kendisinin ve yönettiği ülkenin (Thebai) savunması için ölen kardeşlerden (Eteokles’i) törenle gömdürür. O bir kahramandır, tartışmak gereksiz; kral öyle ilan etmiştir. Savaş, öldürme aygıtının çalıştırılması ve dolayısıyla da öldürmenin kendisi nasıl bir egemenlik işlemi ise yas da öyle bir egemenlik işlemidir. Kral, kendisine karşı savaşan diğer kardeşin (Polyneikes) gömülmesini yasaklar. Elbette bir hain olarak toz-toprak içinde açıkta çürüyecektir. Gömülmeyecektir. Ağır bir hakaret; ölüler arasında kahraman ve hain, ulu ve alçak, kutsal ve mundar ikiliğine varan bir hiyerarşi yürürlüktedir. Kim ki kralın emrini çiğner, öldürülecektir.
Kardeşinin cesedinin ortada bırakılmasını kabul etmeyen Antigone yasağı çiğner. Kral demek yasa(k) demekse, gömme demek tanrıların emri demektir. Hükümranlık/devlet yasası ile inanç yasası, devlet ile aile, erkek ile kadın karşı karşıya gelmiştir ve inancı, kadim yasayı nevzuhur yasadan önde tutan Antigone kardeşini gömmekle kalmaz, gömdüğünü de gizlemez. Yasağın ilanına karşı o da ihlalini ilan eder, daha doğrusu üstün yasa olarak ölüye hürmeti emreden inancı öne çıkarır. Antigone’nin eyleminin (ve elbette sözlerinin ki onlar da az “eylem” değildirler) anlamı, Hegel’den Judith Butler’a, Goethe’den Lacan’a birçok Batılı düşünür için neredeyse kesintisiz biçimde tartışma konusu yapılır. Her durumda Antigone, ölümü göze alarak siyasal bir direnç gösterir. Dirençtir, çünkü krala kafa tutar. Siyasaldır, çünkü kralın yasalarıyla sitenin/soyun/tanrı(lar)ın yasaları arasındaki uyuşmazlıkla ilgilidir. Antigone bir mağaraya hapsedilir, diri diri gömülmüştür yani; kral bilicilerden (kamuoyu mu deseydim?) gelen uyarılar ve alametler üzerine emrinden vazgeçer, mağara açılır ama geçtir, Antigone ölmüştür.
Öykü, yasa/adalet, yasa/egemenlik (demek ki direnç) ve yasa/cinsiyet (Eski Yunan’da kadınlar yurttaş değildir) meselelerine ilişkin tartışmalarda tekrar tekrar ele alınır. Antigone’nin eylemi hâlâ bir “çözüm”e, sabit bir anlama kavuşmamışsa, siyasal eylem hâlâ bir çözüme, sabit bir anlama kavuşmadığı içindir. Antigone’nin eylemi, bütün önemli siyasal eylemler gibi, sürekli düşünceyi üstüne çeker. Yasayı, yürütmesini ve yargısını emrinde toplayan krala karşı protestosunu, eylemini ve adalet direncini, yurttaş bile değilken-erkek bile değilken, ortaya koymuş olmasıyla daha da çekecektir.
Egemenlik, Yas ve Medya
Kral Kreon, koyduğu yasayla ve onun yürütmesini katı biçimde gözeterek, en nihayet verdiği yargılarla Antigone’yi ölüme sürükledi. Fakat hatırlatmakta fayda var, Kreon da yaşayamadı, kendi yasa tanımaz yasamasının ürettiği trajik ortamda, o da kaybolup gitti. Biz bugün Kreon’u ve Antigone’yi hâlâ tartışıyorsak hem ölümün kendisinin hem de yasın yani ölüye saygının politik birer fenomen olmasındandır. Fakat bugün Gılgamış ya da Antigone çağlarından farklı olarak tartışmanın içine bir de “medya” girer; elbette iki eser de “medya” işidir ve bütün egemenlik işlem ve eylemleri daima medya üzerinden işler, lakin iletişim aygıtlarının gelişmesinin eşliğinde 16’ncı yüzyıldan itibaren oluşan medyanın “kitle iletişimi” denilen ve bütün toplumu derinden etkileyen düzeye ulaşmasıyla tartışma sadece sanat ya da düşünce alanıyla sınırlı kalmayacak biçimde genişler. Medya bir yanıyla yasayı koyan ve koruyanın, öte yanıyla yasaya karşı duranların sesini ve sözünü ileten bir mücadele silahı ve alanıdır.
Türkiye’de 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra, darbe sonrası çatışmalarda ölenler için İstanbul’da oluşturulan “hainler mezarlığı” ölüme ve yaşama hiyerarşik bakışın güncel tezahürlerindendi. Vaka, “Hainler Mezarlığı” tabelasının görüntüleri eşliğinde haberleştirilirken, iktidara yakın medyada hiçbir eleştirel ton yoktu, aksine makbul ve makul bir uygulama gibi sunulmuştu. Bu medya “dördüncü kuvvet” olarak, devletin üç kuvvetine eklemlenen kuvvet olarak hareket ediyor, ölüler arasındaki hiyerarşiyi kuran egemenlik anlayışının gereklerini yerine getiriyordu. Toplum lehine, bir arada yaşama lehine, toplumsallığı tüm boyutlarıyla koruyan ilkeleri, egemenliğin talebi doğrultusunda, görmezden geliyordu. Antigone değil, Kreon yasasının medyasıydı bu. Tabela, Gülen cemaati mensubu olduğu düşünülen ölüler için asılmıştı, “kahraman şehitler” söylemi, “murdar ölüler” söylemiyle karşıtlık içinde politik sahneyi dolduruyordu. Böylece toplum bireyleri yası tutulacak olanlar ile tutulamayacak olanlar şeklinde bölünüyordu. Ne var ki egemenlik, ölüm ve yas hakkı başlıkları itibarı ile Türkiye’deki yaygın medyaya bakacak olduğumuzda ölüler hiyerarşisinin en çarpıcı biçimde karşımıza çıktığı alan elbette sadece Gülen cemaati ile ilgili değildir, dahası bu tabelayı icat ettiren fikrin kaynağı cumhuriyet tarihini boydan boya kateden bir başka meseledeki pratiklerdir. O mesele Kürt meselesidir ki Gülen cemaati üyeleri, darbe sonrası maruz kaldıkları bu ayrım pratiklerini iş Kürt meselesine gelince canı gönülden savunuyordu.
Zilan, Dersim ve Medya
Cumhuriyet gazetesinin 16 Temmuz 1930 Çarşamba günkü nüshasında, “Ağrıdağı harekâtı bu hafta başlıyor” manşetinin altında Zilan (Zeylân imlasıyla) katliamından haber verilir, 15 bin kişinin katledildiği huşu içinde dile getirilir, mesela katliam için öldürülenler bir nesneymiş gibi “imha edilenler” ifadesi kullanılır. Karşılaştığımız dil Avrupalı emperyalist efendilerin karşılaştığı yerlilere ilişkin fiillerine eşlik eden dildir; devletin nekropolitikasını olumlar ve meşrulaştırır, olan biten hakkında haber veren bir mecra değil, olan bitene eşlik eden, harekete geçirilen savaş aygıtına eklenen bir nekropolitik enstrümandır. Ölenlerin insan olduğu toplu sayılar ve “eşkıya” ifadesinin haklılaştırması eşliğinde gizlenirken, gazete editörleri ölümcül saldırıyı şehvetli ifadelerle haberleştirmeyi seçer; şu cümleler aynı manşetin altındaki haberde yer alır: “Hava ateşi süreksiz devam etmekte, Ağrı daimî infilâk ve ateş içinde inlemektedir. (…) Gökten saçılan ölüm parçaları eşkiyayı imana getiriyor.”
Zilan katliamındaki medya tutumu, Dersim’de de aynı biçimde kendisini gösterir. Son Telgraf gazetesinin 17 Haziran 1937 Perşembe günkü nüshasında, “Dersim çapulcuları arasındaki bozgun hızla her yana yayılıyor” manşetinin altında şöyle bir ifade yer alır: “Çapulcu sürülerinin sığındıkları dere ve dağlar bile yerden ve gökten tazyika dayanamıyor.” Tazyik dediği ateştir, yerden ve gökten yağdırılan ateş ve kimyasal silah, yani gazdır.
Elbette medya o dönem bunları ideolojik angajmanla ve gönüllükle yapıyordu fakat devlet işi şansa da bırakmıyordu, devletlû kadrodan (dahiliye vekili) Şükrü Kaya, beş maddelik bir “andıç” yayınlayarak gazetelerin harekatı nasıl haberleştirmesi gerektiğini dikte eder. Bununla da yetinmez, bir politikacı da olan Cumhuriyet gazetesinin sahibi Yunus Nadi’ye mektupla şunları yazar:
“Çok değerli Yunus Nadi Bey kardeşim, Dersim’in ıslahı projesinden dolayı muhabirinizin bölgede çekmiş olduğu fotoğrafların bakanlığımıza iadesi gerekmektedir. Harekât ile ilgili haberlerin bakanlıkça oluşturulan bölümde kontrolden sonra yayınlanması gereği karşılıklı mutabakatla sağlanmıştır.
(…)
Cumhurreisimizin orduyu, Türk milletini yükseltecek haberlere özel önem verdiğini bilmektesiniz. (…) Muhabirinizin yasaklı bölge ilan edilen bölgede, sivil ölümlerinin fotoğraflarını çekmesi üzüntü ile karşılanmıştır. Konunun hassasiyet içerdiğini önemle arz etmeye lüzum yoktur. Kıymetli kardeşim, Cumhuriyete bağlılığınız hususunda hiçbir tereddütüm olmadığını bildirir, bir an önce toplu ölümlerin çekilen fotoğraflarını bakanlığımıza iadesini rica eder, hasretle selam ve saygılarımızı iletirim.”
Sivillerin ölmesi bir üzüntü sebebi filan değildir elbette fakat sivil ölülerin fotoğraflarının çekilmesi üzüntü sebebidir. Bu müdahalelere rağmen “Mağaralarda fareler gibi zehirlendiler” türü başlıklar görülecektir yine de. Ayrıca “harekatta kimsenin burnu kanamadığı” türü ifadeler de kullanılır dönemin gazetelerinde. Çünkü ölenler “kimse” değildir, burnu kanamayanlar harekâtı düzenleyenlerdir ki yaklaşık 55 yıl sonra Madımak katliamının hemen ertesinde dönemin başbakanı Tansu Çiller’in “Halktan hiç kimsenin burnu kanamamıştır” sözleri bu temel tutumun 55 yıl kadar sonraki bir tezahüründen ibarettir.
Cumhuriyet Gazetesi’nin 16 Kasım 1937 Nüshası
Cumhuriyet Gazetesi, 16 Kasım 1937 Salı günkü nüshasında Seyid Rıza ve arkadaşlarının katlini, “Seyit Rıza ile 6 avenesi dün idam edildiler” başlığıyla verir. Haber gazetenin en alt sağ tarafında, iki sütuna konulmuştur. Manşette Mustafa Kemal fotoğraflarının altında “Atatürk Diyarbakır’da” manşeti vardır, şu söz aktarılmıştır: “Dünyanın en güzel ve en modern bir binası içinde, modern, nefis bir musiki dinliyerek beşeriyetin medeni bir halkı huzurunda, bu halkın evinde… duyduğum saadetin ne kadar yüksek olduğunu elbette takdir edersiniz.”
Haberlerin konumlanışı ve kullanılan dil bize şunu söyler: Mustafa Kemal “medeni” Diyarbakır’da müzik dinlerken mutludur, gayrı medeni Dersim’de insanların asılması bu mutluluğu gölgeleyecek değildir ki sayfanın en altına konulmuştur. Dersimlilerin “gayrı medeni”liği, “vahşi”liği, “terbiyeye uygun olmayışı” Tunceli Kanunu’nun hazırlık çalışmaları sırasındaki tartışmalardan başlayarak harekatın sonuna kadar siyasetin ve medyanın kullandığı kilit kavramlardan biridir, kırımları soykırımları önceleyen ve eşlik eden dehümanizasyon işleminin dilidir bu. Harekât hazırlıkları sırasında ve harekât süresince işlenen bu tema böylece Seyid Rıza’nın idamından sonra güçlü bir haklılaştırma argümanına çevrilmiş olur. Diyarbakır Kürtleri medenidir oysa Dersimliler ölümü hak etmiş vahşilerdir.
Seyid Rıza fotoğrafının altında da “Tunceli isyanının elebaşısı maslub Seyid Rıza” ifadesi yer alır. Medyatik ve siyasi “elebaşı” lafına ayrıca dikkat çekmeye gerek var mı? Dönemin medyası, operasyonun bir parçası olarak hareket eder. Görevi; katliamları, hukuksuzlukları gizlemek, gizlenemeyecekse meşru ve makul göstermektir. Seyid Rıza ve arkadaşlarının mezar yerlerinin bilinmemesi medyayı ilgilendirmez bile, öldürülenlere ne olduğu da, dehümanize edilmiş kitlelerin kurda kuşa yem bırakılmasıyla niçin ilgilensin ki?
Mezarsız Bırakma: Düşmanlığın Ölümden Sonra Sürmesi
Mezarsız bırakma ve mezar yerinin saklanması da yeni bir icat değildir; Şeyh Said’in mezar yeri de bilinmemektedir. Mezar yerini belirsizleştirme yani ölenin yakınlarının defin hakkı ve yas hakkını tanımama hem ölenin ve yakınlarının toplumun içinde kabul edilmediğini gösterir hem de bu dışlamanın sadece basit yabancılama değil, düşman olarak görüldüğünü ortaya koyar. Üstelik düşmanlık bile bir hukuk içerir ve birçok toplum hem yapancıların hem de düşmanlarının ölümüne ve ölüsüne saygı gösterme anlamına gelecek anlayış ve pratikler geliştirmiştir. Örneğin, bir rivayete göre İslam peygamberi Muhammet bir gün bir cenaze alayını görür ve ayağa kalkar. Yanındakiler, “Ama o Yahudi” derler, yani ölünün saygıyı hak etmediğini işaret ederler, Muhammet ise “O da insan” diyerek yanıtlar. Muhammed’e dair bir başka öykü: Amcası Ebu Talip, kelime-i şehadet getirmeden, yani Müslümanlığı kabul etmeden ölür. Muhammed, amcasının ölüm haberini bildiren Ali’ye, defin işlemlerini yapmasını söyler. Bir rivayete göre gözyaşı da dökmüştür amcası için. Demek İslam peygamberinin sünnetinde ölüye saygı, ölenin başka bir “kitaplı din”den ya da kitapsız (pagan) dinden (yani aktüel ya da potansiyel düşman) olmasına bağlı değildir. Elbette akrabalık olduğu için hürmet gösterdiği öne sürülebilir fakat, Müslümanlığı kabul etmeyen başka akrabalarıyla savaşan bir peygamberi düşündüğümüzde öyle güçlü bir argüman sayılmaz. İslam’ın kuruluş döneminden bu hikayecikler bize, pagan Yunanistan mitolojisindeki öyküler gibi ölüye saygının hem temel hem de neredeyse kurucu nitelikte tekraren söyler. Hülasa, yabancılıkta ya da düşmanlıkta bile ölüye saygının bir yeri vardır.
Türkiye’de, 5 Eylül 1959 tarihinde Kilisli Hüseyin Erikcan, Başbakan Menderes’e bir telgraf yollar. Buyrun:
“Kardeşim Mustafa Erikcan 6 gün evvel Kilis’in Leylik karakolu mıntıkasında mayınlı sahada yaralanmış, iki gün müddetle beni kurtarınız diye feryat ettiği halde vazifeliler tarafından kasten çıkarılmayıp ölüme terk edilmiştir. (Çünkü “kaçakçı”dır devlete göre… A.D.T.) Şimdi de herkesin gözü önünde cesedi köpekler tarafından parçalanmaktadır. Mayınlı sahadaki ikramiye için çıkaran vazifelilerin şu tutumunu harp sahasında dahi görmek mümkün değildir. Memleket milattan evvelki bu mezalimin tekerrürünü dehşet içinde seyrediyor. Hiç olmazsa cesedin bize teslimi yolundaki yalvarmalarımız da semere vermiyor. Adalet bu mudur insanlık bu mudur? Demokrasi ve memleket ile nefsimizi size bu feci muameleler için mi teslim ettik? Müdahalenizi ve eğer düşman isek de ölümüzün bize teslimini intizar ediyoruz.”
Fikret Otyam’ın Mayınlı Topraklar Üzerinde adlı kitabında aktarılan bu trajik öykücük “düşman”dan bile kötü muamele gördüğünü düşünen bir yurttaşın gözyaşını kayda geçirir ama onunla kalmaz: Fikret Otyam gibi usta bir gazeteci ve sanatçının tutumu bir istisnadır, dönemin medyası da tıpkı ölüyü teslim etmeyen devlet yetkilileri gibi bu acıya duyarsızdır. Hüseyin Erikcan ve kardeşi Mustafa Erikcan muhtemelen Kürt değillerdi, fakat “sınır” insanları olarak Kürtlerin de geçimlik uğraşının bir parçası olan kaçakçılık fiilini işlemiş olmakla ölüme terk edilebilir kişi kategorisindeydiler, dirisi bile saygıyı hak etmeyenin ölüsü saygıyı zaten bulamaz çünkü tekrar edelim, ölüye saygı diriye saygıdır gerçekte. Otyam sınır boylarında çekilen acıları anlattığı kitabında, bir subayla söyleşisini de aktarır. Subay, nazik, centilmen ve akıllı biridir. Fikret Otyam’la bir tek konuda anlaşamamıştır: “Sen zulüm diyorsun, ben görev diyorum.” Görev savunusu, Nürnberg Yargılamaları sırasında sanık Nazilerin en çok başvurduğu argümandı.
12 Eylül ve Gözaltında Kayıp Pratikleri
Dersim sonrası bu küçük hikayenin ardından bir 12 Eylül arası verelim: 12 Eylül faşizmi, Arjantin cuntasının yaygın biçimde uyguladığı bir yöntemi, gözaltında kaybetme usulünü aynı yaygın biçimde kullanmaya başladı. Sistematik işkence ve idamların yanı sıra uygulanan bu yöntem Antigone’nin itiraz ettiği “gömülmesine izin vermeme” uygulamadan da vahim bir boyut taşır: Yas tutmak için temel önemi olan, insanı insan yapan evrimin çekirdek unsurlarından “mezar”ı ölenin yakınlarından esirgeme yöntemi; öldüğünü bile bilmeden yıllarca bekleme mecburiyeti. Fakat 12 Eylül medyası ne idamların haksızlığıyla ne işkencelerle ne de gözaltında kayıplarla ilgilendi, belki Cumhuriyet gazetesi istisna, dönemin medyasının ana görevi cuntanın kurduğu nizamın övgüsünü yapmaktan ibaretti büyük çoğunlukla.
Mezarsız bırakma, yaygın bir egemenlik fiilidir, modern zamanlarda ABD yönetiminin El Kaide lideri Usame Bin Ladin’e yaptığı gibi. Fakat Şeyh Said ve Seyid Rıza örnekleri düşünüldüğünde bu Türkiye için yeni bir nekropolitik uygulama sayılmaz, bu uygulamada temel mantık ölenin mezarının, nihai mekânının öldüren aleyhine bir mekâna, bir ziyaretgaha dönüşmesini engellemektir ki “modern” bir yöntem de değildir. Ziyaret ve mezar aynı kökten gelen iki kelimedir; böylece gidilecek, uğranılacak, yasa mekanlık edecek bir yer ortadan kaldırılmaktadır.
Ölüye bu saygısızlığın bir kaynağı, ölenin ölü bile olsa yaşayanlar için özel önem taşımasının getirdiği bir sembolleşmeden duyulan korkudur. Bu durumlarda iktidarlar ölümle baş etme, ölümden umdukları faydayı azamileştirme yollarını ararlar. Bulurlar da. İki yol bulundu. Biri öldürüleni, ölüsüne sahip çıkmak isteyenlerden kaçırmak. Bu elbette modern bir icat değil, ama modern zamanlarda da geçerliliğini korumuş bir icat. Kanuni Sultan Süleyman ve devrinin beyleriyle alimleri, egemen dinsel anlayışa radikal biçimde karşı söylemleriyle İstanbul nizamını tehdit eder hale gelen Oğlan Şeyh İsmail Maşuki’yi yargılayıp siyaset ettikten yani öldürdükten sonra Marmara’ya attı örneğin. Korkuları vardı. Ölünün mezar yeri, canlısının yarattığı devlet/hükümet karşıtı etkiyi yaratmaya devam edebilirdi. Bu kadim nekropolitik uygulamanın temelindeki korku örneğin Maşuki örneğinde giderilmiş bile olmaz: Maşuki müritlerinden birinin rüyasına girer, mezar yerini söyler, orası ziyaretgaha dönüşür. Egemenin gaddar gerçekliğine karşı direnenlerin düşsel öyküleme gücü bir mevziiye dönüşür. İşte gözaltında kaybetme, kaybedilenin yakınlarından ölenin ölüp ölmediğini bilme hakkını bile esirger.
Faşist generallerin sol/sosyalist militanlar için yaygın hale getirdiği bu uygulama, 1990’lı yıllarda Kürdistan’da neredeyse günlük rutin halini aldı. Ne 12 Eylül döneminin medyası ne de 90’lı yılların kartel medyası bu vakalarla ilgilendi; elbette ana akımın dışında yer alan ama topluma etkileri çok da büyük olamayan gazete ve dergiler bu kötülüklere karşı yayın yapmaya çalıştı ve fakat ana akım işkence ve gözaltına kayıp furyasıyla hiç mi hiç ilgilenmedi. Dahası bununla ilgilenen gazetecileri terörist diye yaftalama kampanyalarına eşlik etti.
İnsanlık Sürükleniyor: 1993 Gezi ve 2015
Kuşattıkları Troya’yı korumak için karşısına çıkan kahraman prens Hektor’u birebir çatışmada öldürür. Bu karşılaşmada Aşil kesin biçimde üstündür, bir yarı-tanrı olarak hemen hemen ölümsüzdür, Hektor ise bir insan olarak kesin biçimde ölümlüdür. Beklenen olur, Aşil Hektor’u öldürür, cesedini savaş arabasına bağlayarak sürükler, cesede hakaret eder, şiddet uygular ve gömülmesine izin vermez.
Troya kralı ve Hektor’un babası Priamos, Aşil’in ayağına yani çadırına kadar gider, yalvarır, dil döker, düşman dahi olsalar ölüsünü gömme hakkını, tanrıların emri olan bu hakkı kullanmak için insafa gelmesini talep eder. Aşil, Hektor’un cesedini babasına verir. Aşil ile Priamos da düşmandır ama ölüye saygı yasası gereği öfkeli Aşil, babanın isteğini kırmaz. “Saygı”, ihlalin önüne geçmiş, ihlali bitirmiştir. Düşman bile olsa. Demek ölüye saygı, ihlale yol açan düşmanlığı yenebilecek kadar önemlidir.
Türkiye yakın tarihinin Dersim sonrası en karanlık yıllarından birinde, 10 Aralık 1993’te Özgür Gündem gazetesi “İnsanlık Sürükleniyor” başlıklı bir manşetle çıktı. Bir PKK gerillası bir tanka bağlanmış sürükleniyordu. Gerçekte manşetteki fotoğrafı, dönemin ana akımının en çok satan gazetelerinden Sabah gazetesinin Cizre’deki muhabiri çekmişti. Gazete, “Mümkün değil yayınlayamayız” cevabını vermişti, Şükrü Kaya’nın mektubu sadece Yunus Nadi’ye değil, bütün medya yöneticilerine gönderilmişti sanki. Fotoğraf Özgür Gündem’e ulaşıp yayınlandıktan sonra özel tim fotoğrafı çeken çocuğu kaçırıp işkence yapar. Bir çöplüğe bırakır, muhtemelen öldü diye. Peki ana akım medya fotoğraf yayınlandıktan sonra vakayla ilgilendi mi? Elbette hayır, bir PKK’linin cesedinin sürüklenmesinde medya yöneticileri bir sorun görmüyordu.
Sürüklenen ölüler, teşhir edilen ölüler, kulağı, burnu kesilen ölüler, Dersim tertelesi günlerinde Alişêr Efendi’ye de uygulanan “baş kesme” fiilinin 90’lı yıllardaki devamı gibidir.
Ölüyü sürüklemenin bir başka epizodu da 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra, “çözüm süreci buzdolabına kaldırıldıktan” sonra yayılan çatışma sürecinde yaşandı.
Şırnak’ta öldürülen Hacı Lokman Birlik’in cesedi zırhlı bir araca bağlanıp sürüklendi. Darbe öncesi dönem olduğu için medyada nispeten dikkate değer eleştiriler getirildi. Sonuç? Görüntüleri yayınlayanların suçlanması oldu. Hürriyet gazetesi, Hacı Lokman Birlik’in “terörist” olduğunu yazdı; bunu yazabilmek için hiçbir delili yoktu, silahlı olduğuna dair bir bilgi verilmiyordu. Üstelik bedenine sıkılan kurşunların büyük çoğunluğu yakın mesafeden atılmıştı, gözaltına alınırken canlı olduğunu söyleyen tanıklar vardı. Yani bir yargısız infaz şüphesi hayli kuvvetliydi. Buna rağmen, ne öldürülmesi ne de sürüklenmesi sorun edilmedi, fakat fotoğrafların yayılması sorun edildi. Sonra bir de kulp bulundu: Üstünde bubi tuzağı vardır belki diye sürüklenmişti güya, oysa üstünde silah olsa elbette önce onu yazacaklardı, yoktu ama belki de vardı! Aslında bu Aşil ile Hektor sahnesinin tekrarıydı: Ölümlü Hacı Lokman Birlik tıpkı Hektor gibi, ölümsüz zırhlı araca bağlanarak sürüklenmişti. Medyanın vakayı ele alış tarzının önemli yanlarından biri de Hacı Lokman Birlik’in ölümü hak ettiğini kanıtlamak üzere bir parlamenterin adını kullanmasıydı: Hacı Lokman, HDP Milletvekili Leyla Birlik’in kayınbiraderi, yani ölümünü soruşturmanın gereği olmadığı gibi, ölüye saygıdan da yas hakkından da yararlanması mümkün değildi. Bu sunuş biçimi, silahlı olup olmamasını önemsizleştirmeye yönelik bir stratejinin gereğiydi, ölümü ve sürüklemeyi haklılaştırma dışında bir kaygısı yoktu medyanın.
Ölüye saygı ve yas hakkı konusundaki kritik gelişmelerden biri de Gazi eylemleri sırasında yaşanmıştı. Gezi eylemleri sırasında güvenlik güçleri tarafından öldürülen kişiler aleyhine kampanyalar iktidar yanlısı medyanın ana işlerinden biriydi. Hedef olan isimlerden biri de Berkin Elvan’dı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, 23 Mayıs 2014’te bir AKP toplantısında açıkça Berkin Elvan’ın yas hakkının olmadığını söyleyecekti: “Daha dün yine olaylar oldu. Neymiş Berkin Elvan’ı anmak için törenler düzenleyeceklermiş. Her ölüm hadisesinde bir tören mi düzenleyeceğiz. Ölmüştür geçmiştir.”
Gezi günlerinde gün içinde milyonlarca kişinin toplanıp buluştuğu ve hükümet karşıtı sloganlarla gösteriler düzenlediği Taksim meydanının yanı başındaki Gezi Parkı’nın zemininde mezar taşları ortaya çıktı. Ermenice yazılıydı taşlar, çünkü orası bir Ermeni vakfına ait mezarlıktı ve el konulup meydan haline getirilmişti. Dönemin Gezi lehine, iktidar aleyhine yayın yapan yani “muhalif” bir görünüme geçen ana akım (Gazete olarak Hürriyet, Milliyet, Vatan, TV olarak CNN Türk, Kanal D, Show TV vs. medyaları için üstünde durulacak bir konu değildi elbette, çünkü iktidara karşı olsalar da Ermenilere 1915’te reva görülen kırıma da peşinden soykırımın devamı olan mülksüzleştirme süreçlerine de karşı değillerdi; bu kez “mezarlık” yaşam alanının altına itilmişti ama ortak yaşam kurmak için değil mezarlıkta yatanların mirasçılarını yaşamdan da ölümden ıskat etmek için.
Çözüm süreci “buzdolabına kaldırıldıktan sonra” başlayan şiddet dalgası günlerinde Silopi’de 68 yaşındaki Taybet İnan evinin önünde vuruldu, cesedi yedi gün sokakta kaldı. Aynı günlerde Cizre’de Cemile Çağırga isimli 10 yaşındaki çocuk evinin içinde vuruldu, cesedinin defnine izin verilmediği için günlerce buzdolabında bekletildi. Aynı yıl Varto’da öldürülen Kader Kevser Altürk’ün (Ekin Wan) çıplak fotoğrafları yayınlandı. Fotoğrafı yayınlayan sosyal medya hesaplarına göre “kent merkezinde öldürülmüş” bir PKK’liydi. Soruştuma açan vali derhal görevden alındı. Ne öldürmeye ne de fotoğraf yayınlamaya dair bir dava elbette açılmadı fakat teşhiri eleştirenlere açıldı, örneğin dönemin HDP EŞ Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’a.
Aynı yıl Tahir Elçi Dört Ayaklı Minare’nin ayaklarının altında katledildi; hemen ardından kameraların karşısına geçen dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu, yaşamını yitiren polislerden “şehit oldu” diye bahsederken, Tahir Elçi’nin “hayatını kaybettiğini” söylemişti. Bir ölüm mukaddes, bir ölüm normaldi ona göre. Tahir Elçi, Dört Ayaklı Minare’nin daha fazla zarar görmemesi için, yani bir kamusal anıtın korunması için kamu önünde konuşurken vurulmuştu ama “şehit” olamamış, öldüğüyle kalmıştı başbakana göre. Ölümün, ölülerin hiyerarşisi kendisini bir daha gösteriyordu. 2015 7 Haziran sonrası şiddet dalgası günlerindeki “ana akım medya” Dersim günlerindekinden farklı bir tutum takınmıyordu. Tahir Elçi, yine bir ana akım yayını olan CNN Türk’te çıktığı programda PKK’ye “terör örgütü” demeyi reddettiği için hedefe konulmuştu, artık “öldürülebilir kişiler” kategorisindeydi ve öldürenlerden hesap soracak bir hukuk mekanizması yoktu; İtalyan Filozof Giorgi Agamben’in “homo sacer” (kutsal insan) dediği kategorideydi artık, nekropolitik bakımdan açık hedefti; davasının “cezasız”lıkla sonuçlanacağı, ölümüne eşlik eden söylemlerden bariz biçimde anlaşılıyordu ve öyle de oldu.
Kürt siyasetçi Aysel Tuğluk’un annesi Hatun Tuğluk, Eylül 2017’de vefat etmiş, Ankara’da defnedilirken, tören heyeti saldırıya maruz kalmıştı. Bir yerlerde bir araya gelmiş bir grup, o günlerde tutuklu bulunan eski Milletvekili Aysel Tuğluk’un annesi Hatun Tuğluk’un oraya defne edilemeyeceğini söylüyordu. İki argümanları vardı: Orası Sünni mezarlığıydı bir Alevi gömülemezdi ve orası Türk toprağıydı bir Ermeni gömülemezdi. Hatun Tuğluk’un Ermeni olmadığını herkes biliyordu elbette fakat 1915 soykırımına hem yol açan hem oradan miras alınan Ermeni nefreti, Kürt nefretini örten şal olarak kullanılıyordu. Hatun Tuğluk Dersim’e götürülerek defnedildi. Elbette iktidar yetkilileri saldırıyı onaylıyor değildi, dönemin cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın, “Ölüye saygı medeniyet unsurlarımızın temellerinden biridir” dedi, bu ifadeyi bir Diyanet yetkilisi, (Adalet Bakanı) Bekir Bozdağ ve (İçişleri Bakanı) Süleyman Soylu tekrar etti, hiçbiri başsağlığı dilemedi. Ana akım medya devlet yetkililerinin “medeniyet” laflarına ağırlık veriyor, saldırıyı küçültüyor ve küçümsüyor, eleştirel bir yayıncılıktan özenle kaçınıyordu.
Suç Ortaklığı Ve Denasyonalizasyon
Bu yazı üzerinde çalışırken Rojava’dan bir haber geldi; Kürt gazeteciler Cihan Bilgin ve Nazım Daştan, SİHA saldırısıyla, yani nokta hedef seçilerek öldürüldü. Beklendiği gibi iktidar medyası “ölümü hak ettiklerini” dile getirdi; bunların en ünlüsü, her zaman iktidarın “amiral gemisi” olan Hürriyet’in yayın yönetmeni ve en ünlü yazarı olan Ahmet Hakan’dı. Ölenlerin “terör örgütünün aparatları” olduklarını, kendilerine gazeteci denilemeyeceğini, yani ölümü hak ettiklerini öne sürüyordu. Bu öldürmenin bir cinayet olduğu, ulusal ve uluslararası hukuka, özellikle insancıl hukuka aykırı olduğu gerçeği kimseyi ilgilendirmiyordu, önemli olan “başarı”ydı. Ahmet Hakan böylece ölü bakan Şükrü Kaya’nın tedrisatının en iyi temsilcilerinden biri olarak, hem Türk medya tarihini kat eden kıyım ortaklığına imzasını atıyordu hem de yas ve taziye hakkını hedef alıyordu. Taziye hakkına saldırı sadece yas hakkına saldırı olarak kalmaz, aynı zamanda insanı insan toplumu toplum yapan bir temel tutuma saldırıdır. Kürtlerin düğünlerine yönelik baskılar da bu saldırının bir başka yüzüdür, yas tutma ve şölen yapma haklarına, yani toplum olma imkanına saldırıdır söz konusu olan. İkisi birden bir makas gibi çalışır, hedef denasyonalizasyon, yani ulus olmaktan çıkarmadır ve medya bu prosedürün askeri-polisiye aygıtlarıyla eş zamanlı, eşgüdümlü çalışan bir yıkım makinası işlevini görür.
Yoruma kapalı.