Özyönetim direnişleri sırasında, iki abluka arasında, Barış İçin Kadın Girişimi olarak Cizre’ye gitmiştik. Direniş alanında, çevre dağlardan halka desteğe gelmiş az sayıda gerilla da vardı. Cizreli arkadaşlarım beni bir kadın gerillanın yanına götürmiştü. Süreci sordu. Aklımda sorular vardı. Bana, ‘burada direnerek siyaset için bir alan açıyoruz,” demişti.
O iki abluka arasında ve kayıplara rağmen Cizre’de moralin yüksek olduğunu hatırlıyorum; başkent Ankara’dan getirilen, tank ve insansız hava araçlarıyla donatılmış özel kontrgerilla timlerinin destek verdiği güvenlik güçleri, halkın ve silahlı gençlerin gösterdiği direniş nedeniyle mahallelere girememişti. Kadın gerilla şöyle devam etmişti: “Bizi yok etmek istiyorlar. Biz ancak yok edilmeyeceğimizi göstererek siyaset ve barış için bastırabiliriz.”
Onun yanından ayrıldıktan sonra, Cizre’de yaşayan bir arkadaşımla, o ve arkadaşlarından neden bu kadar etkilendiğimizi düşündük. Arkadaşım, “Çünkü birbirlerine karşı çok sevecenler. Buraya aitler. Ama kötü taraflarına değil,” demişti. Bunda doğruluk payı olsa da, bu diğer herkesin neden onlara bu kadar sevgi duyduğunu, ve çok genç olmalarına rağmen, komutlarını yerine getirdiklerini açıklamıyordu. Kendi kendime, insanların onları aynı zamanda hem çocuklar, hem savaşçılar hem de bir çeşit peygamberler olarak gördüklerini düşündüm. Etleri ve kemikleriyle, o çok beklenen özgür geleceğe giden yolu açıyorlardı. Bir anlık sessizlikten sonra arkadaşım ekledi: “İnsanlara ellerinden gelenin en iyisini yapmaları için ilham veriyorlar.”
İkinci ablukada Türk devleti, 1990’lı yılları aşan bir şiddetle Cizre’ye saldırdı. Türk kontrgerilla timleri, yüzlerce sivili, genç aktivisti ve savaşçıyı öldürdü; binaları ve altyapıları yıktı ve direnişçi şehirleri enkaza çevirdi. Devlet güçlerinin Cizre’nin tüm mahallelerini yerle bir ettiği, binlerce insanı yerinden ettiği ve yüzden fazla insanı diri diri yaktığı o ikinci sokağa çıkma yasağının ardından, tanıştığımız kadın gerillanın da aralarında olup olmadığını öğrenmek için internette kontrgerilla hesaplarının yayınladığı ölü beden resimlerini çılgınca aramıştım. Ordaydı. Yüzüstü, yerde yatıyordu.
Kürt halkı Türk devletinin elinde sayısız zulme tanık oldu. Bu son şiddet dalgasını farklılaştıran ve dehşetini artıran şey, yoğunluğu ve ölçeğine ek olarak, daha önce devletin yıkımını gözlerden saklamaya çalışması ve böylece zorla kaybetme, yerinden etme ve infazların gerçekleştiğini kanıtlamak işini Kürtlerin omuzuna yüklerken, şimdi yıkımın Türk devletinin gücünün kanıtı olarak göz önünde yapılmasıydı. Sokağa çıkma yasakları sırasında güvenlik güçleri, hem hendek kazılan şehirlere uzaktan saldırırken hem de daha sonra direnen mahallelere zorla girerken, düzenli olarak sergilenen cesetler üretti. Çürümüş, ezilmiş, çıplak ve parçalanmış Kürtlerin video ve fotoğrafları internete sızdırıldı ve tankların arasına sıkıştırılmış bir yerden bir yere sürüklenen halk görüntüleriyle desteklendi.
Akustik olarak, teknolojik olarak gelişmiş Türk “Özel Kuvvetleri ‘nin ‘üstünlüğünü’ gösteren tankların, insansız hava araçlarının ve bombaların gürültüsü, cep telefonlarından Kürt Televizyon kanallarıyla konuşurken, kendi ölümlerini bekleyen direnişçilerin seslerine karışıyordu. 1990’larda görmek ve duymak Türkiye’de eşit olmayan bir şekilde dağıtılmıştı ve bu herkes gerçekten neler olduğunu bilirse, Kürtlere yapılan zulmün gerçeğini anlayacağı umudunu canlı tutuyordu. Şimdi ise insanlar aynı resimleri görüyor ama farklı şekilde etkileniyordu: Türkler kendilerini muzaffer hissederken, Kürtler dehşete kapılıyor, bu da bir arada yaşama potansiyeline sahip adil bir gelecek hayal etmeyi neredeyse imkansız hale getiriyordu.
Bu acı ve yıkım gösterisi, Türk egemenliğini icra etmekle ilgili olduğu kadar, Kürtlüğün düzen içindeki uygun rolünü belirlemekle de ilgiliydi. Devlet yasalarına mutlak itaat ederek ve Kürtlüğü inkar ederek kendi sembolik ölümlerini gerçekleştirmeyen Kürt bedenleri, her daim, Türkiye’de özgür bir yaşam sürmenin imkansızlığının kanıtı olarak kaldırımda yüzüstü poz vermek zorunda bırakıldı. Çocuk, savaşçı ve peygamberlerini aynı bedenlerde üretmiş Kürt halkının hareket ve enerjisi duvar diplerinde, savcılık önünde kuyruklarda ve cezaevlerinde esir alındı, sabitlendi. Ölüleri tanklara bağlanıp şehirlerde tur atıldı.
Bu yazıda özellikle ölü kadın bedenlerine yapılan işkenceyi ele alacağım. Bosna’dan Filistin’e devletlerin neden savaşta öldürmekle yetinmediği, neden bunun üstüne ölüyü de öldürmek istedikleri bir çok yazının konusu oldu. Burada rasyonel aklın ötesinde psişik bir aşkınlığın ortaya çıktığı yadsınamaz bir gerçek. Bir diğer deyişle, ölümden sonra öldürmek, tıpkı işkence ve tecavüz gibi hiç bir mantıklı çıkara hizmet etmiyor. Ancak kişilerin niyetlerinden bağımsız olarak devletin yapısı hakkındaki önemli hakikatleri ortaya çıkartıyor.
Okuyucuya sokağa çıkma yasağı ve baskınlar sırasında Kürtler için yiyip bitirici bir “temsil travması” oluşturan ve bir evvelki paragrafta bahsettiğim “zoraki pozların” üç görüntüsünü hatırlatmak istiyorum. “Temsilin travması” derken, kişinin gerçeğe bakma konusunda çektiği zorluğu ve zorunluluğu ve bunun insan hakları söylemlerine yatırılan fantezileri ve direniş, güç ve uzlaşmanın geleneksel olarak anlaşılma biçimlerini nasıl bozduğunun altını çizmek istiyorum. Eğer hayal gücü bir şekilde ‘imgeyi’ içeriyorsa, ‘temsilin travması’ hayal gücünün zehirlenmesine ve hayal edilen geleceklerin mahvolmasına neden olur. Bu geçici veya tedavi edilebilir bir şey değildir. Gözün ta kendisine ilişmiştir. Bu ilişiklik artık her şeyden şüphe duymamıza sebep olur ve içimize zehir zikreder. Artık ölümün son olmadığını, öldürmenin durdurmak için, savaşın savaşı bitirmek için yapılmadığını, devleti biçimlendiren arzunun ‘farka’ duyulan varoluşsal bir düşmanlık ve uslanmaz bir aşkınlık içerdiğini biliyoruzdur.
Bahsedeceğim olaylarda kadınların öldürülmesi ve sergilenmesi, genel olarak Kürtlere ve özel olarak Kürt kadınlarına, her zaman ölme potansiyeline sahip olduklarını ve bedenlerinin devletin aşkın ve keyfi şiddetine her zaman açık olduğunu açıkça göstermede çok önemli bir rol oynadı. Aynı anda Türkleri suçluluk duygusuyla rahatsız etmeden (çünkü ölenler ölmeliydi), barış sürecinde ortaya çıkan Kürt (kadın) enerjisinin tuzla buz ettiği narsistik imajlarını onararak rehabilite etti.
İlk fotoğraf, Ağustos 2015’te güvenlik güçleri tarafından öldürüldükten sonra sürüklenerek herkesin görebileceği bir kaldırıma bırakılan ve “Ekin Wan” kod adıyla bilinen kadın gerilla Kevser Eltürk’e ait. Güvenlik güçlerinin Twitter’a sızdırdığı bir fotoğrafta, varlığı fotoğrafa girmiş bacaklarından anlaşılan sivil ve üniformalı erkekler, Ekin Wan’ın giysilerinden arındırılmış bedeninin etrafını sarmışlardı.
Amerika’da siyahlara karşı gerçekleştirilen linç fotoğrafları hakkında yazan David Marriott, “Kamera merceği, ölü bir siyah adamın görüntüsü aracılığıyla benliği biçimlendirmenin bir aracıdır,” diyor. Eltürk’ün durumunda da, onu fotoğraflayanlar, ölü ve soyulmuş bedeninin görüntüsü aracılığıyla kendilerini egemen Türkler olarak biçimlendirdiler. Bu imge aynı zamanda Türk toplumundaki şiddet, cinsiyetçilik ve ırkçılığı evrenselleştirdi ve Kürt topraklarında hukukun her zaman Türk ve ataerkil kalacağını gösterdi.
İkinci görüntü ise Taybet İnan’ın sokakta yüzüstü yatarken çekilmiş bir fotoğrafıydı. Türk keskin nişancıları tarafından vurulan on bir çocuk annesi Taybet ana, Türk silahlı kuvvetleri ile silahlı Kürt gençleri arasındaki çatışmalar devam ederken, yedi gün boyunca sokakta kaldı. Ailesinin, cesedinin sokaktan kaldırılabilmesi için çatışmaların birkaç saatliğine durdurulması yönündeki ısrarlı taleplerine rağmen, merkezi ve yerel devlet yetkilileri çatışmaların durdurulması ve Taybet ananın gömülme hakkını reddetti.
Ekin Wan’ın aksine Taybet İnan Türk devletiyle savaşmamıştı. Ancak Kürtlerin ölüme mahkum edildiği bir bölgede yaşamaya devam ettiği için suçu bir o kadar ağırdı. Devletin isyancıları daha etkili ve daha az maliyetli yollarla öldürebilmesi için evini terk etmeyerek Türk devletinin ırkçı soykırım düzenindeki rolünü oynamayı red etmiş ve bundan dolayı kaçınılmaz olarak cesede döndürülmüştü.
Son vaka bir görüntü değil, bir kısa mesaj ve daha önce tanık olunan dehşetten beslenen hayal gücüyle doldurulacak bir boşlukla ilgili. Kamuoyu üç kadın siyasetçinin, Demokratik Bölgeler Partisi Parti Meclisi üyesi Seve Demir, Özgür Kadın Kongresi üyesi Pakize Nayır ve Silopi Halk Meclisi Eş Başkanı Fatma Uyar’ın yaralandığı haberini aldı. Bir Kürt milletvekiliyle yaptıkları telefon görüşmesinde ambulans talebinde bulundular. Gençlerin terk ettiği bir mahallenin sakinlerini güvenli bir yere götürmeye çalışırken, Özel Kuvvetler’e ait bir zırhlı araçtan açılan ateş onlara isabet etmişti. Bu çağrıdan saatler sonra onları almak için bir ambulans gönderildi, ancak hastaneye ulaşan onların cansız bedenleriydi. Telefon edebildikten sonra gerçekte nasıl öldükleri hiçbir zaman açıklanmamış olsa da, Seve Demir’in başının kesildiğine dair söylentiler yayıldı ve Türk ordusunun yıkım ve şiddetini, Kürtlerin Suriye’nin kuzeyinde savaştığı IŞİD ile ilişkilendirdi.
Ashon Crawley, Amerika’da linç fotoğraflarının geniş çapta yayılmasını tartışırken, şöyle bir saptamada bulunuyor. Öldürülmüş insanların, ceset haline getirilen ve etleri sergilenen insanların, beyaz kamuoyu için anlamı artık onların sırlarını kaybetmesi, tamamıyla erişilebilir olması, kapatılması, susturulması, dondurulmasıdır. Böylelikle liberal özne kendini sahip olduğu tüm ayrıcalıklar ve mülklerle yeniden yaratır.
Vakalarımızı birbirinden ayıran mekânsal mesafelere ve tarihsel farklılıklara rağmen, Crawley’in analizleri, kontrgerilla timlerinin öz yönetim direnişleri sırasında “ceset haline getirilmiş” kadın ve erkeklerin fotoğraflarını neden internete sızdırdıklarını anlamak için bir çerçeve oluşturması açısından faydalı buluyorum. Şiddet ve onun sergilenmesi, yaşayan nefes alan et ve kemiği esir almak için onu nefes aldığı topluluktan koparır. Onu kuşatır ve böylece toplumun geri kalanının etnik saflığının geri kazanılmasını sağlarken aynı zamanda isyancılar ile tam insan/yurttaş arasında bir mesafe kurar.
Crawley’e göre, “Irksal çete ve linç şiddeti, siyahların, hareket etme, esaretten kaçma ve siyahlıktan zevk alma kapasitesinin engellenmek istendiğine dair inanç itiraflarıdır.” Peki, Türk devletinin kadınları öldürürken, teşhir ederken itiraf ettiği inanç nedir? Devlet Kürtlük ve kadınlıktaki hangi zevkleri ortadan kaldırmak ve hangi potansiyel gelecek tasavvurlarını engellemek istedi ve herşeye rağmen soykırımdan geriye kalan ve hayatta kalan, disiplin ve imhadan kaçan şeyler nelerdi?
Bu konuyla ilgili temel argümanım hep şu oldu: Son birkaç on yılda Türkiye’deki Kürt kadınları bir “başka türlü” varoluşu gerçekleştirmede, potansiyel ve yeni geleceklerin imkanına işaret etmede ve bir Kürt ve kadın geleneği inşa etmede çok önemli aktörler oldukları içe ve dışa doğru -derinlik ve genişlikle- uzandılar ve hiç kimseye benzemeyen bir biriciklik inşa ettiler. Yeni kamusal temas alanları yarattılar ve hayatlarını ve statülerini riske atarak yeni ilişkilenmeler yarattılar. Yepyeni bir “kadın politik tahayyülü” nün ve böylelikle başka türlü bir insan olmanın icatçısı oldular. Kevser Eltürk, Taybet İnan, Seve Demir, Pakize Nayır ve Fatma Uyar’ın şahsında devletin hedef aldığı şey Kürt Özgürlük Hareketi’nin bu kadın politik tahayyülüdür. Ancak her ne kadar bu cinayetler devam etse de Kürt Özgürlük Hareketi bu tahayyülü ayakta ve canlı tutacak kurumlarını, pratiklerini, geleneğini, etiğini, estetiğini ve tabiri caizse metafiziğini oluşturmuş, anaların, kadın siyasetçilerin ve kadın gerillaların bedenlerinde, et ve kemiklerinde somutlamıştır.
Ölü Bedenlerin Sergilenmesi
Savaş kurumu çeşitli uluslararası anlaşmalarla hem askerler hem de siviller için belirli bir ölüm biçimine sahip olma hakkını temsil eder. Ya da öyle olmasını dileriz. Ölülerin resmi olarak gömülmesi ve özel yas ritüelleri sadece savaş sonrasında gerçekleşmez; bunlar savaş kurumunun sözde ayrılmaz bir parçası, hatta belki de en temel bileşenidir. Nitekim Kürdistan’da gerçekleşen serhildanlara baktığımızda bunlar genellikle PKK’ye karşı yöneltilen savaşa karşı değil, öncelikle, “savaşın şiddetine” ya da “savaşın dehşetine” karşı olmuştur. Bir anlamıyla Kürt halkı Türk devletinin karşısında yer alsa dahi, savaşma hakkını tanımış ancak vahşetine karşı sürekli sınırlar çizmeye çalışmıştır: Örneğin, 2006’da Diyarbakır’da gerçekleşen protestolar gerillaların kimyasalla öldürülmesine karşı, Sebahat Tuncel’in tokadı anaların çadırına gaz bombası atılması sebebiyleydi. Yine, 2015’te olanlar bir savaş olduğu için değil, savaşın biçimi sebebiyle gözümüze kazındı. Nitekim Kürdistan’da olduğu gibi, hemen her yerde savaşa karşı mücadele, genellikle ölümden daha kötü bir şiddetin istilasına karşı savaş ve ölümün onurunu savunma mücadelesiyle başlar.
Steven Miller, “Ölümden Sonra Savaş” isimli kitabında bu konuyu ele alıyor. Ölülere yapılan ve tüm ilkelerimizi zedeleyen eziyeti, Freud’un ölüm dürtüsü teorisine atıfla anlamaya çalışıyor. Freud’un tüm canlılarda hayatta kalma dürtüsü kadar etkin olduğunu savunduğu ölüm dürtüsü, bilindiği gibi aslında ölme arzusu değildir. Ölüm dürtüsü ölüme doğru değil, doğum öncesine doğrudur ve yaşayan varlığın kendi doğum gerçeğini geçersiz kılmaya çalıştığı bir süreci çağrıştırır. Ölüm dürtüsü doğumu ve böylelikle tüm bir yaşam süresini geçersiz kılmaya yönelir. Adeta tarihin akışını geri çevirmeye çalışır. Varlığın yerine hiçliği ikame etmek ister.
Ölüyü tekrar tekrar öldürmek gerçekten de öncelikle bir lanet etme edimidir, metafiziksel bir anlamda öbür dünyayı kontrol etmeyi ve ölenin ölüler dünyasından da tecrit edilmesini arzu etmenin göstergesidir. Ancak elbette çok daha toplumsal bir hakikati de açığa çıkartır.
Steven Miller’ın dediklerinden yola çıkarak devletlerin, çok kuvvetli bir ölüm dürtüsüne sahip olduğunu düşünüyorum. Bu ölüm dürtüsü aslında devletin (özelde kapitalist devletin) sürekli her şeyin yolunda olduğu ve sürekli bir bütün olarak disipline edilmiş vatandaşlarla ileriye gidileceğinin garanti altında olduğu bir düzen arzusunu her gün yeniden yaratmasından kaynaklanıyor. Devletlilik fantazisi bir gün herşeyin tam istedileceği gibi olacağının, bir gün herkesin boyun eğeceğinin, zaman ve mekanın tam örtüşeceğinin, herkesin tam olarak kapsanıp istenildiği gibi davranacağının üstüne kurulu. Tam bir etki ve yetki fantazisi. Devlet topraklarında yaşayan herkesin ve her maddenin belli mekanlarda esir olmasının (ev, işyeri, vs.) ve sadece belli yönlerde ve kontrollü bir şekilde dolaşımının hayalini kuruyor. Bundan dolayı devletin en büyük düşmanının da bu esareti ve dolaşımları hem kolaylaştıran hem de hep tehdit eden anne olduğunu iddia ediyorum ama bu başka bir yazının konusu.
Türk devleti için bu fantaziyi en fazla bozanın Kürt Özgürlük Hareketi olduğunu söylemeye gerek yok. Devlet için Kürt hareketi yenilmesi gereken bir güçten çok olmaması gereken bir hata. Burada devletlerin farklılıkları öteki olarak değil, bir varlık tehditi olarak gördüğünün de altını çizeyim. Alenka Zupancic öteki olarak tanınmanın koşulunun arzunun merakı olduğunu söyler. Öteki arzusunu bilmediğim ve merak ettiğimiz bir gizemdir. Sevsek de, nefret etsek de.
Oysa Türkiye ve Kürtler ilişkisinde bir merak değil, bir takıntıdan bahsedebiliriz. Türkiye’nin Kürt arzusuna karşı tavrı bir sorgulama değil, inkâr ve imha tavrıdır. Türkiye için Kürtler ve Kürtlerin arzuları olumsal değil, ontolojik bir sorundur. Devlet Kürtleri arzularından dolayı sorgulamakla değil, onları ya tamamen yok etmekle ya da yutup sindirmekle ilgileniyor. Başka bir deyişle, başka yerlerde olduğu gibi Türkiye’de de karşı karşıya olduğumuz sorun ötekileştirme ve ötekini kabul etme ya da onunla mücadele etme değil, onun arzusunu hiç var olmamış gibi en baştan yok etme sorunudur. Dolayısıyla ezilenin bir öteki olarak ortaya çıkması verili bir şey değil, mücadele ile elde edilen bir başarıdır. Nitekim Kürt Hareketi mücadelesinin de en büyük sonucunun öteki olduğunu kanıtlaması olduğunu söyleyebiliriz.
Burada Abdullah Öcalan’ın karılaştırma metaforunun da son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Karılaştırma ötekileştirme değil esir alma, saklama, iradeyi yok etme ve kimi zaman gelen şefkatle avutmayı içeriyor. Ne istediği merak edilmeyen, arzusu merak edilmeyen biri ‘karı’. Erkek bir kadının, bir başka olarak kendisini görünür kılmasına hep hınç duyuyor. Bir kadın, başka bir varoluş, özerk bir yapı olarak meydana çıktığında tek çıkar yol öldürülmesi oluyor.
Bütün bunlarla birlikte düşündüğümüzde, Miller’ın ölüm dürtüsünün amacını “ölüm” değil, daha ziyade yıkım olarak tanımlamasını anlamak kolaylaşıyor.
Birinin varlığının tüm izlerini silmek mümkün olsa bile, kurbanı tanıyan ya da ona ne olduğunu önemseyen tüm insanları ve sonra da bu insanlara ne olduğunu önemseyen herkesi tespit etmek ve ortadan kaldırmak gerekir. Savaşın içinde ya da dışında ortaya çıktığında, ölüm dürtüsü şehirlerden mezarlara, duvarlara ve hafızanın canlı kayıtlarına kadar her şeyi heba eder; nesiller arası ve özneler arası deneyimin ele geçirilemez kapsamına farkında olmadan tanıklık ederek ona dair o ilişkileri zehirleyerek müdahale eder. Yaşam bir kez ortaya çıktığında, tüm dünyayı yok etmeden gerçekten ortadan kaldırılamaz. Ölüm dürtüsünün amacı yalnızca yaşamı sona erdirmek değil, daha radikal bir şekilde kişinin yeşerdiği tüm dünyayı sona erdirmektir.
Ölümden sonra uygulanan şiddet, düşman öldükten ve hareketsiz kaldıktan sonra bedenine uygulanan şiddet, düşman hareket etmeyi bıraktığında devam eden şiddet, bu tür bir şiddet Kürt kadınlarına yöneldiğinde neye yönelmiştir?
Sömürgeleşmeye Karşı Politik Tahayyülü
Kürt Kadın Hareketi’nin özgürlük mücadelesinde nasıl bir politik tahayyül yarattığını burada anlatmak imkansız. Nihayetinde konu ile ilgili bir kitap yazdım. Ancak bundan çok daha önemlisi, hareketin kendisi bu tahayyülü anlatan onlarca olağanüstü metin kaleme aldılar. Ancak Ekin Wan, Seve ve arkadaşları ve Taybet ana nezdinde devletin ölum dürtüsünün neyi hiç yokmuş gibi silmeye azmettiğini anlamak için bir kaç söz edeyim.
Postkolonial, dekoloniyal ve Siyah çalışmalarının kesişiminde, sömürgeciliği öncelikle, hayal gücüne sınırlar çizmeye çalışan psişik ve maddi bir şiddet olarak görüyorum. Kürt Kadın Özgürlük Hareketi bu sınırları aşıyor ve iki hamle yoluyla hayal gücünü dekolonize diyor. Bunlardan ilki ideolojik ve örgütsel. İkincisi ise edimsel.
Kürt Özgürlük Hareketi, Kürdistan’ı kapitalist modernitenin oluşumunun merkezinde yer alan bir “uluslararası sömürge” olarak tanımlıyor. Sömürgeleştirmenin tarihini Mezopotamya’da Sümer rahip devletlerinin oluşumuna kadar götüren Kürt Özgürlük Hareketi, kadınları ilk sömürge olarak görüyor ve kadınların ataerkil aile kurumu aracılığıyla köleleştirilmesini kapitalist modernitenin oluşumuna içkin olarak değerlendiriyor. Bu görüşe göre, günümüzde bu sömürgeleştirme tarihi, tüm toplumsal ve komünal yaşam biçimlerine saldırıyla karakterize edilen bir Üçüncü Dünya Savaşı aracılığıyla devam etmektedir. Soykırım, toplumsal cinayet, siyasi cinayet ve kadın cinayetleri; insanların ve kültürlerinin yok edilmesi; özerkliği yok edecek bir şekilde toplumsal yeniden üretme araçlarının toplulukların ellerinden alınması; kriminalize edilerek siyasetten dışlanmaları bu savaşın başlıca uygulanma biçimleridir. Dolayısıyla Kürt Hareketi’nin düşüncesinde sömürgecilik, kapitalist modernitenin içsel bir parçasıdır ve Kürdistan’da özel bir biçime ve tarihe sahip olsa da, tekil devletlere özgü olmaktan ziyade bir dünya sistemidir. Kürt Kadın Özgürlük Hareketi’nin genel hedefi, soykırım, toplumsal cinayet, siyasi cinayet ve kadın cinayetlerine karşı sistematik bir sömürgecilik karşıtı mücadele yürütmek için kapsamlı bir ideoloji, epistem ve kavramsal aygıtın yanı sıra siyasi ve toplumsal örgütlenmeler inşa etmektir. Bu mücadele hem Mezopotamya’da devletlerin kurulmasıyla yok edileni yeniden kurma girişiminden hem de dünyanın dört bir yanındaki insanların kapitalizme ve onun kurumlarına karşı direnerek yarattıkları demokratik modernite geleneğinden beslenmektedir. Bu mücadelede, devletten özerkliği yeniden kazanmak ve insanlığın ancak ulus-devlet aracılığıyla temsil edilebildiği bir dünya sisteminde Kürtlerin dışlandığı insan ontolojisine -siyasal görünürlük ve güç yaratarak- erişmek temel stratejileri oluşturuyor.
İkinci olarak, sömürgeleştirilen, mülksüzleştirilen ve yerinden edilen Kürtler, karşılaştıkları gündelik ırkçılık ve şiddetten ve indirgendikleri hiçlikten bir hayat yaratmaya mahkum edilmişlerdir. Vatansız insanlar olarak, onları birbirinden ayıran, inkar ve imha eden çoklu yasaların sınırlarında ortak yaşamlarını tüm engellere rağmen ve “doğaçlama” olarak yeniden inşa etmek zorundalar. Bireysel ya da topluluklar halindeki edimleri, yaşamlarının, bedenlerinin ve arzularının bu çoklu yasalarla uyumsuzluğu ve kendilerine dayatılan söylemsel ve maddi farklı epistemik kategoriler arasındaki sıkışıklık içinde gerçekleşiyor. Dahası, hikayelerinin modernitenin verili türleri tarafından ele geçirilmemesi için mücadele etmek ve devletin yasaları tarafından anlatılamaz kılınan deneyimlerini iletmek yolları bulmak zorundalar. Dolayısıyla örgütler, siyasi partiler ve gerilla birlikleri aracılığıyla inşa ettikleri siyasi gelenek, aynı zamanda kapitalist modernitenin anlaşılabilirlik çerçevelerini aşan radikal bir estetik gelenektir. Politik tahayyülün dekolonize edilmesi, Kürt Kadın Hareketi ideolojisinin bütünlüğü ile kadınların kendilerini içinde buldukları baskıcı siyasi koşullarda bir hayat kurarken, kendi tekilliklerinde sergiledikleri edimler arasındaki kesişimde gerçekleşiyor. İşte burada, ideolojik bir dışarısı oluşturma arzusu ile politik olarak kendini gerçekleştirme ve dünyayla ve sözle bağ kurma zorunluluğu arasında, Kürt Kadın Hareketi özgürlük rüyalarını görüyor ve yeni bir insan, yeni bir evrensellik ve yeni bir gelecek geliştiriyor.
Bu özgürlük rüyalarının taşıyıcısı olarak analar, kadın siyasetçiler ve kadın gerillalar ayrı bir rol oynuyor. Üçü de devletin çizdiği hiç bir alana sığmıyor. Üçü de devletin kontrol ettiği dolaşımlardan farklı dolaşımlar yaratıyorlar. Üçü de sürekli hareket halinde. Ülkelerin sınırlarını, kanunun sınırlarını, kamusal ve özelin sınırlarını, kutsal ve dünyevi arasındaki sınırları, ölüm ve yaşam, dün ve bugün, devlet alanı ve direniş alanı arasındaki sınırları bozuyor, geçişken kılıyorlar. Aile ve siyaset arasındaki sınırı tarumar ediyorlar. Yas ve sevinç, inat ve inanç arasında gidip geliyorlar. Erişkin ve çocuk arasındaki, yaşlı ve genç arasındaki sınırları tanımıyorlar. Bir yandan Kürdistan’ın taşralılaştırmasına karşı koyup Kürdistanı sürekli dünya mekanı ve sözü ile ilişkilendiriyor, bir taraftan da kapitalist modernitenin doğru yaşam diye dayattıklarından farklılaşıyorlar.
Bu ele avuca sığmaz son derece hareketli ve akışkan halleriyle hiç bir zaman tek bir şey olmuyor, tek bir hayat yaşamıyor, tek bir ihtimale razı gelmiyorlar. Hareket ediyor ve hareketlendiriyorlar. Geçmişe ve geleceğe aynı anda uzanıyorlar.
Belki de devlet için en fenası Kürtlüğü ve kadınlığı keyif alınacak , kahkaha atılacak bir yere dönüştürüyorlar.
Bunun karşılığında devlet cezaevi, cinayet ve 2013’te gördüğümüz büyük nikahlar aracılığıyla kadınları sabitlemeye tek bir şeye indirgemeye çalışıyor. Eve, ölüme, esarete… Ölümlerinden başka bir şeyi düşünmememiz için bizi temsilin travmasıyla zehirleyip yüzüstü bedenlerini gözümüze iliştirmeye çalışıyor.
Yeşerdikleri toprakları savaş veya kentsel dönüşüm adı altında kurutmaya, gezdikleri dağları kalekollarla ve orman yangınlarıyla çöle döndürmeye uğraşıyor.
Yoruma kapalı.