Düşünce ve Kuram Dergisi

Devrimci Mücadelede Şiddetin Rolü

Ömer Okul - Murat Demir

“Devrim insanın ahlaki eğiliminin bir göstergesidir.
Yasallığa ilan edilmiş haksızlık durumudur.”
Immanuel Kant

Devrimin Ne Olduğuna Dair

Devrimsel şiirsel bir tınıya sahip; ezilenlerin, sömürülenlerin ve bilimin ötekileştirilenlerin destansı mücadelelerinin sergilendiği büyük bir sahnedir. Geniş halk kitlelerinin başat rol oynadığı bu kolektif temsilin teması tarih yapıcılıktır. Tarihin hangi anında neşet ederse etsin tüm devrim kategorilerinin üstlendiği misyon; köhne ve aşınmış “eski”yi temsil eden zihniyet kalıpları, siyasal ve toplumsal kurumlar, ahlaki değer yargıları ve kültürel yapıların yerine yeni olanı ikame etmektir. Dolayısıyla her devrim yeni ile eskinin acımasız savaşından ibarettir. Yenilik bir özgünlük üretimi olarak aşınmış ve çürümüş olanı imha ederek kendini kurumsallaştırdığı ölçüde tarihsel sürecin öznesi durumuna gelir. Devrim Zeitgeist’in (zamanın ruhu) cevaz verdiği şekilde bugünün inşası değil, onu aşan geleceğe dair tahayyüllerin bugünden inşasıdır. Devrimcilik zamanın ruhuna teslim olmak değil, zamana kendi inanç ve ideallerinin karakteriyle kodlanmış ruh katmaktır.

Tarihin tozlu sayfaları arasında vuku bulmuş birçok devrime denk gelinir. Neolitik devrim, Sanayi Devrimi, Bilim-Teknoloji Devrimi bunlardan en önemlileridirler. Ancak bizim temel tartışma konumuz toplumsal devrimlerdir. Adı geçen devrimlerin toplumsal, sosyal, ekonomik yaşamda yansımaları olduğunu; yaşamın genel gidişatında kırılmalar yarattıklarını belirtmek durumundayız. Ancak ilk sırada zikredilen devrimlerin yol açtığı değişiklikler dolayımsaldır. Diğer bir deyişle dolaysız biçimde toplumsal yaşamı, zihniyet kalıp ile kategorilerini ve müesses nizamı hedeflemez. Ancak kendileriyle beraber ortaya çıkardıkları dinamizm ile toplumun tarihsel seyrinde değişim lehine bir rol oynarlar. Bizim tartışma konumuz, yerleşik düzeni ve maddi-manevi bütün uzantı uzuvlarını devirmeyi önüne temel hedef olarak koymuş devrim mefhumudur. Uzun soluklu ve amansız bir mücadelenin sonucunda nicel olarak birikmiş sorunlar yığınının nitel bir patlamayla başka bir dönüşümün toplumsal tabanda gerçekleşme sürecidir. Bu bağlamda devrim, sadece her şeyin “an”da başlayıp bittiği; bir dokunuşla her şeyi ters yüz eden çizgisel gelişim sürecinin sonunda varılan bir zirve ya da sihirli bir moment değil; içinde her an gelgitlerin, zikzakların olduğu helezonik seyir izleyen ideolojik, siyasi, entelektüel ve ahlaki mücadele yüklü bir süreçtir. Art alanında binlerce yıllık kalkışmaların, başarısızlıkların, yenilgilerin olduğu; ama asla vazgeçilmeyen özgürlük kavgasının anda zafere ulaşmasıdır moment. Alain Badiou’nun yerinde deyimiyle “zafer, bizzat yenilgiyi örgütleyen aşkın motiftir.”

Devrimler, sürece yayılmış bir derinliğe sahip olmanın yanı sıra toplumsal karakter taşıdıkları ölçüde tarihi bir anlam taşırlar. Klasik devrim doktrinlerinde olduğu gibi salt iktidarın ele geçirilmesi yoluyla yönetimin alaşağı edilmesi ve iktidar kaynaklarının kullanılarak toplum mühendisliği yoluyla “yeni insan ve toplumu” yaratma tahayyül ve tasarıları toplumsal değil, siyasal devrim kategorisinde yer alırlar. Sosyal ya da toplumsal ön takıların eklenmesi nominalizm evreninde karşılığını görse de hakikat evreninde karşılığını bulmaz.

Aynı şekilde siyasal taşısa da devrim olarak nitelenemez. Evrensel ve bölgesel tarihimiz bunun sayısız örnekleriyle doludur. Kalender İsyanı’ndan Dadaloğlu’na, Robin Hood’tan William Tell’ e, Pugaçev’ den “eşkıya” kalkışmalarına uzanan zengin bir isyanlar tarihi var. Direnme gücü, baş eğmezlik ruhu, adalet tutkusu, özgürlük aşkı ile örülü isyancı gelenek gelecek kuşaklara önemli bir miras bırakmıştır. Hannah Arendt ezilenlerin ezenlere karşı verdiği mücadelenin altında yatan psikolojik motifi şöyle tespit eder; “Ancak koşulların değişebileceği yönünde bir şüphe varsa ve buna rağmen koşullar değişmiyorsa, hiddet gelişir. Ancak adalet duygumuz rencide olduğunda hiddet gösteririz” Tarih bu tür bir hiddetin şiddete dönüştüğü örneklerle doludur. Ancak asiler yalnızca yönetici kadroları (kimileri yöneticileri kimileri de hükümdarı) ya da politikaları değiştirmeyi amaçlamışlardır. Tutarlı ideolojik ve siyasi argümantasyona dayanan yeni bir toplumsal form yaratma iddiasından yoksundurlar. Sistematikleşmiş dünya görüşüne sahip olmadıklarından verili olanı aşma ufkundan uzaktırlar. Ama yönetme ferasetini ve basiretini gösteremeyeni adalet terazisi şaşmış, her türlü toplumsal özgürlüğü ve özgürlükleri hiçe sayan siyasal iktidara direnme hakkının kullanıldığı biçimlerden biri olması anlamında isyanlar ezilen insanlığın kolektif bilincinde önemli bir yer tutar. Hedef ve amaçlar bakımından bir netsizlik taşısa da katlanılmaz haksızlığa karşı duyulan öfkenin insan vicdanında harmanlanarak harekete geçmesi toplumsal benliğin tamlığa kavuşmasının ifadesidir.

Başkaldırı ya da isyancı geleneğin zamana düşen aksi; egemenleri aşırılıklardan kaçınmaya, halka kılıç çekmekten alıkoymaya ve çeşitli düzeylerde özgürlükleri tanımaya zorlaması dolayısıyla tarihte ilerici bir misyona sahiptir.

Özetle, devrim reddedişle başlayan ve kendini bir alternatif olarak ortaya koyan yeninin eskiye galebe çalmasıdır. Sosyal alanda yozlaşma ve parçalanma, ekonomik alanda adaletsizlik ve eşitsizlik, sistematikleşen siyasal baskı, zor, entelektüel ve kültürel -Nietzsche’den mülhem tanımla- dekadans; yani çürüme ve düşüş gibi bir dizi kombinasyonun bir araya gelmesi devrimsel süreç için uygun bir iklim yaratır. Eskatolojik olarak kıyameti çağrıştıran zamanlara karşılık gelmektedir. Sistemsel tıkanmanın yol açtığı ağır toplumsal bunalım ve çelişkiler “kıyamet alametleri”ni andırırken kurtuluşcu özlemleri tetikleyerek yeni bir doğum için elverişli zemini yaratır. “Altın çağlara dönüş”, ilk günah sonrası konuşulan “Cennet bahçesi” imgeleri devrimci eylemin tarihi anlarına kapı aralar.

 

Klasik Devrim Teorilerinde Devrim ve Şiddet Diyalektiği

Klasik Devrim teorisinde geri ve köhnemiş olanın bağrında doğacak yeniyi inşa etmenin çekirdeğinde zor (devrimci şiddet) yatar. Marx’ın deyimiyle “zor, yeniye gebe, eski toplumun ebesidir.” İnsan varoluşunun temel nedeni ve amacı olan özgürlüğe gidiş tarihsel zorunluluğun gereği olarak siyasal alanda şiddet kullanımı yoluyla gerçekleşecektir. Daha ileriyi, güzeli ve iyiyi temsil eden ufuklara ulaşmak için önündeki bariyerlerin –ki bu geniş anlamda kurulu düzen, dar anlam ise onun siyasal temsil kurumları olarak iktidardır- imha edilmesiyle mümkün olur. Devrimci idealleri yaşamsallaştırmanın –tek olmasa da- temel seçeneği tamamlanmış yıkımın kendisidir. Bakunin buna “yaratıcı yıkıcılık” der. Çözülmeyi hızlandırarak ani, beklenmedik bir tür şok darbe olmadığı takdirde eskinin kendisini reformist ve restoratif takiye ve desteklerle sürdürme imkanı olduğundan devrimci şiddet kati surette sonuç alıcı yöntem olarak benimsenmektedir.

Devrimci mücadelede belli bir dünya görüşü ve tasarımı olarak ideolojik bilinç ve önderlik, bunu pratikleştirecek örgütlenme, kitlelerin mobilize edilmesi ve şiddetin etkin biçimde kullanılması temel parametreler olarak serimlenir. Devrimci bir fonksiyon olarak düşündüğümüzde şiddetin etkin biçimde kullanımı temel değişken olarak ele alınmaktadır. Toplumsal antagonizmaların şiddetli bir mücadeleyi diyalektik olarak zorunlu kıldığı varsayılır. Devrimci zorun kullanımı olumsal ve keyfi bir tutum olarak değil, bir gereklilik olarak da ele alınır. Eskiyi temsil eden hegemon ekonomik klik, siyasal güç odakları, zihinsel form ile yeniyi temsil eden ezilen ve sömürülen kesimler arasındaki çelişkilerin çözümünde zor, kilit konumuna sahiptir. Kurumsallaşmış iktidarı şiddet dışı alışı deviremeyen ezilenler zora yönelir. Jose Marti’nin; “eğer tarih kalemle yazılamıyorsa silahla yazılmalı” sözü bunun yansıması gibidir. Diyalektik öznel bakış açısının ötesinde, şiddet tarihsel bir realite ve toplumsal ve siyasal varoluşunun temel yapı taşıdır. Tarihsel olarak toplumsal tarihin ve belleğin önemli bir parçasıdır. Çelişki ile çatışma doğanın ve toplumun gelişimini sağlayan diyalektiğin, evrensel yasasıdır. Her şeyin kendi zıddını kendinde taşıdığı evrende devinimin motor gücü ve dinamizmi bu zıtlıktır. Herakleitos’un “Çelişme savaştır. Her şey her şeyle savaşır. Bu savaşla bir şeyden bir çok şeyler veya her şey oluşur” ve Hegel’in “Çelişmeyi kendi içinde taşıyan doğa ve toplumdaki gelişme belli bir anda bir’in hem kendiyle aynı olması hem de sürekli olarak değişerek kendi karşıtına dönüşmesi” belirlemelerindeki ortak nokta devrimin felsefi nedenlerini çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır. Dolayısıyla, çelişmenin olmadığı bir mekan ve uzam devinimin bitmesi anlamına gelir ki bu, varlığın sonu, hiçliğin başlangıç noktasıdır. Hegelyan felsefede toplumsal çatışma doğal bir olgudur. Şiddet ise bunun uçlarda seyreden uzantısıdır. Bir şeyi bir durumdan başka bir duruma doğru değiştirmek (Doğal katalizör görevi görür) ya da bir şeyin doğal akışını engellemek (Karşı devrimci barajlar çekerek geçici de olsa yaşamın akışını durdurmak, yavaşlatmak) amacıyla uygulanan fiziki ve manevi güç ya da baskı olarak kendini gösterir. Tahakkümcü şiddetin antitezi olarak özgürleştirici karşı şiddet ile cevap vermek yeni bir durum yaratır. Toplumsal düzlemde bilinçle yoğrulduğunda devrimci duruma meydan verir.

Şiddet tarih boyunca toplumun hafızasına kodlanmış, kutsal amacı gerçekleştirecek araç olarak meşru kılınmış ve toplumsal sorunların çözümünde vazgeçilmez bir faktör olarak görünmüştür. Deyim yerindeyse Kalu Bela’dan, teolojik anlatıda Habil ve Kabil’den bu yana şiddet yaşamın ayrılmaz bir parçası olagelmiştir. Tarih ve şiddet arasında set çekmeye çalışmak boş bir çabadır. İktidarcı-devletçi uygarlık tarihi şiddet bağlamında çarpıcı bir örnektir. Şiddet, egemen kültürde olmazsa olmaz kabilindedir. Çünkü egemenlerin iktidarı köken olarak şiddete dayanmaktadır. Mevcut durumda ise şiddet iktidarın yasa aracıdır. Dolayısıyla şiddet egemenlerin varlık sebebidir. Klasik devrim teorisinde zor tarihin devindirici gücü olarak görülür. Bu bağlamda zoru olumlama söz konusudur. Marx’ın tarihe bakış açısı şiddet ekseninde şekillenip tarihin “sınıf savaşları”ndan ibaret olduğu tezine dayanır. Bu belirleme klasik devrim teorisinin temel düsturu ve ön kabulü olarak ele alınmıştır. Ancak, Marksizm’in devrimci zoru tek ve mutlak bir mücadele yöntemi olarak saptamadığını da belirtmek durumundayız. Şiddeti; tartışılmaz, önüne geçilmez, doğru ve yanlış tartışmalarının ötesinde bir tarih yasası olarak boyutlamamıştır. Devrimci zorun siyasal ve toplumsal alanda yaşamsal rolünün yanı sıra demokratik–barışçıl yöntemler asla yadsınmamıştır.Zor, devrimci harekete içerimlenmiş ve önemli bir elementi ya da vazgeçilmez bir ritüeli değil; gerekli görüldüğünde başvurular bir araçtır. Konu bağlamında Marx, Gotha Programı’nın Eleştirisi eserinde “barışçı yollardan iktidara gelmenin mümkün olduğu koşullarda silahlı ayaklanmadan söz etmek aptallıktır. Halkın genel seçimlerle bütün iktidarı elinde bulundurabileceği ve anayasanın ulusun çoğunluğuna sahip olana her şeyi yapma imkanını verdiği ülkelerde eski toplumdan yeni topluma geçişin barışçıl yollardan gerçekleşebileceğini kabul ediyoruz.” der.

Devrimlerin ikonografik resimleri, edebi eserleri, devrim kavramına ilişkin algılama ve kavrayışın çarpıcı örneklerini sunarlar. Örneğin; elinde bayrağıyla kitleye öncülük eden genç bir kadın figürü ile Bastille’i zapta yönelmiş öfkeli, tutkulu ve ellerinde türlü silahlar taşıyan mahşeri kitlenin olduğu sahne Fransız Devrimi’nin sembol resmidir. Tematik açıdan benzer bir sahneye Kışlık Saray’ın merdivenlerinde koşuşturan Bolşevik asker ve işçilerin olduğu Ekim Devrimi’nde rastlıyoruz. Yakın zamanda Küba’da Fidel Castro ve arkadaşlarının silahlar eşliğinde Havana’ya girişlerinin jenerik fotoğrafı hafızalarda en çok yer edinen ve devrim mefhumuna görsellik penceresinden anlam veren tarihi anı simgeler.

Verili iktidarların alaşağı edilerek, eskinin ve onun değerler sistematiğinin temsilcilerinin tasfiye edildiği klasik devrimlerin ortak paydası, şiddeti merkezine alan stratejik ve taktik yöntemi esas almış olmalarıdır. Devrimci jargonda “cephe”, “taktik”, “strateji” vb. bir çok askeri terimin bulunması bu bakış açısının yansımasıdır. İçerik ve pratik olarak adeta şiddetle özdeşleştirilmiş devrim anlayışının olduğu yerde söz konusu araçların kullanılmadığı bir devrim sahici kabul edilmez. Bu temel yargının tarihsel arka planı, teorik-entelektüel nedenleri bulunmaktadır. Devletçi-iktidarcı uygarlığın her türlü toplumsal itiraz ve tepkiye karşı uygulamalarını yansıtan ikonografileri hatırlamak bu konudaki keskin belirlemelerin nedenlerini anlamak bakımından ufuk açıcıdır. En çarpıcı örnek, Spartaküs isyanını bastıran Roma İmparatorluğunun Sirawsa’dan Roma’ya uzanan yüzlerce kilometrelik yola çaktığı haçlarda isyancıları çarmıha germesidir. Ortaçağ Avrupası’nda sistem muhaliflerinin mesnetsiz suçlamalarla ibretlik ceza adına odun ateşlerinde yakılması, doğu despotizmlerinde insanların derisinin yüzülmesi ve kazığa çakılmaları; yakın tarihte, 19. yüzyıl devrimlerinde kitlelerin top atışlarıyla imha edilmeleri gibi örnekler toplumun kolektif hafızasının şekillenmesinde önemli rol oynamıştır. Devrim kelimesine içkin radikalizmin en önemli boyutunu bu tarihsel gelenek ve bunun yol açtığı travmalar oluşturur.

Egemen sistemin sahiplerinin şiddeti tahakkümün asli aracı olarak kullanarak sergilemiş oldukları acımasızlık ve gaddarlık, buna karşı yürütülecek savaşımın yol haritasını şekillendirir. Bir Avrupa atasözünde olduğu gibi mesaj açıktır: “Kılıçla savaşan kılıçla ölür.” Ya da bu coğrafyadaki vecize ile “elinde silah tutana gül atılmaz.” Bir anlamda İsevilikte belirginleşen sinizmin gereği olarak tokatlanmak için yüzün diğer tarafı çevrilmez.

Klasik devrimci doktrinin değerler yelpazesi bir çok ara yüzden oluşmasına rağmen şiddetin ara yüz olarak sunulduğu görülür. Bir anlamda gerçekleştirecek stratejik değerlendirmede devrimci zor piramidinin tepe noktasında yer alır. Tarihsel deneyimler, travmatik olayların ortaya çıkardığı psiko-dinamikler başka türlü herhangi bir öncel örnekten yani radikal değişimin şiddet kullanmadan nasıl yapılacağı noktasında kılavuzluk edecek siyasi tecrübe yoksunluğu ve yakın zamana kadar var olan nesnel koşulların devrimin barışçıl yoldan gerçekleşemeyeceğine olan inanç ve bunun bir zorunluluk olarak idrakı devrimci şiddetin neliği ile ilgili teoriye rengini vermiştir.

Olguya tarihsel perspektiften yaklaşıldığında şiddetin kullanımı olumlanır. Devrim düşüncesinin yapı taşlarından kabul edilir. Püriten devrimciliğin önemli göstergelerinden biridir. Bu anlayışın izlerini sosyalist, anarşist, komünist ideolojilerin mimarlarının doktrinlerinde görmek mümkündür.

Marksist öğretinin şiddet karşısındaki tutumunu başlıklar halinde özetlersek: birincisi; yerleşik siyasal kurum geleneklerinin sistematik şiddetine ve şiddetin kurumsallaşmış ifadesi olan iktidar mekanizmasına karşı bireysel ve toplumsal özgürlüğü teminat altına alacak devrimci şiddet ile cevap verilmelidir. Demokratik barışçıl yöntemler dışlanmaz. Ancak sınıfsal bölünmüşlüğe son verecek gerçek özgürlüğü, eşitliği ve adaleti sağlamada ya da egemen baskıyı yumuşama ve kırılmaya uğratarak topluma belli ölçüde özgürlük alanı tanımada şiddetin rolü tarihsel önemdedir. İkincisi; devrimlerin kullanmak durumunda olduğu şiddet her türlü fiziki, ahlaki, manevi edimle izafe edilebilecek egemenlerin şiddetiyle özdeşleştirilemez. Bu yönüyle sömürülenlerin ve her türlü baskı, inkar, imha ve kökünden kazıma gibi türlü şiddet yöntemlerine maruz kalan toplumsal öznenin kendini gerçekleştirme ve özgürce var olma koşullarını yaratma mücadelesinin yapı taşlarından biridir devrimci zor. Şiddetin kaynağı değil, var olan şiddeti ortadan kaldırmayı amaçlayan karşı şiddettir. Varoluşları ontolojik işgale uğramış ya da ontolojik “köleleşme” ile karşı karşıya bulunan geniş halk kesimlerinin insani ve özgürlükçü eşit değerleriyle kendi varlık koşullarını yaratması ve kimliğini inşaya yönelmesidir. Üçüncüsü; kuramsal serimlenişi bağlamında olmasa da kavrayışta şiddet halesi ile çevrelenmemiş, diğer bir deyişle şiddetle kasılmamış sistemsel reddiyeciliğin radikal bir değişimin aktörü olamayacağına dair yaygın bir kanaat ve güçlü bir inancın varlığı Marksist literatürün kültürel kodu haline gelmiştir. Şiddetin devrimdeki rolü konusunda bu yönlü bir ortodoksinin oluştuğunu ve anlayışların devrimci çizgiden sapma, revizyonizm, reformizm ve devrim kaçkınlığı gibi türlü yaftalamalarla mahküm edildiğini 20. yüzyılda yaşanan deneyimlerden biliyoruz. Kutsallık payesi verilmiş konu olarak klasik devrimci şiddet proksisine farklı zaviyeden bakmak bir tabuyu parçalamak veya put kırmaya benzer. Bilimsellik iddiasıyla diğer ideolojilerden ayrılan öğretinin kalıplaştırılması, bir kalıba dökülmesi bu konuda kendini göstermiştir.

Vahşi kapitalizmin dizginsiz baskı ve sömürü eşliğinde hüküm sürdüğü bir çağda, 20. yüzyılın bir trend olarak yükselen faşizan atmosferinde şiddetin şiirsel bir anlatıma bürünmesi anlaşılırdır. Bertolt Brecht’in çünkü yalnızca şiddet değiştirilebilir! Bu kanlı dünyayı” dizelerinde ifadesini bulan duyguyu veya George Sand’ın “ya savaş ya ölüm! Ya kanlı kavga ya da yok oluş” şiarını bu gerçekliğin ışığı altında okumak gerekir. Devrimin bir yaşam mücadelesinden çok bir ölüm mücadelesi (Ölümüne kavganın kendisi) olarak tanımlandığı ya da tanımlanmak zorunda kalındığı çağların duygu ve düşünce örgüsü bu minvalde şekillenmiştir. Aydınlanması rasyonalizmin matematik kesinlikte, saat gibi mükemmellikle işleyen pozitivist zihniyetinin yanına tekelindeki (ya da kendi mülküne dahil ettiği) şiddeti alarak toplumu doğa yasalarına eş toplum yasalarıyla dizayna soyunmuş ilk dönem kapitalizmine karşı sadece akla dayalı bir mücadele sonuç alıcı olamayacağı gibi önünde sonunda sisteme teslimiyetle sonuçlanacak kinizme sürüklenmekten kendini kurtaramayacağı açıktır. Bu nedenle 19. ve 20. yüzyılda siyasal alanın ilerici yönünü temsil eden devrimci güçlerin şiddet pratiğini sergilemelerinde olumsuzlanacak ya da anlaşılmayacak bir yön yoktur. Bu yönlü tecelli eden devrimci iradeye tarih vicdanında yönelecek bir suçlama olamaz. Aynı şekilde hümanist ahlakın ilkeleri çerçevesinde de bir ayıplamaya hedef olması doğru olmaz. Çünkü devletçi iktidarcı sistemin çeşitli dönemlerde değişik adlandırmalarla – köleci, feodal, kapitalist gibi- tarihsel versiyonları şiddete yönelmenin başlıca nedenidir. İktidar ve şiddet arasındaki hayati ilişkiyi Arendt şu şekilde ortaya koyar; “katıksız şiddete dayalı yönetim, iktidarın kaybedildiği süreçte devreye girer.”

 

İdeolojik ve Politik Açıdan Şiddet ve Devrim

Hegemon düşünce, söylem ve devlet kılığında görünürlük kazanan pratiğin kendisi şiddet yüklüdür. İktidar kurarken; kadını ezmek ve sömürmekle başlayıp devlet formunda iktidarını somutlaştırmakla zirveleşen “ilk günah”ta hilenin yanı sıra şiddete başvurulmuştur. Dolayısıyla sistemin mayasında ve üzerinde yükseldiği kök hücrede şiddet vardır. Toplumun sosyal ve ekonomik statüler üzerinde sınıflara bölünmesi, gem vurulmamış kör hırsının doğayı, çevreyi tahrip etmesi, insanlığın kolektivist kökenlerine yabancılaşması, her türlü eşitsizliğin ortaya çıkması gibi durumların tümü şiddetin zehirli meyvelerindendir. J. J. Rousseau “varoluş koşulları insanca belirlenen manevi ve politik eşitsizliği yaratan kurumları” şiddetin kaynağı olarak görür. Şiddet, insanın dışında doğal ya da aşkın bir güç değildir. Gerçekte güçlünün zayıfa kendi iradesini kabul ettirmek için uyguladığı fiziki ve psikolojik saldırıların tümü şiddet olarak belirginlik kazanmıştır.

Tarih ve siyaset felsefesi disiplinlerinde siyasal şiddet, birbirini kesen çeşitli eksenler tarafından şekillendirilir. Bu eksenlerden biri Rousseau’nun dikkat çektiği, Marx’ın analitik olarak formülleştirdiği toplumsal eşitsizlik ile ilgilidir. Bunların en önemlisi uygarlığın ortaya çıkışında, kurumsallaşmasında varlığını sürdürmesinde ve kendini yeniden üretmesinde iktidarların uyguladığı şiddet merkezi işlevselliğe sahiptir. Kullanımındaki süreklilik şiddetin nesnel koşullarına göre değişkenlik gösterse de son çözümlemede devletli-iktidarcı uygarlık şiddetin etkin kullanımı ile kendini örgütlemiştir. Şiddet, Arendt’in de belirttiği şekliyle “iç ilişkilerde tek tek meydan okuyuculara –dış düşman, suçlu yerli- karşı iktidar yapısını ayakta tutmak için son çare olarak ortaya çıkar.” Bu anlamda şiddetin birinci kutbunda iktidar olgusu vardır. Karşı kutupta ise J. J. Rousseau’nun dikkat çektiği, Marx’ın formülleştirdiği toplumsal eşitsizlik yer alır. Özgürlüksüzlüğü de aynı eksende ele almak mümkündür. Siyasal kulvardaki yol haritasını belirleyen temel de bu olgulardır. Özellikle şiddetle yoğrulmuş iktidarcı kültürün eşitsizlik ve özgürlüksüzlük doğurması, çoğulcu ve katılımcı siyasallara yol vermemesi her türlü şiddetin temel kaynağıdır. Devletçi uygarlık, iktidarlaşmış şiddet ya da şiddete dönüşmüş iktidardır. Atomize olmaya direnen devletsiz toplumsallık üzerindeki kıyıcı ve parçalayıcı etkisi dolayımıyla iktidarcı sistemin yaygın şiddet kullanımı, ezilenlerin karşı şiddet kullanımını bir anlamda zorunlu kılmıştır. Bu nedenle klasik devrim teorisinde son kullanımı ilke olarak onaylanır. İktidarcı sistemin kazanılması ve korunmasında kullanılan önemli bir araç olarak görünür. Reel politik durum ve iktidarcı sistemin politik yaklaşımlarına göre şiddete başvurulur. Demokratik bir iklimin varlığı, toplumsal sorunların çözümünde barışçıl kanalların varlığı, radikal dönüşüm için uygun koşulların olması halinde alternatif siyasal yöntemlere başvurması yadsınmaz. Burada belirleyici faktör hegemon sistemin karakteri olmaktadır.

 “Engin bir mezbaha, devasa bir mezarlık” olarak devlet iktidarının yozlaştırıcı niteliği, kategorik olarak özgürlüğü baltalaması, karşı şiddet kullanımının temel gerekçesidir. Devletçi-iktidarcı sistemin mütehakkim ve baskıcı karakteri, açık ya da örtük kötülüğü ve insan özgürlüğüne düşmanlığı diyalektik olarak karşı şiddeti doğurur. Devlet, felsefi anlamda “doğal durumdaki insanın herkesin herkese savaşına son veren; özgürlük, güvenlik ve yaşam hakkını güvenceye alan kurum”, bilimsel anlamda “devletsiz toplumun kaos ve anarşiye sürükleneceği” ön kabulünden hareketle kendini mutlakiyet ile karakterize ederek şiddet kullanımını meşru zemine oturtur. Devleti sembolize eden Leviathan’ın bir elinde güç ve kudreti sembolize eden asa, diğer elinde ise kılıç vardır. Güç ve kudreti –ki bu yasayla cisimleşir- sekteye uğradığı anda kılıcı kullanmakta bir an bile tereddüt etmez. Devletçi-iktidarcı sistemin yasaları, tanrısal kudret imgesi esas alınarak kurgulanır. Sistem; soyguna, talana, sömürüye, devletçi toplum dışındakileri ezmeye yönelik kodlanmıştır.

Tüm bunlar göz önüne alındığında topyekun özgürlük adına karşı şiddete başvurulması tarihsel serüvenin büyük bölümünde kaçınılmaz hale gelmektedir. Ahlaki ve vicdani bakımdan haksızlığa karşı direnme hakkı, insanların siyasi düzeni değiştirmeyi de kapsayan yönelimleri de meşrudur. Bu yüzden devrimci zoru haklı ve meşru savaşlar kategorisinde ele almak gerekir. Şüphesiz Heredot’un deyimiyle “hiç kimse savaşı barışa tercih edecek kadar akıldan yoksun değildir.” Ancak eklemek gerekir ki; hiç kimse köleliği özgürlüğe tercih edecek kadar yürekten yoksun da değildir. İnsan ruhu, bedeni, yaşamı üzerinde kurulan egemenlik ve tahakküm ağı buna maruz kalanları şiddete mecbur eder. Bir ruh ve tutum olarak devletçi-iktidarcı sisteme karşı verilen savaş gerekli ve haklıdır. Daha büyük kötülüğe engel olmasından dolayı ve başka yollarla giderilmesi mümkün olmayan haksız durumu gidermeye yönelik doğru amaç bağlamında devrimci şiddet meşrudur. Kentleşme, sınıflaşma ve devletleşme ile zuhur eden uygarlık sisteminde şiddet yapısal karakterdedir. Leviathan canavarı olarak toplumu ve doğayı yutarak beslenir, semirir ve varlığını sürdürür. Bu bakımdan devletçi uygarlığa karşı isyan ve başkaldırı hep haklı nedenlerle var olagelmişlerdir. Her dönemin kudretlilerinin sahip oldukları savaş makinesinin karşısına ezilenlerin örgütlendiği yeni bir savaşı koymak devrimci şiddetin temel gerekçelerindendir. Mao Zedung bunu “kalıcı barışı elde etmek için yeni bir savaş icat etmek gerek.” şeklinde formüle etmiştir. Hegemon sistemin sebep olduğu savaşı ortadan kaldırmanın tek yolu Mao’ya göre “savaşa, savaşla karşı çıkmak”tır. Olguya siyasal zaviyeden yaklaşıldığında ise insan toplumu sınıfların ve devletlerin ortadan kaldırılmasına vardığında savaşlar olmayacak. İnsanlık için kalıcı barış çağı ancak bu mücadele ile inşa edilecektir. Devrimci zor ile ilgili devrimci literatürdeki şiddet kullanımı romantik arzulardan ya da Hobbes’un mimarı olduğu liberal teoriden esinlenmiş insanın doğasına içkin şiddetten değil realist bakış açısından kaynaklanır. Bu meyanda devrimci şiddet kategorik olarak olumsuzlayıcı bir iktidar anlayışı ve radikal bir özgürlük arayışı gerektirir. Klasik devrimci aksiyomlar bu izlek üzerinden yürünerek şekillenmiştir. Denilebilir ki toplumsal ve siyasal ilişkileri inceleyen bir dürtü olarak iktidar arayışı küçük bir “seçkin” grubun kendi istek, arzu ve ideallerini geniş halk yığınlarına dayatma ve kendi çıkarları doğrultusunda siyasal bir örüntüye yol açmışsa; bu tahakkümü kırma özgürlüğü kazanmada şiddet fonksiyonel bir yere sahiptir.

 

Felsefi Açıdan Şiddet ve Devrim

Şiddetle ilişkisi bağlamında özgürlük düzleminde ele alınabilecek bir konu da kendi benliğini, kimliğini şiddetle yaratma; var oluşunu anlamlandıracak zihinsel, duygusal ve ruhsal bir bütünlüğe ulaşmaktır. Tarih dışına itilmiş ve toplumsal yaşamın nesnesi muamelesi gören, egemen dildeki deyimle “baldırı çıplaklar”ın tarihi yapabilme yetkisine ulaşmasıdır. Baskı altında tutulan, kişiliği parçalanmış ve kimliği yok sayılmış bireyin ve toplumun kendi özel kökenleri üzerinde kişiliğini yeniden yaratmasıdır. Adeta Hades’e gönderilen ruhun tekrar gün ışığına çıkarılmasıdır.

Arınma, kendini yaratma ve benliğin bilincini oluşturmanın temel dinamiği olarak şiddet ve bağlantılı olarak acı çekme sadece devrimci ontolojide değil, aynı zamanda değişik dinsel, inançsal ve felsefi modellerde de kendine yer bulur. Hegelyan retorikle belirtirsek “kendinde olanı kendisi için olana dönüştürendir.” Bu yönden şiddete kurucu bir nitelik atfedilir. Özgürleşme savaşını verecek savaşçıyı yaratan dinamiktir. Yozlaşma ve çürümeye yüz tutmuş sosyal, siyasal, kültürel, ahlaki yapıların ve insani değerlerin ortadan kaldırılmasında başat düzenleyici güçtür. İnsani ve toplumsal özü yozlaşmayla mücadele ile ete kemiğe bürünür ki bu da “kataris” olarak tanımlanır. Dolayısıyla sadece egemen iktidarcı-devletçi örüntü değil; buna karşı mücadele edecek üst insan”ı yaratma yolunda herkes bu mücadelenin hedefidir. Nietzsche’nin “Dionysosçu yaratıcı enerji” olarak adlandırdığı güç, istenci sayesinde hem hareket alanı hem de var oluşu olumlayan değerler yaratır. Psikodinamikler bakımından insanda coşku, tutku, istem, azim ve kararlılık, çekilmiş oldukları karanlıktan kurtularak mücadele kervanına katılır. Bir anlamda devrimci ahlak ve kültürün yaratılmasını sağlar.

Hem Hegelyan diyalektikte hem de Marksist öğretide insanın kendini gerçekleştirmesi, kendine yabancılaşma, şeyleşmeden kurtulma geniş yer tutar. Marx, insanın kendini hümanist çizgide emeğe dayalı olarak yeniden yaratması gerektiğini vurgular. Sartre içinşiddet bastırılması olanaksız bir olgu olarak kendini yeniden yaratan insandır.” aynı şekilde Frantz Fanon’un egemenlerin kafalarda inşa ettikleri korku duvarlarını yıkan “ilk kurşun” teorisiyle “yeryüzü lanetlilerinin ancak çılgın bir dehşetle insan haline gelebileceği” yönündeki belirlemesi bu bağlam içerisinde eline alınabilecek radikal söylemlere örnek oluştururlar.

Geleneksel devrim teorileri büyük ölçüde aydınlanmacı rasyonalist felsefeden mülhem düz ilerlemeci tarih anlayışının bir zorunluluk olarak boyutlanmasından ileri gelmektedir. Tarihsel zorunluluk siyasal alanda şiddet kullanımına meşruluk kazandıran temel payanda olarak görülür. Bir anlamda şiddete yönelimde iktidarın ele geçirilmesi amacı kullanılan aracı hem aklar hem de zorunlu kılar. Bu nokta evrensel bir standart olarak kabul edilir. Her koşulda şiddeti onaylama doğrultusunda bir eğilim yoksa da ağırlıklı temayül bu yönde tecelli eder. Her ne kadar yeni bir dünyayı barışçıl yollardan yaratma imkanlarının önündeki engellerin yıkılması için şiddetin kullanımı son çare olarak ya da iktidarın şiddetine “karşı şiddet” olarak betimlense de tarihsel uygulamada şiddetin sürekli ve sistematik kullanımı söz konusudur. Geçmiş yüzyıllarda kapitalist modernitenin antidemokratik ve baskıcı karakteri hem yıkıcı hem de kurucu (İktidarın ele geçirildiği Fransız Devrimindeki “terör diktatörlüğü”, Sovyet Devrimi’ndeki “proleterya diktatörlüğü” gibi) öğe olarak rol oynamıştır.

Devrimci şiddetin metafor örneklemlerinde bir gerçeklik çarpıcı bir şekilde dile getirilir. Lenin devrimi “buz kırıcı”, Mao “tüm ovayı tutuşturan ateş” olarak kurgularken; devrimci edebiyatta “dipten gelen dalga” ya da çöp pislikleri silip süpüren fırtına ve boran yüklü bulut” metaforları kullanılır. Yapılan teşbihler devrimci zihniyetin dışa vurumudur.

Ayrıca dinsel ve felsefi öğretilerin “Nuh tufanı”, “kötülükleri ateşle yok etme” gibi arınma tekniklerinden esinlenildiği görülür. Devrimci harekette etkili sonuçların elde edilmesi ancak şiddet yoluyla mümkünmüş gibi yaygın bir kanı mevcuttur. Devrimci sahicilik bu anlamda şiddetin etkin kullanımı ile görünürlük kazanır. 19. ve 20. yüzyılda barışçıl yolla toplumsal dönüşüm iddiasındaki farklı sol ideolojilerin (Reformistler ve sosyal demokratlar gibi) kısa sürede sağa savrulmaları, iktidarcı sisteme teslim olmaları; dahası sistemin destek ayağına dönüşmeleri devrimci şiddete dair inancın daha da sağlamlaşmasına yol açmıştır. Barışçıl bir yolla sosyalist dönüşümü savunan hareketlerin sistemle uzlaşarak yaşadıkları reformist dönüşümler-savrulmalar da bu kompozisyonda önemli yer tutar.

Her şeye rağmen devrimin “Nasıl”ına ilişkin evrensel bir yasa olamaz. Newton’un yer çekim yasasının doğanın bütün sırlarının çözümünde anahtar kavram olması gibi şiddete dayalı mücadeleyi saltıklaştıran yaklaşım, modernist felsefenin pozitivist tuzağına düşmek anlamına gelir. Değiştirilemez, tartışılamaz, evrensel, kesin yasa olarak tarihin bütün açmazlarını açan bir sihir değildir şiddet. Şiddetin olmazsa olmaz kabilinde bir kalıp olarak ele alınması, kutsanması ve devrimci hakikatin “Geist” olarak görünmesi yanlıştır. Bir diğer yanlış yaklaşım ise barışçıl mücadelenin karşı kutbunda yer alması, onun anatomisi olarak kavranmasıdır. Devrimci yönteme ilişkin yasa koymak kendini şablonlara hapsetmektir. Şayet devrimde bir yasa olacaksa; bu, devrimin değişimci, özgürleştirici, adalet dağıtıcı karakteri olmalıdır. Dolayısıyla şiddet devrimin büyülü tülü olmadığı gibi sahicilik sorgulanmasının yapıldığı mihenk taşı da değildir. Şiddetle karılmamış toplumsal reddiyeciliğin radikal bir temel motifi olma şansının olmadığını iddia etmek büyük bir yanılsamadır. Kabul etmek gerekir ki devrimci tarihte ve gelenekte önemli rol oynamışsa da şiddeti devrimin nosyonunun ağırlık noktası olarak görmek doğru değildir. Şiddete angaje olmuş içsel tutsaklık sadece sisteme yönelmez; içsel tahakküm yaratma potansiyeli zamanla yüksek bir tehlikeye dönüşür. Ayrıca, gücünü sadece şiddetten alan bir devrim daha güçlü karşı şiddetin sert darbeleriyle kolaylıkla yok edilebilir. Oysa devrim denilen olay her şeyden önce özsel bir değişimdir. “Uygarlıkçı sistemin yaşam alanlarını daralttığı; ahlaki, politik ve demokratik toplumun yeniden ve daha geliştirilmiş olacak bu niteliklerini kazanmasıdır.”[1] Devrim, öncesi ve sonrası ile farklı yaşam tarzlarının egemen olduğu bir süreç değildir. Şiddet aracılığıyla iktidarın ele geçirilmesini devrimsel milat kabul etmek, devrim öncesinde devrimci ahlak, figür ve normlarla ilgisi olmayan yaşam tarzlarını normalleştirmektir. Bir anlamda devrimci momente kadarki süreçte kapitalist modernitenin dayatmalarına boyun eğerek yaşamı ilkesiz temelde yapılandırarak devrimci yaşam örgütlemeyi devrim sonrasına ertelemektir. Açık ki devrimcilik, eylem halinde iken oluşu gerçekleştirmeyi; varoluşu gerçekleştirirken de bir sonraki eylemi planlamayı içerir. Hakikat arayışı, ideolojik duruş ve alternatif sistem arayışı bunu zorunlu kılar. Asıl belirleyici olan bilinçlilik, örgütlülük ve özgürlük inisiyatifidir. Şiddeti felsefedeki “ide”, müzikteki “nota”, resimdeki “renk” gibi devrimin olmazsa olmazı olarak ele almak doğru bir telakki değildir.

Özellikle, içinde yaşadığımız çağ zengin ve değişik yöntemlerin kullanıldığı yeni bir devrimci anlayışı elzem kılmaktadır. Geç kapitalist modernitenin geçirdiği başkalaşım ve çağımızdaki görüngüsü, demokratik modernite paradigmasının önümüzü açtığı yeni zihinsel ufuk, bunu olanaklı ve zorunlu kılmaktadır. Demokratik modernite paradigması, klasik devrim teorisinde içine düşülen “ya hep ya da hiç” taktik yaklaşımına bir aşkınlık yaptırmakla yeni bir merhaleye geçmektir. “Sonuna kadar devrim veya savaş ile bunun karşıtında yer alan İsevilik tavrı çok komplike olan iktidar olgusu karşısında başarılı olamaz.” Kapitalist moderniteye karşı direniş ve isyan ne kadar anlamlıysa; bunun inşa ayağının gereklerine göre düşünüp eylemek de o denli anlamlıdır. Bir anlamda ne şiddet barışın alternatifidir ne de barış şiddetin… İç içe geçmiş çok katmanlı bir mücadele stratejisi geliştirilmeden devrimci görevlerin layıkıyla yerine getirilmesi mümkün değildir. Devrimciliği salt şiddet çağrışımı simgesiyle ele almak modernist rasyonalitenin yekpare ve homojen kılan zihniyetine teslimiyetle sonuçlanır. Düşmanın düşünsel malzemesiyle yeniyi yaratmaya çalışmak vücuda gelen reel sosyalist deneyimde görüldüğü üzere düşmanına benzemekten öte bir sonuç vermemiştir. Sosyalist ideoloji, kapalı devre fikir sistematiği ya da katılaşmış dogmalar yığını olarak görülemeyeceğine göre –ki bu yaklaşım en başta bilimsel niteliğin reddidir- bir özgürlük projesi olarak devrime ve farkı düşüncelerin çarpışma sahnesi olan tarihe yeni bir pencereden bakma başarıya ulaşmada kilit önemdedir. Bir su damlasında bütün evreni görmek ve çözümlemek ne kadar yanlışsa, devrimi de bir bileşenden yola çıkarak çözümlemek o denli yanlıştır. Dolayısıyla çeşitli boyutlarıyla geniş analizler sonucunda doğru ve zenginleştirilmiş yöntemlerle devrim olgusuna yaklaşılmalıdır.

 

Demokratik Modernite Bağlamında Devrim ve Şiddet

Kapitalist modernitenin günümüzdeki durumunun çözümlenmesi kanunun birinci boyutunu oluşturur. Nesnel koşulların zaman ve uzam bağlamındaki görünümü buna karşı başvurulacak mücadele yöntemini de koşullar.

Toplumsal ve siyasal gerçekliğin 20. yüzyılda büyük bir değişim geçirdiği herkesin hem fikir olduğu bir olgudur. En çok iktidarlar boyutunda belirginleşen değişimler söz konusudur. Özsel anlamda geniş halk kitleleri üzerinde hükümranlık kurmada bir sapma yoksa da kullanılan iktidar tekniklerinde köklü bir başkalaşım söz konusudur. Geç kapitalist modernitenin iktidar odakları öncüllerinin aksine polis ya da ordu gibi devletin zor aygıtlarının kaba kuvvetine daha sınırlı oranda başvurarak, deyim yerinde ise daha özgürlükçü” bir baskı mekanizması bina etmeye yönelmişlerdir. Hannah Arendth şiddet kullanımının sistem açısından önemli bir sakıncasını şu şekilde ortaya koyar: “Şiddete dayalı eylemin bizatihi esası, araç-amaç kategorisine dayalıdır. Bu kategorinin en temel ayırıcı niteliği insani olaylara uygulanırsa şöyle ifade edilebilir: amaç kullanımını haklı kıldığı ve gerçekleşmesi için gereksinilen araçların altında ezilme tehlikesine açıktır.” Bu bağlamda toplumsal birlik ve uyumu sağlamak adına dolaylı entelektüel araçları-Althusser’in deyimiyle “devletin ideolojik aygıtları”, Gramsci’nin paradigmasında “Hegemonya” silahı- ön plana çıkarmıştır. Erken dönem kapitalizminin teknik-bürokratik denetim mekanizmaları toplumun zihnini ve ruhunu teslim almaya, üzerinde iktidarını kurumsallaştırmaya matuf uygulamalara yerini bırakmıştır. Bu itibarla makro düzeyde tüm korkutuculuğu ve azameti ile hissedilen iktidar; kendini maskeleyerek suret-i halktan bir görünümle mikro düzeyde tüm bünyeye nüfuz etme stratejilerini devreye sokuştur. Süreksiz, gösterişli, şiddeti önceleyen ritüeller ve tekniklerin kullanışsız hale gelmesi, şiddet kullanımı yolundan doğan devrim ortamına önlem mahiyetinde inceltilmiş, kamufle edilmiş ve şirinlik sosuyla ambalajlanmış iktidar ilişkilerinin yerleşik kılınmasına yol açmıştır.

Kültür dünyası üzerindeki tekelci kültür emperyalizmi, bilgi yapılarını çarpıtarak ve istenilen amaç doğrultusunda manipüle ederek klasik baskı ve şiddete dayalı uygulamaların çok ötesinde sonuç alıcı işlevselliktedir. Toplumu disipline etme ve düzenleme artık birinci planda yer alır. Panoptikon misali toplumun tümü gözetim, denetim ve kontrol altın alınmaya çalışılmıştır. Foucault’un yaptığı ayrımla, ilk dönem kapitalizmde somutlaşan “egemen iktidar” formunun görünür etkilerinin yanında geç dönem kapitalizminin görünmez “disiplinci iktidar”ı çok daha sonuç alıcı olmuştur. Çünkü, disiplinli iktidar her bir bireyin başına bir asker veya bir polis dikerek değil; bizzat bireyin kendisinde kendini var etmektedir. Dolayısıyla bireylerden ve aileden başlayarak bireyler arası ilişkilerde iktidar içselleşmiştir. Bu durumda devlet şiddetinin gerekliliği tali plana düşmüştür. Hali hazırda şiddet mikro düzeyde aileden başlayarak toplumsal yaşamın her anına sirayet etmiştir. İktidarcı sistem kendine yönelecek her saldırıyı ya da tehdidi böylece bertaraf etmekle kalmaz; aynı zamanda toplumun direncini kıracak tüm sosyal yapıya aktararak sistemle uyumu sağlamış olur. Sosyalitenin bir öğesi haline gelmiş olan şiddetin kullanımı ancak olağanüstü durumlarda gerekli olur. İktidar, sahip olduğu “hakikat rejimi” sayesinde bilgi, gerçeklik ve kendini özne sanan (ki sistemin başarısının bam teli burasıdır) “nesneleri” sürekli yeniden üreterek dinamik bir ilişki yumağı oluşturur. Bu durumda iktidarın yeniden üretilmesinde ve yaygınlaşmasında sadece iktidar kurumlarını değil aynı zamanda bireylerin kendileri de süreçte aktif rol oynayarak esas taşıyıcı kolon görevi görürler.

İktidarın sadece zorla sembolize edildiği devirler geride kalırken iktidar, şiddeti perdeleyerek sevecen bir yüzle kendini görünür kılan daha dinamik, ilişkisel, esnek ve değişken bir karaktere bürünmüştür. Şüphe yok ki bu, sanal ve manipülatif bir veçheye sahiptir. Her şeyin kurgulandığı ve gerçeklik olarak sunulduğu zamanda devlet ve iktidar da bu sanallığın bir parçasıdır. Yazılı ve görsel medyaya eklenen sanal alan (Sosyal medya) aracılığıyla birey ve toplumdaki gerçeklik duygusunun yitirilişi ve bunun yarattığı şok ile boşluktan faydalanarak kitle iletişim araçlarının türdeşleştirici, sisteme angaje edici ve yön saptırıcı mantığını içeren total iletiler paket olarak vurularak gösteri, denetim ve gözetleme kültürünün tamamlayıcı uzantısı olarak sistem gizlenmiş olur. Zihniyet ve inanç dünyasına yönelmiş, hatta teslim almış sistemin inceltilmiş şiddetinin ayırdına varamayan birey ve toplum eleştirel duruş, muhalif tavır ve devrimci eylemde bulunma melekelerini yitirir. İktidara özgü şiddet araçlarının gelişiminin kökeninde yer alan kapitalist modernist örgütlenme; kültür değer sistematiği, zihniyet kalıpları, verili güç ilişkileri yoluyla kendini bireyde ve toplumda kurumsallaştırır. Baudrillard’ın “Simulakrlar ve simülasyon çağı”; yani gerçeğin yerine benzerinin ikame edildiği, kopya ile orijinal, imaj ile gerçeklik ikiliklerinin yer değiştirdiği günümüz dünyasında klasik siyasal katılımla politika sahnesinde arz-ı endam etmek geçmişte takılıp kalmadır.

Sahne bilinç kılık değiştirmiş olarak ve çeşitli adlandırmalar altında servis edilmekte ve toplumsal ilişkilerin fiktif bir zemin zirvesinde yapılandırıldığı, hakikat ile yalan arasındaki sınıfların ortadan kalktığı günümüzde, her şeyden önce şedit bir hakikat savaşı vermeye ihtiyaç vardır. Devrim, gerçekleşmesi özlemle beklenen platonik bir tutku ya da ütopya değil; gündelik yaşamın baharında an be an somutlaşmak ve yaşamsallaştırılmak durumundadır. Klasik devrim teorilerinin reddi mirasına düşmeden; bilakis o mirası tevarüs ederek ve sosyalist ideolojik yapının üst basamağında olmasından dolayı daha uzakları görmenin gereği olarak geçmişi terennüm etmek yerine ona yeni bir perspektif sunulmalıdır. Şayet devrimin temel uğraklarından biri marifet ise a priori kabullerden hareket etmek ebed müddet değiştirilemez kanun katına çıkarılarak kutsallık atfetmeksizin bugün ve geleceği inşaya yönelmek bunun en anlamlı karşılığıdır. Nirengi noktası olarak çağının toplumsal, siyasal ve kültürel ortamının sağlıklı analizi ile birlikte ve sadece şiddet ekseninde değil; aynı zamanda H. Arendt’in dediği gibi şiddete karşı” da düşünmek durumundayız.

Bu itibarla devrimsel meselenin odağında silahı ateşlemek değil; çok yönlü çok katmanlı ideolojik-politik, entelektüel mücadele ile etkinlik göstermek vardır. Ancak yeni bir siyasal dil, program, taktik ve stratejik dizge çağdaş dünyanın üzeri kapanmış iktidar küplerine ve çetrefilleşmiş sorunlarına cevap verebilir. Günümüzün devrimci ideolojik-siyasal var oluş tarzı bu türden yeni bağlantıların kurulmasıyla tecessüm edilebilir. Temel amaç devlet iktidarının ele geçirilerek zamanla onun sol bir versiyonu olarak temayüz etmek değildir. Devlet iktidarının hem kendisini yeniden üretmesini engellemek hem de üretilmesine katkı sunarak devlet dışı toplumsallığa yaşam alanı açmaktır. Mikro ve makro düzeyde kurumsallaşmış kapitalist modernist örgütlenme kültür, değerler kataloğu, zihniyet kalıpları ve verili güç ilişkilerine karşı uzam ve zamanın özgünlükleri gözetilerek, iç içe geçen mücadele yöntemlerini üretmemek sistemi taklit etmek olur ki bu da teslimiyeti beraberinde getirir. Artık iktidar ve onun doğal uzantısı olan şiddetin “hem her yerde hem de hiçbir yerde” olduğunu bilince çıkaramamış bir devrimci mücadele sisteminin yok edici tehlikelerinden yakasını kurtaramaz. Şiddetin yıktığı iktidarın yerine ilerici retoriğin desteğiyle kurulan Sovyet Devrimi’nde ki “proleterya diktatörlüğü”, Fransız Devrimi’nde ki “terör rejimi” ya da Çin paradigmasında ki “halk yönetimleri” topyekün bir tahakküme dönüşmekten kendini kurtaramamıştır. Bu noktada şiddet araçsallığını yitirerek toplumsal farklılık, çoğulluk ve çeşitliliğine karşı bir tehdide dönüşerek; siyasal anlamda statükoculuk ve konformizme saplanarak toplumsal gelişme ve insan; özgürleşmenin önüne engel oluşturmuşlardır. Şiddet yıkıcı anlamda işlevsel olmuşsa da kuruculuk cihetinde müspet bir rol oynamamıştır.

Özgürlük sosyolojisinin temel yapı taşı, iktidarın ele geçirilmesi demek değildir. Siyasal-kamusal alanın ötesinde ya da aşkın kaynaklarında değil; bizzat siyasalın içinde genel güç olarak çözüm aramaktır. “İktidar, doğası gereği en kötü senaryoda kesin savaş hali, daha ılımlı bakış açısında şiddet olasılığını barındırır.” (H. Arendt) Şiddetin siyasal alanda hiçbir rolünün olmadığı anlamı çıkarılamaz. Ancak devrimin-devrimci siyasetin kalbi olarak ele alınmamalıdır. Tümüyle irrasyonel, gayri ahlaki, gayri insani eylem düşüncesiyle lanetlenmesi anlamına da gelmez. Siyasal alandaki rolü ve yeri konusunda geleneksel devrim-şiddet ilişkisinin yeni bir bakış açısıyla ele alınması gerektiğinin altını çizmek istiyoruz. Devrim-şiddet ilişkisi bir tabu değil; koşullara göre değerlendirilmesi gereken bir konudur.

Ayrıca geç kapitalist modernitede sadece sınıf temelli bir çelişkiden söz edilemez. Ali Fırat’ın “toplumun temel dinamiğinin çiğnenmesi” olarak serimlediği toplumsal sorunlar, birbiri üzerine yığılan; cinsiyet, ekolojik, ekonomik, kültürel vb. farklı parçalardan oluşur. Dolayısıyla, bir sınıfın iktidarı ele geçirmesi ile çözülebilecek bir sorun olmadığı, çok çeşitli öznelerin dahil olduğu bir mesele olduğu aşikârdır. Bu yüzden patlak verecek devrimsel dönüşümlerden ziyade değişimi sekans halinde ele almak daha gerçekçi bir yaklaşımdır. Mücadele, devletçi olmayan toplumsal sistemin iyi şansını zorunlu kılmaktadır.

Demokratik modernite paradigmasının devrim-şiddet diyalektiği ile ilintili ikinci boyutunda, siyaset felsefesine farklı bir bakış vardır. Aydınlanmacı rasyonalitenin düalistik-diadik yönteminin zihinsel tutsaklığı, değişimin karşıtlıkların yıkıcı birliği olarak kalmasıdır. Oysa Ali Fırat’ın belirttiği gibi, “bu anlayış, kutupları düşmanlaştıran en kaba eğilime götürür ki evreni kuraldan yoksun ve kaos halinde görmekten öteye bir sonuca götürmez.”

Diyalektiği ve onun siyaset felsefesi alanındaki temsilini Hegelyan düalizmden kurtarmak, diadik yapı yerine triadik (üçlü) ya da poliadik (çoklu) düşünceyi koymak, demokratik zihniyetin akışkan formudur. Toplumsal çoğulculuğa, çeşitliliğe, zenginliğe yol vermesi toplumsal kabuldür. Ne “bir”i önceleyerek özümseme, bastırma, benzeştirme yoluyla çokluğu yadsır ne de birbirinden farklı çoklukların sürekli çatışması olarak görür. Toplumsal zıtlıkların karşıtlığı şüphesiz esas olandır. Ancak toplumsal özneler arasında karşıtlık kadar birliği, çatışma kadar uyum ve karşılıklı etkileşim olasılıklarını da bünyesinde taşır. Toplumsal çelişkileri şiddete başvurmadan barışçıl ve demokratik kurallarla çözmeye çalışmak olması gerekendir. Bu, siyaseti savaşla ve düşmanlıkla özdeşleştiren Carl Schmitt yaklaşımının reddidir. Çünkü bu çeşit bir yaklaşım mutlak tekçiliğe götürür. Ki bu hayatın çeşitliliğinin reddidir. Madde ve olgular evrende ancak kendi zıtlıklarıyla var olabilirler. Yaşam zenginlik ve çeşitlilik alanıdır. Tekilliklerin, farklılıkların, azlıkların bir arada bulunduğu toplumun kendi kimliği ve benliğiyle yeşerebileceği mümbit bir topraktır. Dolayısıyla çelişkilerin kaba şiddete başvurulmadan çalıştırıldığı; iyi, güzel ve adil olanın sonunda kazanacağı siyasal alanın varlığı, farklılıkların bir aradalığıyla mümkün olabilmektedir. Sınıfsal, ulusal, etnik ve siyasal çelişkiler olacaktır. Ama “Bu düşmanlıkları katliama varmadan toplumun muazzam esnek akıl gücüyle diyalektiğin ruhuna uygun olarak çözmeyi”[2] Demokratik modernite paradigması mümkün kılmaktadır. Devlet tekelli uygarlıkla devlet dışı toplumun demokratik uygarlığı arasındaki çatışma “Birbirlerini yok edinceye kadar savaş biçiminde cereyan eder” yargısı bu anlamda yanlıştır. Zira yok edici diyalektiği esas alır. Oysa “Evrensel akış diyalektiğinde” yok edici uçların bulunması bir olgu olmasına rağmen karşılıklı ilişki ve bağlılık esastır. Temel şart, farklı kesimlerin birbirlerinin kimliğini tanıyıp karşılıklı saygı çerçevesinde ilişkilenmeleridir. Kendi istem, talep ve özelliklerini ötekine zorla dayatmak bu uzlaşmayı bozduğu gibi kaçınılmaz şekilde savaşın yolunu açar.

Bu çerçevede Demokratik Modernite’nin paradigması şiddetin her türlü keyfi kullanımına karşı olup zora anca meşru öz savunma kapsamında cevap verir. Doğadaki her canlının doğal eğilimi kendi varlığını korumak ve devam ettirmek yönündedir. Diğer canlılara nazaran insan türü için varlık daha komplikedir. Öyle ki insana yönelen saldırı salt fiziki var oluşuna yönelik olmayıp aynı zamanda kültürel, kimliksel ve toplumsal varlığına da yöneliktir. Heidegger’e göre insan kendi sahih var oluşu tehlikeye girdiği anda kendi kimliği ve varlığının ayırdına varıp kendini savunmaya girişir. Kapitalist Modernite güçlerinin üretim mekanizmalarından fiziki zora kadar geniş bir yelpazeye yayılan komplike saldırılarına karşı Demokratik Modernite güçleri kaçınılmaz olarak kendi fiziki, kültürel, kimliksel ve toplumsal varlıklarını korumak için gerekli mücadeleyi çeşitli düzeylerde vereceklerdir. Bu açıdan, zora ancak mutlak bir diyalogsuzluğun ardına gizlenmiş, yok etmeye yönelik saldırganlığa karşı meşru öz savunma kapsamında başvurulur.

 

Sonuç yerine;

Devrimler geçmişte olduğu gibi bugün de güncelliğini korumaktadır. Toplumsal, sosyal, ekolojik vb. sorunların varlığını sürdürmesi, Kapitalist Modernite’nin yapısal sorunlarından kaynaklanır. Sistemin krizleri devrevi değil sürekli olduğundan devrimler de sürekli gündemde kalacaktır. Bu anlamda Kapitalist Uygarlığa isyan hep var olagelmiştir. Her zaman Prometeci hareketin devamı niteliğindeki geleneğin takipçisi olarak devrimler, zincirleri kırıp toplumların özgürleşmesi için var olacaktır.

Devrimi, yalnızca şiddetle gerçekleştirilen ve iktidarın ele geçirilmesi ile sonuçlanan bir süreç olarak ele almak bir yanılgıdır. Aktif başkaldırının yanı sıra insanların zihin haritasında, vicdanında, ahlaki değer yargılarında değişim yaratmak; devletçi-iktidarcı sisteme karşı mücadele edenlerin kendi alternatif kurumsallaşmasını yaratmak doğru olandır. Kapitalist sistemden olumsuz etkilenen toplumun tüm paydaşlarının özerkliğini geliştirecek şekilde örgütlemek ve yönlendirmek temel amaçtır. Bu yönde atılacak adımlar sonucunda radikal dönüşümü yaratmak, heteronom dünyanın karşısında otonomi hedefi ile hareket etmek devrimin esas praksisidir.

Devrime sadece fiili durumu değiştirmenin ötesinde “dirimsel bir kıvılcım” olarak değer biçmek gerekir. Aksi halde “zaferle” taçlanan ama iktidarın ayartıcı karanlığında kaybolan reel sosyalist devriminin kaderine mahkûm olunur.

Siyasal, toplumsal ve ahlaki açıdan iktidar ilişkileri ifşa edilmedikçe, devrim trenini raydan çıkaracak koşulların sorgulaması yapılmadıkça devrimin büyük bir hikâyeden çıkıp trajediye dönüşmesi kaçınılmazdır.

Kapitalist modernitenin süreğen krizlerinin zirve yaptığı bir aşamadan geçiyoruz. Modern devlet kurumu teorik olarak var oluş sebebi olarak lanse ettiği özgürlük, güvenlik ve yaşam hakkını güvenceye almasına rağmen evrensel anlamda keyfiliğin, şiddetin ve çatışmanın hüküm sürdüğü bir iklim mevcuttur. Düzen ve barış dünyasından çok mevcut parçalanma, çatışma ve geçiş sürecinde acil olan devrimlerin kendisidir. Şairin dediği gibi “kağıt bir gemidir devrim-bütün gemiler-hurdaya çıksa da sonunda-taşıdığı özgürlük şiiriyle batmadan yüzer nicedir.” En hoyrat ve dalgalı denizler de o gemi ki sevdalıları ile yüzmeye devam ediyor.

 

[1] Ali Fırat , Demokratik Uygarlık Çözümü, Cilt 4
[2] Ali Fırat, Demokratik Uygarlık Çözümü, Cilt 2

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.