Düşünce ve Kuram Dergisi

Dijital Çağ; ‘Normalleşmenin’ Şiddetine Maruz Kalan İnsan

H. Yekta Eren

İnsanlık tarihi ile iletişimin gelişimi paralellik arz eder. Avcı-toplayıcı toplumdan tarım toplumuna, sanayi toplumundan günümüz endüstri toplumuna kadar, iletişim kavramı yeni boyutlar kazanarak evrilmiştir. Bu evrilme sürecinde modern teknolojinin etkisiyle önemli değişiklikler meydana gelmiştir. Örneğin, sanayi toplumu veya modern toplum kavramının geçerli olduğu 19. ve 20. yüzyıl boyunca gazete, radyo ve televizyon gibi kitle iletişim araçları etkili olurken, günümüz post endüstriyel toplumunda internetin etkisi belirleyici hâle gelmiştir. Geçen yüzyılda iletişim olgusu daha çok kişiye özel ve kişiler üzerinden yürürken, günümüzde internet teknolojisinin gelişmesi ve küreselleşme süreciyle geniş bir toplum kesimine çok kısa sürede ulaşmak ve aynı anda milyonlarca kişiden geribildirim almak mümkün olabilmektedir. Castell’in (2013) ifadesiyle “ağ toplumu” haline gelme söz konusudur.

Büyük çoğunlukla üretim temelinde çağlara bölünen insanlık tarihi günümüzde yeni bir durumla karşı karşıyadır. Dijital alanda var olanlar ve dijital alanda var olmayanların oluşturduğu bu yeni çağın adı çoktan konuldu: Dijital çağ. We Are Social-2024 raporuna göre 2024 yılı itibariyle Dünya çapında dijital medya kullanımı 5.17 milyara ulaşmıştır. Aynı rapora göre 5.18 milyar internet kullanıcısı bulunmaktadır. Bu veriler Dünya nüfusunun %65.5’ine tekabül etmektedir. Bu dijital çağda teknolojik gelişmelerin temelini oluşturan aslında yine üretimdir. Bu anlamıyla insanlık tarihinde üretimin belirlediği ilişki biçimlerinde değişen bir şey yok. Yeni olan materyal üretimin yerini bilgi üretimine bırakması, yani somuttan soyuta doğru gücün evrilmesidir. Baudrillard’ın “gerçek simülasyona dönüştü… yaşadığımız evren simülasyon evrenidir,” diyerek işaret ettiği insan beyninin bir uzantısı olarak gelişen teknolojinin bütün ilişki biçimlerini yeniden dizayn etmesidir.

Modern ve postmodern çağlarda toplumlarda gözetim ve yönlendirme pratiklerine yoğunca rastlanılmıştır. Her iki dönemde de gözetleme ve yönlendirme olgusu yaşanmakla birlikte postmodern dönemde daha yıkıcı ve bireylerin bilerek katkıda bulundukları bir sürece evrildiği sonucu ortaya çıkmıştır. Teorik bir bağlamda tartışılan gözetleme ve yönlendirme olguları, yeni dijital çağ ile birlikte sınırsız bir şekilde kapitalizm lehine hemen her alanda ve herkes üzerinde işletilen bir duruma dönüşmüştür.

Bu bağlamda George Orwell’in “1984” (2003) adlı distopik romanı gözetim toplumunu irdeleyen önemli bir eser konumundadır. Orwell’in romanında “Büyük Birader” toplumun her kesimini gözetlemekte ve totaliter bir toplum oluşturma hedefini gütmektedir. Modern toplum dönemine özgü başka bir örnek de devletlerin bireylere yönelik ortam dinlemesi yapması verilebilir. Bilhassa İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte gerek istihbarat örgütleri gerekse de devlet mekanizmalarının ortam dinleme şeklinde gözetleme gerçekleştirdiği bilinmektedir.

Kişinin yalnızca gitmek istediği yönü gördüğü, yanında olan bitenden bihaber olduğu tünel tasarımına benzeştirebileceğimiz enformasyon çağında, teknolojinin güç ve iktidar sahiplerinin elinde olması sebebiyle, çoğulcu ve demokratik amaçlarla kullanılmasına hep şüpheyle yaklaşılmıştır. Totaliter bir yaklaşımla bireylerin istatiksel/sayısal verilerini gözetim altına almak gibi bir yöntem benimsenmiştir.

Buna bir örnek olarak hiç kimsenin olmadığı bir yerde kırmızı ışık ihlali sonucu evimize trafik makbuzun tebliğ edilmesini verebiliriz. Gözetim toplumu kaynaklara erişim ve fırsat açısından eşitsizliğe sebep olma, sosyal birlik ve dayanışmaya zarar verme, acil sorunları görememe gibi olumsuzluklara izin vermektedir. Toplumun nasıl yönetildiği ile yakından ilişkisi olan gözetim toplumu; mahremiyet, etik, insan hakları konusunda birçok açmaza, toplumsal dışlanmaya ve ayrımcılığa sebep olmakta, bireylere yönelik; kişisel verilerin saklanmasında, bilgilerin şeffaflığında sınırlamalara gitmektedir.

Dijital gözetimin gerçekleştirildiği yeni medya platformlarında (Twitter, Facebook, Instagram, TikTok, LinkdIn…) bireyler pek çok bilgiyi geniş bir ağ içerisinde paylaşabilmektedir. Bu paylaşımlar sırasında doğal olarak kişisel bilgiler işlenmekte ve depolanmaktadır. Bununla birlikte bu paylaşımlar geniş bir kitleye ulaşabilmektedir.

Dijital çağ, bütün üretim araçlarını, üretim biçimlerini, toplumsal ilişkileri yeniden şekillendirirken, iletişim pratikleri ve medya çalışmalarında da dönüşüme sebep olmuştur. Manuell Castells toplumsal dönüşümü toplumsal bir formasyon olarak Ağ Toplumu kavramsallaştırmasıyla ifade etmiştir.

Tarihin karanlık koridorlarında gözlerden uzak, sessiz-sedasız yürütülen bir savaş var. Bu, zihinlerde ve kalplerde yaşanan bir savaştır. Gökyüzünde asılı kalan bir sis gibi, gerçeği örter, yalanlarla beslenir ve toplumları aldatır. Bu savaşın cephaneleri ne silahlar ne de bombalardır; kelimeler, görüntüler ve seslerdir.

ABD, Çin ve İsrail merkezli geliştirilen dijital medya portalları yeryüzünde yaşayan her insanın zihnine ulaşma kabiliyetine sahipken, aynı zamanda yaşamın her aşamasında ciddi manipülasyonlar gerçekleştirerek çağımızın her şeyi yutan modern leviathanlarına taş çıkartır bir aşamaya varmışlardır. İnsan ve ötesine dair ne varsa kapsamına alan bu portallar insan beyninde yarattıkları dezenformasyonlarla beğeni ölçülerinden tutalım yaşam tarzına kadar insan üzerinde tarihte eşi ve benzeri görülmemiş bir etki yaratma potansiyeline sahiplerdir.

Dünya’da ve Türkiye’de dijital medya aracılığıyla yaşanan toplumsal, siyasi olaylara ve çeşitli cinsiyetçi, dinci ve ırkçı saldırılara bakıldığında, üretilen, bilgi kirliliğinin, propaganda amaçlı olduğu ve bu işin örgütlü bir şekilde, toplulukları harekete geçirmek, ırkçılığı geliştirmek ve toplumsal yapıya zarar vermek amacıyla oluşturulduğu görülüyor.

Dijital medyanın, kişisel hesaplardan anında yapılan paylaşımlar nedeniyle, haberin bireylere ulaşmasında zaman ve hız açısından avantajlı olduğu bilinse de; güvenilirlik, doğruluk, manipüle etme (çıkarlar doğrultusunda yönlendirme) bilgiyi çarpıtma ve çevrimiçi radikalleşme konularında tehlike oluşturduğu inkar edilmez.

Bilen ile bilmeyen, iyi veya kötü, doğru ile yalan, enformasyon ile dezenformasyon arasındaki farkın belirsizleştiği dijital medya ortamlarında, popüler kültürün ve trendlerin etkisiyle paylaşım rüzgarına kapılan herkes; kaynağı bilinmeyen bilgilere, videolara, ses kayıtlarına ve haberlere, muhakeme etmeden inanıyor ve bunları düşünmeden paylaşıyor. Dolayısıyla da var olan bilgi kirliliğine hizmet etmiş oluyor. Bu sebeple yalan haber, günümüzde mücadele edilmesi gereken ciddi sorunların başında geliyor.

Yalan han temel taşı, her ne olursa olsun bilgiye kolayca ulaşmaya çalışmak değil, doğru ve güvenilir bilgiye ulaşmak için çabalamaktır. Peki, hangi bilgi doğru ve güvenilir, bunu nereden bileceğiz? Bunun için biraz zaman ayırmak ve önemli bazı kullanım alışkanlıkları edinmek gerekiyor.

Öncelikle eleştirel bir bakış açısı edinmek, doğrulanmamış bilgileri paylaşmamak, özelikle dijital medyada karşılaşılan bilgilere sağlıklı bir şüphe ile yaklaşmak ve bilgiye ulaşılan kaynaklar hakkında fikir sahibi olmak yalan haberle mücadele kapsamında yapılması gerekenlerin başında geliyor. Bunlara ilaveten paylaşım yapmadan önce genel bir araştırma yapmak ve ulaşılan bilgileri en az üç farklı kaynaktan teyit etmek de doğru bilgiye ulaşmanın olmazsa olmazını oluşturuyor.

Tek merkezden örgütlenip yönetilen birçok hesap algı oyunları, toplumsal yapıyı tahrip etme, parodi, reklam veya sahte haber yapma ve yayma amacıyla kuruluyor. Dijital medyada zaten troll olarak adlandırılan ve toplumsal muhalefeti hedef alan kişi ya da grupların bu işe kendilerini adadıkları biliniyor. Yani sadece yalan haberler, video- resimler üretmek ve dijital paylaşım ağlarında insanları yanıltmak ve yönlendirmek amacıyla çalışan pek çok insan ve kurum var(!). Tek başına bu bilgiye sahip olmak bile, “Neden internet ortamında, dijital medya platformlarında her bilgiye inanmamalıyız?” sorusunu cevaplamaya yetiyor.

İletişim araçlarının toplum üzerindeki gücü tartışma götürmez bir gerçeklik. Aynı anda milyonları harekete geçirebilme kabiliyetine sahip olan bu araçlar doğru kullanılmadığı takdirde egemen güçler ve devletler onlarca nükleer bombadan daha tesirli bir bombaya dönüştürebiliyor

Bunun en trajik örneği; 1994 yılında yaklaşık yüz gün gibi kısa bir sürede 800.000 insanın vahşice katledildiği Ruanda Soykırımı olmaktadır. Ruanda Soykırımı’nı incelediğimizde iletişim araçlarının tahrip gücü en etkili bombaya nasıl dönüştürüldüğü tüm çıplaklığıyla görebiliriz. Ruanda’da yayın yapan Radio Television Libre des Mille Collines (RTLM) radyosunun soykırımın yaşanmasında rolü başat düzeydeydi.

RTLM, Huti radikalleri tarafından desteklenen ve Tutsi nüfusuna karşı nefret söylemleri yayan bir radyo istasyonuydu. Bu radyo, soykırımı destekleyen propaganda yaparak, Huti halkını Tutsilere karşı kışkırtarak nefret söylemleri yaydı. Radyo, günlük olarak Huti milislere Tutsi hedeflerin yerlerini bildirip Hutileri bu hedeflere saldırmaya yönlendirdi. Yine bu radyo yayınlarıyla halkı, soykırıma aktif olarak katılmaları için teşvik edip kurbanlara karşı şiddeti normalleştirdi. Bu şekilde RTLM, soykırımı gerçekleştiren milis gruplarının harekete geçmesine, soykırımın yayılmasına ve sonuç olarak 800 bin insanın kırımdan geçmesine sebep oldu.

RTLM nefreti yaymak için propaganda makinesi olarak kullanıldı ve ülkedeki her sıradan insanın birlikte okula giden, aynı sofrayı paylaşan komşularının bu nefreti kabul etmesini sağladı. Nefret bu şekilde yayıldı ve soykırım bu radyo istasyonu yüzünden mümkün hale geldi.

Soykırım 6 Nisan 1994’te dönemin Hutu Devlet Başkanı Juvenal Habyarimana’nın uçağının düşmesiyle başladı. RTLM yaptığı yayınla suikasti Tutsilerin yaptığını söyledi ama bu doğru değildi.

İnternette paylaşılan yanlış veya yanıltıcı bilgilerin toplumsal ve siyasi görüşler üzerinde soykırıma kadar varabilecek kayda değer bir etki yaratabildiği biliniyor. Dijital medya platformlarında paylaşılarak hızla yayılan bu gönderilerin demokratik süreçlere ciddi düzeyde zarar vererek nefret ve toplumsal karşıtlığı körüklediği de biliniyor. Araştırmacılar bu gönderilerin en az yüzde 34’ünü 10, yüzde 70’ini de bin hesabın paylaştığını tespit etti. Yanlış bilgileri hızla yayabilen bu hesaplar, bir hastalığı çok fazla kişiye bulaştırabilen hastalar için kullanılan “süper yayıcı” ifadesiyle tanımlanıyor.

Avustralya’daki Queensland Teknoloji Üniversitesi Dijital Medya Araştırma Merkezi’nden Axel Bruns, rakamların şaşırtıcı olmadığını söylüyor. Bruns dijital medya platformlarının yanlış bilgiyle dolup taştığını vurguluyor.

Dijital medya platformu X’te (Twitter) paylaşılan bilgilerin yaklaşık üçte birinden ‘süper yayıcı’ denen 10 hesabın sorumlu olduğu tespit edildi.

Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nden üç akademisyen tarafından yapılan yeni bir çalışma, dijital paylaşım platformu X’te yanlış haberlerin doğru haberlerden daha hızlı bir şekilde yayıldığını ve görece daha büyük oranda paylaşıldığını ortaya koydu. Dahası, yanlış haberlerin yayılması, yanlış hikayeleri yaymak için programlanmış olan botlardan kaynaklanmıyor. Bu haberlerin yayılma hızının fazla olmasının sebebi, yanlış öğeler içeren haberleri retweetleyen insanların olmasıydı.

Örneğin yanlış haber hikayelerinin retweetlenmiş olma olasılığı, gerçek hikayelerden yüzde 70 oranında daha yüksek. Aynı zamanda gerçek haberlerin 1500 kişiye ulaşması, yanlış haberlere göre altı kat daha fazla zaman almakta. X’teki kırılmamış retweet zincirleri söz konusu olduğunda, yalanlar gerçeklerden yaklaşık 10-20 kat daha hızlı zincir derinliğine ulaşmakta ve yanlış bilgiler her bir farklı kullanıcı tarafından, her zincir derinliğinde, doğru bilgilerden daha yaygın biçimde retweetlenmekte. Peki bu ne anlama geliyor, bu hesaplar nasıl daha hızlı yayılıyor.

X ana haber kaynağımız oldu diyoruz, fakat trajik olaylar ardından, fark ettik ki, dijital medyada okuduğumuz şeyin önemli bir parçası söylenti ve aynı zamanda yanlış haberlerdir.

Sonuç? Vosoughi, “Yanlış haberler ve gerçek haberler için farklı duygusal profiller gördük,” diyor. Gerçek öykülerin yarattığı cevaplar daha çok üzüntü, beklenti ve güven ile karakterize olurken, yanlış haberlere daha fazla şaşkınlık ve nefretle tepki vermenin geliştiği not edilmektedir.

Doğru ile yalanın belirsizleştiği dijital medya ortamlarında, popüler kültürün ve trendlerin etkisiyle paylaşım rüzgârına kapılan herkes kaynağı bilinmeyen bilgilere, video, ses kaydı ve haberlere, muhakeme etmeden inanıyor ve bunları düşünmeden paylaşıyor. Dolayısıyla da var olan bilgi kirliliğine hizmet etmiş oluyor. Bu sebeple yalan haber, günümüzde mücadele edilmesi gereken ciddi sorunların başında geliyor.

Dijital medyayla gelişen en önemli tehlikelerin başında, yaratılan tüketim toplumu ve durmadan geliştirilen tüketim çılgınlığı gelir. Markaların dijital medya kullanımlarının tüketici davranışlarına etkisi çoğu zaman fark edilmiyor. Çünkü artık bu bir dijital pazarlama stratejisi olarak değil, algı tekniği olarak uygulanıyor. İnsanlarda ihtiyaç izlenimi yaratılıyor ya da ideal olanın “o” olduğu algısı oluşturuluyor. Yani fenomenlerin giydiği ayakkabılardan giyerseniz siz de modayı takip eden, yenilikçi biri oluyorsunuz!

Ürünlerini satmak isteyen markalar da daha çok resim ve video paylaşıyor, etkileyici kombinler oluşturuyor, bu sayede de dönüşüm oranını artırıyor. Ayrıca güvenilen isimler üzerinden iş birlikleri yaparak tüketicilerin satın alma duygularını harekete geçiriyor. Böylece insanlar tüm emeğini ve kazancını kapitalizmin dijital medya platformları aracılığıyla geliştirdiği tüketim çılgınlığına kaptırıyor.

Dijital şiddet değerlendirilmesi gereken diğer önemli bir konudur. Dijital şiddet, çevrimiçi şiddet, siber şiddet, sanal şiddet gibi isimlendirilmelerin yarattığı karmaşa, kavramların tanımlarında çeşitliliğe sebep olmaktadır. Uluslararası kamu kuruluşlarının (EIGE, UNFPA, ICRW gibi) kapsamlı tanımlarının yanında, Birleşmiş Milletler Kadın Birimi 2022 yılında yeni bir tanım oluşturmak için uzmanları bir araya getiren bir çalıştay organize eder ve buradan ortak bir tanım belirlenir. “Teknoloji destekli şiddet” başlığını benimseyen uzman grubu, bunu da, Bilgi ve İletişim teknolojilerinin veya diğer dijital araçların kullanımıyla gerçekleştirilen, desteklenen, ağırlaştırılan veya güçlendirilen, fiziksel, cinsel, psikolojik, toplumsal, siyasi veya ekonomik zarar veya diğer hak ve özgürlüklerin ihlali ile sonuçlanan veya sonuçlanması muhtemel olan herhangi bir eylem olarak tanımladı.

Bildirilen en yaygın şiddet biçimleri arasında yanlış bilgilendirme ve iftira (%67), siber taciz (%66), nefret söylemi (%65), başka kimliğe bürünme (%63), bilgisayar korsanlığı ve ısrarlı takip (%63), suni kamuoyu oluşturma (zarar verici içeriğin platformlar arasında eşzamanlı olarak paylaşılmasına yönelik koordineli bir çaba %58), video ve görüntüye dayalı taciz (%57), kişisel bilgileri paylaşma (%55), şiddet içeren tehditler (%52) ve istenmeyen görüntülerin alınması veya cinsel içerikli, mahrem içeriklerin ifşa edilmesi (%43) yer almaktadır (Vogels, 2021).

Dijital medya kullanımı, her geçen gün artış göstermektedir. Dijital medya platformlarının sunduğu önemli özelliklerinden biri, bireylerin içerikler oluşturarak bu içerikleri kişisel hesaplarından paylaşmalarıdır. Dijital medyada üretilen içerikler video ve fotoğraflar gibi görselleri kapsamaktadır. Hazırlanan etkili ve dikkat çeken içeriklerle kullanıcının etkileşim içinde olması sağlanmakta ve takipçi sayısı daha fazla artmaktadır. Dijital medyada etkileşim, takipçi sayısı, yorum ve beğeni gibi etkenler kullanıcılarına maddi kazanç sağlayabilmektedir. Bu durum bireylerin dijital medya mecralarında farklı içeriklerden oluşan paylaşımlar yapmalarına neden olmaktadır. Yapılan paylaşımlar her yaş grubuna ulaşabilmektedir. Özellikle sakıncalı paylaşımların çocuklar tarafından izlenilmesi birçok olumsuzluğa yol açmaktadır. Son zamanlarda kullanılan programlar aracılığıyla yapay zeka ile fotoğraflar konuşturularak canlandırılmakta ve hazırlanan bu içerikler dijital medya platformları aracılığıyla paylaşılmaktadır. Fotoğraflarda çoğunlukla hayatını kaybeden insanlar konuşturularak hayat hikayeleri aktarılmaktadır. Özellikle hayatını kaybeden ünlü isimlerin bu programla konuşturulup paylaşılması çok dikkat çekmekte ve izlenilmektedir.

Dijital medya ile gelişen en büyük tehlikelerden bir diğeri ise bireylerde yaşanan kişilik dezenformasyonudur. Simmel’ın, sosyoloji disiplinine katkıları bilinmektedir. Özellikle mikro alanda yaptığı çalışmalar önemlidir. Simmel, kent yaşamına odaklanırken, insanların kent yaşamında nasıl ilişki kurduklarına da kafa yorar. İnsanları bir kişiyken, iki kişiyken, üç kişiyken davranışlarının nasıl değiştiğine dair fikir geliştirmiştir. Bu fikirler günümüzde de farklı düşünürlerce doğrulanmaktadır. Ayrıca bu çalışmada konu edinilen çatışma kavramı da Simmel’in çalıştığı konulardandır. Simmel çatışmaya kültür üstünden ve daha doğrusu nesnel kültür ve öznel kültür üstünden bakar. Bu; sosyolojinin temel dikotomilerinden olan nesne- özne ayırımıyla örtüşmektedir.

Horkheimer (2018: 126-128) Akıl Tutulması’nda, özerk aklın önceleri hayatın yüksek amaçlarını belirleme yetkisine sahipken, sonra bunu yitirdiğinden söz eder. Bir zamanlar özerk olduğu varsayılan özne, her türlü içerikten arındırıldıktan sonra sadece bir isme indirgenmiştir. Bütün varlık alanlarının araçların alanına dönüşmesiyle özne bütün özelliğini yitirir. Özneyi yücelten özneleşme, aslında aynı zamanda onu yok etmektedir. Bağımsızlaşma süreci içindeki insan, içinde yaşadığı dünyayla aynı yazgıyı paylaşır. Özne; hem dışsal doğayı köleleştirmeye aracılık eder hem de kendi içindeki doğayı hegemonya altına alır. Horkheimer’e göre bugün hayatın tümü rasyonelleştirilmekte aynı şekilde bireylerin hayatları da rasyonelleştirme planlarına uymak zorunda kalmaktadır. Birey varlığını sürdürebilmek için sisteme uymak zorundadır. Toplumdan kaçacak yeri kalmamıştır.

Gündelik hayatta bireylerin çatışması özellikle iletişim disiplini üstünden incelendiğinde farklılık gösterir. Birey bazen kendiyle çatışır buna -çok daha fazla sebep olsa da- duyduğu kompleksler veya kendini daha iyi bir yerde görme çabası sebep olmaktadır. Burada bireyin kendiyle savaşı öne çıkar. Bazen de birey diğer bireylerle ya da belli gruplarla çatışır.

M. Foucault’nun seminer notlarından derlenen Kendini Bilmek (2019: 52- 56) adlı çalışmada Epiktetus’un öne sürdüğü iki metafordan söz edilir. Kim olduğunu kanıtlayamayan kimseyi kasabaya kabul etmeyen gece bekçisi ve paraya bakarak gerçekliğini anlayan, paranın hakikiliğini onaylayan sarraf. Çalışmada ayrıca Hıristiyanlıktan yola çıkarak yapılan yorumlara da yer verilir: Her insan kendisinin ne olduğunu, içinde neler yaşadığını bilmeye, kusurlarını kabul etmeye, kendini baştan çıkaranları fark etmeye, arzularının kaynaklarını çözmeye çalışmak zorundadır; bu kişiler bildiklerini diğer insanlara ve Tanrı’ya bildirmekle yükümlüdür.

Devam edelim: Joker dezavantajlı bir palyaço hikâyesidir. Amacı Gotham şehrinin acımasız sokaklarında geçinmektir. Kontrol edilemeyen kahkaha hastalığından mustariptir. İnsanların yanında sürekli sempatik biri olarak görünmeye çalışır. Palyaçolukla çocukları mutlu etmeye çalışır. Bunda annesinin yarattığı yapay algının etkisi vardır. İyi bir insan olmak zorundadır. Halbuki bunun altında kutsal aile miti vardır. Annesi ona iyi davranmamış, hayatını travmalar içinde yaşamasına neden olmuştur. İçte yaşadığı büyük çatışma, insanlarla davranışlarında yaşadığı sorun, aslında annesiyle başlayan ve hayata karşı mücadeleye dönen büyük, ciddi bir sorundur.

Joker bütün eylemlerinde kendini bilmek ve kendinden vazgeçmek arasında bir yerdeymiş gibi görünür. Seyirci tam Joker’in kendini kaybettiği düşüncesine eriştiği anda yanıldığını düşünür ve kendinde olduğuna karar verir. Karakterde haz ve öfke iç içedir. Bu dramatik yapının daha da güçlü olmasını sağlar. Çünkü seyirciye çok farklı duygular hisseder ve seyirci bir anti-kahramanın yaptığı yanlışları görmesine rağmen sempati duyabilir. Joker 20. yüzyılın eylemsiz karakterlerine nazire edercesine sürekli eylem halindedir.

Örneklerle güçlendirmeye çalıştığımız kapitalist modernitenin milyarlarca dolar elde ederek toplumu sömürdüğü, sadece sömürmekle kalmadığı, toplumu ve bireyi ruhsal, duygusal ve zihinsel anlamda paramparça ederek kendi olmaktan çıkardığı bu dönemde, daha çok yoğunlaşmamız gereken husus demokratik modernitenin inşasının ne denli elzem olduğudur. Demokratik Modernite’nin inşasıyla kendi gerçekliğini anlamlandıran birey ve toplum yaşanan çöküşün önünü alabilir. Demokratik Modernite zamanının toplumu olan Ahlaki ve Politik Toplum yapısı ve onun açığa çıkardığı birey karşılaştığı her şeyi yargılayıp, sorgulayıp ahlak ve politika süzgecinden geçirme kapasitesine sahip toplum yapısıdır. Toplum güçlendikçe açığa çıkan güçlü bireyler parçalanmaya karşı bütünlüklü bir ruhsal, zihinsel ve duygusal kişilikle araç olmaktan, nesne olmaktan çıkacak özgür iradesiyle kendi olmayı başaracaktır.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.