Tarihsel süreç içerisinde insan toplulukları, yaşamdan edindikleri bilgi ve deneyimlerle kendi toplumlarının değişim ve dönüşümüne etkide bulunmuş, kendi yaşamlarını yarattıklarıyla şekillendirmişlerdir. Yine kazanmış oldukları zihniyet gücüyle yeni toplumsallıklar inşa ettikleri gibi bunu sonraki kuşaklara aktarmasını da bilmişlerdir. Toplumun değişip dönüşmesindeki rolleri itibariyle birçok faktörden bahsedebiliriz. Ama biz bu yazımızda özellikle teknoloji olgusundan dijital teknolojilerle birlikte çok yaygın bir kullanım alanına kavuşan ve yaşamımızı çepeçevre kuşatan dijital medyadan onun kullanım amaçlarından ve yarattığı sonuçlardan bahsedeceğiz. Dijital teknolojiler gündelik hayatımızda o kadar yer etmeye başladı ki dijital kültür sosyolojisi denen bir disiplin bile ortaya çıkmış durumdadır. Dijitalleşen medyayla kurulan tüketim-üretim ilişkileri dijital ortamda (medyada) kültürel etkileşimler yapıyor, bunlarda yeni ilişkilenme ve pratikleri yaşamımıza koyuyor. Günümüze gelindiğindeyse dijital dönüşüm (ki buna geleneksel medya da dahildir) o kadar yaygın bir hale geldi ki içinde yaşadığımız topluma “ağ toplumu” deniliyor. Bireyler, kurumlar, kavramlar, anlam dünyaları internetin güçlendirdiği ağlar içinde “var olabiliyorlar”. Bu durum yeni bir sosyolojik çözümlemeyi gerektiriyor. Bu teknolojiyi kimler yönlendirmekte, dijitalleşen yeni medyayla nasıl bir zihniyet, yaşam, kültür, sanat, ekonomi, siyaset, kısacası insana ve topluma dair nasıl bir gerçeklik oluşturulmak istenmektedir. Bu değişim dönüşümü iyice irdelemek ve eleştirel bir gözle sorgulamak bir ihtiyaç haline gelmiştir.
Teknoloji toplumun kolektif üretiminin maddi boyutu olarak toplumun olduğu her yer ve zamanda insan yaşamında yer edinmiştir. Ancak sanayi devrimiyle birlikte özellikle de günümüze doğru gelindiğinde hız kazanan teknolojik gelişmeler yaşamımızın tüm alanlarına sirayet eder duruma gelir. Teknolojinin kullanımı, ele alınışı ve yarattığı etkiler bağlamında birçok farklı akım ve düşünürün görüşleri ortaya çıktı. Bu kapsamda tekno-deterministler ile toplumsal belirlenimcilerden bahsedebiliriz. Tekno-deterministler teknolojinin toplumsal ve kültürel yapılanmada büyük etkiye sahip olduğunu belirtirken toplumsal belirlenimciler; toplumsal yapılanmada esas olan birey, toplum, kültür olduğunu ve teknolojinin toplumun gereksinimleri çerçevesinde oluştuğunu savunur. Her iki akıma baktığımızda özünde gerçekliğin bir köşesinden tuttuğu ama bütünselliği yakalayamadıklarını görebiliyoruz. Zaten tekno-deterministler insan yaşamının belirleyenini mutlakiyete yakın bir düzeyde teknolojiye bağlamaları, kültürel altyapıyı yok saymaları, toplumsal belirlenimciler de toplumsal dinamikler incelenirken teknolojinin insan ve toplum yaşamındaki etkisini görmezden gelmeleri dolayısıyla eleştirilmektedirler. Konuyu daha anlaşılır kılmak adına Engels’in “İhtiyaçlar tüm icatların anasıdır” sözüne başvurduğumuzda her iki akımın iç içeliğini görmüş olacağız. Tüm icat ve teknolojiler insan ürünüyse, ki öyledir, o zaman teknolojiyi toplum ve zihniyetinden azade tutamayız. Aynı şekilde her yeni bir teknolojinin (matbaa, telgraf, telefon, bilgisayar) kendisiyle birlikte yeni bir yaşam kültür ve toplumsallık oluşturduğunda tartışma götürmez bir gerçekliktir. Manuel Castells’in de toplum ve teknoloji arasında diyalektik bir ilişki olduğunu, teknolojinin toplumu temsil ettiğini, teknolojik aygıtların doğası ve toplum üzerindeki etkisi anlaşılmadan yapılan toplumsal araştırmaların eksik kalacağını belirtmesi yukarıda yaptığımız değerlendirmeyi güçlendirmektedir.
Öte yandan bu iki akımın yanında teknolojinin toplumsal yaşam, düzen ve maddi koşullardaki etkisini gören F. Nietzsche, E. Durkheim, K. Marx, Max Weber, M. Horkheimer, Adorno gibi düşünürler teknolojinin toplumsal ve kültürel yapılanma üzerindeki yıkıcı etkilerini eleştirmişlerdir. Bilim, teknoloji ve toplum arasındaki ilişkiyi sanayi devriminin doğuşu çerçevesinde ele alan Marx teknolojik gelişmeyle kapitalizmin birbirini beslediğini önceki tarıma dayalı toplumsal yapının yerini artık endüstri toplumunun aldığını ve sanayileşmeyle birlikte kentleşmenin ortaya çıktığını belirtir. Kentleşmenin de toplumsal eşitsizliğin vücut bulduğu ve kapitalizmin kendisini örgütleyen alan olduğunu söyler. Marx bu belirlemeleri 19. yüzyılda yaparken, 20. yüzyıla geldiğimizde teknolojinin kullanım amaçlarına ilişkin Frankfurt Okulu’nun temsilcilerinden de ciddi eleştiriler gelir. Adorno ve Horkheimer ABD’deki medyayı ve teknolojileşmeyi gördükten sonra kültür endüstrisi ismiyle eleştirel bir teori ortaya atmışlardır. Her ikisi özellikle metalaşma ve toplumun kendisine yabancılaşmasına atıfta bulunarak, popüler kültürü kitleleri (toplumu) edilgenliğe ve pasifizme itmek için standartlaşmış (makineleşmiş) ürünler (medya, filmler, diziler, radyo programları ve dergiler) üreten bir fabrikaya benzetiyorlar. Bu bağlamda kültürün metalaştığını söyleyerek ideolojik bir yerden eleştiri geliştiriyorlar.
Dijital Medya, Yurttaşlar Hakkında Denetim İşlemi Sunmaktadır
Günümüze gelindiğindeyse teknolojiye dönük eleştiriler özellikle dijitalleşmenin evrenselleşen karakteri nedeniyle farklı noktalara evrildi. Öyle ki dijital kolonyalizmden bahsedilmektedir. Çünkü daha çok vatandaşın internet kullanması haline gelmesi, kişisel verilerin artması ve talebini de kolaylaştırdı. Bu yüzden bu dönemi gözetim toplumu olarak tanımlayanlar çoğunluktadır. Bilindiği gibi bilinen tarihsel klasik kolonyalizmde fiziki denetleme daha baskındı. Ancak dijital kolonyalizmde dijital ortamda hizmet veren platformlar (Facebook, Instagram, Twitter vb.) iktidarların yeni gözetim ve denetim aracı haline gelirken öte yandan kapitalist şirketlerin yeni sömürü kanalları olarak hizmet vermektedirler. Çevrimiçi grupların (sanal toplulukların) yer aldığı platformlar ticari firmalardır. Aynı zamanda sunulan ürün ve hizmet ücretsiz olmakla birlikte platform sahiplerinin, kullanıcıların verilerine ulaşım ve paylaşım hakkı bulunmaktadır.
Bilişim teknoloji ve pazarlama dünyasında çok sık kullanılan bir vecizeye göre, eğer bir ürüne para ödemiyorsanız gözetim, maalesef artık otomatikleşmiş ve gönüllü hale gelmiş durumdadır. Dijital medya ve internet, yurttaşlar hakkında bilgi toplamak ve gözetleme işlemini yerine getirmek için kullanılan bir denetim mekanizması işlemi sunmaktadır. Peki, bu kadar yaygın gözetleme ve denetlemenin nedeni nedir? Kuşkusuz birçok nedeni vardır. Ama esas olan bununla hem sömürdükleri toplumun gelecekteki yaklaşımını belirlemeye çalışmak hem de neler yapılabileceğini öngörülerek ona göre toplumu yönetebilmenin yeni yol ve yöntemlerinin daha öncelikli hale getirilmesidir. Tabi sadece gözetlemeyle kalmıyor toplumdan gelen talep ve arayışlarla kendi kontrolünde yön vermeye çalışarak burada açığa çıkabilecek enerjiyi de olumlu-olumsuz olarak kendi yararlarına kullanmaya çalışıyorlar. Biz bunu “Halkların Baharı” diye bilinen eylemlerden de biliyoruz. Küresel hegemonik güçler bölgedeki temsilcisine karşı gelişen tepkiyi bir yere kadar desteklediler. Ancak gelişen toplumsal hareketlerin kontrolden çıkmaması adına da halktan gelen adalet, özgürlük, eşitlik, demokrasi taleplerini müthiş bir algı operasyonu ve yönlendirmeyle sadece iktidardaki kişilerin değişimiyle sınırlı kalmasını sağladılar. Özünde çokta bir değişim sağlanmadığı gibi hegemonyaya oynayan güçler hiçbir fiziki askeri zor aygıtına başvurmadan dijital medya üzerinden oluşturdukları algı operasyonuyla hem kendi politikalarının devamını sağladılar hem de ortaya çıkan değişimlerle bölgede kendi yaşam tarzını dayatarak kültürel ve zihni sömürüye daha da açık bir toplumsal gerçekliği oluşturdular. Gerçekliğin bir yönü buyken diğer bir yönü de açıklayabiliriz. Halkların baharının kitleselleşmesinin altında dijitalleşen medyanın herkesin ulaşabileceği bir düzeyde olması var. Bu durum bazen sosyal medya platformlarının kurucularının hedeflediklerinin hilafına da sonuçlar doğurabileceğini gösterdi. Her ne kadar halkların baharı özünden saptırılmış ve bölgeyi sömürüye daha açık hale getirdiyse de, bu süreci başlatan, hatta adına “Twitter devrimi” denmesine neden olan dijital medyada kendini örgütleyen sosyal hareketinin varlığını ortaya koydu. Buna dijital aktivizm de denilmektedir.
Günümüz teknolojileri çeşitli teknik aletlerle egemenlerin zihniyet ve düşünce yapısını topluma yayan bir aletler topluluğu haline getirilmiştir. Bu noktada Lewis Mumford’un kapitalizmin teknolojiyi aşırı bir şekilde sömürerek, insanlar ile makineler arasındaki ilişkiyi dönüştürdüğünü ve insanları kontrol altına alarak tekrardan yapılandırdığını ve teknolojilerin sosyal kontrol aracı olarak kullandığını belirtmesi çok çarpıcı bir tespittir. Bu tespitin hakikat payı çok güçlüdür. Egemen güçler bilim, teknik alanındaki teknolojik gelişmeleri kendileri açısından çok yoğunluklu, derinlikli ve yetkince kullanmaktadırlar. Bu araçlarla kendilerini basitleştirerek toplumun tümüne istedikleri gibi kendilerini ulaştırmayı başarmaktadırlar. Öyle ki insanlar nasıl dönüştüklerinin farkına bile varamamaktadırlar. Bu sayede toplum, kapitalist modernite zihniyeti, anlayışı, kişiliği temelinde duygu ve düşünceleri şekillendirerek yönlendirilmektedirler.
Egemen güçler iktidarlarını sürdürmek ve güçlendirmek için ellerindeki tüm imkanları (çok büyük masraflarla teknolojik yaratımları gerçekleştirerek) sonuna kadar kullanırlar. Peki, teknolojiye neden bu kadar önem veriliyor? Çok iyi biliyoruz tahakkümcü güçleri ayakta tutan ve iktidarlarının devamını sağlayan şey zor aygıtından ziyade rıza üretimidir. Tarih boyunca bu hep böyle olmuştur. Askeri, ekonomik, siyasi zor aygıtları bir toplumu bir yere kadar denetimde tutabilir. Ama ne zaman ki koşullar değişir, zihni ve yüreği teslim alınamayan insanlar başkaldırır o zaman tahakkümcü anlayışın yaşam şansı ortadan kalkar. Onun için egemenler mevcut teknolojilerle öyle bir algı oluşturuyorlar ki insanlar zihnen adeta felç ediliyor ve düşünemez hale getiriliyor. Zihinsel tutsaklık geliştiğinden insanlar güle oynaya egemenlerin hizmetine koşuyor, sistemin yeni gönüllü kölesi haline gelmiş oluyorlar. Onun için kapitalizm aynı zamanda algı yönetim formudur. Hegemonyayı ayakta tutan da bu oluyor. Bu bahsettiğimiz durum hegemonik güçler arasındaki çelişkilere de yansıyor.
Daha önce savaş stratejilerinde dördüncü kol çalışması olarak bilinen basın-yayın çalışmaları (medya) 21. yüzyılda gördüğümüz gibi özel savaş politikalarıyla deyim yerindeyse birinci kol çalışması haline gelmiş durumda. Savaşın çoğu da günümüzde dijital teknolojiler üzerinden yürüyor. Zaten mevcut verilere baktığımızda da bunu görmek mümkündür. ABD-Çin arasındaki rekabet salt askeri silahlar ve donanımlarla yürümüyor. Önceliğin dijital teknolojilerde olduğunu söyleyebiliriz. ABD Google, Amazon, Facebook, Apple, Microsoft (GAFAM) gibi dijital teknoloji sektörleriyle daha güçlü pozisyondayken Çin’de Baidu, Huawei, Alibaba, Tencent gibi şirketlerle ABD’yi takip ediyor, öyle ki dijital medya şirketleri dünyadaki etki güçleri boyutuyla (ekonomik, siyasi, toplumsal) büyük etki gücüne ulaşmıştır.
Dijital medya organlarınca yürütülen sanal dünya çok önemli bir zihinsel egemenlik aracı oluyor. Özellikle kapitalist sermayedarların tekniğe hakimiyeti ve milyarları yönetme ihtiyacı sanal yaşamı zorlayan asıl etkendir. Bu çerçevede sermaye sahipleri, toplumu ilgi alanlarına göre birbirinden ayrıştırarak farklı sanal topluluklara bölme ve onları birbirinden izole ederek yalnızlaştırmaktadırlar. Gerçek komünal-toplumsal yaşam yok olmuştur. Dijital ortamdaki gruplar ve topluluklar, yükümlülük ve sorumluluk yeri olan gerçek toplulukların aksine ironi ve oyun üzerine kurulmuştur. Abdullah Öcalan, bir değerlendirmesinde “Hakikat bir simülasyon (kopyalama) dünyasına indirgenir. Asıl ve kopya arasındaki ayrımın anlamı kalmaz” demektedir. Bu değerlendirmede de görüldüğü üzere sanal yaşam sınırsız taklide dayanır. J. Baudrillard bu çerçevede simülasyon ve simülakr kavramlarını çözümlüyor. Buna göre simülasyon gerçeğin yapay olarak yeniden üretilmesiyken, simülakr ise gerçeğin yerini alan taklit ve soyutluk oluyor. Böylesi bir yaşamın hakikati olmadığını ve içinde sahtelik barındırdığını belirtebiliriz. Peki, bu durum nasıl gelişiyor ve zihinler fethediliyor? Yaşam bu kadar sahteleşirken insanların zihninde kendi yaşam tarzlarının ve duygu düşün dünyalarının bir hakikat olarak algılanması nasıl sağlanabiliyor? Aslında insanların nesneleştirilmesini bunun en temel nedeni olarak gösterebiliriz. Kartezyen anlayışıyla ortaya çıkan özne-nesne ayrımında toplumun çoğunluğu nesneleştirildi. Ama insan varlık olarak hep kendisine biçilen sınırların dışına çıkmaya çalışır. Bu arayış kendisini nesne pozisyonundan çıkarmak için yeni kanallara sevk eder, bu aynı zamanda insanın kendisini anlamlandırmaya ve var etmeye dönük çabasıdır da. Çünkü oluş hali süreklidir, bu arayışlarını yoğunlaştığı bir dönemde sosyal medyayla birlikte (dijital medyanın yükselmesiyle) insanlar farklı ifade biçimleri ve yeni “özgürlük” alanlarını keşfetti. Öyle ki internetin ortaya çıkışıyla oluşturabilecek sanal toplum daha demokratik ve katılımcı bir toplum ve kültür ortaya çıkaracağına, hatta internetin ideal kamusal alan olacağına inanılıyordu. Henry Jenkins “katılımcı kültür” olarak bunu kavramlaştırmıştır. Bu kavramla internet sayesinde vatandaşların kamusal alana daha kolay ve aktif bir şekilde katılabilir olmasından bahsediliyordu. İnsanlar bilgisayar ağları, cep telefonlarıyla zaman ve mekandan bağımsız olarak dilediği zamanda ve istediği yerden ağa bağlanabilecek ve etkileşim kuracaktı. Dikkat edilirse yani medya ile insan aslında ortak bir paydada buluşuyorlar. Normal zamanlarda bir araya gelmeleri imkansız olan bu insanlar bir araya gelip etkileşim içerisine giriyor, paylaşımda bulunuyorlar. Bu imkan nesneleştirilmiş insan psikolojisinde çok farklı bir duygu yaratıyor. Ve kendisini özne olarak görmesini sağlıyor. Çünkü bu ortamın kendisini doğalında özgürleştirdiğini düşünüyor. Bu teknoloji-toplum ilişkisi üzerinden yeniden kurulan ilişkiler kullanıcılara fayda sağlıyor gibi görünüyor. Ancak burada kapitalizmin kitle-sürü toplumunun zemini oluşturulmuş oluyor. Farkında olmadan mevcut nesneleşmeye yeni bir nesneleşme ekleniyor. En tehlikeli yanı ise ortaya çıkan şekillenmenin birey tarafından özgür tercihle ortaya çıkan bir varoluşmuş gibi ele alınmasıdır. Kapitalist modernite kendi zihniyeti hilafına toplumu özgürleştiren seçenekleri topluma sunmaz. Tüm seçenekler aslında kapitalist modernitenin kendi zihniyet ve yaşam tarzının versiyonlarıdır. Kişinin burada birçok versiyondan birini seçmesi onun özgür bir tercihi olduğu anlamına gelmez. Özünde aynı sisteme hizmet ediyor ve onun bir uzantısı haline geliyor. Dikkat edilirse herkes bir yerden sonra birbirini taklit ederek birbirine benzetiliyor. Öyle ki topluma, “simülakr toplum”, “sanal toplum”, “tek zihniyetli toplum” deniliyor. Kitle-sürü toplumu derken de bundan bahsediyoruz. Taklit gelişmenin zıddıdır. Dolayısıyla burada özgürleştirici bir rolden ziyade medyatik yaşam ve simülasyon yaşam anlam yitimi olduğunu söyleyebiliriz. İletişimin rahatça sağlandığı bu çağda bireycilik yalnızlaşma, toplumsal parçalanma, tarihsizlik, çürüme ve kaos daha da artmaktadır. Bu temelde sosyal toplum gerçeğini, toplum kırımın bir versiyonu olarak da ele alabiliriz.
Teknolojiye Özgürleştirici Rol Oynatılabilir
Medya modernizmin en etkili beyin ve yürek yıkama aracıdır. Bu aygıt dijital iletişim teknolojilerinin sunduğu olanaklardan yararlanılarak kapitalist modernite zihniyetine sahip insan profili yetiştirmekte çok önemli bir rol oynar. Abdullah Öcalan, bir değerlendirmesinde “Kapitalist sistem, sanat endüstrisi aracılığıyla tüm toplumu etkisi altında tutarak, sisteme muhtaç bir katmerli meşrutiyeti sağlar. Toplum anlık olarak sanal bir dünyanın bombardımanı altında tutulup özdüşünüm olanağını sürekli yitirmeyle karşı karşıya bırakılır” der. Bu bağlamda baktığımızda küresel hegemonik güç olarak ABD’nin sanat endüstrisi çatısı altında Amerikan kültürü, yaşam tarzını yine Hollywood sineması ve edebi çalışmalarla tüm dünyaya nasıl pazarladığını ve kendisini hakim kıldığını görebiliyoruz.
Bu durum hegemonyaya oynayan güçlerce derinden fark edildiğinden merkez-çevre ilişkisi bağlamında yeni arayışları da beraberinde getirmektedir. Çünkü bu alanlardaki hakimiyetin kendilerini hegemonik güç yapabileceğini biliyorlar. Askeri, ekonomik, siyasi boyutuyla ABD’yle boy ölçüşebilecek duruma gelebilirler ama kültürel hegemonyalarını sağlayamadıkça baskın güç olamayacaklarını da biliyorlar. Dikkat edilirse Çin’in kuşak-yol projesi de her ne kadar ekonomi görünümlü (bunun payı da var) bir proje gibi görünse de altında yatan temel amaçlardan biri de Konfüçyüs kültürünün yaygınlaştırılmasıdır. Bu boyutta bir kültürel hegemonya sağlayabilirse o zaman merkez-çevrede bir dönüşümün şansı artmış olacak. Kapitalist uygarlık kendini hakim kılabilmek için özellikle toplumun varoluşsal özü olarak ahlaki ve politik dokusunu zihniyetini hedef alır. Bu kapsamda önce kültür asimile edilir, sonra da yoğunca tüm dünya halklarına taşırılmak üzere bir endüstri haline getirilir; özellikle spor, sanat ve seks gibi olguları endüstrileştirmesiyle toplum güdülerinin sınırında bir yaşama hapsedilir. Özünde bu her üç olgu da toplumların kendi varlığını sürdürmesi, sağlıklı yaşama sahip olması, kendisindeki özü keşfetme ve anlamlandırma boyutuyla büyük önem taşımaktadırlar. Ama sermayedarların kullanış biçimi itibariyle maalesef her üç olguda hastalıklı ve sapkınca bir düzeyde kullanıma indirgenmiş ve kapitalist modernitenin hegemonik güçleri tarafından yoğun bir istismara uğratılmış durumdadır. Bu noktada dijital medyanın yoğun bir rolünün olduğunu ve araçsallaştırıldığını görmek gerekiyor. Ve aynı zamanda tekelci tahakkümcü güçlerin zihniyetlerinin yayılmasında önemli bir güç kaynağı oluyor.
Teknoloji ve dijital medyaya ilişkin yukarıda belirttiklerimiz bu olgulara karşı bizde negatif bir algı oluşturabilir ve bu olguların sürekli dışlanması gerektiği hissini uyandırabilir. Ancak amacımız bir bütünen bu olguları kötülemek değildir. Teknoloji ve medya zaten tek başına kötülenecek olgular da değildir. Sorgulanması gereken yan bunların iktidar ve sermayeyle olan ilintisi ve kullanılış tarzıdır. İnsan ve toplumun eylemleri, teknolojiyi inşa eden en önemli faktörlerdir. Topluluklar anlam dünyasının ve kullanım pratiklerinin bizzat yaratıcılarıdır aslında, her bir toplumsal teknolojik gelişme insanlığın ihtiyacı ve yaşamın daha kaliteli olması adına ortaya çıkarılan gelişmelerdir. Toplumun ihtiyaçları ve ahlaki-politik dokusu ekseninde kullanılırsa yaşamı cennet bahçesi haline de getirebilir. Ama ne yazık ki tahakkümcü zihniyet tarafından el konularak kendi menfaatleri doğrultusunda kullanılmıştır. Öyle ki toplumun bizzat yaratıcısı olduğu bu olgular bu zümrelerin elinde bir canavara dönüşme potansiyeline kavuşuyor. Bunların rolünü kullanan belirliyor ve bu olgular çok etkili birer silah gibidirler. Hegemonik güçler bunun farkında olduklarından toplumun direnme odaklarını etkisizleştirmede bu silahlardan yoğun bir şekilde yararlanılmaktadır. Bundan dolayı genelde olumsuz bir rolle karşımıza çıkmaktadırlar. Egemenlerin bunları kullanması deyim yerindeyse kansız bir savaş olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü toplumların bir versiyonu olarak karşımıza çıkıyor. Yani olumlu-olumsuz olması onun kullanımındaki amaçta gizlidir. Olumsuz yönleri ön plana çıksa da bu olguların toplum için olduğu toplumun kendi yaratımı ve icatları olduğu gerçeğini hiç unutmamak lazım. Bu kapsamda olumlu bağlamda kullanabileceğimiz şekilde bu olguları yeniden ele almak ve toplumun hizmetine koymak gerekiyor. Teknoloji ve toplumun, birbirini bütünleyen bir şekilde işletilmesi gerekiyor. Dijital bir dünyada yaşadığımız bir gerçek ve öyle anlaşılıyor ki daha fazla yaşamımızda yer etmeye devam edecek. O zaman bizimde bu gerçeklikten yola çıkarak bu olguları kendi toplumsal gerçekliğimize yaratıcı bir şekilde uyarlamamız önemli bir nokta oluyor. Kapitalizm algı yönetiminde toplumu zihnen felç edip esir almasında teknoloji ve medyaya nasıl stratejik bir rol atfediliyorsa, bizimde bunların gücünü hakiki anlamda çözümlememiz ve işlevselleştirmemiz gerekiyor. Bunları kapitalist modernitenin güdümünden çıkarmamız, hatta bu aygıtları daha yetkin bir şekilde kullanarak toplumu eğitip, bilinçlendirmesinde kullanabildiğimiz zaman, özgür toplumun varlık, oluş ve zaman diyalektiğinde özgürleştirici bir rol oynayabilir.
Yoruma kapalı.