Dört Parçalı Statüsüzlüğün Oluşturulmasının Anlamı, Kürt’ü Tüketme Projesi…
Fikret Başkaya
“Önemli olan nereye bakıldığı değil, nereden bakıldığıdır”
Pierre Teilhard de Charden
XX’inci yüzyılın ilk on yılları, emperyalistler arası boğazlaşmanın, devrimlerin, kadim imparatorlukların (Çin, Çarlık Rusya’sı, Avusturya Macaristan, Osmanlı İmparatorluğu) tarih sahnesinden çekilmesinin, yeni yetme emperyalist güçlerin sahneye çıkmasının on yıllarıydı. İşte, Batılıların “Büyük Savaş” (Grand Guerre) bizde “Harb-i Umumî” denilen 1914-1918 emperyalistler arası savaş, 1905 Çarlık Rusya’sında Sovyet Devrimi, Osmanlı İmparatorluğunda 1908 Jön Türk (İttihatçı) darbesi, 1910 Emiliano Zapata önderliğinde Meksika Devrimi, Çin’de Sun Yat Sen önderliğinde 1911 Devrimi, 1917 Çarlık Rusya’sında Bolşevik devrimi, 1918 Rosa Luxemburg- Karl Leibnecht önderliğinde başarısız Alman devrimi…
Esasen yeni yetme emperyalist devletlerin (ABD, Almanya, Japonya) geride kalan yüzyılın kapitalist-emperyalist gücü olan İngiliz hegemonyasını tehdit ettikleri on yıllar söz konusuydu… İkinci emperyalistler arası savaş (1939-1945) sonrasında ABD tartışmasız hegemonik bir güç haline geldi… Bir başına dünya sanayi üretiminin yaklaşık yarısını sağlıyordu…
Emperyalistler arası savaşın kaybeden tarafında olan Osmanlı İmparatorluğu çöktü… Esasen Lozan Antlaşması (1923) Ortadoğu denilen bölgenin ‘Balkanlaştırılması’ anlamına geliyordu… Başta İngiltere olmak üzere, emperyalist savaşın galipleri İngiltere ve Fransa Kürdistan’ı dört parçaya bölüp, en büyük parçası TC sınırları içinde kalmak kaydıyla dört devletin sınırlarına hapsettiler… Başka türlü söylersek, Kürdistan’ın kuzeyi TC tarafından ilhak edildi… İlhak, Lenin’in dediği gibi; “herhangi bir ulusun belli bir devletin sınırları içinde zorla tutulması anlamına gelmektedir”[1] Orada belirleyici olan iki ayrı ulusun varlığı ve birinin diğerini zorla kendi sınırları içinde tutmasıdır… Fakat Türk yönetimi 1920’lerden beri Kürt varlığını inkâr ediyor… Nitekim, 11 Nisan 1946 tarihli Son Posta gazetesinde rejimin rismî görüşü şöyle ifade ediliyordu: “Türkiye’de ulusal bilinci olsun ya da olmasın, göçebe ya da yerleşik hiçbir Kürt azınlığı olmamıştır”[2]
Fakat inkâr sadece Türk Devletine özgü bir şey değildi… İran yönetimi özerklikleri için mücadele eden Kürtleri Fars, Irak yönetimi de Arap sayıyor… Konuştukları dilin de Arapça’nın bir lehçesi olduğunu ileri sürüyorlardı…Suriye’de de durum farklı değildi…1960 askerî darbesi sonrasının Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel; “Tarihin hiçbir devrinde, Doğu illerimizde bu günkü sakinlerini tortu olarak bırakacak yabancı bir göç vaki olmamıştır. Dünya üzerinde “Kürt” diye adlandırılabilecek müstakil hüviyetli bir ırk yoktur”[3] diyordu…
Kürdistan’ın ilhakı sadece Kürt Ulusunun ezilmesi sonucunu doğurmakla kalmıyor; Kürdistan’ın parçalanıp, dört ayrı devletin sınırları içine hapsedilmesi, emperyalist kampın Ortadoğu’da oluşturduğu status quo’nun temel direklerinden birini oluştururken, diğer yandan da her bir ezen ulus devletinin biçimlenişine de damgasını vurmuştur… Sadabat Paktı, Bağdat Paktı, CENTO, RCD; Ortadoğu devletlerini birleştiren özü itibariyle anti-Kürt Anlaşmalardı… Sadabat Paktı’nın (1937) 7. maddesinde, “yüksek düzeydeki imza koyuculardan her biri, mevcut korumaları ortadan kaldırmayı amaçlayan silahlı ekiplere, kuruluş ve kurumlara karşı kendi sahası içinde önlem almayı ve karşı tarafın sınırlarının her kesimindeki güvenlik ve düzenin garantisinden sorumlu olmayı taahhüt eder” deniyordu…
Öte yandan ezen ulus devletleri arasındaki yardımlaşmaya da çok sayıda örnek verilebilir… Ağrı İsyanının bastırılabilmesi için İran’la yapılan toprak değiş-tokuşu, Mahabad’ın ezilmesinden sonra SSCB’ye kaçmak isteyen Kürtlerin Irak, İran ve Türkiye uçakları tarafından bombalanması, 1956 İran’daki ayaklanmayı İran-Irak kuvvetlerinin ortaklaşa bastırması… Şimdilerde de ‘sınır ötesi operasyonlar’… Aslında Kürdistan’ın ilhakı ve sömürgeleştirilmesi (colonisation), bidayetten itibaren T.C.’nin otoriter, baskıcı, antidemokratik bir nitelik kazanmasının da başlıca nedenlerinden biridir…
Geride kalan yüzyılda TC’nin Kürt sorununa “yaklaşımını”, onun niteliği hakkında bilinç açıklığı olmadan anlamak mümkün değildir… Birincisi, T.C. Osmanlı İmparatorluğunun doğrudan devamıdır, ikincisi, Osmanlı İmparatorluğunda devlet kutsaldı, T.C.’de daha da kutsaldır… Türkiye’nin geçmişinde ve hiçbir dönemde bir aydınlanma ve modernite devrimi yaşanmadı… Geleneksel ideolojiyle cepheden bir hesaplaşma gerçekleşmedi…
Cumhuriyeti ilan eden kadro, II. Meşrutiyet darbesini yapan kadroydu. Söz konusu kadronun ideolojik dağarcığı, kapitalizmin ve modernitenin yanlış, değilse eksik bir kavrayışına dayanıyordu. Onlar için gerçek dünyada olup-bitenler, “biçimlerden”, “görüntülerden”, kimi çağdaş denilen kurumlardan ve söylemlerden ibaretti… Biçimlerin ve söylemlerin gerisindeki belirleyici dinamikleri ve harekete geçirici temel unsurları kavramaktan acizdiler… Sonuçları nedenler sayıyorlardı…
Osmanlı İmparatorluğu kendi iç çelişkilerinin ve Batı kapitalizmin aşındırması sonucu güç kaybına uğruyordu. Çöküşü engellemek için Padişah II. Mahmut döneminde İmparatorluk dahilindeki tüm etnik, dinî kültürel unsurları bir arada tutma projesi olan İddihad-ı Anasır gündeme geldi…İmkansızlığı anlaşılınca, Sultan II. Abdülhamid’in tüm Müslümanları bir arada tutacak Tevhid-i İslam (İslam Birliği) paradigması gündeme geldi. Onun da işe yaramadığı anlaşılınca, Jön Türkler (İttihatçlar), Türk Irkına dayalı (panturanizm) çözüme yöneldiler ama İmparatorluğun çöküşünü engelleyemediler… Esasen Cumhuriyet’in ilanından sonraki rejim II. İttihatçı rejimiydi…
Türk ırkına dayalı bir rejim demek, o projeye engel teşkil ettiği düşünülen unsurların tasfiyesini gerektirirdi… Başka türlü söylersek, Türk ve Müslüman olmayan Anadolu’nun otantik halkları olan Ermeniler, Anadolu ve Pontus Rumları, Süryaniler ve Keldaniler… soykırım, katliam ve sürgünlerle sorun olmaktan çıkarıldılar… Geriye Türk olmayan ama Müslüman olan Kürtler kalıyordu… Müslüman olduklarına göre asimile edilebilecekleri düşünülüyordu… Fakat hesap tutmayacaktı… Kürtler bidayetten itibaren direndiler…
Aslında ‘modernlik’, ‘çağdaşlık’, ‘ilericilik’ cilası kazındığında, T.C.’nin makbul vatandaşı Türk-Sunnî-Hanefi olandır… Kürtler denklem dışıydılar ve gereği yapılmalıydı ve yüzyıldır aralıksız yapıyorlar…
T.C.’nin bidayetten itibaren militarist, otoriter, baskıcı, anti-demokratik bir nitelik kazanmasında Kürt sorunu önemli bir ağırlığa sahip oldu…Dolayısıyla devletin militarist yönünün ağır basması, “güçlü bir ordu” besleme “zorunluluğu” sadece dış düşmanların “sürekli” ve “yakın tehlike” oluşturuyor olmalarıyla açıklanamaz…
Türkiye’de işçi hareketine yönelik politikalar, baskıdan çok ‘güdüm’ ve ‘denetim’ unsuruna dayanmıştır… Türkiye’nin özel koşulları güdümlü bir işçi hareketi oluşturmaya olanak vermiştir. Oysa işçi hareketinin gücü ve politik etkinliğiyle, ordunun gücü ve devletin otoriter niteliği arasında bir paralellik yoktur. Dolayısıyla, güçlü bir ordunun varlığını açıklayan asıl neden Kürt ulusal hareketinin “ezilmesi gereğidir”… Başka bir ifadeyle, güçlü ordunun, otoriter ve hantal bir devlet aygıtının varlığını açıklayan “sınıf mücadelesi” değil, besbelli ki Kürt sorunudur…Kürdistan’ın ilhakının devletin otoriter karakterinin oluşmasında önemli bir payı vardır… Muhtemel bir Sovyet saldırısı gerekçesi dillendirilse de, Doğu’da güçlü bir ordu tutmanın asıl nedeni Kürt hareketidir…
Öte yandan Kürt sorunu resmî (hâkim) ideolojinin biçimlenmesi açısından da önemli bir unsur olmuştur. Milliyetçilik, şövenizm ve ilkel bir törencilik geleneği resmî ideolojinin önemli bir öğesini oluşturmuştur. Türkiye’de devletin Kürt ulusunu ezip, “yok sayılması” temeli üzerinde kurulmuş olması, resmî ideolojiye “orijinal” bir nitelik kazandırmıştır. Resmî ideolojinin irrasyonelliği apaçık ortadadır… Bir yanda Kürtlüğünün/kimliğinin bilincinde olan milyonlarca insan, öbür yanda o varlığı inkâr eden ama hızla ‘çağdaşlaştığını’, ‘kalkındığını’, ‘çağ atladığını’ ileri süren bir resmî söylem… Çağ atlayan bir ülkede milyonlarca insanın devletin resmî dilini bilmiyor olması, çağ atlayıcılar için esef verici değil miydi?
Sömürgeci siyasetin temelinde, sömürülen halkın gerçek tarihini yok etmek, onun tarihî geçmişini inkâr etmek ve sömürgecinin istediği bir tarih versiyonunu ona empoze etmek yatar…Bu nedenle ezilen, sömürülen, baskı altında tutulan ulusun kendi tarihini (geçmişini) hatırlatacak (memoire collective) ne varsa imha edilir… Onun ayakta kalmasını sağlayan kökü tahrip etmek esastır… Esasen Kemalistlerin de yaptığı da o idi… Kütüphanelerde Kürtlerle ilgili, onların tarihiyle ilgili ne varsa yok edildi… Kürt Beylikleri zamanında yapılan tarihî yapılar yıkılıp yerlerine askerî kışlalar inşa edildi… Burça Belek-Alaca Burç gibi… Acaba bu dünyada bir halkın dilini yasaklamaktan daha büyük zulüm var mıdır?..
Varlığını Terörle Mücadele Retoriğine Borçlu Bir Rejim…
Terör, sivil insanlara yönelik şiddet demek ama nüanse edilmesi gerekiyor zira evrensel kabul görmüş bir ‘terör tanımı’ yok. Aslında terörizm bir retorik silahı ki, hasmın “meşruiyetini” ortadan kaldırıyor. Birinin terör saydığını başkası saymıyor… İşgalciye, sömürgeciye karşı mücadele eden bir örgüt, işgalci, sömürgeci devlet tarafından ‘terörist’ sayılıp lânetleniyor. Bir dönemde terör örgütü sayılan başka dönemde meşru muhatap saylıyor ki, bu konuda çok sayıda örnek var… Başlarda, terör kavramı kullanılmazdan önce direnen Kürtlere şaki, eşkıya, haydut, “dağ Türkleri”, v.b. deniyordu… Lâkin ideolojik kölelik terörün ne olduğunu, asıl teröristin kim olduğunu anlamaya engel…
Sömürgeleştirilmiş, ülkesi işgal edilmiş, dili, kültürü, kimliği inkâr edilmiş, kaynakları gasp edilmiş, aralıksız katledilen, teröre maruz kalan bir halkın, bir topluluğun işgalciye karşı mücadele dışında bir seçeneği yoktur… Eğer şeylerin gerçeğine nüfuz etmek gibi samimi bir niyetiniz, öyle bir kaygınız varsa, işe emperyalistlerin ve halk düşmanı devletin diliyle konuşmaktan vazgeçerek başlamanız gerekiyor…
Baskıya karşı direnmek, evrensel bir haktır. Nitekim, 26 Ağustos 1789 tarihli ‘İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin ikinci maddesinde: “Her politik toplumun amacı, insanın doğal ve dokunulmaz haklarını korumaktır. Bunlar: özgürlük hakkı, mülkiyet hakkı ve baskıya karşı direnme hakkıdır” deniyor…
Bu sömürü düzeni iç ve dış düşmansız yapamaz… Zaten dış düşman verilidir… Sınırların dışındaki tüm halklar ‘düşmanımızdır’… Fakat ‘iç düşmanın’ yaratılması gerekir ve gereği yapılıyor… Son dönemde mülk sahibi sınıflar ve siyasi aktörler için ‘terör’ ve ‘terörle mücadele’ etkili bir yönetim (iktidar) aracına dönüştürüldü… Kendisi gibi olmayan, farklı olan, farklı düşünen, farklı yaşayan, itiraz eden herkes kolaylıkla “terörist” sayılabiliyor…
Burjuva siyaseti toplumu kutuplaştırarak yol alıyor. Toplum ne kadar kutuplaştırılırsa aldatmak, oyalamak, yönetmek o kadar kolaylaşıyor. Muhalif olmak, itiraz etmek “terörist sayılmanın yeterli koşulu sayılıyor…
Egemen söylem devletin kendi terörünü terör saymaz. Zira, neyin terör, kimin terörist olduğuna devletin adamları, akıl hocaları, egemen ideolojiyi/resmî ideolojiyi üretip yayan bilimi kendilerinden menkul zevat, “konunun uzmanı” denilenler karar veriyor… Boşuna, “nereye bakıldığı değil, nereden bakıldığı önemlidir” denmemiştir… Bir devlet ne kadar büyükse ne kadar güçlüyse, tedhiş [terör] uygulama, dayatma potansiyeli de o kadar büyüktür…
Geride kalan yüz yıl, kitle katliamlarının, siyasi cinayetlerin, sistematik işkencenin, yasakların yüzyılı oldu… T.C. de muhalif düşman, farklı düşünen hain sayılır ve gereği yapılır… En değerli yazarlarını, şairlerini, bilim insanlarını, sanatçılarını, düşünürlerini, hukukçularını, gazetecilerini… katletmediği zaman zindanlarda çürütmüş, işsiz ve aç bırakmış, ilticaya zorlamıştır… Modernlik, çağdaşlık, ilericilik retoriğinin reel bir karşılığı yoktur…
[1] Bkz: V.I. Lenin Collected Works…
[2] Kasımlo’dan alıntı, in Macid R. Cafer, Azgelişmişlik İçinde Geri Bıraktırılmışlık, Yöntem, 1979. s.246
[3] Aktaran M. Şerif Fuat: Doğu İlleri ve Varto Tarihi. Önsöz, MEB. Yay.
Yoruma kapalı.