Düşünce ve Kuram Dergisi

Êzidîlikte Ölüm, Yas ve Mezar Kültürü

Azad Barış

 

Giriş

Mezopotamya’dan Kürdistan’a, Kafkasya’dan Avrupa ve Kuzey Afrika’ya kadar geniş bir coğrafyaya yayılan Êzidî topluluğu, kadim Ortadoğu inançlarının izlerini taşıyan ritüel ve inanç sistemleriyle dikkat çeker. Bu etno-politik topluluğun dünyevi ve uhrevi ritüelleri, sadece tarihi ve teolojik olgu değil, aynı zamanda yaşayan bir tarih olarak da karşımıza çıkar. Özellikle ölüm ve yas ritüelleri ve mezar kültürü Êzidîlerin kozmolojik anlayışını ve tarihsel hafızasını yansıtan önemli sembollerdir. 

Êzidîlik, tarih boyunca bir inanç sisteminin ötesinde, köklü bir kültürel yapıyı ve toplumsal dokuyu şekillendiren bir yaşam biçimi olarak kendini göstermiştir. Yazılı metinlerden ziyade sözlü kültür aracılığıyla nesilden nesile aktarılan bu inanç, bugün de yaşayan bir gelenek olarak varlığını sürdürmektedir. Êzidîliğin tarihsel gelişiminde ve toplumun dini, kültürel ve ahlaki değerlerinin şekillenmesinde sözlü geleneğin kritik bir rol oynadığı görülüyor. Bu geleneğin taşıdığı anlamlar, yalnızca dini ritüeller ve inançlarla sınırlı kalmamakta; aynı zamanda toplumsal normları, bireylerin kimliklerini ve kolektif hafızayı şekillendiren temel bir unsur haline gelmektedir. Êzidîliğin tarihsel bağlamı, aynı zamanda bir tür “ilim ritüeli” olarak değerlendirilebilir. Bu ritüeller, yalnızca dini bir amaca hizmet etmenin ötesinde, bireylerin iç dünyalarını dönüştürmeye yönelik güçlü bir araç işlevi görmektedir. İlim ritüeli, topluluğun dinamik yapısının temel taşlarından birini oluştururken, toplumsal değerlerin korunmasında ve bireysel kimliklerin inşasında da önemli bir yere sahiptir. Sözlü gelenek, ilim ve iman arasında bir köprü kurarak, inançların ve kültürel değerlerin yeniden üretilmesini sağlamaktadır. 

Bu bağlamda, Êzidîlikteki “zühd” anlayışı, dünyevi arzulardan arınmayı ifade ederken, aynı zamanda bireyin ruhsal ve manevi derinliğe ulaşma çabasını temsil eder. Bu çaba, yalnızca bireysel bir arınma süreci değil, toplumsal bir sorumluluğun ifadesi olarak da görülebilir. Êzidîliğin özellikle ölüm ve ölüye saygı ritüelleri, bu inanç sisteminin anlam yüklü unsurları arasında yer alır. Ölüm, Êzidî inancında bir son değil, ilahi bir yolculuğun başlangıcı olarak kabul edilir ve bu anlayış, ölüye saygı ritüellerinde somut bir şekilde görünür.

Ölümle ilişkili bir konu olan mezarlar, yalnızca ölen kişinin bedeninin konulduğu yerler değil, aynı zamanda onun ruhunun huzur bulduğu kutsal mekânlar olarak değerlendirilir. Mezar taşlarındaki semboller, Êzidîlerin tarihsel ve manevi değerlerinin birer yansımasıdır; ölen kişinin kimliğini ve inancını geleceğe taşır. Bu süreç, bireysel bir kaybın ötesinde, toplumsal hafızayı ve sorumluluk bilincini de ifade eder. Böylece, Êzidîliğin ritüelleri ve sembolleri, geleneksel değerlerin korunmasında ve bireylerin kimliklerinin şekillenmesinde hayati bir rol oynar.

Ancak modern dünyada teknolojik gelişmeler, küreselleşme ve sosyo-politik değişimler, Êzidîliğin geleneksel yapısını ve toplumsal işlevini tehdit etmektedir. Bu değişim hem bireysel hem de toplumsal düzeyde bir dönüşüm sürecini kaçınılmaz hale getirmiştir. Êzidîliğin bu dönüşüm sürecini anlamak, yalnızca bir inanç sistemini değil, aynı zamanda bir kültürün, bir kimliğin ve bir toplumsal yapının evrimini anlamak anlamına gelir. 

Bu makalenin temel amacı, Êzidîliğin tarihsel kökenlerinden modern döneme kadar uzanan kültürel ve dini pratiklerin inançsal bağlamda nasıl şekillendiğini ve bireysel ile kolektif kimlikler üzerindeki etkilerini tartışmaktır. Ölüm ritüelleri, ölüye saygı uygulamaları ve mezar kültürü üzerinden, Êzidîliğin toplumsal ve manevi işlevlerine dair bir kavrayış geliştirmek hedeflenmektedir. Bu çerçevede, Êzidîliğin kadim öğretilerini ve bu öğretilerin modern dünyadaki yansımalarını ele alarak, bireysel ve toplumsal düzeydeki dönüşümün izlerinin sürülmesi amaçlanmaktadır. 

 

Tarihsel Arka Plan

Êzidîler, tarih boyunca kadim bir halk olarak farklı coğrafyalarda varlıklarını sürdürmüş, ancak modern devlet yapılarının egemenliği altında sürekli marjinalleşme, baskı ve toplumsal dışlanmaya maruz kalmışlardır. Son yüzyılda özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla birlikte, Êzidî toplumu, yalnızca fiziksel varoluşları değil, aynı zamanda kültürel, toplumsal ve dini kimlikleri açısından da köklü bir dönüşüm sürecine girmiştir. 

Cumhuriyetin kurucu elitleri tarafından şekillendirilen yeni toplumsal düzen, özellikle Türklük kimliği temelinde inşa edilen egemen değerler sistemi, Êzidîlerin toplumsal varlıklarını sürdürebilmesini önemli ölçüde zorlaştırmıştır. Bu dönemde, Êzidîler genellikle ya “dinsiz” ya da “belirsiz” (X) bir kimlik olarak tanımlanmış, resmî belgelerde dahi varlıkları tanınmamıştır. Bu durum, Êzidî topluluğunun yalnızca toplumsal dışlanmasına değil, aynı zamanda bu halkın tarihsel hafızasının da yok olmasına yol açmıştır.

20. Yüzyılın ortalarından itibaren, özellikle 1950’li ve 1960’lı yıllarda, Êzidî toplumu için kutsal kabul edilen Şengal ile bağların kopması ve Binxet (Rojava) ile Serxet (Bakur) arasında geçişlerin yasaklanması, Kuzey’deki Êzidî cemaatinin izolasyonuna ve buna bağlı olarak zorla din değiştirme baskılarına maruz kalmasına yol açtı. Bu süreç, aslında daha erken dönemlerde başlayan bir erozyonun devamı niteliğindeydi. 1910’larda Suruç ve Bozova’da başlayan ve Viranşehir ile Derik’e kadar uzanan zorla din değiştirme dalgaları, Huseynê Qenco’nun Êzidîlik inancını bırakmasının tesiriyle daha da belirginleşmiş, bu durum cemaatin giderek küçülmesine neden olmuştur.

Êzidîler, tarih boyunca inançlarını ve kimliklerini koruma mücadelesi verirken, bu dönemde baskılar karşısında daha da izole bir yaşam sürmek zorunda kalmışlardı. Özellikle Şengal ile olan bağların kopması, Ezidîler için sadece coğrafi değil, aynı zamanda manevi bir kopuş anlamına gelmiş ve toplumsal hafızalarında derin yaralar bırakmıştır. Bu tarihsel süreç, Êzidî   toplumunun hem kültürel hem de demografik yapısında geri dönüşü zor değişimlere yol açmış ve onları hayatta kalma mücadelesi veren bir azınlık haline getirdi. Oysa 1950’lerin sonlarına kadar Êzidîler, dört farklı ülkeye bölünmüş coğrafyaları arasında serbestçe seyahat edebilmekte ve toplumsal bağlarını koruyabilmekteydi. Ancak 1960’lerin ortalarına gelindiğinde, Türkiye’deki Êzidî nüfusunun sayısının 20.000 ile 30.000 arasında bir seviyeye gerilediği görülmektedir. Bu dönemde, devletin bürokratik yapıları, Êzidîlerin kimliklerini resmi olarak belirsizleştirmiş ve bu kimliklerin görünür kılınmasını engellemiştir

1970’lerin başlarında Türkiye ile Almanya arasında imzalanan işgücü anlaşması, Êzidîlerin Avrupa’ya yönelik göç hareketini hızlandırmıştır. Bu göç süreci, Êzidî toplumu için yalnızca fiziksel bir yer değiştirme değil, aynı zamanda ekonomik ve kültürel bir dönüşümün başlangıcı olmuştur. Diaspora deneyimi, Êzidîlerin toplumsal yapılarını yeniden şekillendirmiş, toplumsal dayanışmayı artırmış ve yeni bir kimlik arayışını teşvik etmiştir. 

1980’lerde artan toplumsal gerilimler ve devlet baskıları, kalan Êzidî nüfusun da Almanya’ya göç etmesine yol açmıştır. Bu süreç, Avrupa’daki diaspora topluluğunun kültürel kimliğini yeniden şekillendiren bir dönüm noktası haline gelmiştir. Bugün Türkiye’deki Êzidî nüfusunun yaklaşık 1.500 civarında olduğunu söyleyebiliriz. Bu halk, sadece fiziksel olarak değil, kültürel ve toplumsal olarak da büyük bir dönüşüm sürecine girmiştir

Göç, Êzidîler açısından diaspora deneyiminin temelini oluşturmuş, toplumsal yapılarının yeniden şekillenmesine neden olmuştur. Bu süreç, özellikle kültürel kaybetme korkusu (cultural loss anxiety) ve kimlik inşası (identity construction) açısından önemli dönüşümlere neden olmuştur. Göç, Êzidîler arasında toplumsal dayanışmayı artırmış, topluluklar arası bağların güçlenmesini sağlamış ve yeni bir kimlik arayışını teşvik etmiştir. Toplumsal kaygılarla birbirlerine daha sıkı bağlanan Êzidîler ve kültürel dayanışmayı korumak adına çeşitli sosyal mekanizmalar geliştirmiştir. Ancak yeni toplumlarda kabul görmek amacıyla kimliklerini yeniden şekillendirmek zorunda kalan diaspora toplulukları, özellikle genç nesillerde kültürel değerlerin kaybolması korkusunu artırarak bireysel ve kolektif kimliklerini koruma çabalarını karmaşık hale getirmiştir.

 

Êzidîlikte Yaratılış ve Ölüm: Ahlaki Düzenin Temelleri

Êzidîlik, bireysel varoluşun ötesinde toplumsal dayanışmayı ve kolektif hafızayı kapsayan derin bir ahlaki düzen sunar. Bu inanç sisteminin kozmolojik anlatıları, evrenin yaratılışı ve ölümün anlamını hem bireysel hem de toplumsal bağlamda ele alarak insan hayatının ilahi düzene uyumunu açıklar. Êzidî kozmolojisinde, evrenin yaratılışı, Tawisê Melek’in liderliğindeki altı kutsal melek tarafından gerçekleştirilen ilahi bir olay olarak tasvir edilir. Bu melekler, sadece yaratıcılar değil, aynı zamanda ilahi düzenin koruyucuları ve ahlaki sistemin muhafızları olarak kabul edilir. Yaşam ve ölüm arasındaki döngüsel ilişki ise Êzidîlikte ilahi düzenin temel bir unsuru olarak kabul edilir. Ölüm, Êzidî inancında fiziksel bir son değil, ruhun ilahi kaynağa geri dönüşü ve varoluşun sürekliliğini sağlayan bir geçiş süreci olarak kabul edilir. 

Arendt’in The Human Condition adlı eserinde belirttiği gibi, bireyin tarihsel bir iz bırakma ve toplumsal hafızada yer edinme arzusu, Êzidîlikteki ölüye saygı ritüellerinde somut bir yansıma bulur. Arendt, bireyin eylemlerinin tarihsel bir iz bırakma ve toplumsal hafızada yer edinme arzusunun bir ifadesi olduğunu vurgular. Bu perspektiften bakıldığında, Êzidîlikteki ölüye saygı ritüelleri, bu fikrin somut bir yansıması olarak değerlendirilebilir. Söz konusu ritüeller, bireyin ilahi düzenle olan bağını güçlendirirken, toplumsal hafızadaki yerini pekiştirmeyi amaçlar. Ölüm ritüelleri yalnızca bireyin ruhunun huzura kavuşmasını sağlamakla kalmaz, aynı zamanda toplumsal bağları güçlendirir ve kolektif hafızayı canlı tutar. Mezar kültürü ve defin ritüelleri, Êzidî toplumunun tarihsel ve kültürel sürekliliğini muhafaza etmede merkezi bir role sahiptir. Mezarlar, yalnızca bir defin alanı değil, bireyin kutsal yolculuğunun başladığı geçiş kapılarıdır. Bu anlayış, Êzîdî kozmolojisinin yaşam ve ölüm arasındaki ilişkiyi nasıl anlamlandırdığını gözler önüne serer. 

Tarih boyunca dışsal tehditler ve düşmanca yaklaşımlara maruz kalmasına rağmen, Êzidî mezar kültürü, toplumsal dayanışma ve direnç mekanizmaları sayesinde varlığını sürdürmeyi başarmıştır. Mezarların korunması, yalnızca fiziksel bir eylem değil, aynı zamanda Êzidî kimliğinin ve kolektif hafızasının muhafazası anlamına gelmekte ve ölümün bireysel bir deneyim olmanın ötesine geçip toplumsal bir fenomen olarak şekillenmesini sağlar. Bu bağlamda, Êzidîlikte ölüm, ilahi düzenle bağları güçlendiren ve toplumsal hafızayı pekiştiren bir geçiş süreci olarak görülür. Ölüm ritüelleri, bireyin eylemleriyle ölümsüzleşme çabasını ve toplumsal hafızada kalıcı bir iz bırakma arzusunu ifade eder. Aynı zamanda Êzidî toplumunun kültürel ve tarihsel sürekliliğini destekler. Bu anlayış, Êzîdîlikte yaşam ve ölüm döngüsünün bireyin kutsal düzene uyum sağlama ve topluma katkısını hatırlatma açısından nasıl merkezi bir rol oynadığını gösterir. 

 

Ölüm Ritüelleri ve Mezar Kültürünün Kültürel ve İnançsal Ehemmiyeti

Êzidîlikte ölüm ritüelleri ve mezara saygı, yalnızca bireysel bir deneyim değil, aynı zamanda toplumsal bağları yeniden tesis eden ve dayanışmayı pekiştiren bir mekanizma olarak işlev görür. Bu ritüeller, bireyin ruhani yolculuğunun kutsal bir aşamasını temsil ederken, toplumsal düzenin korunmasında da merkezi bir rol oynar. Toplu dualar, ilahiler ve mezar ziyaretleri, ruhun ilahi huzura erişmesini sağlama amacının ötesinde, topluluk içinde dayanışmayı güçlendirmek ve düzeni sürdürmek için icra edilir. Bu ritüeller, bireylerin ilahi düzenle olan bağlarını yeniden teyit ederken, toplumsal hafızayı canlı tutar ve kültürel sürekliliği destekler. Tönnies’in “cemaat” kavramında ifade ettiği manevi bağlar, bu ritüellerin somut yansıması olarak değerlendirilebilir. Mezarlar ise yalnızca fiziksel varlıkların muhafaza edildiği alanlar değil, aynı zamanda kutsiyet atfedilen ve toplumsal hafızayı taşıyan mekânlardır.

Mezar kültürü, topluluğun tarihsel ve kültürel kimliğini simgeleyen önemli bir unsur olarak, İbn Haldun’un “asabiyet” kavramıyla da ilişkilendirilebilir. Asabiyet, toplumsal dayanışma ve kimliğin korunmasına yönelik kolektif çabaların temelini oluşturur ve Êzidî toplumunun birliğini ve sürekliliğini temin eden bir dinamik olarak işlev görür. 2014 yılında IŞİD’in Şengal’e gerçekleştirdiği saldırılar sırasında birçok Êzidî mezarlığı tahrip edilmiş ve kutsal mekânlar hedef alınmıştır. Bu saldırılar, yalnızca fiziksel bir yıkım değil, aynı zamanda Êzidî toplumunun dini inançlarına ve toplumsal hafızasına yönelik sistematik bir tehdit olarak değerlendirilmiştir

Durkheim’ın dini ritüellerin toplumsal bağları güçlendirdiğine dair tezleri, Êzidîlikteki ölüm ritüellerinin işlevini anlamada rehberlik eder. Freud ise bireyin bilinçdışında ölümle ilgili duyduğu korkunun ve kaygının, ritüeller yoluyla aşılmaya çalışıldığını belirtir. Lacan’ın kimlik oluşumu teorisi, mezar kültürünün bireylerin ve toplulukların kimliklerini şekillendirmede nasıl bir rol oynadığını açıklar. Lacan’a göre, bireyler kimliklerini inşa ederken ölümle yüzleşir ve bu süreç toplumsal kimliklerini şekillendirir. Benzer şekilde, Erich Fromm da ölümün insan psikolojisi üzerindeki etkilerini toplumsal bağlamda ele alır ve bu varoluşsal tehdidin ritüellerle aşılmaya çalışıldığını belirtir. Êzidî ölüm ritüelleri, yalnızca bireyin ruhsal yolculuğunu ilahi düzenle bütünleştirmez; aynı zamanda toplumsal dayanışmayı güçlendirir ve kültürel kimliği pekiştirir. Bu ritüeller, toplumsal hafızayı canlı tutarak bireylerin ortak değerlerini korumasını ve geçmişle bağlarını yeniden üretmesini sağlar.

Topluluğun ortak hafızası ve kimliği, bu ritüeller aracılığıyla güçlenirken, Êzidî toplumunun varoluşsal tehditlere karşı direnç mekanizmaları da sağlamlaşır. Bu bağlamda ölüm ritüelleri, bireysel ve kolektif kimliğin sürekliliğini sağlamada hayati bir unsur olarak, Êzidî toplumunun kültürel ve sosyal yapısının temel taşlarından birini oluşturur.

 

Ölüm Sonrası Yaşam Algısı ve Êzidîlikte Ruhani Huzur

Êzidîlikte ölüm, biyolojik bir son olmaktan öte, insanın varoluşsal ve ruhsal yolculuğunun bir aşaması olarak görülür. Bu anlayış, Êzidîlerin kozmolojik ve teolojik sisteminin merkezinde yer alır. Ölüm, bireyin fiziksel bedeninden ayrılmasının ötesinde, ruhun ilahi düzene doğru dönüşüm sürecine girmesi olarak anlaşılır. Êzidîlikteki bu dönüşüm, reenkarnasyon (ruh göçü) inancı ile somutlaşır. Ruh, bu dünyada gerçekleştirdiği eylemlerle kendi kaderini belirler; her yaşam bir diğerinin temelini oluştururken, her ölüm ise yeni bir doğuşun kapısıdır. Bu döngüsel anlayış, Êzidîlerin ölüm sonrası yaşam algısına hem bireysel hem de toplumsal boyutlarda derin bir anlam kazandırır.

Êzidîlikte reenkarnasyon dört aşamadan oluşur ve bu aşamalar, kadim dualar ve kasidelerde sıkça dile getirilen Naş, Faş, Maş ve Raş kavramlarıyla ifade edilir. Bu terimler, Êzidîlerin dini ayinlerinde özel bir anlam taşır ve dilsel ile kültürel açıdan kadim bir geçmişe sahiptir. Hinnells gibi uzmanlara göre, bu kavramlar, eski Orta Doğu inanç sistemleriyle güçlü bir paralellik gösterir ve özellikle Zerdüştlük, antik Pers inançları ile Mezopotamya’nın eski inançlarından etkilenmiştir. Naş, Êzidî kasidelerinde Kürtçede “yükselmek” anlamına gelir ve ruhun başka bir bedene geçişini simgeler. Bu kavramın bölgenin kadim inançlarıyla ortak bir kökene sahip olması muhtemeldir. Naş, ruhun fiziksel varoluştan ayrılarak yeni bir yaşam döngüsüne adım atmasını ifade eder. Ayrıca, bu anlayış, Zerdüştlükteki “yeniden doğuş” inancıyla büyük benzerlikler göstermektedir. Faş kavramı, hem “çürüme” hem de “yıpranma” anlamına gelen bir düstur üzerinde temellenmiştir. Eski Mezopotamya inançlarında, bu kavram ruhun saflaşma sürecindeki düşüşünü ifade ederken, Zerdüştlükte “karanlık” veya “kötü” güçlerin etkisiyle ruhun kirlenmesiyle ilişkilendirilir. Maş, kadim Kürtçede “sıkmak” veya “ezmek” anlamına gelir ve ruhun hayvana geçişini anlatır. Eski Orta Doğu inançlarına göre, hayvanlar ruhsal bir arınma sürecinde geçiş aşaması olarak kabul edilmiştir. Raş, “aceleci” veya “düşüncesizce yapılan” anlamına gelir ve ruhun bitkilere geçişini temsil eder. Bitkiler, eski inançlarda ruhun doğanın en saf haliyle birleştiği bir varlık formu olarak kabul edilmiştir, Raş, doğayla bütünleşen ruhun saflaşma sürecinin son aşamasını ifade eder. Bu kavramlar, ezoterik öğretiler ve antik dini metinlerle ilişkilidir. Bu inançlar, zamanla Êzidîlikteki reenkarnasyon ve ruhsal saflaşma süreciyle bütünleşmiştir. Bu dört aşama, Êzidîliğim dairesel zaman anlayışıyla uyumlu olarak, ruhun sürekli bir dönüşüm ve saflaşma sürecinde olduğunu vurgular. 

Êzidîler, zamanın doğrusal değil, döngüsel bir akış içinde ilerlediğine inanır. Bu inanca göre, her aşama, ruhun ilahi düzene yaklaşmasında bir adım ve bireyin ruhsal yolculuğunda önemli bir dönüm noktasıdır. Bu anlayış, Êzidî kozmogonisindeki dairesel zaman anlayışıyla tamamen uyumludur. Döngüsel zaman, yaşam ve ölüm arasındaki sınırları bulanıklaştırır; çünkü Êzidîlikte yaşam ve ölüm, birbirini tamamlayan bir bütünün ayrılmaz parçalarıdır. Êzidîlikte ölüm sonrası yaşam algısı, yalnızca bireyin ruhsal dönüşümüyle sınırlı değildir; aynı zamanda toplumsal dayanışmayı ve bireyler arası bağları güçlendiren bir araçtır. Ölüm ritüelleri, ölen kişinin ruhuna huzur sağlamanın ötesinde, yaşayanlar arasında bir birlik duygusu yaratır. Bu ritüeller, bireyin ölümle başlayan ruhsal yolculuğunu kutsal bir bağlama otururken, toplumsal hafızanın da bir parçası haline gelir. Ölüm, yalnızca bireysel bir dönüşüm değil, aynı zamanda toplumsal bir yeniden inşa sürecidir. Êzidîlikteki ölüm sonrası yaşam algısını, sofizmin ölüm ve yeniden doğuş anlayışıyla karşılaştırmak, bu iki inanç sisteminin ortak metafizik temellerini ortaya koyar. 

Sofizmde ölüm, fiziksel bir son değil, insanın Tanrı’ya dönüş yolculuğunun başlangıcıdır. Şeyh Abdülkadir Geylani’nin “Gerçek ölüm, insanın kendisini Tanrı’dan ayrı bir varlık olarak görmesidir. Oysa ölüm, Tanrı’ya dönüşün başlangıcıdır” sözleri, bu dönüşüm sürecini anlamlandıran tasavvufi anlayışı örneklendirir. Bu yaklaşım, Êzidîlikteki ölüm algısıyla benzerlikler taşır. Êzidîlikte ölüm, ruhun ilahi düzene uyum sağlama sürecinin bir parçası olarak görülür. Her iki inanç sistemi, bireyin yaşamındaki eylemlerinin, ruhsal yolculuğunu şekillendirdiği anlayışına dayanır. Sofizmin “nefsi arındırma” (purification of the self) öğretisi, Êzidîlikteki ruh göçü inancıyla belirgin paralellikler gösterir. İbn Arabi’nin “Bütün varlıklar Tanrı’nın aynalarıdır ve insanın amacı, Tanrı’yı her şeyde görmektir” ifadesi, Êzidîlikteki ruhsal dönüşüm anlayışını yansıtmaktadır. Êzidîlikte ruh, her yaşamda bir adım daha saflaşarak Tanrı’ya yakınlaşır. Bu süreç, bireyin yalnızca içsel huzura ulaşmasını değil, aynı zamanda evrensel düzene uyum sağlamasını da hedefler. Mevlana’nın, “özde bir olan Tanrı’yı her şeyde görmek, insanın içsel huzurunu sağlar” ifadesi, Êzidîlikteki ilahi huzur anlayışıyla paraleldir. Êzidîlikte ölüm sonrası yaşam algısı, bireyin yalnızca ruhsal bir dönüşüm geçirdiği bir süreç değil, aynı zamanda bu dönüşümün toplumsal ve kozmik boyutlarıyla bir bütünlük arz ettiği bir sistemdir. 

Êzidîlikte reenkarnasyon inancı, bireyin varoluşsal sorumluluğunu ön plana çıkarır. Her birey, yaşamındaki eylemleriyle yalnızca kendi kaderini değil, evrensel düzenin bir parçasını da şekillendirir. Bu anlayış, Êzidîlerin yaşam ve ölüm arasındaki sınırları bulanıklaştıran döngüsel zaman algısıyla ilişkilidir. Ölüm sonrası yaşam, bireyin ruhsal yolculuğunun bir aşaması olmanın ötesinde, toplumsal bir yeniden inşa sürecini temsil eder. Bu süreç, bireyin toplumsal bağlarını güçlendirirken, aynı zamanda ruhun ilahi düzene uyum sağlamasına hizmet eder.

Êzidîlikte ölüm sonrası yaşam algısı, Şeyh Adi’nin öğretileriyle daha derin bir anlam kazanmıştır. 12. yüzyılda Êzidîliğe dâhil olan Şeyh Adi, bu kadim inanca yalnızca yeni bir teolojik ve mistik boyut kazandırmakla kalmamış, aynı zamanda onun sosyal ve kültürel yapısını da derinlemesine etkilemiştir. Şeyh Adi’nin, bireyin bu dünyadaki eylemleriyle yalnızca bireysel kaderini değil, aynı zamanda kozmik düzeni etkilediğini vurgulaması, Êzidî inancının ruhsal dönüşüm paradigmasını şekillendiren temel bir anlayış olmuştur. Şeyh Adi, “Ruhun saflaşması, insanın Tanrı’nın nuruna ulaşması için bir yolculuktur. Bu yolculuk, yalnızca bireyin içsel arınmasıyla değil, aynı zamanda toplumsal sorumluluklarıyla da şekillenir” diyerek, bireysel ve toplumsal dönüşümün birbirinden ayrı düşünülemeyeceğini ifade etmiştir

Şeyh Adi’nin Êzidîliğin dönüşümüne etkisi, ölüm sonrası yaşam anlayışına da yeni bir boyut kazandırmıştır. Êzidîlerin inancına göre, ölüm, ruhun bir bedenden diğerine geçişini simgeler. Şeyh Adi, bu süreci yalnızca bir dönüşüm değil, aynı zamanda bir arınma ve ruhun arınarak ilahi huzura kavuştuğu bir süreç olarak tanımlamıştır.  Şeyh Adi’nin şu sözleri, Êzidî inancının ölüm sonrası yaşam anlayışına yön vermiştir: “Ölüm, ruhun Tanrı’ya dönüş yolculuğunun başlangıcıdır. Bu yolculukta ruh, her aşamada bir adım daha saflaşır ve ilahi nurla birleşir. Bu yaklaşım, Şeyh Adi’nin tasavvufî kökenleriyle doğrudan ilişkilidir ve Êzidîlikte ölüm sonrası yaşam algısına mistik bir boyut kazandırmıştır. O, bireyin bu dünyadaki eylemlerinin yalnızca kendi ruhsal yolculuğunu değil, aynı zamanda toplumsal düzeni ve ilahi dengeyi de etkilediğini savunmuştur. 

Bu yaklaşım, Êzidîliğin etik sistemine yeni bir boyut kazandırmıştır. Şeyh Adi, “Her birey, yalnızca kendisi için değil, evrenin bütünlüğü için de sorumluluk taşır. Ruhun dönüşümü, yalnızca bireyin değil, topluluğun ve kozmik düzenin de dönüşümüdür” diyerek, bireysel ve toplumsal sorumluluğun ayrılmaz bir bütün olduğunu ifade etmiştir. Adi’nin ölüm ritüellerine dair şu sözleri, Êzidî toplumsal dayanışmasını güçlendiren bir anlayış ortaya koyar: “Ölüm, yalnızca bireyin değil, topluluğun da bir dönüşümüdür. Ritüeller, yalnızca ruhun huzurunu sağlamakla kalmaz, aynı zamanda yaşayanlar arasında bir bağ kurar ve topluluğun birliğini pekiştirir. Bu öğreti, ölüm ritüellerini bireysel bir uygulamanın ötesine taşıyarak toplumsal hafızanın canlı tutulduğu ve kolektif kimliğin güçlendirildiği bir süreç haline getirmiştir. Adi’nin Êzidîlik üzerindeki etkisi, yalnızca bir teolojik dönüşümle sınırlı kalmamış, aynı zamanda inancın sosyal yapısını derinleştiren bir kültürel yeniden yapılanma süreci yaratmıştır. Bu süreç, Êzîdîlerin ölüm ve yaşam arasındaki ilişkiyi daha geniş bir kozmik bağlama oturtmalarını sağlamış ve inanç sistemlerini hem bireysel hem de toplumsal boyutlarda zenginleştirmiştir.

 

Ölümün Ötesi ve Yas

Êzidîlikte ölüm sonrası ritüeller, yalnızca bireysel bir geçişi değil, toplumsal ve ruhani bir dengeyi sağlamayı amaçlayan bir bütünlük taşır. Ölüm, Êzidî inancında yalnızca bir son değil, ruhun ilahi kaynağa dönüşü ve evrensel düzenle birleşmesi olarak kabul edilir. Yas dönemi boyunca, ölen kişinin yakınları ve topluluk, ölen kişinin ruhunun huzura ermesi için dualar okur ve ilahiler söyler. Bu ritüeller, ruhun ilahi huzura kavuşması için bir rehber işlevi görürken, toplumsal bağların güçlenmesine de katkı sağlar. Ölen kişinin anısına düzenlenen özel yemekler, topluluk üyelerinin bir araya gelerek hem kaybı anmalarını hem de toplumsal dayanışmayı yeniden tesis etmelerini sağlar. Bu yemekler sırasında, ölen kişinin en yakınları onun hatırasını paylaşır ve topluluk, bireysel ve kolektif hafızayı canlı tutma görevini yerine getirir. 

Êzidî inancına göre, mezar ve ölüm yeri kutsal kabul edilir. Mezar, yalnızca ölen kişinin değil, aynı zamanda ailesinin ve topluluğun ruhani yolculuğunun bir simgesidir. Mezarlara yapılan ziyaretler, ölen kişiyi anmanın ötesinde, toplumsal bağları güçlendiren bir ritüeldir. Ziyaretlerde, ölen kişinin ruhu için dualar okunur ve mezarın bakımı titizlikle yapılır. Bu uygulamalar, topluluğun bir araya gelmesi, birbirini desteklemesi ve kolektif belleği taze tutması için bir fırsat sunar. Bu ritüel ve ayinler, Êzidîlikte ölüm ritüellerinin hem bireysel hem de toplumsal anlamda bir bütünlük oluşturduğunu ve bu sürecin toplumsal dayanışmayı pekiştirdiğini gösterir. Toplumsal yapıyı pekiştiren ve bireyler arasında bir dayanışma duygusu oluşturan bu ritüeller, toplumsal kimliğin yeniden inşasında kritik bir rol oynar.  

Yas dönemi, topluluk üyelerinin ölen kişinin yakınlarına destek sunduğu ve onların acısını paylaşarak toplumsal bağları güçlendirdiği bir süreçtir. Bu dönemde ailenin yalnız kalmasına ve acısını yaşamasına izin verilirken, topluluk, ihtiyaç duyulan her türlü desteği sağlar. Yas dönemi sona erdiğinde, ailenin yeniden topluma katılımı teşvik edilir ve bu süreç, ölümün yalnızca bir son değil, toplumsal yeniden birleşmenin bir aracı olduğunu gösterir. Êzidî inancında ölüm, bireysel bir varoluşun sonlanması değil, ruhun ilahi kaynağa dönüşü ve evrensel düzenle birleşmesi olarak kabul edilir. Bu bağlamda ölüm ve mezar kültürü, toplumsal kimliğin pekiştirilmesi, geçmişle bağın korunması ve kültürel mirasın aktarımı açısından kutsal bir dönemeçtir. Ölüm ritüelleri, toplumsal dayanışma, ahlaki değerler ve kültürel kimlik etrafında örülen bir ağın parçası olarak, Êzidî toplumunun kolektif belleğini canlı tutar ve toplumsal sürekliliği temin eder.

 

Geçiş Ritüelleri ve Yas

Êzidî inancında ölüm ritüelleri, yalnızca bireysel bir kaybı değil, aynı zamanda toplumsal ve manevi bir dönüşümü temsil eder. Bu ritüeller, bireyin ruhunun öteki dünyaya geçişini sağlarken, topluluğun kolektif hafızasını güçlendirir ve yas sürecine anlam katar. Ölüm ritüelleri, Êzidî toplumunda sadece dini bir pratik değil, aynı zamanda sosyal, kültürel ve psikolojik bir sistemin ifadesidir. Freud’un yas teorisi, ölüm karşısında bireyin kaybedilen kişiyle özdeşleştiğini ve bu özdeşleşmenin kaybın kabul edilmesini sağlayan yas sürecinin temelini oluşturduğunu ifade eder. Êzidî ritüelleri, bu süreci kolektif bir yapıya dönüştürür. Örneğin, ölen kişinin kefenlenmesi ve kutsal toprakla arındırılması, Freud’un “ölüm içgüdüsü” (Thanatos) kavramıyla ilişkilendirilebilir; bu, bireyin dünyevi varoluşundan sıyrılarak manevi bir boyuta geçişini temsil eder. Bu durum aynı zamanda Jung’un “kolektif bilinçdışı” kavramıyla da bağlantılıdır; toplumun ortak semboller ve arketipler üzerinden yas sürecini paylaşması, bireyin kaybı anlamlandırmasını ve topluluğun manevi dengesini korumasını sağlar. Toplumun yas sürecine katılımı, ölen kişinin bedeni yıkanırken kullanılan kutsal su ve kefene serpilmiş toprak gibi sembollerle derin bir anlam kazanır. Bu ritüeller, bireyin dünyevi varlığını aşarak manevi bir kimlik kazanmasını sağlar. Aynı zamanda topluluk, bu ritüeller yoluyla kendi kimliğini yeniden tanımlar ve kolektif bir arınma sürecinden geçer. Jung’un “gölge arketipi” burada anlam kazanır; bu süreç, bireyin ve topluluğun bilinçdışıyla yüzleşmesini ve ruhsal bir dengeye ulaşmasını sağlar.

Mezarın güneşe bakacak şekilde yerleştirilmesi, Êzidî inancında yaşam ve ruhsal aydınlanmanın sembolü olan güneşle ilişkilidir. Jung’un “anima” ve “animus” kavramlarıyla paralellik gösteren bu yönelim, yaşam ve ölüm arasındaki dengeyi simgeler. Mezarın konumu, ölen kişinin yeni bir boyuta yükselişini temsil ederken, geride kalanlar için umut ve yeniden doğuşun bir işareti olur. Ölen kişinin anısına düzenlenen hayır yemekleri, toplumsal dayanışmayı güçlendiren önemli bir gelenektir. Durkheim’ın “kolektif bilinç” kavramı, bu ritüellerin topluluk üzerindeki etkisini açıklamak için güçlü bir çerçeve sunar. Bu yemekler, topluluğun bir araya gelerek yas sürecini paylaşmasına ve ölen kişinin anısını kolektif bir hafıza formuna dönüştürmesine olanak tanır. 

Êzidî kültüründe ölüm, bireysel bir kayıp olmanın ötesinde toplumsal bir hafıza yaratma sürecidir. Maurice Halbwachs’ın “kolektif hafıza” kavramı, ölen kişinin hikâyelerinin ve yaşamının topluluk içinde kuşaktan kuşağa aktarılmasını anlamlandırmada önemli bir araçtır. Bu süreç, bireylerin yas sürecini toplumsal bir bağlamda deneyimlemelerini ve topluluğun birliğini pekiştirmelerini sağlar. Yas sürecinde, özellikle ölen kişinin ailesi, bir süre toplumsal hayattan çekilir ve acılarını yaşar. Ancak topluluk, bu dönemde ailenin yanında olarak onları destekler. Yas dönemi sona erdiğinde, ailenin yeniden topluma katılımı teşvik edilir. Bu, ölümün sadece bireysel bir kayıp değil, toplumsal yeniden birleşmenin bir aracı olduğunu gösterir. Bu geçiş, Lacan’ın “ayna evresi” teorisiyle de ilişkilendirilebilir; yas ritüelleri, bireyin kendi ölümlülüğünü ve topluluğa olan aidiyetini yeniden tanımladığı bir süreçtir.

Êzidî inancında ölüm, bireysel bir son değil, ruhun ilahi kaynağa dönüşü ve evrensel düzenle birleşmesi olarak kabul edilir. Freud’un Totem ve Tabu adlı eserinde belirttiği gibi, tabu kavramı hem kutsallık hem de yasaklama anlamını taşır. Êzidî ölüm ritüelleri de bu ikili anlamı yansıtır: Ölüm, kutsal bir geçiş süreci olarak görülürken, ölen kişinin bedeni ve ritüellere katılanlar, geçici bir süre için manevi bir “kirlenme” durumuna tabi olur. Bu durum hem bireysel hem de toplumsal düzeyde bir arınma gerekliliği doğurur. O nedenle Êzidî inancında, ölen kişinin bedeni kutsal bir varlık olarak kabul edilirken ölümle ilişkilendirilen manevi “kirlilik”, doğrudan temas edenlerin ritüel arınma süreçlerinden geçmesini zorunlu kılmaktadır. Bu, Freud’un tabu kavramındaki çelişik niteliği açıkça ortaya koyar, çünkü ölen kişinin bedeni hem kutsal hem de bir sakınma unsuru olarak algılanır

Bu bağlamda, Êzidî ritüellerinde kullanılan Laliş’ten temin edilen hümâyun toprak (Güroşk), bir tür totem işlevi görmekte, çünkü bir yandan kutsal ve kutsallığı temsil eder diğer yanda ise bireylerin ve topluluğun manevi arınmasını sağlayan bir rol oynar. Êzidî ölüm ritüelleri, bireyin manevi yolculuğunu desteklerken topluluğun kolektif kimliğini yeniden inşa ettiği bir süreçtir. Freud’un yas teorisi, Jung’un kolektif bilinçdışı ve arketip kavramları, Lacan’ın kimlik ve yansıtma süreçleri, bu ritüellerin psikolojik ve kültürel bağlamını anlamada önemli bir çerçeve sunar. Ölüm, sadece bireysel bir kayıp değil, toplumsal bir bağın güçlendiği, kültürel hafızanın yeniden şekillendiği bir süreçtir. 

 

Ölüm Ritüelleri ve Ölüye Saygı

Êzidî ölüm ritüelleri hem bireysel hem de toplumsal düzeyde derin sembolik anlamlar taşır.  Mezar taşlarında görülen güneş figürü ve Tavus kuşu sembolizmi, yalnızca estetik bir değer taşımakla kalmaz, aynı zamanda ölen kişinin ruhunun ilahi bir ışıkla çevrelendiğini ve ölümün bir geçiş, yeniden doğuş süreci olduğunu simgeler. Güneş, Êzidî inancında hayatın ve ilahi ışığın temsili olarak sıkça kullanılır ve bu sembol, ölümün yalnızca fiziksel bir son olmadığını, manevi bir dönüşüm süreci olduğunu vurgular. Bu sembol, yalnızca fiziksel bir fenomen olarak değil, aynı zamanda manevi arınma ve kutsal dönüşümün bir ifadesi olarak kabul edilir. Tavus kuşu ise ruhsal yükselişi ve ilahi gücü ifade eder, ölen kişinin ruhunun toplumsal hafızada kalıcı bir iz bıraktığını simgeler

Tavus kuşunun ihtişamı, ölen kişinin ruhunun kutsal bir güce ulaştığını ve toplumsal hafızada kalıcı bir iz bıraktığını simgeler. Bu semboller, Êzidî toplumunun ölüm ve yaşam döngüsünü nasıl anlamlandırdığını ve bu anlayışı kolektif hafızaya nasıl dönüştürdüğünü gösterir. Êzidî inancında mezar, yalnızca ölen kişinin bedeninin konulduğu bir alan değil, ruhunun huzur bulduğu kutsal bir mekân olarak kabul edilir. Mezarlar, ölümün bir son değil, ilahi bir geçiş olduğunu ifade eden sembollerle donatılmıştır. Güneş ve Tavus kuşu motifleri, bu kutsallığı ve manevi yolculuğu yansıtarak mezar taşlarına işlenmiştir. Mezar, ölen kişinin toplumsal statüsünü ve manevi değerlerini yansıtan bir metin olarak da okunabilir. “Ruhani huzur evi” anlayışı, mezarın yalnızca bedensel bir konumdan öte, ruhun ilahi bir ışıkla çevrelendiği ve manevi bir saflığa ulaştığı bir alan olarak kabul edilmesini sağlar. Bu anlayış, ölümün kutsallığını toplumsal hafızanın bir parçası haline getirir ve bireysel hatıraların toplumsal hafızayla birleşmesini sağlar. Mircea Eliade’nin “ruhani saflık” ve “kutsal ışık” kavramları, Êzidî ritüellerinin manevi boyutunu anlamada önemli bir rehber sunar. Ölüm ritüelleri, bireylerin yaşamın sonluluğunu kabullenmesine ve manevi bir dönüşüm geçirmesine olanak tanır. Eliade’ye göre, bu ritüeller, yaşam ve ölüm arasındaki ilişkinin kutsal bir bağlama oturtulmasını sağlar. Ölüye saygı ritüellerindeki semboller hatıra ve yasın yanı sıra hem bireysel hem de toplumsal hafızanın yeniden inşasında kritik bir rol oynamaktadır. Noktanın bu bağlamında, ölümün kutsallığını vurgulayan yas süreci, inançsal semboller ritüelleri ve ayinler, cemaatin hem içsel hem de dışsal dünyada kimliğini yeniden inşa etmesine ve toplumsal dayanışmayı güçlendirmesine olanak tanır.

 

Sonuç

Êzidî anlatısı ve sözel tarihinin gücü, bu çalışmanın ortaya çıkardığı sonuçların hem dikkat çekici hem de önemli bir mahiyete sahip olduğunu gözler önüne sermektedir. Êzidîlik, tarih boyunca yalnızca bir inanç sistemi olarak değil, aynı zamanda bir halkın kültürel, dini ve toplumsal kimliğini inşa eden bir direniş biçimi olarak varlığını sürdürmüştür. Bu kadim inanç, maruz kaldığı travmalar ve dışlanmalar karşısında yalnızca fiziksel varlığını değil, manevi kimliğini de koruma mücadelesi vermiştir. Êzidîlerin tarihsel yolculuğu, yalnızca dini bir pratiğin devamını değil, aynı zamanda toplumsal hafızanın, kültürel belleğin ve kolektif direncin inşa edilmesini temsil eder. İslamiyet’in ortaya çıkışıyla birlikte Êzidîler, dini ve etnik kimlikleri nedeniyle dışlanmış, zulme uğramış ve tarih boyunca bu baskılarla yüzleşmek zorunda kalmıştır. Bu bağlamda, mezarlara ve cenaze ritüellerine duyulan bağlılık, Êzidîlerin tarihsel belleğinin ve kimliğinin korunmasında hayati bir rol oynamıştır. 

Êzidî tarihinin en trajik dönüm noktalarından biri, 2014 yılında IŞİD tarafından gerçekleştirilen Şengal Jenosidi olmuştur. Binlerce Êzidî’nin hayatını kaybettiği, kadınların esir alındığı ve çocukların zorla Müslümanlaştırıldığı bu soykırım, Êzidîlerin kültürel direncini daha da pekiştirmiştir. Şengal’de yaşanan bu trajedi, yas ritüellerinin yalnızca bireysel bir kaybı değil, aynı zamanda toplumsal hafızanın yeniden inşa edilmesini ve kültürel kimliğin korunmasını sağladığını göstermiştir. Mezarlar, yalnızca bireysel anıların değil, aynı zamanda toplumsal hafızanın mekânsal bir yansımasıdır. Bu bağlamda, Êzidîlerin mezar kültürü ve cenaze ritüelleri, kültürel direnişin ve kimliğin inşasında merkezi bir rol oynar. Êzidî inancının yaratılış mitolojisi, ahlaki düzenin temellerini oluşturur ve bu düzen mezar kültürü ve yas ritüellerinde somutlaşır. 

Freud’un “bireysel ve kolektif travma” anlayışı, Şengal Jenosidi gibi olayların Êzidîlerin toplumsal hafızasına ve kimliğine nasıl etki ettiğini açıklar. Lacan’ın “ayna evresi” teorisi, bireylerin kimliklerini toplumsal semboller aracılığıyla yeniden inşa etme süreçlerini aydınlatır. Mezarlardaki semboller ve cenaze ritüelleri, bu kimliklerin kolektif hafızada birer yansımasıdır. Turner’ın “ritüel” ve “liminalite” (Geçiş süreci) kavramları, bu ritüellerin toplumsal yapıyı nasıl dönüştürdüğünü ve bireyleri bir araya getirerek kimliklerini yeniden inşa etmelerine nasıl olanak sağladığını açıklar. 

Êzidîlik bağlamında liminalite, Êzidî toplumunun tarihsel, kültürel ve inançsal anlamda yaşadığı kırılma ve dönüşüm süreçlerini açıklamak için anlamlı bir kavramdır. Êzidîler, tarih boyunca hem bireysel hem de toplumsal düzeyde sürekli bir “eşikte olma” hali yaşamış, bu durum onların kimliklerini ve toplumsal yapılarını yeniden şekillendirmiştir. Özellikle soykırım, zorla din değiştirme ve sürgün süreçlerinde toplumsal normların askıya alındığı bir belirsizlik içinde kalmışlardır. Bu süreç, Êzidîlerin geleneksel toplumsal yapılarını koruma çabası ile dış dünyadan gelen baskılar arasında bir gerilim yaratmıştır. Lakin, Êzidî cemaati, tarih boyunca “biz” ve “öteki” arasında bir eşikte konumlanmıştır. Hem Müslüman hem de Hristiyan topluluklarla olan ilişkilerinde, inançlarının yanlış anlaşılması ve “İblis”le ilişkilendirilmesi gibi nedenlerle, kimlikleri sürekli sorgulanmış ve sınırları tartışmalı hale gelmiştir. 

Bu durum, Êzidîlerin kendilerini koruma refleksiyle daha içe kapanık bir yapı geliştirmelerine yol açmıştır. Özellikle 73. Ferman olarak tarihe geçen Şengal’deki 2014 soykırımı gibi trajik olaylar, Êzidî toplumunu fiziksel ve kültürel anlamda bir liminalite durumuna sürüklemiştir. Topraklarından koparılmaları, geleneksel yaşam biçimlerinin ve dini pratiklerinin kesintiye uğramasına neden olmuştur. Ancak bu süreç aynı zamanda diaspora topluluklarında yeni kimlik arayışlarını ve kültürel yeniden yapılanmayı da beraberinde getirmiştir. 

Êzidîlikteki inanç ve ritüeller, bireylerin ve toplulukların bu liminal durumlarla başa çıkmasına yardımcı olmuştur. Örneğin, Êzidîlerin kutsal mekanları ziyaret etmeleri, dini ritüeller aracılığıyla yeniden kimlik kazanma ve toplumsal bağlarını güçlendirme süreçlerini ifade eder. Liminalite, Êzidîler için yalnızca bir belirsizlik hali değil, aynı zamanda yeniden yapılanma ve direnç geliştirme potansiyelini de barındırır. Tarih boyunca yaşadıkları travmatik deneyimlere rağmen, kimliklerini ve inanç sistemlerini yeniden inşa ederek hayatta kalmayı başarmışlardır. Bu süreç, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde güçlü bir dayanışma ve kolektif hafıza oluşturmayı sağlamıştır. 

Başka bir ifadeyle Êzidîlik, liminalite kavramı üzerinden, sürekli bir eşikte yaşama halini, kimlik ve inançlarının korunması için bir direnç alanına (habitus) dönüştürmüş ve bu nesnel durum aynı zamanda onların tarihsel varoluş mücadelelerin de öznel bir yansıması olmuştur. Bunu yanı sıra, Mircea Eliade’nin “kutsal” ve “profane” ayrımı ise, Êzidî mezar kültürünün kutsallığını ve bu kutsallığın toplumsal hafızayı nasıl şekillendirdiğini anlamamıza yardımcı olur. Êzidî mezarları, yalnızca bireysel bir anı değil, topluluğun kolektif belleğini yansıtan kutsal mekânlardır. Güneşe dönük mezar yerleşimi, Êzidî inancındaki ilahi ışık ve ruhsal arınma anlayışını temsil eder. Bu düzen, hem bireysel hem de toplumsal kimliğin yeniden inşa edilmesine katkı sağlar. Mezar ve cenaze ritüelleri, Êzidîlerin geçmişi hatırlamalarını değil, gelecek için umutlarını şekillendirmelerini sağlayan birer direniş aracıdır.

Êzidîlerin tarihsel yolculuğu, bir halkın hayatta kalma, kimliğini koruma ve kültürel direncini sürdürme mücadelesini gözler önüne serer. Mezar kültürü ve yas ritüelleri, Êzidîlerin hem bireysel hem de toplumsal hafızalarını inşa etme süreçlerinde merkezi bir yer tutar. Nietzsche’nin dediği gibi, “Her şeyin sonu, yeni bir başlangıcın tohumunu taşır.” Bu bağlamda, Êzidîlerin mezar taşları ve ritüelleri, bir halkın varoluş mücadelesinin zamana meydan okuyan birer sembolüdür. Geçmişin acıları, Êzidî toplumunun kolektif belleğinde derin izler bırakırken, bu izler geleceğe yönelik umut ve dirençle birleşir. Bu süreç, yalnızca bir halkın tarihini değil, aynı zamanda onun direnişinin ve kültürel yeniden doğuşunun hikâyesini anlatır.

 

Kaynakça:

-Abdülkadir Geylani. (1981). Fütuh-ul Gayb. Kahire: Dar el-Maaref.
-Akkaya, A. (2019). Ezidiler: Tarih, Toplum ve Gelenekler. İstanbul: İletişim Yayınları.
-Arendt, H. (1958). The Human Condition. Chicago: University of Chicago Press.
-Asatrian, G., & Arakelova, V. (2014). The Religion of the Peacock Angel: The Yezidis and Their Spirit World. London: Routledge.
-Boyce, M. (2001). Zoroastrians: Their Religious Beliefs and Practices. London: Routledge.
-Brettell, C. B. (2003). Anthropology and Migration: Essays on Transnationalism, Ethnicity, and Identity. Walnut Creek: AltaMira Press.
-Cetorelli, V., Sassoon, J., Shabila, N., & Burnham, G. (2017). Mortality and Kidnapping Estimates for the Yazidi Population in the Area of Mount Sinjar, Iraq. PLOS Medicine.
-Cohen, R. (2008). Global Diasporas: An Introduction. London: Routledge.
-Durkheim, É. (1984). Die elementaren Formen des religiösen Lebens. Leipzig: Alcan.
-Eliade, M. (2007). Das Heilige und das Profane: Die Natur der Religion. Frankfurt a. M.: Suhrkamp.
-Gökalp, Ziya, Şaki İbrahim Destanı ve kitapta toplanmış şiirler, (Haz.Şevket Baysanoğlu), Kültür Bakanlığı Yay. S. 5-6
-Freud, S. (1987). Totem und Tabu: Einige Überelegungen über die Geistesleben der Wilden. Leipzig: Deuticke.
-Freud, S. (1999). Trauer und Melancholie. Frankfurt a. M.: Fischer Verlag.
-Fromm, E. (1978). Die Anatomie der menschlichen Zerstörungslust. Frankfurt a. M.: Fischer Verlag.
-Gnoli, G. (2000). The Zoroastrian Tradition: A History of the Religion. London: I.B. Tauris.
-Halbwachs, M. (1985). Das kollektive Gedächtnis. Frankfurt a. M.: Suhrkamp.
-Hinnels, J. R. (1995). The Penguin Handbook of Living Religions. London: Penguin Books.
-Ibn Arabi. (1999). Füsus-ül Hikem. Kahire: Dar el-Kütüb.
-İbn Haldun. (1377). Mukaddime. Beyrut: Dar el-Fikr.
-Jung, C. G. (1979). Gesammelte Werke (Bd. 9/2). Zürich: Rascher Verlag.
-Kreyenbroek, P. G. (1995). Yezidism: Its Background, Observances, and Textual Tradition. Lewiston, NY: Edwin Mellen Press.
-Lacan, J. (2016). Die Ethik der Psychoanalyse. Wien/Berlin: Turia + Kant.
-Levitt, P., & Jaworsky, B. N. (2007). Transnational Migration Studies: Past Developments and Future Trends. Annual Review of Sociology.
-Mevlâna. (1995). Mesnevi. Konya: Konya Büyükşehir Yayınları.
-Schmidt, L. (2009). The Ancient Near East and the Zoroastrian Tradition. Oxford: Oxford University Press.
-Spät, E. (2005). Die Jesiden in der Türkei: Der Kampf um Identität und Zugehörigkeit. Berlin: Verlag für Sozialwissenschaften.
-Şeyh Adi. (1965). Şeyh Adi’nin Öğretileri. Beyrut: Dar el-Maarif.
-Tönnies, F. (1997). Gemeinschaft und Gesellschaft. Leipzig.
-Turner, V. (1999). Der rituelle Prozess: Struktur und Anti-Struktur. Zürich: Rascher Verlag.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.