Düşünce ve Kuram Dergisi

Feda Ediş, Feragat Ediş ve Kolektif Bellek İnşası

Roza Güneş

 

Büyük bir amaç uğruna can verme, hakkında çokça söz söylenilen bir hakikattir. Canını  verme yolunda, o amaç temelinde yaşayanlara, o amacın yüceliğini görünür kılma ve amaca yönelik bir onur kazandırma, güç kazandırmayı hedefler. Bunu yaşamına yerleştiren kişi, amaca bağlılığın zirvesindedir. Can vermeden de amaca bağlılık test edilebilir. İnançlar tarihinde böyle birçok örnekle karşılaşırız. Kendini vermenin yol yordamı çoktur. Zamanını, emeğini, rahat, bolluk ve bereket içinde yaşama dair olasılıkların hepsi insanın feragat edebileceği alanlardır. İnsanlar uykudan feragat edebilir. Yemekten, ev sahibi olmaktan, gezip eğlenmekten de. Sevdiklerinden de feragat edebilir insan. Tek tek küçük-büyük yaşamsal ilkeler olarak görülen bu vazgeçişlerin toplamından daha büyüktür büyük amaç uğruna can verme gerçeği. 

Feragat edebilen, vermeyi bilen kişi amaca bağlılığını da göstermiş olur. Sadakat, bu kişinin temel karakteridir. Aynı zamanda feragat edebildiği kadar, vazgeçtiği kadar da alır anlamdan ve hakikatten, yani kendini büyütür. Bu gariptir. Çünkü insanlar acıktıkça mı yemek yer, yemek yedikçe mi acıkır ikilemi, insan aklını işgal eder. Uyku uykuyu çeker meselesi gibidir, uyuyan daha çok uyumak ister. İnsan doymaz bir varlıktır denir. İnsanın doymazlığı da kötü bir sınırsızlık keşfidir, yaşamın farkındalığının elden bırakılması, düşüncenin yaşama etkisinin sıfırlanmasıdır. Oysa insan sonsuzluğun içinde kendine ve başka birçok şeye sınır koyabilen bir varlıktır. Bu anlamıyla da güzeldir, güçlüdür. Ancak sınır koyamadığında zayıftır. Doymak bilmez. İşte, bir amaç uğruna canını verebilen insanda bu bilinç varoluşsal düzeydedir. Sadakat ve gönlü tok olmak birlikte var olduğu insanda yücelişe mecal veren karakter özellikleridir. Tersi durumda ise, sadakatsizliğin ve açgözlülüğün birlikte yer edindiği kişi ürkütür, zarar verir.  

İnsanın bir amaç uğruna can verebilmesi için gerekli olan en temel bilinç varoluş ile ilgilidir. Bu durum Ortadoğu’da dinsel inanç odaklı gelişse de, özünde salt dinsel değildir. İnançla, düşünceyle yaşayarak özgür yaşam koşullarını inşa etme anlamında dünyasaldır, yaşamsaldır. Kürt özgürlük hareketinde ortaya çıkan feda ruhu ile dinlerde yaşanan feda ruhu birbirinden tümden ayrı, birbirine zıttır. Bundan dolayı, kavram Ortadoğulu bir halk olarak dini gelenekten alınmış olsa da, özgürlük uğruna şahadetin anlamı büyüktür. Dinsel hareketlerde bu eylemler cennet ütopyasına yönelik bir öbür dünya motivasyonuyla gerçekleştirilir. Kürt özgürlük hareketinde cennet ütopyasına-öbür dünyaya yönelik bir motivasyon yoktur. Burada kendini feda edebilmenin temel itki gücü, kendini feda eden, yaşamı inşa eden her şeyden feragat eden, toplumu uğruna bunu yapabilen bireyin toplumsallaşmada zirve yaşayacağı, amaca yakınlaşacağı fikridir. 

Hatta şehit gerçeğinde, onların ardında okuduğumuz mektuplarda da göreceğimiz gibi, verdiği halde kendini veren konumda görmeyen, sonsuz veriş konumunda bir yaşam inşa eden karakterler belirleyicidir. Şehadete yürürken dahi feragat ettiği duygusuna girmemiş olmak, canından başka verecek bir şeyi olmadığı halde ki, mülkiyet duygusundan uzak bir topluluktan söz ediyoruz, canını verirken dahi feragat ettiği duygusuna girmeyen bireyin duygusu anlaşılmayı gerektirir. Kendi canını bile kendine ait görmemek anlaşılması kolay olmayan bir gerçektir. Bu bir öte dünyaya ait ulvi duygulara gark olmak ya da bu dünyadan elini-eteğini çekmişlik durumu değildir. Ortadoğu’da derviş geleneğinin büyük etkisi, tüm kültürlerin içinde eritilmiş olarak vardır. Ancak bizim sözünü ettiğimiz feragat ediş, dervişlik geleneğiyle alakalı değildir. Bir tanrıya adanmışlık ya da her şeyden vazgeçiş-elini eteğini çekiş hiç değildir. Böyle kişilikleri tanıyanların belirttikleri en temel şey, bu kişiliklerin yaşama büyük bir aşk ile sarıldıkları durumudur. Yaşama aşk ile sarılan, canından başka verecek bir şeyi olmadığını bilen ve buna rağmen bu canı yok pahasına veren insanlar her çağda olmuştur. Nadirdir ama mutlaka olmuştur. Hak aşığı dediğimiz ozanın söylediği “Aşk pazarıdır bu, canlar satılık” sözü derin anlamına varıldığında toplumsallık uğruna kendini vermeyi bilen, verdiğini yok sayan bir hakikate işaret eder.  

İnsan yerleşik hayata geçmeden önce sonsuz ve sınırsız doğada da olsa, yaşadığı bir çevre vardır. Bu çevre insanın varoluş koşullarını oluşturmakta, insana karakter kazandırmaktadır. Koçerlik yurt bilincinin olmadığını değil, yurt bilincinin daha özgür ve dar sınırlara hapsedilmemiş olduğu bir hakikattir. Toprağa dair bilinç varoluşsaldır. İnsanın bir ekolojik çevreye dair bilgisi, bilinci ve sevgisi giderek, yerleşik hayata geçişle, köylerdeki çitlerle, son kertede şehirlerde beton yığınlara hapsolmuş metrekaresi çizilmiş hanelerle, daraltılmış ve köreltilmiştir. Bugünün insanı ev sahibi, toprak sahibi olsa da, aslında eko-nomos bilinci, yani ev-toprak bilinci son raddeye kadar zayıflatılmış insandır. Buna rağmen tüm dünyanın, tüm doğanın, tüm toprağın sahibi olduğunu bilmediğinden ve bu bilinçle yaşamını yönetemediğinden, ev sahibi olmak ülküsü uğruna tüm ömrünü evsizlikle geçiren milyonlar vardır. 

Bugün çıkarılan savaşlar ve insanların yersiz-yurtsuzlaştırılması, en başta evsizlik duygusu yaratırken, giderek yersizlik ve sonrasında yurtsuzluk duygusu yaratarak insanı topraktan, doğadan koparmakta, bellek bulanıklığı yaratmaktadır. Kapitalizmin insana yaptığı en büyük kötülüklerden biri, ulus-devletler ekseninde savaşlar çıkararak bu bellek bulanıklığı yaratması ve bunun üzerinden ulus-devletler inşa etmesidir. Evi olmayan insanın kendini ulus-devletin sahibi sanması da, kapitalizmin önemli oranda sonuç aldığı propagandalardan biridir. 

Özgürlük Hareketinde ise ilk devrimcilikte gerçekleşen ev-aile olgusundan vazgeçiş, büyük bir adım, kişinin hayatının en büyük adımıdır. Aileyi ve evi reddediş aslında büyük ev-köy-ülke sahibi olmaya doğru harekete geçiştir. Bu insanın toprakla ilişkisi çok boyutludur. Bu ilişki salt dar bir toprak sevgisi, toprak uğruna ölmeye hazır olma, köy bilinciyle sınırlandırılmış bir mülk edinme duygusundan uzaktır. Sanıldığının aksine ulus-devlet, toprak bilinci, ülke bilinci yaratmamakta, varlığın koşullandığı toprak bilincini köreltmekte, milliyetçi ve  giderek faşist sınırlara taşıyarak toprak bilincinin yerine maniple etmektedir. Kürtlerde her sınıf ve yaşam koşulunda da olsa, böyle bir bilinç vardır, bu bilinç hazır olarak yoktur. Kuşkusuz, yarım asırdır yüzbinlerce insanın bu duyguyla hareket etmesi, can vermesi, emek vermesi de büyük bir zihniyet zemininin olduğunu gösterir. Bunun en büyük kaynağı ulus-devletleşmemiş olmaktır. Böyle bir alt bilinçle hareket eden ve bu bilincin yüzeye çıkmasını da özgürlük mücadelesinde bulan Kürt bireyinin varlık mücadelesindeki adımlarının verili sosyal bilim sınırlarına sığmaması, katedilen gelişmeler, verilen temel ilksel eğitimlerin hızla sonuç alması, tüm geriliklere ya da yanlışlıklara rağmen büyük kazanımların elde edilmesi bundandır. Bundan dolayı özgürlük mücadelesine katılanların ulaştığı ev-eko çevre-yurt bilinci sosyal bilim ötesidir. Verili olan tanımlara sığmaz. Pratikleşmesi zordur, gerçekleşmesi zordur, gerçekleşme zemini bulmadığında görünürleşmesi zordur. Ancak bu zoru aşabilen için büyük anlam ihtiva etmektedir. 

Yine çıkılan yolculukta karşılaşılanların birey zihniyetinde de izleri olmaktadır. Şehadet gibi bir durum olmadan da ortaya çıkan durumlar bu yolun taşlarını döşer, yola dair bilgi inşa eder. Dökülen ter, verilen emek, varsa yaralanma durumları, toprağa kan dökmek kutsallaştırılmaz. Düzenli ulus-devlet ordularında yaşanan ve yansımaları çok farklı olan bu tür durumlar Kürt hareketinde yoktur. Olduğunda çözümleme konusu olmakta, çizgiye, ideolojiye göre yaşamanın sınırların dışına çıkıldığı bilinciyle düzeltme çabaları ortaya çıkmakta ve kolektif emekle inşada yol alınmaktadır. Kutsal vatan anlayışının faşizme götüren tarzından oldukça uzaklık vardır. Ancak ülke bilinci yok değildir. Ülkeyi inşa etme, yaratma, ülkeye-ülkenin ağaçlarına, hayvanlarına, insanlarına emek verme bilinci vardır. 

Bir ülkü uğruna yaralanan, kan döken insanda kendiliğinden bir yenilenme, farklılaşma ya da zihniyet dönüşümü olmaz. Geçici feragat durumu ve yarım kalan yolculuk ardından gelişen derin bencillik ağlarında kayboluşun kişiyi karşılaması kaçınılmazdır. Ancak insan, duyduğu acıya anlam vermeye başladığında zihniyet dönüşümü serüveninde yol almaya başlar. Eğer ki duyduğu acının, bu acıya vesile olan bedel verişin tarihsel-toplumsal anlamına varmışsa ve verdiği bedele bir karşılık alma gibi bir yaklaşıma düşmezse, bu anlamı yakalayabilir. Bu yolculuğa başlamış ise kendisinden anlamların toprağa aktığını, toprakta yeşeren her zerre canda kendisinden, yol arkadaşlarından bir parçanın bulunduğunu bilir. Evrende bir zerre olmanın tadına varır. O vakit kendi varlığına bencillikten uzak bir anlam verebilme yetisine ulaşır. Bunu başarabilmek, hakim sistemin, kapitalist modernitenin dışına çıkabilmektir. Çünkü verirken almaya odaklanmamıştır. Verirken aldığını, o kattığı bir damla ile kendisine deryalar kattığını bilmektedir. Aynı zamanda toprakla ilişkisi derin anlamlar kazanır. Maddi dünyanın ötesine geçer. 

Tüm bunlar, uğruna ölünecek yaşama ulaşma yolunda büyük bir mesafe katetmektir. Böyle bir aydınlanmayı, içsel ışımayı yaşayan kişinin yaşadığının binlerce katını, kendi canını ülkü uğruna feda eden insanda görmek mümkün. Uğruna ölünecek bir yaşam, çoğu kimsenin tanımını yapmakta dahi zorlanacağı bir yaşamdır. Nasıl yaşamalı, ne yapmalı, nasıl direnmeli, nasıl nefes almalı, nasıl ilişkilenmeli ve benzeri basit görünen, ancak yaşamın temelini oluşturacak cevaplar gerektiren sorular sormak kolay değildir. 

“Malından vermek zordur, canından vermek daha zordur.” diye bir söz var. Belli ki bu söz merkezi uygarlığın gelişiminden, sınıflaşmanın gelişmesinden sonra ortaya çıkmış bir söz dizimidir. İnsan bir şeyler uğruna canını veriyorsa, yani zor olanı veriyorsa mutlaka baktığı, anlamaya çalıştığı, öğrenmeye yöneldiği, örnek alacağı karakterler vardır. Kimi tarihsel kahramanlardır, kimi de kahraman olmuş ancak tanınmamış olanlardır. Dünyanın tümünü ilgilendiren ancak dünyanın haberi olmayan ekolojik ya da anlamsal gelişmeler-hareketlenmeler gibidirler. Ve bu insanlar, bu şekilde kendilerinden önce yaşamış olanların ve yaşamın anlamını yaratmaya çalışanların izlerini takip ederler. Tek tek adımlarlar onların gittikleri yollardan. Onlar, ‘önce can sonra canan’ demezler. Onlar, önce tüm dünya insanlığı diyenlerdir. 

Kadın özgürlük direnişçilerinden Asya Alçiçek’nin tanımı bu anlamda bize, bellek oluşturabilmemiz için büyük bir ışık tutmaktadır: “Fedailik bir nam, bir popülarite işi değildir. Ucuz kahramanlık hiç değildir. Başta kişi sadece savaş tarzı konusunda bir kararlaşmaya gider, asıl önemli olan bu kararı verdikten sonra kendini ne kadar oluşturabildiğin, yaratabildiğin, en önemlisi de kendini Önderlik felsefesinde sınayarak onun ahlakıyla ne kadar bütünleşebildiğindir. Elbette ki, oluş sonsuz bir döngüyü ifade eder ve Önderlik gerçeğine erişebilmek için her an yaratım içinde olmak gerekir. Fakat bazı eşikler de vardır ki anlamak ve anında uygulamak farz kılınmıştır. Sürecin keskinliği karşısında Kürtler için, özellikle de biz militanlar için bu olmazsa olmaz koşuldur. … Kaynak Önderlikse, çözülmeyecek hiçbir kişilik sorunu, kazanılmayacak hiçbir savaş yoktur. Yeter ki, dünyanın gıpta ettiği Önderliğimizin doğru uygulayıcısı olabilelim. … Bu kararlılığın bende ölüme giden bir insan psikolojisi değil, yeni bir yaşamı kucaklamanın heyecanını yarattığını tüm samimiyetimle belirtiyorum.” 

Bu sözler kendisi can vermeye gidenin ardından bıraktıkları, kendini son ana kadar çözümlemesi, anlam dünyasını zenginleştirmesi, bağlı olunan amacın, paradigmanın kutsal sözleri olarak tarihe yazılır. Giderek bellek oluşturur. Bellek, toplumsallığın kişide toplanmasıdır. Eğer tek tek bireyler aynı olaylardan, durumlardan yola çıkarak biriktirdikleri anıları, hatıraları unutmazsa ve yaşadıkları ortak kültürel-düşünsel-felsefi-yaşamsal öğeleri yaşamaya, bir de birlikte yaşamaya karar verirse ve harekete geçerse kolektif bellek ortaya çıkar. Bu anlamıyla, özgürlük mücadelelerinde şehit gerçeği, insanları aynı ortak paydada buluşturan bir gerçekleşme olur. Nasıl ki, uzun tarihsel dönemler içinde bir dil oluşuyorsa, topluluğun üyeleri aynı sesleri çıkarıyor ve o sözlere aynı anlamları yüklüyorsa, şehit gerçeği de böyledir. Arkada kalanlara kendilerinden yola çıkarak hayata dair anlamlar bırakırlar ve bu anlamlar, onları takip edenleri kapitalist moderniteye rağmen, tüm bireyciliklere, yetersizliklere ve yanılgılara rağmen yan yana getirir, tamamlar ve düzeltir, doğrultu verirler. Ve bu anlamda şehit, bedensel olarak ölür, ceset ölür, ten ölür; ancak can olarak ölmez, onu anlayan, dinleyen ve onun bıraktığı dili konuşan her bir bireyde yaşar, her yeni dönemde tanıtıldıkça-anlaşıldıkça yeniden doğar. Kendini yarattığı anlamın içinden doğura doğura bir tarihi inşa eder. Bu inşa olunan, kolektif belleğin damıtılmış ve form kazanmış hali olur.  

Böyle ölmelerin zıddı olan ölmeler ya da öldürmeler farklıdır. Öl-öldür zihniyeti, ulus-devletin halkları-inançları, farklılıkları birbirine parçalatma, doğru deyişle boğazlatma felsefesinin siyasete büründürülerek pratikleştiği bir felsefedir. Ölüm-intihar durumları, kapitalist modernite sisteminin insanları yaşamdan bezdirdiği, soğuttuğu ve yaşam istenç ve inanç kırıntısının dahi bırakılmadığı bir duygu durumu, ruh durumudur. Bugün her ikisi içiçe yaşanmaktadır. Erkekler kendi mülkleri olarak görmekten vazgeçemedikleri kadınları türlü vahşi yöntemlerle katletmektedir. Yine, erkekler ailesinin birçok ferdini katlettikten sonra intihar etmektedir. Mevcut iktidarın yarattığı tip budur. Tüm erkekler bir öldürme aracına, bir tetikçiye dönüştürülmüştür. Ve bu tip ulus-devletin ve derinleştirilmiş kölelik olarak kapitalizmin tüm talimatlarını yerine getiren bir otomata dönüşmüştür. 

Buna karşılık yaşamı uğruna ölecek kadar sevenlerin kolektif bilincinin oluşturduğu direniş odakları vardır. Ve bu odaklar demokratik modernitenin en temel parametrelerini oluşturmaktadır. Rojavayê Kürdistan’da yaşanan devrim sürecinde dünyanın her köşesinden insanların koşarak ve binlerce kilometrelik sınırları aşarak devrime katılması, hiçbir çıkar gözetmeksizin canını ortaya koyması, sadece yurtseverlikle ya da toprak bilinciyle, Ortadoğu demokratik konfederalizm ile açıklanamaz. Çünkü bu argümanlar Kurdistan ya da Ortadoğu insanları olarak bizi ilgilendirir, bizim hareket noktalarımızdır. Devrimin enternasyonal yanı, evrenselleşen Abdullah Öcalan paradigmasının yarattığı bir aydınlanma, öngörülemez bir kolektif duyumsamayla harekete geçmedir, insanlığın oluşumundan bugüne kadar taşınan demokratik modernite değerlerine dair belleğin güncelde yeniden kendini göstermesidir.

Devrim, insanlık ve kadın özgürlük mücadeleleri için canını ortaya koyanların büyük emeklerinin unutulmadığını, yüce insanlık değerleriyle birlikte insanlığın belleğinde sürekli kendini canlı tuttuğunun,  Şengal ya da Rojavayê Kurdistan gibi dünyanın bir köşesindeki devrime yönelişte yeniden şahlanarak canlandığını tüm dünya gördü. Bu hafıza, insanlık şehitlerinin oluşturduğu kutsal bir hafızadır. Salt manevi değildir, bitmiş değildir, yok olup gitmiş ya da unutulmuş hiç değildir. Dünya devriminde, özgürlük direnişinde yer alan ninesinin/dedesinin  geleneğini sürüp gelen yüce devrimciler de bu devrimde yerini almıştır. Bunlar tesadüf değildir, kendiliğinden olmamıştır. İnsanlığın kolektif özgürlük bilinci bu direnişin büyük sahiplenmesini getirmiştir.

Şehitlerin ardından sıkça onların ölümsüzlüğüne dair sloganları atılır. Çünkü o, bir ülkü uğruna canını veren kişi sanatsal ve felsefi düşünmeyi geliştirebilir. Çünkü o, biyolojizmin insana biçtiği sınırların dışına çıkmıştır. Milliyetçilik ve hatta faşizm nasıl ki insanı biyolojizm sınırlarında tutuyorsa, bencillik üzerinden kendini inşa ediyorsa, insandaki en zayıf hücreye, en zayıf gene dayanarak var oluyorsa ve varlığı biyolojik sınırlara hapsediyorsa, bunu aşmak insan varoluşunun önündeki setlerin yıkılması, coşkun akışların başlaması anlamına gelir.  Abdullah Öcalan buna hakikat odaklı düşünme adını verir. Hakikat odaklı düşünme zordur, ama imkansız değildir. Bunu başarabilmek için insanın öncelikle kendini anlaması gerekir. Tarihini, toplumunu hissetmesi gerekir. Mesela Tiamat’ın aldığı darbeyi hissetmesi gerekir. İlk sınıflaşmanın verdiği acıyı, düşürülen kadının acısını duymayı gerektirir. Mesela Konya’da bir evin dolabına girerek kapının kapanması sonucu hayatını kaybettikleri söylenen  beş kardeşin ölümüne derinden üzülmeyi, ancak bu üzüntüyü sistemin bu çocuk katili halini çözümleyerek tamamlamayı başarabilmeyi gerektirir. Yaşama öyle kör gözle bakmayı değil, adeta gelişmiş termal gözlüklerle bakmayı, insanların, olayların, sistemlerin görünen yüzleri kadar görünmeyen yüzlerini de görebilmeyi gerektirir. Bundandır ki, “Yersiz, zamansız, hesapsız, duyarsız her ölüm, özü itibariyle politikadan kaçıştır.” derken kadere bağlanan ölüm olgusunu bile irdeler, eleştirir.   

Vermek salt canını vermek değildir ama canını vermek zordur. Canı vermenin ötesi de vardır. Geleceğini, aklını, fikirlerini, anlarını, yaratacağı tüm güzel, iyi ve doğru anlamları vermek en zor ve büyük olandır. Ve bu canını veriş doğru zamanda, doğru yerde ve doğru şekilde olursa anlamı büyüktür ve insanlığın belleğini oluşturmada rol oynayabilir. Zeynep Kınacı böyledir. Önemle belirtildiği gibi “İlk ve Son eylem” olarak kendi anlamını inşa ederken, özünde insanlığın belleğinde büyük bir güncelleme inşa etmiştir. Kemal Pir böyledir. Bu örneklerde esas olan insanlığa, insanlaşmaya, anlamlı ve güzel yaşama dair sevginin zamana ve mekâna bağlı olmayışıdır. 

Yüce özgürlük ideali uğruna can verenler bizim belleğimizdir. Onlar zaman ve mekân bittiğinde ya da bir sınıra ulaştığında yaratıkları anlamın sınırlara hapsedilemeyeceğini bilirler. Onların kendi zihniyetlerinde yaptıkları devrim Onları zamanın ve mekanın ötesine taşıyacak bir yoğunluktadır. Büyük özveriyle kendilerini inşa ederken insanlığın en güzel yanlarını inşa etme sorumluluğu duymuşlardır. Toplumsal tarih boyunca kadınların yaşadıkları acıları duyumsamış, tanrıçalardan bugüne kadar tüm kadınları hissetmişlerdir. Ezilen, yok edilen, katledilen ya da türlü işkencelere maruz bırakılan tüm insanlığa karşı kendilerini sorumlu duymuş ve bunu tüm yaşam adımlarına yansıtmışlardır. 

Onlar, enerji ve kütlenin aynı şey olduğunu bilirler. Enerjinin, kütlenin hız kazanmış hali olduğunu ve kütlenin de enerjinin hareketinin azalmış hali olduğunu anlarlar. Kütlenin donmuş halinin enerji olduğunu da fark ederler. Onlar, bedenin önemli, güzel olduğunu, maddenin yapılaşmış hali olduğunu kavrar, ancak duygu ve düşünce olmadığında bedenin anlamının çok zayıf olduğunu da unutmazlar. Ve Onlar, bu duygu ve düşünce toplaşmasıyla zamanın ötesine uzanırlar, anın ilerisini de yaşarlar. Onlar, uğruna ölünecek bir yaşam olduğunu, olması gerektiğini bilir ve işte tam da o yaşamı sever. Az ya da çok Onları Martı Jonathan Livingston iyi anlatıyor diyebilirim. 

“Dostluğumuz zaman ve mekâna bağlıysa, zamanı ve mekânı yendiğimizde dostluğumuzu da yıkmış oluruz. Sınırsız zamanı ve uzaklığı yaşıyoruz biz. Uzaklığı yenince aynı yerdeyiz, zamanı yenince hep aynı anın içindeyiz. Böylece her an birlikte olacağımızı düşünmedin mi?” 

 

 

 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.