Düşünce ve Kuram Dergisi

Gerçek Dünyada, Modern Zamanların Prometheus’u Olmak

Serdar Eren

“(…) Tanrıların en güçlü imgeleri, gölgeleri (Zillullah) bile bu kadar kazanç sağlayamadılar. Demek ki, sermayenin sürekli ve kümülâtif birikimi boş bir kavram değilmiş. Zihni çarpıtmalar basit operasyonlar değilmiş. Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve İtalyan Antonio Gramsci de hegemonik fethi benzer tanımlamalara kavuştururken, ulus-devletin çok en yüceleştirildiği dönemin hapishanelerindeydiler. Bildikleri yaşadıklarındandı. Ben de son tahlilde küresel sermaye ‘mahkûmuyum’. Onu doğru tanımamak, kendi zihnim şahsında (kimliğimde) toplumun öz zihnine ihanet olurdu.”

Abdullah Öcalan; Özgürlük Sosyolojisi

 

Devrim köhnemiş olanı alaşağı etmekten ibaret olmayıp insanlık onuruna uygun yeni yaratımları da gerektiren bir insan eylemiyse eğer, bu eylemin başarısı ve kalıcılığı adına yerine getirilmesi gereken en temel ve en zorlu görevlerden biri de egemen sistemlerin toplumun rızasını sağlamak amacıyla zihinlerde oluşturduğu karanlık noktalara ışık tutmaktır. Düşünce tarihi kitaplarının konu başlıklarını oluşturan akımlar incelendiğinde, meraka değer bulunan bu akımların tarihsel dönüşüm (devrim dönemleri) dönemleriyle eşzamanlı olduğu görülecektir. Politikasız felsefe tarihe geçmemektedir yani; tıpkı felsefesi olmayan politikanın, gücü ne olursa olsun, kazanımlarını koruyamamasında olduğu gibi. Egemen sistemin toplumun zihnine kazıdığı kodları dikkate almayan bir devrim hareketinin “maddi koşullar” fetişine dayalı olarak geliştirdiği mekanik mücadele anlayışı ise günün sonunda yaratıcılarını ufalayıp sindirmekten öte sonuç vermeyen bir makine kadar etki açığa çıkaracaktır ancak. 20. Yüzyılın başlarında toplumsal hareketlerin yükseldiği üç ayrı ülkede birbirinden çok farklı sonuçlara varılmış olması bunu en açık haliyle gösteren örneklerden biri olmaktadır. Bahsedilen dönemin üç ayrı doğu ülkesi olarak Rusya, Türkiye (Osmanlı İmparatorluğu) ve İran’da toplumsal hareketlerin yükseldiği süreçler dikkate alındığında siyasal, sosyal, ekonomik, askeri ve hatta kültürel koşulların birbirine çok yakın ve benzer olduğu açıktır. Ancak Türkiye ve İran’ın bir “Büyük Ekim Devrimi” olmamıştır. Rusya’da çok daha ağır badireleri toplumla, sınıfla birlikte karşılama ve üstesinden gelebilme gücü göstererek süreci sosyalist bir devrime götüren önderlik Türkiye ve İran’da açığa çıkarılamadığından, Rusya dışındaki bu iki ülkede yaşanan sonuç despot devlet geleneğinin modern kalıplar içerisinde ömrünün uzatılmasını ifade eden iktidar değişiklikleriyle sınırlı olmuştur. Rusya’da daha 1917’de art arda hem çarlık rejimi devrilip hem de sosyalist devrim gerçekleştirilirken; Türkiye’de 1920’lerin başında Osmanoğulları’nın yerine burjuva Kemalist rejim, İran’da ise 1925’de Kaçarlar yerine Pehlevî saltanatı geçmiştir. Bahse konu dönem toplumsal hareketlerde önderliğin kader tayin edici önemini göstermekle birlikte, önderliğin karakterine ilişkin somut göstergeleri de açığa çıkarmıştır. Bundan dolayı, Lenin’in 20 yıla yakın bir süreyi kapsayan bu mücadele döneminde yaptıklarını yalnızca politik yetenekle izah etmek mümkün değildir. Mesela; 1905 Devrimi’nin yenildiği, sonrasında ağır bir baskının toplumu hareket edemez hale getirdiği 1908 yılında Lenin “Materyalizm ve Ampiryokritisizm”i yazmaktadır. Filozof Kant’tan fizikçi Lorentz’e birçok kişiliğin görüşlerinin tartışıldığı, fizik biliminde çığır açan devrimci keşiflerin gerici siyaset, felsefe ve sosyolojiye malzeme yapılmasına dönük kapsamlı ve detaylı eleştirel analizlerin yer aldığı bu eser dikkate alınmaksızın, açıktır ki Büyük Ekim Devrimi’ne önderlik eden irade anlaşılamaz. 20.Yüzyılın ilk çeyreğinde bu üç ülkede yaşananlar, maddi koşullar listesindeki maddelerin bir bir gerçekleşmesine dayalı devrim anlatılarının yaşamın gerçekleri karşısında geçerli olmadığını en çarpıcı haliyle ortaya koymaktadır.

Zaferi sağlam temellere dayanan bir devrim için vurgulanan bu nokta Kürdistan’da yürütülen soykırımcı-asimilasyonist sömürgeciliğe karşı mücadele açısından da geçerlidir. Sınıflı uygarlık ve sömürgeciliğin binlerce yıllık katmerlenmiş tortusuyla, hakeza küresel kapitalizmin bölge egemenleriyle geliştirdiği toplum karşıtı simbiyozun yol açtığı sorunlarla sosyal yapılar ve toplumsal zihniyetin darmadağın edildiği; insan onuruna layık bir yaşam için soluk alma imkânlarının dahi ortadan kaldırıldığı Kürdistan ise söz konusu olan, zihniyet devriminin çok daha ciddi bir kavrayış ve buna dayalı bir politik yetkinlikle yürütülmesi gerektiği açıktır. Kapitalizmin hegemonyasına karşı mücadele Kürdistan özgünlüğünde ve bu özgünlüğün özneleri şahsında değerlendirildiğinde de her türlü soykırımcı-sömürgeci baskı ile birlikte sömürge zindanlarında tutsaklık ve bu tutsaklık koşullarında verilen direnişin üzerinde ayrıca durmak gerekir. Benzer koşullara sahip dünyanın başka örneklerinde olduğu gibi Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da da gerek “egemen-ulus” içinden çıkan devrimciler, gerekse sömürge ülke ve halkın içinden çıkan devrimcilerin önemli bir kısmı, devlet ve egemen sınıflara karşı giriştikleri mücadelenin bir döneminde tutsak düşüp, zindanlarda mahkûmiyet koşullarıyla karşı karşıya kalmışlardır. Tutsaklık koşullarında yürütülen direniş ise fizikî direnişin yanında, sistemin ideolojik hegemonyasına karşı toplumsal özgürlüğün zihniyet ölçülerini açığa çıkaran devrimci önderler şahsında ayrıca özgün bir boyuta sahip olmuştur.

Yazının girişinde Abdullah Öcalan’ın Özgürlük Sosyolojisi adlı savunmasından yapılan alıntı kapitalizmin zihniyet alanında kurduğu hegemonya ve zindanların hem bu hegemonyanın tesisinde hem de bu hegemonyaya karşı devrimci mücadeledeki yerini vurgulaması bakımından büyük önem taşımaktadır. Gramsci, İtalya’nın hiçbir şablonla örtüşmeyen sosyal-siyasal durumunu faşizmin zindanlarında hegemonya, alt yapı-üst yapı, sivil toplum ve toplumda aydınların işlevi üzerine yoğunlaşmalarıyla anlama kavuşturmaya çalıştı. Hikmet Kıvılcımlı ise Türkiye’nin (keza Kürdistan ve Ortadoğu’nun) tarihsel ve sosyolojik özgünlüğünü Sümer-Babil dönemine kadar giderek izaha kavuşturmaya çalışmış, bu kapsamda İslam ve peygamberi üzerine kitaplar yazmış, hatta bu eserlerinde Kuran-ı Kerim’in sûrelerini tarihsel sosyolojik bağlamlarıyla yorumlayacak kadar özveri göstermiş bir Türkiye sosyalisti ve devrimcisidir. Her biri sosyalizm tarihinin özgün metinleri arasında yer alan bu çalışmalar, devrimin ülkelerinin özgün somut koşullarında kalıcı temeller üzerinde gerçekleştirilmesi amacıyla toplumsal zihniyetin kodlarına odaklanan iki devrimci teorisyen tarafından kapitalizmin zindanlarında tutsaklık koşulları altında gerçekleştirilmiştir. Bu yönleri her iki devrimcinin ön açıcı üretkenlikleri ve dogmatizme karşı tavizsizliklerini de açıklamaktadır. Gramsci ahlaksız pragmatizmin teorisyeni olarak bilinen Machiavelli, liberal Benedetto Croce ve revizyonist Georges Sorel’den faydalanırken ve yazılarında bu kişiliklerin düşüncelerine yabana atılmayacak bir özgüvenle atıfta bulunurken pergelin sabit ayağını sosyalist devrimde tuttuğundan emindir. Hakeza Osmanlı tarihi ve toprak düzeni üzerine iki ciltlik kitabı bulunan, İslam üzerine kapsamlı araştırmalara girişen Dr. Kıvılcımlı için de aynı durum geçerlidir; mesela üzerine eğildiği konular Kıvılcımlı’yı, sosyalizmin işçi sınıfı, sömürge uluslar ve kadın için ifade ettiği ilericilikten ayrı düşürmemiştir. Döneminin birçok sosyalisti için üzerinde durmaya değmez anakronik vaka olarak görülen tüm bu konular, Kıvılcımlı’nın eserlerinde “ya devlet başa ya kuzgun leşe” sözünü kural bellemiş bir toplumun zihniyet yapılarının çözümlenmesi ve Türkiye’de devrimciliğin karanlıkta iğne aramaktan çıkarılması adına birer imkâna dönüştürülmüştür.

Öcalan’ınn “Kürdistan sömürgedir” tespitiyle başlattığı kurtuluş davası yarım asırdan bu yana, küresel kapitalizmin en ağır yönelim ve komplolarına rağmen kazanımlar elde ederek yürüyüşüne devam ediyor. Hiç şüphesiz, bu hareketin aktif mücadele pozisyonunu koruyup geliştirerek bu kadar süre varlığını sürdürmüş olması dahi başlı başına önemli bir başarıyı ifade etmektedir. Gerek birinci emperyalist paylaşım savaşı sonrası küresel kapitalizmin dünya ve bölge ölçeğinde oluşturduğu statükodan itibaren olsun, gerekse daha öncesinde Osmanlı sultasına karşı geliştirilen isyanlar olsun, Ortadoğu’da, Abdullah Öcalan önderliğinde gelişen devrim hareketi düzeyinde etki açığa çıkarabilmiş bir tarihsel örnek bulunmamaktadır. Kaldı ki içinde bulunduğumuz 2024 yılı itibariyle, yaratılan devrimci gelenek kapsamında açığa çıkarılan değerlerle birlikte bu mücadelenin dünyanın dört bir yanında, halklardan toplumsal özgürlükçü örgütlere, siyasilerden akademisyenlere farklı kesimleri etkilediği, kapitalizmin yarattığı sorunlara toplumsal özgürlükçü çözümler üretme doğrultusunda başvurulduğu ve Rojava Devrimi’nde görüldüğü üzere enternasyonalist dayanışma ruhuyla sahiplenildiği dikkate alındığında, tüm dünyayı sarsacak evrensel bir harekete dönüştüğü açıktır. Öcalan önderliğinde gelişen özgürlük hareketi, bugün sömürü düzenlerinin en sonuncusuna karşı insanlığın verdiği kurtuluş kavgasında birleştirici bir konumda bulunmaktadır. Kurtuluş kavgasında elde edilen bu düzey, açıktır ki, en son temsilcisi kapitalizm olmak üzere, bin yıllardır insanlığın zihnine beton gibi çöken sınıflı-devletli uygarlığın hegemonyasına karşı yürütülen mücadele olmaksızın gelişemez ve böyle bir mücadeleden bağımsız değerlendirilemez.

Bu çerçevede Öcalan önderliğinde inşa edilen devrim hareketini ve bu hareketin egemen zihniyet yapılarına karşı mücadele içerisinde toplumsal zihniyette açığa çıkardığı dönüşümleri değerlendirirken başlıca iki ana evre üzerinde durmak gerekir. Birincisi; 1973’te başlayıp 1982’de 12 Eylül faşist cunta rejiminin zindanlarındaki direnişlerle zirveye ulaşan dönem olmaktadır. Sömürgeciliğe karşı silahlı halk savaşının başlatılmasından Kürdistan’da serhildanlarla devrime yürüyen halk gerçeğinin açığa çıkarılmasına, 1999’da gerçekleştirilen uluslararası komploya kadar elde edilen tüm kazanım ve yaratılan değerlerin kaynağı bu dönem olmaktadır. İkinci dönem ise 1999’da uluslararası komployla Öcalan’ın tutsak edilişi sonrasında gelişen İmralı sürecidir. Öcalan ağır tecrit koşullarında hazırladığı Savunmalar’la egemen zihniyete karşı mücadeleyi daha ileri bir evreye taşırmıştır. Denebilir ki, birinci dönemde yürütülen çalışmalar devrimci düşüncenin teoriden politikaya ve aynı anlama gelmek üzere dar kadro yapısından tüm ülke ve topluma doğru bir gelişim göstermesinde etkili olurken; İmralı süreciyle birlikte yakalanan entelektüel düzey ve geliştirilen zihniyet ise devrimin Kürdistan’ın ötesinde tüm dünyayı kapsayacak aşamaya varmasını sağlamıştır. Daha öz bir şekilde ifade etmek gerekirse; birinci dönem devrimin toplumsallaşmasını, ikinci dönem ise evrenselleşmesini ifade etmiştir.

 

Devrimin Toplumsallaşması: İdeolojik Gruptan Büyük Ölüm Oruçlarıyla İdeolojik Belleğin Yaratılması

1973 Newroz’uyla birlikte temelleri atılan Özgürlük Hareketi için, söylem ve pratik arasındaki tutarlılık bu ilk dönemlerden itibaren esas alınan ilkelerden olmuştur. Öcalan “Kürdistan sömürgedir” tespitinin, üzerinde yarattığı sarsıcılığı Parti tarihini ele aldığı yazılı ve sözlü anlatımlarda kapsamlı bir şekilde ortaya koymaktadır. Tespitin sarsıcılığı, yüklediği sorumlulukların büyüklüğünden kaynaklanmaktadır. Toplumsal mücadeleler ve devrimler tarihinde partileri-örgütleri işlevsiz bırakıp, kadrolarını kavrayış ve hareket yeteneklerini körelterek yeniden egemen sistemin kollarına atan ideolojik sorunların ciddi bir bölümünün kaynağı somut tahlile denk tespitte bulunma, bu tespitle tutarlı kararlar alma ve alınan kararlar doğrultusunda ikirciksiz bir şekilde eyleme geçme noktasında yaşanan iradesizlik ve kararsızlığa dayanmaktadır. Özellikle de egemen sınıf ve devletle savaşımın çetinleştiği kritik anlarda bu hususlarda yaşanan sorunlu anlayışların türlü biçimler alarak kafa karışıklığı yarattığına sıklıkla tanık olunmuştur. Küçük-burjuvazi ve orta-sınıf gerçekliğiyle hesaplaşmaktan kaçışın neden olduğu bu eğilimin baskın çıkmasının bedeli ise faşizmdir. Devrimci mücadelede kararlı bir duruşla yer alma ihtiyacı hissetmeyen, bununla bağlantılı olarak da ellerindeki tüm imkanları kısa bir süre içerisinde tüketip kendini fesheden küçük-burjuva reformist kişilik ve siyasi yapılar, faşizmi-sömürgeciliği bir yana bırakıp, Öcalan önderliğinde gelişen devrim hareketini de hedef almıştır. İdeolojik grup döneminde Kürdistan’a dönüş ve devrimi ülkede örgütleme tutumu, faşist darbenin kendini hissettirdiği ortamda mücadeleyi büyütmek için Filistin kamplarına geçiş, faşist cunta rejiminin zindanlarında direnişin yükseltilmesi ve soykırımcı-sömürgeci sisteme karşı silahlı halk savaşının başlatılması dahil olmak üzere devrimci mücadeleyi büyütmeye dönük tüm hamleler bu kesimlerin, faşist darbe koşullarının sunduğu “imkânlardan” da yararlanıp, bilinçleri bulandırarak yürüttükleri karşı-propagandalara rağmen gerçekleştirilmiştir.

Yalnızca sömürgeciliğin değil, aynı zamanda küçük-burjuva ve orta-sınıf oportünizminin toplumsal zihniyette yarattığı tahribatlara karşı da mücadele verme durumunda kendini bulan Özgürlük Hareketi’nin daha ilk dönemlerden itibaren entelektüel görev ve sorumluluklarla yüklendiği açıkça görülebilmektedir. Bunun büyük bir yetenek ve irade gerektirdiği açıktır. Mesela Diyarbakır 5 No’lu Zindanında direnerek devrim değerlerini korumaya, hatta bu değerleri yaratmaya odaklanan Mazlum Doğan’lar, Kemal Pir’ler, Hayri Durmuş’lar yalnızca direniş eylemleri gerçekleştirmekle yetinecek bir noktada bulunmamaktadırlar. İnsanca yaşama imkânlarının ortadan kaldırıldığı bir ortamda yaşamın geçerli tek formunun direniş olduğunu zindanda bulunan diğer tutsaklara kavratmakla yükümlüdürler, aynı zamanda. Böyle bir sorumluluğun gereğini yerine getirmek adına, ağır baskı koşullarının cehenneme dönüştürdüğü zindan gerçekliğinde temas kurabildikleriyle konuşarak, kıt kanaat imkânı bir araya getirip eğitimler gerçekleştirerek, hatta o koşullarda dergi çıkararak devrimin belleğini oluşturmaktadırlar.

Pratik, söylemden daha ajitatiftir. 12 Eylül 1980’e kadarki dönem açısından belirleyici ilke budur. Ülke gerçeklerine uygun tespitler ortaya konmuş, buna denk tutum, davranış ve eylem gerçekleştirilmiş ve halk, söyledikleri doğruları uygulayan devrimcilerin duruşundan etkilenerek sempati duymaya, Parti saflarına katılmaya başlamıştır. Fakat 12 Eylül sonrası dönemde zindanlardaki vahşet koşulları, devrimci pratiğin daha yetkin bir düşünce gücüne ve keskin bir iradeye dayalı olarak geliştirilmesini zorunlu kılmaktadır. Esat Oktay’ın sadistliğine boyun eğmemek, devrimin belleklerde yer etmesi bakımından yeterli olmayacaktır (O koşullarda verilen direnişin nitelik ve düzeyinin anlaşılabilmesi, keza Kürt toplumunun zihniyet dönüşümündeki yerinin görülebilmesi için o dönemde Diyarbakır 5 No’lu Zindanında tutsak olarak bulunan Muzaffer Ayata’nın kaleme aldığı ‘’Diyarbakır Zindanı’’ kitabından faydalanılabilir). Mesela, gerçekleştirilen eğitimlerden atılan sloganlara kadar her eylem ve örgütsel çalışmada bu husus vurgulanı Kürdistan Vietnam’la, 5 No’lu Zindan ise Saygon Zindanlarıyla denk görülür; kısıtlı imkânlar çerçevesindedir. Burada yapılan basit bir benzeştirme değildir. Vietnam, sömürgeciliğin yıllar boyunca baskı altında tutup tüm kaynaklarını gasp ettiği bir ülke olmakla birlikte büyük bir inat ve iradeyle yürütülen devrimci halk savaşının zaferle sonuçlandığı bir ülkedir. Saygon zindanları ise, korku ve sindirmeye dayalı bir biçimde sömürgeciliğe rızanın üretildiği bir laboratuvar olarak değil, bu ülke halkının yarattığı zafer gerçekliğinin en yüce değerlerinden biri olarak tarihe geçmiştir. İşte, tutsaklara izinsiz sağa sola bakma hakkının bile tanınmadığı Diyarbakır 5 No’lu Zindandaki vahşet koşulları altında, devrimci olup olmamasına bakılmaksızın tutsak edilip işkencelere maruz bırakılan, iradesi kırılmaya çalışılan Kürt insanının beynine, yüreğine teslimiyeti değil bedeli ne olursa olsun zaferi getirecek direnişi işleme gayretidir, tüm bu özdeşleştirmelerin amacı.

Bu amaç doğrultusunda yürütülen mücadele Mazlum Doğan öncülüğünde daha ileri bir aşamaya çıkarılır. Tüm ideolojik-teorik çalışmaları büyük bir gayret ve adanmışlıkla yürütme sorumluluğunu üstlenen Mazlum Doğan’ın genel tutsak yapısından tecrit edilerek eğitim faaliyetlerini yürütme imkânları ortadan kaldırılır. İşkencenin her türlüsüyle sürekli ağırlaştırılan korku ortamında teslimiyet ve ihanet de bir virüs gibi yayılmaya ve normalleşmeye başlamıştır. Mazlum Doğan’ın buna cevabı Newroz gecesi gerçekleştirdiği fedai eylemdir. Bu eylem, insanlık onuruna yaraşır bir yaşamın kırıntısının bırakılmadığı bir ortamda söylenen son sözdür. Ve etkisi de büyük olur. Parti’nin kurucu kadrolarından Ferhat Kurtay, Mahmut Zengin Eşref Anyık ve Necmi Öner ile birlikte; ihanet ve işbirlikçiliğe varmamış olsa bile teslimiyete yenik düşmenin özeleştirisini bedenini ateş topuna çevirerek verir. Kemal Pir, Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek Mazlum Doğan’ın çizgisini Büyük Ölüm Orucu eylemini başlatarak sürdürür ve bu eylem sonucunda dört devrimci de şehadete ulaşır. Eylemler tamamen ideolojiktir ve devrimci hedeflere odaklı olarak gerçekleştirilmektedir. Bunu en açık ortaya koyan verilerden biri eylemler için belirlenen tarihlerdir. Mazlum Doğan’ın eylemini Newroz gecesi gerçekleştirmesiyle aynı mantığa dayalı olarak, Dörtler 18 Mayıs’ı (Haki Karer ve İbrahim Kaypakkaya’nın şehit düştüğü tarih) eylem tarihi olarak belirler. Büyük Ölüm Orucu ise 14 Temmuz’da, yani Fransız Devrimi’nin yıldönümünde başlatılır. Kürdistan’da sömürgeciliğe karşı direnişten geçmişte olduğu gibi güncelde de gelecekte de taviz verilmeyeceği, şehitlerin anısına sonuna kadar bağlı kalınacağı, devrimin zaferine inancın tam olduğu ve bu uğurda verilecek son şeyi yani canlarını bile ikirciksiz ortaya koyma kararlılığının mesajı verilmektedir gerçekleştirilen eylemlerle.

Genel olarak bakıldığında, tutsaklık koşullarında toplumsal zihniyeti sosyalist değerler doğrultusunda dönüştürme çabaları, esasen 1973-1980 arası dönemde yapılan teorik araştırma-inceleme ve kadrolar arasında yürütülen eğitim faaliyetlerinden beslenmektedir. Sansürün, yasakların yoğun ve en ağır biçimde uygulandığı zindan koşularında kapsamlı okuma, yazma, tartışma vs faaliyetlerinin imkânı yoktur nitekim. Fakat 5 No’lu Zindan, öğrenilenlerin en zorlu sınanma dönemlerinde tutarlılıkla sahiplenilmesi bakımından tarihsel öneme sahiptir. Öncüleri şahsında bir halkı tamamen yok etmek üzere tasarlanan bu zindan, Mazlumlar, Kemaller, Hayriler, Dörtler tarafından bir halkın adeta küllerinden yaratıldığı devrim okuluna dönüştürülmüştür. Bunun etkileri büyüktür. 5 No’lu Zindan devrimci öncüler şahsında Kürt bireyini un ufak etmek üzere dizayn edilen bir sindirme makinası olarak boşa çıkarılmış, faşizmin zifiri karanlık gerçekliğine rağmen mücadelenin ülkeye yayılmasını sağlayan, en zorlu koşullarda mücadelenin sahiplenilmesi iradesini yaratan bir odağa dönüştürülmüştür. Devrimci halk savaşı için gerekli itkinin açığa çıkarıldığı bir yaratım alanı olmuştur. Olağanüstü hal yasa ve uygulamalarıyla 12 Eylül’ün ağırlaştırılarak sürdürüldüğü Kürdistan’da, özel timler eliyle devletin gerçekleştirdiği katliamlara, binlerce fail-i meçhul cinayete, köy yakma politikalarına karşı serhildanlarla devrimcileşen halk gerçeğinin güç ve ilham aldığı belleğin inşa edildiği yer olarak tarihe geçmiştir.

 

Devrimin Evrenselleşmesi: Komploya ve Tecrit Sistemine Verilen Yanıt

Diyarbakır Zindanı’nda yürütülen mücadelenin kökleri nasıl ki 1973-1980 arası dönemde yapılan çalışmalara dayanmaktaysa, Öcalan’ın İmralı tecridi altında kaleme aldığı Savunmalarında teorize ettiği Demokratik Ekolojik Kadın Özgürlükçü Paradigma’nın kökleri de 80’li ve 90’lı yıllarda yürütülen çalışma ve yoğunlaşmalara dayanır, esas olarak. Mesela bu paradigmaya dayalı olarak geliştirilen Demokratik Ulus perspektifini, Öcalan’ın 90’lı yıllarda yaptığı açıklamalarda, geliştirdiği siyasi hamlelerde görmek mümkündür. Kadın özgürlüğü üzerine Savunmalar’da tamamlanmış ve bütünlüklü haliyle yer alan görüşlerini yine 90’lı yıllarda geliştirdiği projelerden (YAJK’ın kuruluşu) takip etmek mümkündür.

Savunmalar’da öne çıkan konulardan biri olarak dikkat çeken reel-sosyalizm eleştirisi için de aynı durum geçerlidir. “Sosyalizmde Israr İnsan Olmakta Isrardır” adlı kitapta derlenen yazı ve değerlendirmeler 90’lı yıllara ait olmakla birlikte reel-sosyalizmin yanlış ve yetersizliklerine dönük eleştirilere bu çalışmada yer verilmektedir.Öcalan, İmralı süreciyle birlikte tüm bu yoğunlaşmaları Kürdistan, Ortadoğu ve dünya çapında yaşanan sistemsel sorunlara çözüm perspektifiyle bütünlüklü bir programa dönüştürmüştür. Yani farklılık, kökleri daha önceki dönemlere dayanan düşünce ve tezlerin kapsayıcı ve bütünlüklü bir devrim programına dönüştürülmesindedir.

Aydınlanma felsefesinden ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin klasik yorumlanışına, sınıf mücadelesinden kadın özgürlüğü ve ekolojiye, 5000 yıllık sınıflı-devletli uygarlık sisteminde demokratik topluma, kapitalizmin eleştirisinden reel-sosyalizm ve ulusal kurtuluş hareketlerinin analizine, birçok konunun değerlendirildiği Savunmalar küresel ölçekte yaşanan demokrasi krizine çözüm temelinde hazırlanmış bir manifestoyu ifade etmektedir. Bu bağlamda Savunmalar’da yer alan temel eleştirilerden birinin tarihin mekanik determinist yorumlanışına dönük geliştirildiğini belirtmek mümkündür. Nitekim bugün bile kapitalizmin küresel ölçekte yayılmış olmasına dayanıp, sosyalist devrimler çağında bulunulduğu kanaatine dayalı olarak programını oluşturan hareketler bulunmaktadır. Demokratik devrimi ve bu kapsamda öne sürülen talepleri geri bir yaklaşım olarak değerlendirme durumu bu kanaate dayalı olarak gelişmektedir. Savunmalar’da ortaya konan tez ve görüşlerle eleştirilen ana konulardan biri de bu olmaktadır. Sosyalizm kapitalizmin gelişmesine dayalı olarak inşa edilecek bir sistem değildir. Toplumun politik, ahlâkî ve kültürel düzeyine dayalı olarak gelişecektir bu evre. Topluma bu düzeyde gelişim imkânlarını sunacak koşullar ise radikal demokrasiyle, yani gerçek anlamıyla demokrasinin sisteme kavuşmasıyla sağlanacaktır. Demokratik düzenin yaşanan tüm toplumsal sorunlar için kesin ve nihai çözümü sunmadığı, sunamayacağı açıktır. Fakat sosyalizm ve komünizm hedefine ulaşmak için toplumun anı anına verdiği mücadele ekseninde demokrasiyi inşa etmesi, savunması ve bu temelde politik bir güç hâline gelmesi gerektiği açıktır. Demokrasi toplumsal sorunların kesin çözüme bağlandığı aşama olmayacaktır ama özellikle de ağır sömürü ve baskı altında tutulan sınıfların örgütlenmesi ve mücadele vermesi önündeki engellerin kaldırılmasını ifade edecektir. Mesela toplumlar arasındaki yapay ayrımların düşmanlık gerekçesine dönüşme olasılıkları asgariye indirilecek, daha esaslı gündemler olarak sınıf mücadelesinin gidebildiği noktaya kadar yürütülmesinin koşulları olgunlaşacaktır. Faşizmin küresel ölçekte geçerli olduğu, düşünce ve ifade özgürlüğü önünde ciddi engellerin bulunduğu, baskılanan toplumsal kesimlerin, keza ırkçılık düzeyinde yaşanan ayrımcı anlayış ve pratiklerin, teknolojinin sınır tanımaksızın gelişmesine rağmen toplumun bilinç düzeyinde gerilemenin (dünyanın en güçlü ve zengin ülkesi ABD’de evrim karşıtlarının nüfusun çoğunluğunu oluşturması ve dünyanın düz olduğunu iddia eden tarikat benzeri yapıların kerameti kendinden menkul bir özgüvenle propaganda yapabiliyor oluşunda görüldüğü üzere) söz konusu olduğu bir dünyanın sosyalist devrime hazır olduğunu iddia etmek açıktır ki gerçekçi değildir.

Kapitalizmi demokrasiye eşitleyen ve buradan sosyalist devrim programları çıkaran anlayış, buna bağlı olarak demokrasiyi de kapitalizme eşitleyerek demokratik devrim programlarının ilericiliğini sorgulayabilmektedir. Öcalan bu anlayışın eleştirisinden hareketle demokratik devrimin küresel ölçekte ihtiyaç duyulan bir program olduğunu vurgulamaktadır. Egemen sınıf ve devletlerin buna karşı tutumunun ne olacağını kestirmek zor değildir. Zira gelir adaletsizliğinin inanılmaz boyutlara vardığı bir düzende, bu düzenin farklı boyutları olarak gelişen sayısız toplumsal sorunun çözümüne yanaşılmayacağı, türlü türlü yönelimlerle çözüme dönük adımların kesilmeye çalışılacağı açıktır. Öcalan’ın devlet ile demokrasi arasına koyduğu ayrımın kaynağında devlet sistemlerinin halk meclislerini, halkın öz savunma örgütlenmelerini, ekonomik kaynaklar üzerinde halkın tasarruf ve inisiyatifini esas alan kurumları ve bağımsız halk akademilerini; ezcümle toplumun emekçi sınıflarının mücadele potansiyellerini aktifleştirecek yapıları kabul edecek noktada bulunmaması yatmaktadır. Devlet+Demokrasi formülasyonu bu temelde ortaya koymakta ve halkın, egemen sınıfın rahatsızlık ve engellemelerine takılmaksızın kendi demokrasisini geliştirerek devletin toplumsal yaşamda işgal ettiği alanı daraltacağı, daraltması gerektiği vurgulanmaktadır.

Devlete rağmen kendi demokrasisini inşa edip savunan toplum -özellikle de işçiler, emekçi köylüler, emekçi kadın ve gençler- edinilen politik tecrübe, kazanılan entelektüel yetenek ve tesis edilen ahlâkî düzeyle birlikte sosyalizme yürüyecektir. Bunun gerekliliğini görmeyen, yine anlamamakta ısrar eden anlayışların Türkiye’de işçi sınıfının durumuna bakması gerekir. Bir demokrasi sorunu olarak T.C. ulus-devletinin vazgeçmeye yanaşmadığı Kürt sorunu, bugün işçi sınıfının büyük çoğunluğunun sağ-muhafazakâr partilerden medet ummasının temel sebebidir. Kendi haklarını savunmaya bile yanaşmayacak düzeyde politikanın dışında kalma durumu geçerlidir, Türkiye işçi sınıfı açısından. Kaldı ki proletaryanın devrimci işlevi salt sınıfsal çıkarlar ekseninde gelişecek hareketlerle sınırlı değildir. İşçi sınıfı ülkede ve dünyada yaşanan tüm toplumsal sorunlara karşı söz ve eylem ürettiği noktada işçinin devrimciliğinden söz edilebilir. Fakat faşizmin, ideolojik hegemonya kapsamında sağlanan rızaya dayalı olarak normal görüldüğü bir zeminde kendiliğinden bu düzeye ulaşan ya da ulaşacak gibi görünen bir sınıf gerçekliği de bulunmamaktadır.

Öcalan’ın İmralı’da ağır tecrit koşulları altında kaleme aldığı Demokratik Toplum Manifestosu kapitalizmin zihniyet alanındaki hegemonyası ve bu hegemonyaya dayalı olarak gelişen toplumsal rızanın çözümlenmesine odaklanmaktadır bu nedenle. Bu hegemonyanın geriletilmesine ve demokrasinin, devlete rağmen halk eliyle inşa edilmesine dayalı olarak işçi sınıfı başta gelmek üzere kapitalizm mağduru tüm kesimlerin devrimci potansiyellerinin aktifleşeceği vurgulanmaktadır. 5000 yıllık devletli uygarlığın toplumsal hiyerarşisinin en altında yer verilen emekçi kadının devrimci öncülüğüne yapılan vurgu da buradan kaynaklanmaktadır.

Demokratik devrimde kadın öncülüğüne verilen önemle sınıf mücadelesinin daha kapsayıcı bir okuma temelinde güncellendiği açıktır. Bu bağlamda; reel-sosyalizmin, üzerinden panzer gibi geçtiği bilimsel sosyalist değerlerin yaşamsallaştırılması adına büyük bir iddia ve iradenin gerçekleştirildiğini belirtmek gerekir. Ve tüm bu çaba küresel ölçekte sosyalizmin geriye çekildiği bir dünya konjonktüründe, bir ada hapishanesinin ağır tecrit koşulları altında verilmiştir, verilmektedir. Tüm bu dezavantajlı koşullara rağmen dünyanın her yerinde Savunmaların okunması, dile getirilen tezler üzerine paneller düzenlenmesi, Kürt halkının ve devrimcilerinin yılmadan yürüttüğü mücadeleye enternasyonalist dayanışma ruhuyla ortak olan farklı halklardan kadın, genç, aydın ve aktivistlerin düzenlediği eylemler dikkate alındığında Öcalan’ın evrensel bir önderliği temsil ettiği görülmektedir.

Sonuç olarak; egemen sistemin zihniyet sultasına karşı mücadeleye öncülük yapmış devrimciler büyük değerler yarattılar. Gramsci ve Dr. Kıvılcımlı’nın bilimsel sosyalizme yaptıkları katkı önemli bir aydınlanma imkânı sunmaktaydı. Fakat düşüncelerini etkin mücadele yöntemleriyle hayata geçirecek örgütsel imkânlardan yoksunlardı. Öcalan ise kapitalizmin ideolojik hegemonyasına karşı mücadeleyi örgüt inşasıyla başlattı. Kapitalizmin hegemonyasına karşı ilk ve en sıkı mücadeleyi yoldaşları şahsında yürütmeyi esas aldı. Bireyde toplumu anda tarihi görerek, en kahredici mücadele koşullarının bile boyun eğdiremediği örgüt ve militanı açığa çıkardı. Tüm bunları yaşamın basit görünen doğrularını ciddiye alması sayesinde gerçekleştirdi. İnsanın insana zulmünün yanlış olduğunu kabule yanaşmayan yoktur. Ama insanlık tarihi zulümlerin, adaletsizliklerin, sömürünün ve tüm bunlara karşı direnişlerin tarihi olarak gelişip durdu. Apaçık bir gerçeklik olarak ortada duran ülkesinin sömürge olma durumunu bugün evrensellik kazanan bir hareketin çıkış noktası yaptı. Yola birlikte çıktığı yoldaşları, birçok devrim hareketini bitiren faşist bir rejime karşı mücadele gerçekliği içerisinde insanı bitirmeye çalışan işkencelere inat yüceleşen insanın temsili oldu. Özetle; bugün Kürdistan’la birlikte Türkiye, Suriye, Irak ve İran’da gelişen toplumsal hareketlerde başı çeken Kürt halkının yakaladığı politikleşme düzeyi ve Rojava Devrimi’nin tüm dünyada yarattığı heyecan, Diyarbakır Zindanı ve İmralı Adası’nda ortaya konan direniş ve yaratımlardan kök almaktadır.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.