Hakikat Sonrası Çağda Hakikat, Aşk ve Şehadet Üzerine Bir Deneme
Muhammed İnal
“Katletmek üzere onu alıp götürdüler. Çevresinde yüz bin kişi toplandı. Gözünü hepsinin üzerinde dolaştırarak ‘Hak! Hak! Ene-l Hak’ diyordu. Derler ki bu esnada dervişin biri, ona ‘Aşk nedir?’ diye sordu. ‘aşkın ne olduğunu bugün, yarın ve öbür gün göreceksin’ dedi. O gün katlettiler, ertesi gün ateşe atıp yaktılar, öbür gün ise külünü rüzgara savurdular”
Sahne dramatiktir. Abbasilerin zulüm sistemine karşı çıktığı için sapkınlık suçlamasıyla hakkında ölüm kararı verilen Hallac-ı Mansur’un katledilmesi anına dar bir sahneyi böyle anlatır ünlü sufi attar ve hallacı “aşk şehidi” olarak tanımlar. Hallaç da Sokrates gibi davası uğruna ölümü göze almış, zindandayken kendisini kaçırmayı teklif eden öğrencilerine bir suçlu gibi kaçmayacağını, ölümden korkmadığını söyleyecektir.
Attar’ın anlatımında, Hallac’ın öldürülmesi sahnesini anlatır kısacık paragraf. Bu anlatımda ilk başta göze çarpmayan, fakat onu daha dramatik kılan dervişin sorusudur. Mevcut duruma uygun sorulması gereken onlarca soru var iken, idama giderken ‘Enel-l Hak’ diyen birine “Aşk nedir?” diye sorusu gerçekten ilginçtir. Aynı zamanda Hallac’ın darağacındaki üç kavramın somutlaşmış halini sunar: Egemen müstekkirler dayattığı her tür hakikatsizliğe karşı Allah’ın “hak” sıfatına atıfta bulunur, ancak aşk ile davaya bağlı olunabileceği ve bunun da tüm hakikate şahitlik ile el ele yürüdüğünü gösterir.
Varlık ve Hakikat
Modernist dünya görüşünü biçimlendiren ve yeniden üreten düşüncenin temel kategorisi, mekanik-maddeci zihniyettir. Kartezyen yaklaşımın ruh ve bedeni (madde ve manayı) birbirinden keskin hatlarla ayrı ve hatta zıt iki ayrı varlık kategorisi olarak ele almasıyla başlayan süreç, giderek insanı maddenin de altında nesnelerin dünyasına sıkıştıran ve mana arayışını öldüren aydınlanmacı aklın son durağı hakikatin ölümünün ilan edildiği ‘hakikat-sonrası’ (post-truth) çağ olmuştur. Kant’ın insanın kendi hatasıyla içine düştüğü çocukluk yanılsamasından (inançtan) kurtuluş olarak tanımladığı aydınlanma dönemi, giderek insanın tüm kutsallıkları parçalamasıyla sonuçlandı. Harvey Cox’a göre, modern dönem sekülerizmini belirleyen en önemli karakter, “ insanın bakışlarını bu dünyaya çevirmesi, tüm doğaüstü mitleri ve kutsal sembolleri parçalaması (…) ve metafizikten kurtuluş (…)” idi. Max Weber de bunu,‘ doğanın tılsımından kurtarılması’ olarak tanımlamıştı. Modern çağ Batı düşüncesinin esas aldığı bu sistematik, zorunlu olarak insanın hakikati tümüyle inkarı noktasına ulaşmasına şaşmamak gerekir. Zira doğayı tamamen anlamsız ve mekanik bir nesne, insanın tüm zihinsel-bilişsel, duygusal ve ruhsal boyutlarını, dış uyaranların bir yansıması, kimyasal hormonların işleyişine indirgediğimizde, onu metafizik boyuttan ve hakikatinden koparmış oluruz.
İnsanlığa peşinden gidilecek bir hakikat olmadığını vaaz eden bu çağ düşüncesi, tüm anlam arayışlarını ve ideallerini de öldürme iddiasındadır. Hakikatin olmadığı iddiası, bir cinayetler serisi başlatmıştır ki, önce “Tanrı öldü” diye haykırmış (Nietzsche), “Tanrı öldüyse, insan da öldü” (M. Foucault) noktasında bir ötanaziye dönüşmüştür. Hallac’ın “ben hakikatim” diye haykırışı, kendi döneminin hakikat-sonrası çağı savunucularına karşı bir insan ve hakikat savunusuydu.
Peki hakikat nedir? W. Reich, hakikati “(…) algılayan canlı maddeyle algılanan yaşam arasındaki dolaysız eksiksiz ilintidir. İlinti ne denli yakınsa, hakikat deneyimi o denli eksiksizdir” olarak tanımlar. Bu tanımda maddenin canlılığına ve hayatla ilişkisine yapılan atıf, hakikatin bir boyutunu elbette ifade etmektedir. Hakikat gerçekten de hayata dair bir algılamadır, belki de daha ötesinde hayatın algılanmasıdır. Fakat bu tanım da nihayetinde Descartes’in ‘res extensa’ ve ‘res cogitans’ olarak ayrıştırdığı algılanan nesne ile algılanan özne ilişkisinin bir türevini ifade eder ve hakikati algılayan öznenin duygusal algılarına ve rasyonel bilgi sahasına sıkıştırır. Kartezyen res extensa ve res cogitans ayrımının bütün türevleri, insan ve (en geniş manada) doğal çevre ilişkisini öznenin nesne üzerindeki mutlak tahakkümü esas alan ilişki türünü esas almakta ve çok daha önemlisi hakim öznenin (insanın) akli melekelerini ve kavrayışını, tüm gerçekliği salt niceliğine indirgeyen analitik akla indirgeyerek bunun ötesinde tüm insani tecrübeleri ve bilgi yollarını reddetmektedir.
Serbest piyasa düzeni gibi ‘serbestleştirilmiş’ akıl, özünde varlığı niceliksel bir nesne konumuna indirgeyen ve fayda-kâr ilkesince her tür spekülasyona maruz bırakma hakkını kendinde gören rasyonel akıldır. Bu akıl, aklın diğer asli boyutları olan duygusal-sezgisel boyutlarını-yani daha net tanımlamak gerekirse, kalbin hakikat ve ahlaki yazgısı-ortadan kaldırılmıştır. “Bütün manevi tasavvuf yada ‘anima’ evrenden sürülmüştür; bu da maddeyi manevi olarak anlamsız hale getirmiştir.” Tüm kutsallığını yitiren bu dünyada artık bir ruha, ideallere ve ahlaka gerek yok diyor egemen aklı. Burada ‘hakikat’, ‘varlık’ idealler için yaşamak saçmalık hapishanesine kapatılmıştır. Maddi hayatın görünen formları dışında herhangi bir hakikat algısı kalmamış tek gözlü Odin aklıdır. Tepegöz gibidir, hem tek yönlüdür hem de karanlıktadır. Bu akıl, hakikate eşlik edemez k, hayatın ve ölümün gerçek anlamını da kaybetmiştir.
Varlık ve Aşk
“Ey minik yaprak, söyle nerden buldun dalı delecek gücü
Nasıl çıktın zindanından dışarı, anlat bize.
Anlat ki biz de kavuşalım ışığa
Biz de çıkalım zindanlarımızdan dışarı.
Ey baştan ayağa kanlara kesen gonca, sen ki kendinden çıktın
Bize de anlat, nedir bu aşk? Öğret nedir kendinden çıkma” (Mevlana)
Varlığın niceliksel ve ratio’ya dayalı akılcı kavranışı, maddenin suretleri-formları ve yüzeysel görünümleri ile yetinmesi nedeniyle, engin bir denizin sadece yüzeyindeki köpük ve dalgaların kırılmasıyla kavranmaya çalışılması gibi yetersiz kalacaktır. Belki modern akılcı paradigmanın temel sorunu, varlığın hakikatini katı bir mekanizmle işleyen ve salt tikellere sıkışıp kalan, özne-nesne ayrımına tabi olan rasyonel akla tevdi etmiş olmasıdır.
İslam tasavvufu başta olmak üzere, diğer dini-felsefi gelenekler de dahil “aşkı”, basit bir duygu olmanın ötesinde, rasyonel aklın dar ve yüzeysel kalan kavrayışına karşı varlığın ve hakikatin sezgisel kavranışının yöntemi olarak esas alır. Aşk, sezginin varlığa ilişkin bütünlüklü, parçalanmayı kabul etmeyen epistemesine inşa eden yöntemdir.
Aşk, dıştaki bir nesnenin tikel algısı değil, tüm varlığa bütünsel (holistik) olarak yönelen içsel bir akıştır; süreçsel değil, daima ve birden biredir. Tikel değil, tümeldir; varlığı, formların farklılığı olarak değil, “özsel bütün” olarak algılanır. Hakim öznenin, mahkum nesneye tek boyutlu algılar aracılığıyla değil, tüm varlığın özne-nesne ayrımına tabi olmaksızın duyumsadığı bilgelik formudur.
Aşk sadece güdüsel bir duygu mu? Ne büyük bir çarpıtma! Bütün evrenin özeti olan insanın kalbinin en yüce, en derin kavrayışını ve yaratılışın özünü kösnül/şehevi bir dürtüye ve onun tatminine indirgemek ne büyük bir cinayet!
Sufilere göre aşk, vacib-i vücud’dur, duygu olarak kendi başına var olur, nesneden bağımsız vardır. Kimi zaman bir objeye yönelmesi, o objenin varlığı nedeniyle var olduğu anlamına gelmez. O kendiliğinden kalbin eyleyişi olarak vardır; yöneldiği nesnede her nesneyi görünür kılar hem de kendi varlığını görünür kılar, ışığın herhangi bir nesne üzerine düştüğünde o nesneyi aydınlatırken, aynı zamanda güneşin varlığını görünür kılma gibi.
Ancak aşk, sadece bir bilgi değil, varlığın bütünlüğü ile kurulan bir ilişki ve hepsinden de önemlisi, bir gerçekleşme halidir. Onu üstün kılan da bu yönüdür. Teorik kitabi bir bilgi değil, gerçekleşme halindeki insanın hakikat bilgisidir. Hakikatin bilgisi, qil u qal bilgisi değil, ‘hal’ bilgisidir, dolaysızdır, doğrudandır.
Şehit ve Hakikat
“Sinede gizli olan sırdır, bir vaaz değil
Darağacında söylersin, kürsüde değil
Tanımak istersen aşkın yolunu
Mansur gibilere sor bunu” (Senai)
Bir varlık olarak insan, var olma amacını kendi içinde taşıyorsa, o halde ölüm ile olan ilişkisi nasıl olacaktır?
Ölüm, garip ve çoğu zaman korkutucu, ürperti veren bir işaret, her canlı varlığın yaşam sırrını belirleyen niteliksel bir dönüşüm anı. “Her bir nefs (ferd) ölümü tadacaktır” (kuran-ı kerim) ve bundan kaçış yoktur. Ölüm gerçeği karşısında bir nevi ferdin ölümsüzlük arzusunu basit bir fantasya ya da gerçeklikten kaçış için uydurulmuş teoriler olarak görebilir miyiz? Burada ferd ve zihin kavramlarına daha yakından bakmalıyız.
Temel bir önerme olarak tikel-ferdi olanın tümelleri (evrensel, küllileri) kavrayamayacağını kabul edebiliriz. Böylece maddi varlığın ötesinde bir şey olmadığı iddia edilen zihnin, ancak maddi nesnenin sınırlarına erişebileceğini, fakat onu aşamayacağını, yani künhüne nüfuz edemeyeceğini de kabul etmek zorunda kalırız. Ancak insan zihninin en azından bir boyutunun evrensel varlığı ve tümelleri idrak edebildiğini, bunun da sezgisel ve aşkın (transandantal) boyut olduğunu görebiliyorsak, bu idrakin kendisinin tümelleri kavrayabilecek karakterde olduğunu da kabul etmeliyiz.
Öyleyse zihniyet ve metafizik bir varlık olan insanı sadece ferdiyetliğiyle (tikelliğiyle) tanımlamaya çalışan modern düşüncenin yetersizliği de ortaya çıkar. İnsan, ferd olarak tikeldir ama aynı zamanda bir zatiyet sahibidir. Ferdilik, tikelliği ifade ettiği kadar bu varlığın nesnel bir varlık olsaydı ve bilinci de sadece bunlarla sınırlı olsaydı, bu haliyle kapalı bir sistem oluşturur ve maddi oluşun mutlak sebep-sonuç ilişkileriyle mukayyed olurdu. Modern bilinci zihniyetin insan ve bilinç sorunsalında temel problem budur: “Bilim, hepimizi kendi öznel sebep ve gereçlerimize hapsetti. Bizi dünyadan kopararak kendi (maddi) bilincimizin zırhlı kulelerine kilitledi.” Fakat ferd, aynı zamanda tikeller üstü olan gayret sahibidir. Ferdilik, geçici ve tikel gerçeklik iken, zatiyet (ki bunu ruhsallık ve manevi boyut olarak da tanımlayabiliriz) kalıcı ve evrensel-tümel olanı teşkil eder. Zatiyet, ferdi zihnin sınırlarını aşarak aşkın zihne ulaşır. Ferdi içinde taşıdığı zatiyet vasıtasıyla kendiliğin bilgisine ve tümel olanın hakikatine ulaşır ve kendi hakikatinin aslında evrensel hakikatin dışında olamadığını fark eder, kendisini tümel hakikat ile özdeş görür. Enel-l hak (ben hakkım) ya da vedanta’ların “sen o’sun” ifadesi aynı şeyi ifade eder. Vahdet-i vücud, yani tüm varlığın birliğini kavrama aşamasıdır bu. Bazı yetersiz zihinlerin iddia ettiği gibi burda tanrının reddi ya da putperest bir tanrılık iddiası yoktur. Sufi İbnu’l Arabi şöyle açıklar; “Şüphesiz sen sen değilsin, sen o’sun, ama sen olaraktan değil. Her şeyi bir yana at, hiçbir şeyle olma, hatta sen sen olma, hele nefsinle hiç olma! Ama şunu da unutma, sen ne bir fanisin, ne de bir mevcut. Sen o’sun o da sen.” Bu arık bilincin ferdiyeti aştığı, varlığın birliği aşmasında ölümsüzlüğe ulaştığı mertebedir. Mevlana’nın kullandığı benzetmeyle, denize ulaşan damla kendi tikelliğini kaybetmiş fakat evrenselin içinde sonsuz varlık kazanmıştır. Aşk, işte bu hasretin de ifadesidir; özünde deniz iken denizden bir süreliğine kopmuş ve tekrar o’a yani kendi bütünlüğüne kavuşma hasreti.
İşte hakikat aşkı; insanı basit bir dürtü ve zeka varlığı olarak onu homo faber’e indirgeyen rasyonel akla karşı; dürtü ve zekaya dayalı benlik oluşumunu aşarak geride hiçbir özne-nesne ikiliğinin kalmadığı evrensel bilinç akışına ulaşmasıdır. Bu basit bir bilgi sorunu değil, ontik varlığın aynı zamanda varlık, oluş ve bilginin ayrışmaya uğramadığı haldir, fena içindeki bekadır.
Şehit, aşk ile bu bilinç haline ulaşmıştır, hem de henüz hayattayken. “ölmeden önce ölünüz” (Hz. Muhammed). Feda, bir ölüm ya da yok olma değildir, tam tersine hakikat yolunda ölümsüzlüğe ulaşmak için ölümü yenmektir. Fakat o kimi kirli beyinlerin iddia ettiği gibi hayatı sevmeyen ya da hayattan ümidi kesmiş değildir. Aksine o hayatı uğruna ölecek kadar sevmektedir, zira hayatın ne olduğuna tanıklık etmiştir.
Ölüm, var olmayı gerçek manada başaramayanlar ve hayatı sonsuz hakikat manasında anlamayanlar için gerçekten de yokluktur. Zira o sadece fizik madde olarak var olmuştur, bir taşın var olması gibi, sonra hasbelkader bir form kazanmıştır. Onun için ‘varlık’/var olma sadece “form”dur, o form bozulduğunda o da ilelebet yok olmaktadır.
Oysa hakikate şahitlik edenler, ölümün sonsuzluk alemine açılan bir kapı gibi daha yüce bir varoluşa ve bütünlüğe dogma olduğunu bilirler.
“Cansız maddelikten öldüm, hayvani varlık aşamasına ulaştım
Hayvanlıktan öldüm, Adem (insan) oldum.
Öyleyse eksileceğim/yok olacağım diye ölümden niye korkayım?
Bu kez de beşerlikten ölürüm, ta ki baştan ayağa melek olurum
Ve meleklikten de ölürsem eğer, hayalin çok ötesinde şey olurum” (Mevlana)
Eğer varlığım sadece bedenden ibaret ise, bu bedensizlik bir maddi form olarak yok olacaktır ve bilincim, doğduğu andan itibaren ölüme doğru yol aldığının farkındadır. Oysa, maddenin karşı-madde ile mücadelelerinde milyarda birlik bir müsbetlik ile kendini var kalması gibi varlık-hayat da yokluğa karşı büyük bir mücadeledir. Bilinç, yokluktan korkar.
Hakikate aşk ile ulaşmayan bir bilinç, bu korkuyu aşmak için varlığın ispatı ve gereği saydığı biyolojik oluşun ilkel haline, güdüsel varlık düzeyine sığınır, duyusal hazlara dalar. Bu bilinç için her şey bu dünyadır, her şey “carpe diem “e indirgenmiştir, an’ı yaşa! Hiçbir hakikat, aşkın ideale bağlanmadan sadece şu anki hazları yaşa!
Günah varoluşun doğru kavranmaması, doğru yaşanmamasıdır. Ve şehadetin hakikatine ulaşamıyorsak, günah yüklüyüz, hatalı bilincimizle, yarım yamalak amellerimizle, içi boş arzularımızın esiri olarak. Şehadet, günahsızlık özlemini gerçekleştirir. Görünüşte şehit, hayatı terketmiştir. Ama o, sürekli ferdi hayattan sınırsız-sonsuz hayata yükselmiştir. Ruh, carpe diem’i terk etmiştir. Sufinin terki, görünüşte negatif ve pasif bir tutum olarak görünse de, bu nefsi dürtülerin basit bir terki veya inkarı değil, tam tersine anlam dolu bir eylemle dünyadan kaçmadan varlığın müsbet ispatını kendinde gerçekleştirerek ortaya koyar. Aktif bir eylemle (şehadetle) bilincin yokluk karşısında duyduğu korkuyu yener, zira o varlığın birliğini kalp ile idrak etmiştir, aşkın en derin vecd halindedir.
Hayat, hakkın bir tezahürü, hatta en yoğun tecellisidir. Büyük oranda ruhani ve gaybidir; biyolojik boyutta bile sabitlik kabına sığmaz, rasyonel analizlere ve teknik spekülasyonlara gelmez. Hayata dair tek gerçek bilgi içimizde, tecrübe etmemizde yani oluş halindeki yaşadığımıza dair bilgidir. Burada artık bilen, bilinen ve bilgi bir olur. Vecd hali budur.
Vecd, vicdanla aynı köktendir ve kendinden geçme, kendi ötesine geçebilmedir. Şehidin hakikati kavrayışı, kendinden vazgeçtiği anda kendiliğin mutlak varlığa sahip olmasıdır. Onun vazgeçişi, bir kaybetme ya da eksilme değil, tikelden evrensele ulaşan sonsuz bir çoğalma halidir. Zira hayat, hakkın tezahürüdür, ancak hayatın tekil formundan vazgeçip sonsuz oluşa ulaşmıştır. İlahi varoluş, içinde bütün tikellerin ve sonluların eridiği mutlaklık ve evrensellik ise, hakikat bilincine
Aşk ile ulaşmış şehit, yaşamın bütün veçhelerini kavramış ve o olmuştur. O artık hakikattir, o artık hayattır. (“Allah yolunda öldürülen şehitler ölü zannetmeyin, zira onlar gerçekten yaşamaktadırlar, belki siz anlayamıyorsunuz” bakara 154)
“Hayat dolu olanı sevmek isterim, aleve atılıp ölmeye hasret duyanı
Sırrına erememişsen halen sen şu “öl ve ol” halinin, garip bir misafirsin ancak şu dünyada”
Şehit İman ve Umut
“ İman, insan zihnin en odaklanmış eylemidir (…) bir özgürlük meselesidir. Özgürlük ise, odaklanmış kişisel eylemlerimizden başka bir şey değildir. Bu bağlamda iman/inanç ve özgürlük özdeştir.”
Hakikatin olmadığını, inanç ve umudun saçma olduğunu haykırıyor bize çağdaş firavun sihirbazları ve şehidin eylemini hayata karşı sadistçe duygularla yapılmış bir terörizm olarak tanımlıyor çağdaş ferisiler. Bunları şehidin esas gücü olan iman/inanç öğesine de, irrasyonel düşünceler, saçma ve insanlığın çocukluk çağından kalma yetersiz aklın ürünü korkular ve beklentiler yığını olarak görürler.
İman/inancı, sadece duygusal bir coşkunluğa indirgeyen modern aklı, vecd ve umudun anlamını da çarpıtmaktadır. Varlığın en derin duyumsama yeteneklerinden biri olarak duygu, elbetteki inancın önemli bileşenlerindendir fakat iman sadece bir duyguya sıkıştırılamaz. İnançtaki bilişsel boyut, yani bilinçli iradenin tutumu olarak imanı aynı zamanda zihinsel boyutların birliğini sağlayan bilinç halidir.
İman/inancı sübjektif duygu derecesine indirgeyerek onu hayattan ve toplumsal insanın bilinç-irade unsurlarından koparmayı amaçlar. Eğer inanç sadece yanlış hisler (doğadan duyulan korku, metafizik uydurmalar) ise o yarasız, hatta zararlıdır. Evrensel hakikatin olmadığı hakikat-sonrası çağ, aydınlanmanın sadık bir devamcısı ve zorunlu bir sonucu olarak tüm toplumsal idealleri reddeder ve dışlar. O halde burda şehidin eylemi/şehadet, duygusal psikoz ve nevrozların ürünüdür. Tedavi edilmesi gereken bir hastalıktır, hatta yok edilmesi gereken bir “coşkusal veba” (kavram W. Reich’e aittir)’dır.
Oysa inanç, gerçekte en büyük güçtür, hardal tanesi kadar iman, dağları yerinden oynatabilir. Zira o içimizdeki ilahi varoluşun ve onun yarattığı hayatın duyumsanmasıdır. Böylece inanç, pasif bir beklenti içinde olmak değil, üretici aktif ve dinamik bir tutum sahibi olmaktır. Bir şey uğruna yapılan eylem, bu şeye dönük inancın en somut ispatıdır ve iradeli bir tutum getirir. Bu yönüyle inanç ve umut, birbirinden ayrılmazlar. Güzel günlerin geleceğine olan umudum olmazsa, bu hakikat uğruna eylemim de var olmaz. İnancı olmayan insan, akım, umutsuz ve gerçek bir korkuyla hiçliğin ortasında kalakalmış hakikatsiz insandır. Onun bir eylemi olamaz, birçok fiili olsa da. İnancım olmazsa, hiçliğin
bitiren göreliliğinde eriyip biterim. Bu haliyle insan, somut ve soyut maddi ve manevi hakikatin gerçekleştirilmesi için her tür aktif eyleyişin ve kendini gerçekleştirmenin muharrikidir. Ve bu nedenle iman/inanç, hem öznel hem de nesnel gerçekliğin parçalanmaz bütünlüğünün içsel olarak kavranması ve kendini gerçekleştirme bilincinin bir sonucu olarak üretici bir zihin ve eylem (praxis) halidir.
Ölü canlar, zahmet çekmeden inanmak, zahmet çekmeden değiştirmek isterler. Mucize ve keramet istemeleri bundandır; suyun üstünde yürümeyi, doğa yasalarının alt-üst edildiğini ve hiç bedel ödemeden bekledikleri devrimin gerçekleştiğini görmek isterler. Oysa şehit, bu devrimi her şey pahasına, şimdi yapmaya çalışır, zira o zalimlerin nasıl bir devrimle devrileceklerini göreceklerine candan inanmıştır.
Şehit, yaşam ilkesinin ta kendisi olmuştur. Toprak tohum alır, yedi başaklı sümbüller verir. Tohum suyu alır, boy verir, her başakta yetmiş tane verir. İşte şehit toprağa düşen tohum kılmıştır kendisini, düştüğü toprakta yeniden boy verir, binlerce çiçek açan nar olur, sümbül olur. Bir yaşam verir, binlerce yaşam doğurur. Tüm fedai şehitlerine selam olsun.
Yoruma kapalı.