Kendi olmak özündeki değerlere uygun olmaya bağlantılıdır. Doğadaki her varoluş kendini bulduğu ve doğasında göre devinim sağladığında benliğini bulur. Kuşkusuz bu oluşumda ortaya çıkan cisimleşen hakikatin kendisi olacaktır. İnsan doğasına göre olmayan tüm değişimler kendi özüne yabancılaşmayı ve hakikatten uzaklaşmayı ifade eder. Hakikatten uzaklaşma ise kendindeki öze sırtını dönme başkası olmaya çalışmanın dışa vurumudur. İnsan türü dışındaki diğer canlılarda bırakalım kendi özüne sırtını dönmeyi onunla birdir tektir. Çünkü onu kendisi yapan bahsedilen özelliklerdendir. Bu içgüdüsel özellikler tarih boyunca doğal seleksiyon içinde kimi değişimler sergileseler de süreklilik içinde kendisini var kılıyorlar. Peki “En muazzam varlık” olarak tanımladığımız insanlar nasıl bu kadar derin bir ihanet sarmalının içine girebilmişledir. Simgesel dilin gelişimiyle birlikte gelişen analitik düşünce toplum içindeki merkezi role sahip olan duygusal aklın temel özellikleri olan içtenlik, yalansız ve hileden uzaklık gibi kutsallıklar gerilemiş yerine sahtekarlık, yalan ve hileye bırakmıştır. Kuşkusuz analatik zekayı bir bütünen tastiplemiyoruz. Hatta eğer ki doğru ve toplumsal ihtiyaçlar temelinde kullanılmış olsaydı Abdullah Öcalan’ın deyimiyle “Dünyayı insan türü için bayram yerine çevirebilirdi.” Gelinen noktada baktığımızda ortaya çıkardığı sonuçlar bağlamında tüm doğaya ve toplumsallığa büyük yıkımı getirdiğini görmek zor olmazsa gerek.
Ana tanrıça öncülüğündeki toplum içinde peydahlanan kötülük ve şer üçlüsünün Rahip, Şaman ve Askeri şef ile cisimleşmesi toplum içinde hiçte alışık olunmayan bencillik, bilgi, gücün merkezleşmesi, hile ve komplonun gelişmesiyle birlikte toplumu toplum yapan değerleri arasında gedikler açarak “biz” duygusunun içinden “ben” duygusunu geliştirmiştir. Bu bencillik duygusu aynı zamanda ayrışmanın (ihanetin) de ilk döşeme taşı olup toplumsallıktaki çatallaşmanın da ilk adımı olmuştur. İhanet ve işbirliğinin beslendiği kaynak bencillik ve güç arzusudur. Bu iki olgunun şahlanmasıyla birlikte ruh ve toplumsal düşünce esir alınarak yokluk içinde kendisini var kılmaya çalışmadır. Dediğimiz gibi var olmak özle içkindir. Yokluğun içinde var olmaya çalışmak ancak ve ancak ucube bir cisimleşmeye tekabül eder. Ortaya çıkan bu tür cisimleşmeleri toplum değil, toplum karşıtı veya topluma ihanet alarak tanımlamalıyız. Belki paradoks gibi gelebilir ama ben ve bencilliğin kişide ortaya çıkmasıyla kişi ilkin kendisine ihanet ediyor, yabancılaşıyor. Daha sonra kadına, topluma ve doğaya ihanet etmiş oluyor onun içindir ki ihanet ve hainliği tanımlarken en yakınlarının gösterdiği sadakatsizliğiyle tanımlarız. Kişiye en yakın kişi yine kendisi olduğu da bir gerçeklik. İhanet dediğimiz olgu varoluşsal özelliklerden uzaklaşma, kopma, kişisel, ailesel ve sınıfsal çıkarları için toplumun değer yargılarına sırtını dönme ve bu değerleri en aymaz yönetenlerle sömürme veya sömürüye açmaktır.
Tüm tarihi analizlerde iki ana akımın yedi bin yıldır sürekli farklı normlar edinerek günümüze kadar aralıksız ve yoğun bir çatışmayla geldiğini görebiliyoruz. Eğer ki isimlendirmeye gidecek olursak, toplumun öz değerleriyle yaşamını sürdürmeye çalışanlar ile toplumu toplum yapan değerleri hedef alan, yok etmek için and içmişcesine saldıran tahakkümcü akımdır. Peki toplum nasıl böyle bir ikinciliği bağrında taşıyabildi? Buna önayak olan neydi? Özelde tahakkümcü akım, genelde ise tüm toplum ve insanlığın kendisine yabancılaşmasını sağlayan, tetikleyen faktörlere baktığımızda kabullenmesi zor olsa da hiçbirimiz kendimizi bu ihanet ve işbirlikçilikten azade tutamıyoruz. Bu belirlemeyi yaparken, kuşkusuz hepimiz bu vasıfları yaratıyoruz o zaman hepimiz ihanetçi ve hainiz gibi bir anlam çıkartmamak gerekiyor. Ama tahakkümcü akımın zihniyeti ve ortaya koymuş olduğu yaşam alanlarının içine doğduğumuz için doğal olarak her bir birey kendi gerçekliğinden uzaklaşmış zeminin içine doğuyor. Abdullah Öcalan’ın “Kendisine ihanet ettirilmemiş tek bir Kürt yoktur” belirlemesi bizim bu değerlendirmemizi doğrular niteliktedir. Tabi her ne kadar Öcalan’ın bu tespiti Kürt toplumsallığının durumunu açıklamak için söylemiş olsa da özünde tüm insanlık için geçerli bir durumdur.
Onun için bu hiyerarşik devletçi sistemi ihanet, hainlik ve komplo sistemi olduğunu pekala söyleyebiliriz. Ve bu tespit hakikate oldukça yakındır. Bu ihanet ilkin İnanna-Enki mitolojisinde karşımıza çıkmaktadır. İnanna’nın amansız bir şekilde 104 ME’lerin peşine düşmesi, onun için savaşması aslında bir nevi toplum icadlarının kullanma şeklindeki sapmaya gösterdiği reaksiyon ve özüne döndürme çabası iken, Enki de ise ben, bencilliğin ve güç arzusunun tetiklemesiyle tüm toplumsal değerleri kendi menfaatleri için kullanmasıyla ihanet girdabının içine girdiğinin göstergesi oluyor. Her iki anlayışın mücadelesi her geçen gün daha da kesinleşerek devam etmiş son kertede Tiamat ile Marduk’un Savaşı sonucunda Marduk şahsında hiyerarşik devletçi sistem kazanıyor. Böylece Ana Tanrıça kültürü büyük darbe almış. Hiyerarşik devletçi anlayış kendisini evrensel bir yasa haline getirmeye çalışmıştır. Bu evrensel yasanın en açıklayıcı örneği Gılgameş destanında görebiliyor. Askeri şef olarak Uruk’ta hüküm süren Gılgameş kendi nüfusunu yaymak ve gücüne güç katmak adına yayılma politikası gütmüş, kadını bir düşürme aracına ve cinsel objeye çevirerek Enkidu gibi devşirme askerleri ortaya çıkarmıştır. Enkidu şehir yaşamına ve zaaflıklarına yenilerek kendi kabilesine ihanet etmiş ve daha sonra Mankurtlaşarak Gılgameş ile birlikte kendi kabilesine saldırarak soyunu tüketmeye çalışmıştır. Kürtlerdeki ihaneti Enkidu ile başlatmanın nedeni de budur. Öyle bir zihniyete öncülük etmiştir ki tarih boyunca yabancılaşmayı yaşayanların zihniyet kıblegahı olmuştur.
Tarihin her aşamasında bu ihanet ile örülmüş zihniyete karşı hakikat arayışçıları olarak tanımladığımız sayısız kişiler ve örgütler çıkmıştır. M.Ö. 3000’lerde Mısır uygarlığının ortaya çıkışı ve toplum karşıtlığının artmasıyla birlikte Terzi Hermes’in evren, dünya ve insana dönük düşünceleri çığır açıcı nitelikte olmuştur. Hermes’in evrensen oluşum ve oluş diyalektiğindeki ruh-beden arasındaki mücadeleye baktığımızda şöyle bir sonuca gitmek yanlış olmazsa gerek: Ruh insanların özünü ve hakikatini bulmaya çalışan olgu. Beden ise onu sınırlandıran hareket kabiliyetini yani özgürlüğünü sınırlandırandır. Ondandır ki Terzi Hermes diyor ki ruh bedene yenilirse sonsuza kadar yok olacaktır. Yok eğer ruh beden karşısındaki sınavını başarıyla sonuçlandırırsa yedi kat göğe yükselip Zuhal Yıldızı haline gelmiş olacak. Yani kendini bulacak, hakikate ulaşacak ve ölümsüzleşecektir. Ruhun kendini bulmasına, bilmesine Hermes o kadar çok anlam yüklüyor ki ağzından şu meşhur söz dökülüyor. “Tanrılar ölümsüz insanlar, insanlar ölümlü tanrılardır” öyle ki kendi farkına varan kendindeki yabancılaşmayı gören ve onu aşmaya çalışan kişiyi tanrıyla eşdeğer görüyor. Bu mertebeye ulaşmak için ortaya koymuş olduğu aşamaların(sınavların) her biri tahakkümcü ihanete batmış zihniyete karşı kendini bulma arayışı ve savaşçısıdır. Dikkat edilirse bu aşamalarda hiyerarşik devletçi zihniyetin oluşturmuş olduğu beşeri zaaflıklara karşı bir irade savaşı veriliyor. Verilen bu savaşta atılan her adım tahakkümcü zihniyetin devrimini beraberinde getiriyor.
Amargi anlayışının bir diğer büyük temsilcisi ise M.Ö 1000’lerde Asur barbarlığının toplumsal ahlakı yerle bir ettiği döneminde Zerdüşt toplumu savunma adına ortaya çıkmıştır. Zerdüşt öncesinde ana tanrıça kültürü kendisini etnisite ve aşiretler üzerinden direnerek varlığını sürdürmeye çalışırken Zerdüşt ile birlikte dini, ideolojik ve felsefik bir form kazanır. Zerdüşt’ün çıkışında Hermes’in ışığın ve karanlığın diyalektiğini, ve mitraizmin üç tanrı ve tanrıçası olan mitra, indra ve varuna’nın temsil ettiği adalet, kötülüklere karşı mücadele etme ve yaşamı güzelleştirerek yaşanır hale getirmenin etkisini görüyoruz. Zerdüşt kendi toplumsallığındaki neolitik devrimin ahlaki değerlerine olan bağlılığıyla topluma, doğaya, kadına ve hayvanlara yaklaşımlarıyla mevcut olan ihanet çemberinin dışına çıkmaya çalışmıştır. Ehrimen ile Ahura Mazda arasındaki çelişki, çatışmanın iyilik, güzellik ve doğruluğun hakim hale gelme çabası ve aynı zamanda insanın kendisini hakikat yolunda ruhsal, kişiliksel, düşünsel ve bedensel olarak arındırmasıdır. Zerdüşt felsefesi, İbrani dinler üzerindeki etkisinin yanında dönemin Aryenlik halklarında özüne dönme bağlamında devrim niteliğinde etkisi olmuştur. Zerdüşt ile özdeşleşen iyi düşün, doğru söyle ve güzel yap sözü arınmanın göstergesidir. Ama ne zaman ki tahakkümcü güç ile yeni dönemin iktidarının meşruiyet gücü haline gelmesiyle kendi gerçekliğinden bir bütünen uzaklaşmasıyla kalmayıp kendi öz değerlerine saldırma pozisyonuna girmiştir. Mag rahiplerinin iktidara endekslenmeleri toplumu toplum yapan değerleri savunanların önünde büyük engel ve hatta Mani ve sonrasında Mazdek’in katledilmesinde bu ihanetçi rahiplerin rolü belirleyicidir.
Bu işbirlikçiliğin gelişmesiyle toplumdaki ahlaki ölçülerde büyük gerilemeler olduğu gibi tarihin çokça bilinen ihanet olayı Med Kralı ve Generalinin ihanet olayı yaşandı. Aslında bu olayı Heredot ve ardılları anlatırken hep Harpagos’un Astyages’e yaptığı ihanet anlatılır. Ama bu olay, ihanet eksik ve tek yönlü anlatılmıştır. Şöyle bir yorum getirirsek belki daha sağlıklı bir anlatım olacak. Astyages’te biriken bencillik, güç, iktidar hırsı ve efendilik anlayışı kendisini öyle bir duruma getirmiştir ki kendi torununu bile iktidarı uğruna harcayabiliyor. Buyruğunun verdiği bu öldürme olayını Harpagos çeşitli nedenlerle yerine getirmediği için yeni bir yönüyle Astyages’nin kızına ve torununa ihanetini gerçekleştirmesini engellediği için bu sefer Astyages’in kendisi Harpagos’a oğlunun etini yedirerek tarihte görülen en vahşi ihanetlerden birinin altına imzasını atıyor. Ama tarih yazdığında hep Harpagos’u yazar. Çünkü yazılan tarih tahakümcü güçlerin tarihidir. Kuşkusuz Herpagos’un kraliyeti farklı bir ulusun temsilcisine teslim edilmesi de bir halkın kaderini etkileme anlamında büyük bir ihanettir. Bu ihanetin sonuçları itibariyle bir ulusun baş aşağı doğru gitmenin başlangıcında olmuştur. Yaşanan salt bir iktidar değişiminden ziyade bir ulusu farklı bir ulusun uzantısı haline getirmiştir. Eğer bugüne kadar Kürt halkı hala varlık-yokluk savaşı veriyorsa buradaki ihanet ve işbirlikçi zihniyetin payı belirleyicidir.
Yukarıda da değindiğimiz gibi tarih boyunca toplumu ahlaki-politik değerleriyle buluşturmak için Mani, Mazdek, Ebu Müslim, Karmatiler, Babek, Suhreverdî, Şeyh Bedreddin ve Bruno gibi hakikat arayışçılarının yanında halkların komülatif birikimi sonucunda tarihin üçüncü büyük devrimi olarak kabul edilen Rönesans, Refermasyon ve Sanayi devrimiyle Avrupa da ki sosyal yapıda ekonomik, sosyolojik, bilimsel ve siyaset alanında büyük değişimleri ortaya çıkardı. İngiltere ve Hollanda öncülüğünde gelişen kapitalist modernite kısa sürede tüm Avrupa’yı etkisi altına alan bu merkezi iktidarın sömürü çarkı kendisini ulus devlet, kapitalizm ve endüstri ile tüm dünyaya yayma mücadelesini de boşalttılar. Bu merkezi sisteme kolayca entegre olan halklar ve devletler olduğu gibi özellikle ortadoğu toplumu hem tarihinden edindiği gelenek hem de yeni sistemin öne çıkardığı bireycilik ve ahlaki aşınmaya karşı bölge halkı reaksiyon göstererek kendi olma adına azda olsa kalan toplumsal değerleri korumakta ısrarcıydı-ısrarcıdır. Onun için merkezi kapitalist sistem toplumdaki yabancılaşmanın daha da derinleşmesi adına yönelimlerini daha sistematik, planlı ve ince yöntemleri devreye koyarak entegrasyonu gerçekleştirmek istiyorlar Kurdistan’da uygulanan birçok politikaya değinerek meramımızı daha iyi açıklayabiliriz.
Osmanlı İmparatorluğunun eski gücünü yitirmesi ve yeni sisteme entegre olma istemi gelişince ilkin bölgede geniş nüfusa ve coğrafyaya hakim olan Kürt beyliklerine altından kalkamayacakları ekonomik, siyasi dayatmalarda bulunuldu ve bu politikalar sonucunda 1805 yılından başlayarak 1890 yılına kadar 30’a yakın beylik ve aşiret isyanı ortaya çıkmıştır. Tüm bu isyanların başarılı olmasının altında iç ihanet ve komplonun izini görmek mümkün. Beylik-mirliklerin etkisini kırmak adına çıkartılan arazi kanunnamesiyle ağalık sistemi ve sonrasında şeyhlik kurumu toplumdaki dejenerasyonu güçlü hale getiren iki önemli suni yapılanmalardır. Mirlik her ne kadar feodalizm anlayışına hizmet ediyor olsa da özünde halkın birlikteliğini sağlama kültürel aşınmayı engelleme boyutuyla toplumun Kapitalist Modernite anlayışına karşı direnç göstermesinde kısmen olumlu bir payı vardır. Ağalık düzeniyle beyliklerin mutlak hakimiyetini kurmayı hedeflerken özellikle Nakşibendi Şeyhliğiyle hem Arap yarımadasında gelişen vahabiliğin önüne geçme, hem de bölgedeki Kadirilik Şeyhliğin nüfusunu sınırlandırarak din olgusunu kendi politikaları ekseninde Nakşibendi Şeyhliği üzerine kurmaya çalışmıştır. Bugün itibariyle hala devlet bürokrasisinde bu Nakşibendi mensuplarının etkisinin olduğunu söylemek mümkün. Belki de en önemlisi bu iki kurumsallaşmayla halkın kendisini bullmasının önündeki ihanet berdelerini oluştururlar.
Osmanlı imparatoru son dönemlerinde hem dış baskılar hem de içteki sorunlar Osmanlı’nın mutlak hakimiyeti sağlayamamasına yol açtığından parçala, böl, yönet politikasına başvurmuşlardır. Öncesinde çarlık Rusya’sında kazakları kontrolde tutmak için Hamidiye Alaylarına benzer bir yapılanmaya gitmişlerdi ve oldukça başarılı olmuşlardı. Abdulhamit’e bu politika önerildiğinden güçlü bir destek vererek meriyete koydurmuştur. Bölgede Kürt, Arap aşiretleri üzerinden oluşturulacak olaylarla hem farklı ulustan olanların birlikte hareket etmenin önüne geçilecek hem de kendi varlığını Hamidiye Alayları üzerinden güçlü hale getireceklerdir. Osmanlı İmparatorluğu’nun bu politikayla neyi amaçladığını şöyle sıralayabiliriz.
-Kürtler içinde ulusal boyutta parçalılığı sağlama.
-Devşirme askeri güç ile doğu ve güneydoğu sınırını sağlama alma
-Rusya’nın olası saldırısında on binlerce asker oluşturarak hem dış saldırılara karşı tedbir alma hem de eğer olası bir iç savaş olursa kendi içindeki potansiyeli eritme güdülmüştür.
-Görece zayıf olan aşiretleri destekleyerek güçlü olanların aleyhine dengeyi bozma
-Ermeni halkına karşı kullanma ve daha birçok nedeni sıralayabiliriz.
Elbette tahakkümcü güçler ihanet ağını sağlama almak için tek yönlü bir politikayla hareket etmezler. Hamidiye Alayları’nın yanında bir de Aşiret Mektepleriyle geleceğin beyinlerini yetiştirme projesini devreye koydular. Bu mekteplere Osmanlı’ya karşı direnip yenilenler ile işbirlikçi aşiretlerin çocukları alınarak kukla haline getirilmesi temel amaç olarak ortaya konuluyor. Sonrasında bunlardan bir kısmı Hamidiye Alayları’nda sorumlu pozisyonuna getirildi. Bir kısmı da Bâb-ı Âli bürokrasisinde görevlendirilerek kendilerine bir nevi kontrol mekanizması rolü biçilmiştir. Dikkat edersek okulun ismi bile kuruluş amacını ortaya koyuyor. “Önde gelen” ailelerin çocuklarını burada tutarak kendi mantıklarına göre toplum sürü gibidir, eğer ki başındaki çobanı alırsan sürüyü istediğin yere sürebilirsin Aşiret Mektepleri’nin kurulmasının bir nedeni de budur. Cengiz Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel” romanında bu durumu çok iyi izah eden bir hikaye ele alınıyor. Mankurtlaşma denilen yöntemle kişi nasıl belleksizleştiği ve öyle ki sadece mankurtlaşma sürecinde yanında bulunan kişiyi tanıyabiliyor. Bu okullardaki yabancılaşma, belleksizleştirme de aslında aynı amaç doğrultusunda kurulmuşlardır. Kuşkusuz romandaki tarzda değil ama öz itibariyle aynı aklın ve zihniyetin farklı versiyonudur. Bunun kısa süreli bir politika olmadığını devamındaki yüzyıla baktığımızda koruculuk sisteminde ve YİBO okullarında görüyoruz. Ele alış mentalitesi güdülen amaç boyutuyla tek bir fark bulunuyor. Oda yapılanın daha geniş tutulmasındandır. Kuşkusuz burada vurgulanmaya çalıştığımız yabancılaşma kişisel boyuttan ziyade kurumsallaşmayla nasıl bir ihanet ağının oluşturulmasıdır. Bahsi geçen kurumsallaşmalarda yer alanların hepsi kimliksizliği ve mankurtlaşmayı benimsediler gibi bir düz ve tekçi mantıkla da ele almıyoruz. Çünkü bu kurumlarda okuyan veya yer alanlar arasında daha sonra bazı ayaklanmalara öncülük etmiş Kürt dili ve kültürünün gelişiminde büyük çaba sahibi olmuşlardır.
Şimdiye kadar ki anlattığımız yabancılaşma bölgesel güçlerin dayatmaları özelde ise Kürt halkının içinden çıkan ihaneti ele almaya çalıştık şimdi ise bu belirttiğimiz faktörlere bir de hegemon ulus devletlerin 1920’de ki Kahire konferansında Ortadoğu’ya dönük hesaplar yapılırken İran, Irak, Suriye ve Türkiye’ye karşı kullanmak için Kürt sorununun çözümsüz kalması, ama sorunun hep canlı tutulmasında alınan kararda KDP ve Barzani ailesi eliyle hem bölgede, Kürtler adına farklı bir arayışın önüne geçilecek hem de bu ajan örgütlemesiyle Kurdistan’ı işgal eden ulus devletlere karşı Kürt kartını kullanarak elini güçlendirmeyi amaçlamıştır. Öyle ki KDP her dört parçadaki halkın özgürlüğü ve Kurdistan’ın bağımsızlığını amaç edinen ve mücadelesini verenlere karşı olumsuz bir tavır sergilemiş, hatta birçok öncü diyebileceğimiz kişiyi ya öldürtmüş ya da öldürmüştür. Çünkü onların varlık gerekçesi ve onlara biçilen rol bu yönlüdür. KDP ve Barzani ailesinin ihanette göstermiş oldukları performansı başarılı görmüş olmalılar ki kendilerine otonom, özerklik hatta ulus devletçiliği bile sağlayabildiler. Çünkü burada oluşumun biçiminden ziyade oynadığı rol ve genel politikayla uyumluluğudur. Tüm direniş hareketleri nasıl ki kendi hafızasını ve kaynağını tarih boyunca süregelen hakikat arayıcılarına dayandırıyorsa KDP ve Barzani ailesi de içinde bulundukları ihanet boyutuyla Enkidu, Matizava, Harpagos, Kartir Rahipleri, İdris-i Bitlisî, Yezdenşer, Rayber, Kasım ve daha nicelerinin konulatif hafızasının cisimleşmiş halidirler. KDP bugün otonom özerklik veya ulus devletçilik dediğimiz bir kazanım elde etmiş gibi gözükse de, özünde Kürt halkının birlikteliğini sekteye uğratan, özgürlük arayışını sınırlandıran bir rol oynamaktadır. Eğer böylesi bir ajan örgütleme olmamış olsaydı muhtemelen Kürt halkının özgürlük taleplerini tek bir ağızdan daha güçlü bir şekilde dile getireceklerdi. Bu durumu bölgedeki oyun kurucuları iyi gördüklerinden KDP’ye sınırsız destek veriyorlar. Özgürlük Hareketi ise tarih sahnesine çıktığında ilkin bu ajan örgütlerine karşı mücadeleyi başlatmış yarım asırdır hem bölgedeki ulus devletlere karşı, hem hegomen güçlere, hem de içteki ajan, işbirlikçi örgütlere karşı varlığını sürdürmüş hatta Ortadoğu’da en etkin halk örgütü haline geldiği gibi savunduğu ideolojik çerçeve boyutuyla tüm dünya toplumsal hareketlerin çekim merkezi haline gelmiştir. Eğer ki bugün Özgürlük Hareketi kazanımlarında hemen her yerde saldırılıyorsa oyun kurucularının oyunu bozulduğundandır. Özgürlük Hareketi gücü o düzeye gelmiştir ki KDP’nin yıllarca yaptığı örtülü ajanlık ve işbirlikçiliğin aleniyet kazanmasını sağladı. Onun içindir ki gün itibariyle Özgürlük Hareketi karşı ve Kürt halkının kazanımlarına saldırıyor. Tarih onların ihanetini, Halk hareketinin de dillere destan direnişini ve hakikat arayışını yazacak. Tabi Enkidu’nun cisimleşmiş hali olan KDP’nin, tarihte ender görülen komplo’da 1998’de Washington antlaşmasıyla tekrar hainlikteki yeteneğini göstermiştir. Bunun yanında Halkların binbir emekle ve büyük bedellerle gerçekleştirdiği Ortadoğu devrimini de kendi öz değerlerinden yabancılaştırmak için On İki yıldır aralıksız çalışmaktadır. Tüm bu işbirlikçi ve hainliğe karşı yaklaşımımız Abdullah Öcalan’ın şu alıntısında ki gibi olmalı ki kendimizdeki yabancılaşmaya son verebilelim;
Ey tarih!
Ey zaman!
Benim için hiçte kolay geçmeyeceksiniz
Ya size bir başarı bahşedeceğim
Ya da sizi hiç yaşamamış sayacağım.
Yoruma kapalı.