Düşünce ve Kuram Dergisi

İhanet Yargılanıyor! Kayada Gül Açıyor

Zeynel Günaydın

 Ölüm Çukuru ve Umut Güneşi

Tarihin muazzam direniş mirasına rağmen bir bütün olarak düşünce sistematiğini ve bakış açısını değiştirmeden toplumun temel sorunlarına çözüm bulmak mümkün değildi. Çünkü sorunlara yol açan akılla herhangi bir sorun çözülemezdi. Bu nedenle yeni bir paradigmaya ihtiyaç duyuldu ve bu ihtiyaç da İmralı Ada Hapishanesi* koşullarında kendisini en üst düzeyde dayatınca adeta mucizevi tarzda karşılığını bulması mümkün oldu.

Uluslararası komplo ve İmralı Adasında kurulan soykırım sistemine karşı direniş, bu sürece gelinmesine yol açan nedenlerin sorgulanması ve ona göre bir tutumla şekillenecekti. Bu temelde uluslararası komplonun imha hedefi ile Ada Hapishane sisteminin çürütme-yok etme taktiği yeni bir direniş tarzı ve yeni bir paradigmayla karşılandı.

Meselenin özü zihniyette saklıydı. Devletli uygarlığın yarattığı zihniyet ve onun etkileri tüm yanlış yaşam ve yanılgıların kaynağıydı. Kendisine ihanet ettirilmiş toplum gerçekliğinin ardında yalan ve yanlışı hakikat diye belleyen zihniyet vardı. Bunu soykırım altındaki Kürt halk gerçekliğiyle ele alınca ortaya çıkan sonuç çok çarpıcı oluyordu. Bu süreci Abdullah Öcalan şöyle anlatıyor:

“Şuna ikna oldum: Benim içinde özgür yaşayacağım bir dünyam yoktur. Burada iç ve dış cezaevi arasında epey mukayesede bulundum. Sonuçta dışarıdaki tutsaklığın birey için daha tehlikeli olduğunu fark ettim. Bir Kürt bireyinin kendini dışarıda özgür sanarak yaşaması büyük bir yanılgıdır. Yanılgı ve yalanın egemenliği altında geçecek bir yaşam, kaybedilmiş ve ihanete uğramış bir yaşamdır. Bundan çıkardığım sonuç, dışarıda ancak bir şartla yaşanabileceği, onun da günün yirmidört saatinde Kürtlerin varlık ve özgürlüğü için savaşım içinde olmakla mümkün olabileceğidir. Ahlaklı ve onurlu bir Kürt için yaşam, kesinlikle günün yirmidört saatinde varlık ve özgürlük savaşçısı olmakla mümkündür.”

Ada Hapishanesi* koşulları tamamen teslim almaya yönelik bir çürütme sistemi olarak kurulmuştu. Çok büyük bir iddianın ve umudun sahibi olunmadan buna fiziken ve ruhen dayanmak mümkün değildi. PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın “çocukluk hayallerime ihanet etmedim” sözü meşhurdur. Hayallerinin adından, yalanlarla örülü uygarlığı aşmış ve aynı zamanda ona karşı tarihin en büyük başkaldırısını gerçekleştirmişti. Sonu nerede biterse bitsin bu yürüyüşü çocukluk hayallerine bağlılık temelinde sürdürecekti. “Ölüm Çukuru” olarak adlandırdığı koşullarda da özgürlük hayallerinin peşinden büyük bir umutla gidecekti.

Öcalan, “Umut zaferden daha değerlidir” demişti. Yazar Ursula Le Guin, umutsuzluğun en feci ihanet olduğunu söyler çünkü “sonunda düşmanın galip geleceğine inanma vardır!” Demek ki umutsuzluk ihanetle özdeş oluyor.

Uluslararası komplo karşısında büyük umut hareketi öncelikle eski zihniyet kalıplarının yıkılması sayesinde ortaya çıkmıştır. Bu eski zihniyetle tarih ve toplum doğru temelde tahlil edilemiyordu. Devlet ve iktidara göre şekillenmiş bir tarih anlayışı çok büyük bir karamsarlığa yol açıyordu. Bu karamsarlık umuda hiç yer vermediği halde özgürlük mücadelesine başlanmıştı. Üstelik “kendisine ihanet ettirilmemiş Kürt kalmamıştı!” (Öcalan) Bu koşullarda “kayada gül olup açmak” ve adeta “kuru tahtayı yeşertmek” misali mucizevi bir çıkış gerçekleştirilmişti. Uluslararası komplo ise yeşeren umutları kökten söküp atmak istemişti.

Uluslararası komploya karşı yeni bir umutla işe sarılmak ancak eski dogmatik kalıpları yıkıp hakikat rejimini geliştirmekle mümkün olacaktı. Bu yaklaşım, eşi benzeri olmayan tecrit koşullarına nasıl dayandığının da bir nevi izahı olmaktadır.

A.Öcalan, “Açık hava zindanındaki mücadelemde müthiş söylem ve eylemde bulunurken, hakikat algısına fazla fırsat bulamıyordum. Kapalı zindan koşulları büyük sorunları olanlar için yaman bir öğreticidir. Bu nedenle kapalı zindanlar söylem ve eylemin mücadele alanları olmaktan çok, büyük sorunları olup da altında ezilmeyenler için hakikat algısı ve mücadelesinin güçlü ve başarılı geçtiği yerlerdir. Büyük davaları olanlar için zindan ancak keşfi uğruna her gün mücadele ettikçe hakikatlerin kazanılacağı bir alan anlamını taşır. Zamanın anları hakikat kazanımlarıyla dolu geçtikçe zindandaki yaşam da katlanmaya değer olur.” der.

Hakikat mücadelesini ilerlettikçe, geçmişte flu olan bir tespit iyice netleşiyordu; aslında “yanlışlık kılavuzdaydı!” Buna rağmen kılavuza tümden bağlanmamış olduğundandır ki reel sosyalizm çözülüp dağılırken zor koşullarda da olsa ayakta kalma başarılmıştır. Zamanla yanlışın tüm boyutlarıyla değerlendirilmesi mümkün olmuştur.

Reel sosyalizme de kaynaklık eden Avrupa Aydınlanmasının temel şiarı “aklını kullan cesaretini göster” şeklinde belirlenmişti ve bu akıl tamamen analitik bir akıldı. Böylece aklı adeta Tanrı yerine koyan ama bununla beraber pozitivizmi esas alan bir paradigma ortaya çıkmıştı. Öyle ki Max Horkheimer’in tarifiyle “akıl kendisi dışında herhangi bir şeyin gelişmesinden çok korkar hale gelmiştir.” Bu korku özne-nesne ayrımına dayalı bir paradigmaya yol açmış, büyük toplumsal faciaların zemini böyle oluşturulmuştu.

Avrupa aklına dayalı sistem tahlilleri alternatifini yaratmaktan uzak kalınca toplumsal mücadelelerin başarı şansı da azalıyordu. Hatta tersine dönmekten, düşmanına benzeşmekten kurtulamıyordu. İstemediği halde kendi değerlerine ters düşmek, objektif olarak ihanet konumunu yaşamak böyle gerçekleşiyordu. Kaldı ki tarih açısından bunun objektif-subjektif boyutu o kadar önem taşımaz. Sonuç savaşılan sisteme benzeşmedir!

Özne-nesne ayrımı, hakikat yitiminde son büyük kırılma noktasıydı. Ancak hakikat yitiminin daha uzun bir süreci ve karmaşık-dolaşık aşamaları vardır. İlki kadın özgürlüğüne vurulan darbedir. Yani kadın eksenli doğal toplum ve kadın karşısında yaşanan ihanettir.

İnkâr edilen, ihanete uğrayan toplumun devletsiz, iktidarsız, ana kadın eksenli komünal yaşam gerçekliğiydi. Ancak tüm ihanetlere, çarpıtmalara ve her türlü saldırıya rağmen insanlığın komünal yaşam özü değişmemiştir. Bunun bir yana bırakılıp devlet ve iktidar sahibi olmakla toplumsal devrim yapılacağını sanmak tarihin en büyük yanılgısı olmuştur. Kapitalizm üzerine onca çözümleme yapılmışken buna karşı nasıl yaşamalıdan ziyade nasıl yönetmeli sorusu ve arayışı çok fazla öne çıkmış; benzer araçların kullanılması aslında bir sorun olarak görülse de alternatifi tanımlanamamıştır.

 

“Özgürlük, Amaçları Kadar Araçlarının Da Temiz Olmasını Gerektirir”

Toplumun kendini öz yönetim gerçeğine kavuşturması temel bir sorundur, bu inkâr edilemez ancak toplumun öz yönetimi dışarıdan veya kendi üstünde bir yönetim olgusunu tanımaz. Dolayısıyla yönetim olayının nasılı ancak yaşamın nasılıyla şekil alabilir. Daha somut ifade edilirse komünal bir yaşam savunulacak ama bir komünün ne olduğu, komünle birey arasındaki ilişkinin nasıl şekilleneceği, komünlerin neyi nasıl yapacağı vb. sorular çok az sorulacak veya bunlara çok genel geçer cevaplar verilecektir. Kapitalizm nedir sorusuna binlerce sayfa ayrılırken komün nedir sorusu belki onun binde biri kadar ele alınıp değerlendirilmemiştir. Onun üstüne bir de bürokratik Parti veya devletleşmiş Parti aygıtı bindirilince insanlığın özünden uzaklaşma kaçınılmaz olmuş; doğal toplum yaşamının ihanete uğraması bir de bu şekilde sürmüştür.

İmralı süreci ve tek kişilik Ada Hapishanesi koşulları, devlet ve iktidar sorgulamaları açısından ilk andan itibaren adeta peygamberlerin inziva süreçlerine benzer bir rol oynamıştır. Büyük saldırı ve işkenceye rağmen yaşam durmamıştır. Komploda sadece bir saat durduğunu ve bunu da hızla aştığını belirtirken Öcalan açısından her şey burada netleşmiştir: Soykırım ve yaşam bir arada olamaz! O halde soykırım sistemini aşacak, onun temelindeki devlet ve iktidar olgusunun ulaşamayacağı bir toplumsal özgürlük sistemi kurulmalıdır. Cevap burada bulunmuştur. Bununla birlikte tüm işbirlikçilik ve ihanetin temeli bu sayede açığa çıkarılıp yargılanmıştır.

“İmralı sürecinde bana dayatılan komplo umudun zerresini bırakmayan cinstendi. İdam cezasının infazı ve psikolojik savaşın uzun süre gündemde tutulması bu amaçlaydı. İlk günlerde nasıl dayanabileceğimi ben bile tahayyül edemiyordum. Yıllar bir yana bir yılı bile nasıl geçirebileceğimi düşünemiyordum. Şöyle bir düşüncem oluşmuştu: “Milyonlarca kişiyi daracık bir odada nasıl tutabilirsiniz!” (Abdullah Öcalan)

Bu değerlendirmenin ne kadar büyük bir hakikati ifade ettiğini zamanla tüm insanlık görecekti. Milyonlarla bütünleşen Öcalan gerçekliği bir odaya hapsedilemezdi. Onun fiziki özgürlüğü için ayağa kalkan milyonların haykırdığı gerçek de budur. Kürt sorununa çözümün kilit noktası da burasıydı ve özgürlük sağlanmadan hiçbir sorunun çözümünden bahsedilemezdi. Aksine İmralı Ada koşullarında yıllar uzadıkça çözüm adına sadece günümüzde değil, gelecekte bile ne kadar ihtimal varsa hepsinin altı dinamitleniyordu.

Şimdi üstelik çeyrek asrı geride bırakan bir direniş gerçekliği vardır. Ada* koşullarında çeyrek asrı bir başına geçirmek aklın kavrayabileceği, yüreğin sindirebileceği bir durum değildir. Kolay olmamıştır. Zihnine ve iradesine güvenerek bu süreçleri karşılamıştır.

“İmralı tarihte devletin üst yetkililerine verilen cezaların infaz edildiği bir ada olmakla ünlüdür. İklimi hem çok nemli hem de serttir. Fiziki olarak insanın bünyesini çökertmeye yatkındır. Kapalı oda tecridi de buna eklenince, bünye üzerindeki yıpratıcı etkisi daha da artar. Tabii birkaç ayda bir yarım saatlik kardeş ziyaretleri ve ‘hava muhalefeti’ gerekçesiyle sıkça kesilse de haftalık avukat görüşmeleri iletişim evrenimi teşkil ediyordu. Şüphesiz bu iletişim etkenlerini küçümsemiyorum, ama ayakta durmak için yeterli ilişki olamazlar. Ayakta durmayı, çürümemeyi zihnim ve iradem belirleyecekti.”(A. Öcalan)

Bu temelde İmralı’da yürütülen savaş her şeyden önce bir hakikat savaşıdır; bu savaş sadece uluslararası komploya karşı değildir, aynı zamanda bir tarih, sosyoloji, felsefe, ideoloji ve zihniyet savaşıdır. Bu sayede İmralı Ada Hapishanesi zihniyet ve vicdan devriminin karargâhı haline getirilmiştir. Üstelik tecrit içinde tecrit; hücre içinde kalem yasağı gibi uygulamalara rağmen bu hakikat savaşı büyük bir başarıyla yürütülmüştür. En önemlisi de bir halkın kaderinin bu hapishanedeki çürütme ve yok etme sistemiyle belirlenmeye çalışılmasıdır ki Kürt soykırımı adına ne yapılmışsa ilk uygulaması İmralı Adasında hayata geçirilmiştir. Bu derecede ağır bir saldırı altında özgürlük tezlerini geliştirebilmek ve bunu tüm insanlığa taşıyabilmek Öcalan’ın farkını anlamak açısından önemli olmaktadır.

Ada uygulamalarının tarihte bir benzeri olmadığı gibi buna karşı direnişin de benzeri bulunmamaktadır. Bu eşsiz direnişin tüm boyutlarıyla anlaşılması ve yazımı henüz gerçekleşmiş olmasa da özellikle savunmalarda** dile getirilen gerçeklikler nasıl bir direniş hattının esas alındığını anlamamızı sağlamaktadır. İmralı yaşamını ve tecridi değerlendirirken çok çarpıcı sonuçlara ulaşmıştır:

“Öyle büyük gerekçelerim olmalıydı ki tecride dayanabileyim, tecritte de olsa büyük bir yaşamın sergilenebileceğini kanıtlayayım.”(Öcalan)

Dışarıdaki yaşamda sergilenen ahlaki duruşun karşılığının ölüm veya cezaevi olmasını savaşın doğası sayıyor ve soykırıma karşı savaşsız yaşanamayacağını belirtiyordu:

“Cezaevi koşullarına dayanmamak yaşam gerekçeme aykırıdır. Zaten sosyolojik olarak çözümlendiğinde anlaşılacaktır ki, cezaevlerinin rolü bireyde yoğun bir sahte özgürlük özlemi yaratmaktır. Modernite koşullarında cezaevleri özenle bunun için inşa edilmiştir. İnsanlar cezaevlerinden dışarıya çıktıklarında ya yalan ve sahtekârlıkla yaşamayı kabul etmişlerdir. Bu durumda onlardan herhangi bir devrimcilik, ahlaki ve onurlu bir yaşam beklemek beyhude, boş bir beklentidir. Ya da cezaevi pratiğinin verdiği olgunlukla toplumsal mücadelelerini daha da başarıyla yerine getireceklerdir.”(Öcalan)

Öcalan’a göre “Cezaevleri ıslah olma evleri olmayıp, topluma karşı ahlaki ve iradi görevlerin yetkince yerine getirilmesinin de öğrenildiği mekânlardır.”

Zindana katlanmanın tek geçerli ölçütünü hakikatle randevulaşmak olarak belirlemişti: “İnsan yaşamı hâkikat algısı gelişkin olanlar için tam bir mucizedir. Yaşamın kendisi büyük heyecan ve coşku kaynağıdır. Yaşamda evrenin anlamı gizlidir. Bu gizi fark ettikçe, zindanda da olsa yaşama katlanmak diye bir sorun olmaz. Zaten zindan özgürlük içinse, orada büyüyecek olan hâkikat algısıdır. Hâkikat algısıyla büyüyen yaşam en zor acıları bile mutluluğa dönüştürebilir.”(Öcalan)

Hakikat ve yöntem konusunda oluşturduğu fark ve farkındalık sayesinde işbirlikçiliğe ve ihanete giden yollar ile özgürlüğe giden yolları birbirinden ayırmıştır. İki uygarlık, iki modernite farkı hakikat rejimiyle ayrıştırılmış, netleştirilmiştir.

 

Hakikat Sahibi Olmadan Özgür Olunamaz

Hakikatle anlamın ve hakikatsizlikle anlamsızlığın, yalanın ve ihanetin ne denli birbirini koşulladığını Öcalan şu sözlerle anlatıyor: “Hakikatsiz toplum hatta birey anlamsız kılınmış, başka öznenin içinde erimiş, kimliğini yitirmiş varlık anlamına; daha doğrusu anlamsızlaşmış varlık haline uğramış demektir.”

Hakikat rejimi yaşamda liberalizm, düşüncede dogmatizmden kurtulmanın yolunu ve yöntemini göstermiştir.

Liberalizm, özgür yaşam karşıtı bir virüstür ve binbir kılığa bürünerek kapitalizmi; devletçi, iktidarcı, maddiyatçı, bireyci yaşam tarzını tek hakikat olarak sunmuştur. Bunu kökten reddetmeden hakikat yolunda tek bir adım bile atılamazdı.

Dogmatizm ise mutlak-değişmez inanç ve düşünce kalıplarıdır. Bu kalıplar parçalandığı içindir ki hakikat kendi yüzünü göstermeye başlamıştır.

Ulaşılan sonuç tüm devrimleri içten çürüten, karşı-devrimin dayanağı olan, insanın insan üzerindeki tahakkümünden doğa üzerindeki tahakkümüne ve neticede özel mülkiyetli, kar hesaplı, aç gözlü, bireyci, bencil yaşam anlayışının aşılmasını sağlamadan kendi hakikatine ulaşılamayacağı, kendine ihanet etmenin son bulmayacağıydı: Bireyciliğin olduğu yerde hakikat olmaz. Hakikat toplumsaldır!

Hem liberalizm hem de dogmatizm son tahlilde hakikatten uzaklaşmadır, bireycileşmedir, bir anlamda kendine sevdalanmadır! Hakikati değil kendi bildiğini esas almadır. Başkasını değil kendini sevmedir.

Maneviyattan boşanmış, sevgisiz bir toplum ve insan gerçeği, mücadele etmekten aciz, mücadele etse de çözüm üretmekten aciz insan gerçeği hakikatini yitirmiş olmanın sonucudur.

Çözümsüzlük intihara, ölüme sürüklediği gibi bazen ihanetin zeminini döşer. İşbirlikçilik ve ihanetin doku şifrelerini çözümleyen tarih anlatıları esas kaynak olarak maddi uygarlığı gösterir. Maddi uygarlık çözümsüzlüğün uygarlığıdır, işbirlikçilik ve ihanetin kol gezdiği çürümüş bir uygarlıktır. Bunun karşısında manevi uygarlık veya demokratik modernite ise hem çağın özgür yaşam tarzını hem de toplumsal sorunlara kalıcı tarzda çözüm üretmeyi ifade ediyor.

Maddi uygarlıkta tüketim esastır ve herkes bu tüketim yarışıyla sisteme bağlanmıştır. Kimin nerede nasıl birbirine ihanet edeceği bilinmez. Maddiyatçı anlayış bu zemini çoktan örmüş ve zihniyete sinmiştir. Bunun sorgulanmaması egemenlik sisteminin ömrünü uzatıyor. Egemenlerin yaptığı şey yalanlara dayalı bir hakikat algısı oluşturmaktır. İşin özü, yalanların hakikat yerine ikame edilmesi ve üstelik bunun nasıl bir operasyonla yapıldığının hiç fark ettirilmemesidir. Böylece gerçeklerden kaçıp yalanlara sığınan bir kitle psikolojisi oluşturulmuştur.

Ancak küçük bir anı, herhangi bir uyarıcı etken bile bazen farkına varmaya yol açabiliyor. Osmanlı döneminde Balkanlardan getirilmiş bir devşirme olan İskender Paşa Osmanlı komutanı olarak eski memleketini işgal etmeye gönderilir. Her yeri yakıp yıkar, katliamlar yapar. Bir gün bir köyde ağıt tarzında şarkı söyleyen bir yaşlı kadının yanına oturup onu dinler. Söylediği şarkıdan o kadar çok etkilenir ki özüne döner ve bu kez Osmanlıya karşı savaşmaya başlar.

İhanetin farkına varıp da bunu sürdürenler ise artık insanlıkla anılmayacak bir anormalliğe mahkûm olmuştur. Gerçeklikten kaçan bir toplum da kölelik sınırlarını aşamaz. Günümüz koşullarında liberalizm modern kölelik için gerekli tüm şartları oluşturmuştur. Gerçeklerden sürekli kaçan insan yalanları normal görmeye başlar. Yalanın olduğu yerde toplumsallık kimin umurunda olur? Sevgi-saygı gibi etik değerler, felsefe, anlam olgusu, bunlardan çok maddi çıkarlar esas hale gelir. Niye böyle oluyor? Çünkü “liberalizm insanları aptallaştırıyor!” Dogmatizm ise düşünce gücünü ve tüm yaratıcı yetenekleri öldürüyor.

Bunlar çözümlendikten sonra İmralı Adasındaki yargılama tiyatrosunda ileri sürülen “vatana ihanet” suçlamasına karşılık kapitalizm yargılanıp tüm insanlığa nasıl ihanet ettiği ortaya konulmuştur. Bu andan itibaren tarihin yargısı kesinleşmiştir: Toplum, kapitalist sistemin hakikat algısından kurtulmadan özgürleşme yoluna giremez!

Hakikat mücadelesi sayesinde özgürlük bir Ada’da Güneş gibi şavkımaya başlamışken insanlık yeni bir sevgi ve aşk inancıyla karşılaşmıştır. Paradigmanın çekiciliği buradan ileri geliyor. Yaşam sevgisiz, aşksız olamayacağına göre hakikatin aşkla ve aşkın da özgürlükle tanımlanmasındaki evrensel karakter çok belirgin ortaya çıkıyor. Toplumsal özgürlük olmadan ne sevgi ne de yaşam olur.

Özgürlüksüz yaşanmaz. Doğada bile bunun örnekleri çoktur. Boran kuşu evcilleştirilemez. Kafese konursa çeperlerine kendini vurup öldürür. Yem verilirse ölene dek yemez. Diğer güvercinleri yanına yaklaştırmaz. Havadayken evcil güvercin sürülerinin arasına katılıp onları alıp gider. İnsandaki özgürlük tutkusu en az boran kuşu kadar olmalıdır. Ancak devlet ve iktidar anlayışı, kanat açmaya olanak vermez.

Devlet, iktidar, tahakküm sorgulandığında ve bunların alanı dışına çıkılıp toplum alanına girildiğinde özgürlük arayışı hakiki hale gelir. Buna alışıldık bilgi yapılarıyla ulaşılamayacağı anlaşıldıktan sonra yeni bir bilinç ve farkındalık düzeyi geliştirilmiştir. Paradigmasal değişimin özü budur. Varlığın korunması ve özgürlüğün sağlanması ancak devlet ve iktidar alanı dışında toplumun örgütlenmesiyle, yeniden inşa edilmesiyle mümkün olmaktadır. Bunun da temeli yeni bir felsefeyle, yaşamın anlamına varmaya çalışan bir evrensel özgürlük felsefesiyle oluşturulmuştur.

Kendisini en özgürlükçü olarak gören akımlar ve onların temsilcisi sayılan aydınlarda bile özgürlük yaşamdan koparılıp hayallere hapsedilmişken bir Ada tecritliğinde bir halkın ve tüm insanlığın özgürlük umutları yeni ve özgür bir yaşam anlayışıyla ete-kemiğe büründürülmüş, dile ve ruha kavuşturulmuştur.

“Yaşamın anlamı nedir?” diye sormadan bu sonuca ulaşılamazdı. Anlam olmadan toplumsal olanın tüm boyutlarıyla açığa çıkarılması ve nerede nasıl ihanete uğradığı ve yeniden nasıl inşa edileceği bilinemezdi. Toplumsallık yerine aşırı derecede insan bireyselliğini esas alan liberalizm ile özgürlük adına birey öznelliğini öne çıkaran aydın duruşları birbiriyle çakışıyor ve böylece hakikat iyice muğlak hale getiriliyordu. Öznel olanın hakikat yerine konulması, hele ki objektif bilimsellik kılıfıyla bunun gizlenmesi tam bir karartma işlevi görmüştür.

Kendisini bir “varoluşçu” olarak tanımlamasa da genelde böyle bilinen Albert Camus’nun görüşleri “öznelliği” iyi anlatır: “Yaşamın anlamının peşine düşmeye gerek yok, yaşam zaten kısadır ve onu yaşamaya bak” der. Yaşam “beyhude” ve “saçma” olsa da, anlamı olmasa da bir anlam aramak isteyen arasın ama aynı zamanda yaşasın der. Sisifos üzerine kitap yazmıştır. Oradaki -kendi deyimiyle- “saçmalığa” rağmen Sisifos’un çabasını takdir eder. İntihara karşı bir eğilimdir bu, böyle yorumlamakla olumlu bir bakışa sahipmiş gibi görünür ama yaşamın anlamı konusunda fazlasıyla liberaldir. Öznellik sonuçta liberalizme götürür.

“Kapitalizmin şerbetini içmiş”(Öcalan) olmakla kendisini yargılayan aydın duruşu ise daha fazla ufuk açıcı olmuş ve liberalizmin tuzakları bir bir çözümlenmiştir. Bu tür tartışmalar Ada Hapishanesinde Öcalan varlık, oluş, bilinç konularında bir derinleşmeye vesile olmuştur.

Varlık tartışmaları eski Yunan dünyasında meşhurdur. Çok kısa da olsa hatırlatılırsa Parmanides varlığın yaratılmamış, yok edilemez tek, bir, bütün olduğunu söyler. Bu, hareketin, değişimin reddidir.  Bunun tersine Heraklitos ise “her şey akar” diyerek hareketi esas almıştır. Bilimde deney-gözlem esastır. Varlık sorusuyla ilgilenmez. Bu tip sorular felsefenin sorularıdır. Nihilizm, varlığı, bilgiyi, her şeyi yok sayar, inkâr eder. Zerdüştlükte iyi varlık-kötü varlık vardır.

Ne türden ve ne şekilde olursa olsun bunların hepsi yaşamı tanımlamak ve anlamlandırmak isteyen bilinç ve farkındalıkla ilgilidir. Bu temelde Öcalan’ın Ada yoğunlaşmalarında ulaşılan sonuç yeni bir bilinç ve farkındalık oluşturmuştur.

Farkına varmak öncelikle Sisifos azabından yani dogmatizmden kurtulmanın yoludur. Böylece kendi yaşamımızı anlamlı hale getirebiliriz. Her şey anlamakla başlıyor. Anlayınca yol açılıyor. Anlayınca yaşamın değeri yıllarla değil toplumsal değerlerle ölçülür hale gelebiliyor: Öcalan, Ada’da nasıl yaşanılmış, bu mutlak yalnızlığa nasıl katlanılmıştır? Belki de onun en kısa veciz sözlerinden biri bu soruların cevabını oluşturmuştur: “Anlam zamanında yaşamak!”

Mitolojide sonsuz hayat bahşedilen bir kadının trajik hikayesi anlatılır:

“Çok güzel bir kızdı Sybill. Yalnızca güzellikler için yetenekli gözlere sahip insanlar değil, aynı zamanda tanrılar da Sybill’in müthiş güzelliğine hayran kaldılar. Ve hem güzelliği görmeye vergili gözlere sahip insanlar, hem de tanrılar, böylesine bir güzelliği ödüllendirmek amacıyla, Sybill’e ölümsüzlük bağışladılar. Ve onu sonsuza kadar hiç yaşlanmadan yaşayacağı bir cam fanusun içine yerleştirerek, güzellikler için yetenekli gözlere sahip olanların görebileceği bir yere koydular. Yüzyıllarca herkes gelip bu güzelliği büyülenerek, büyük bir hayranlıkla seyretti. Ancak bir gün, güzellik için duyarlı yüreğe sahip olanlardan biri, Sybill’in neler hissettiğini anlamak isteğiyle, fanusun kapağını açtı. Ve ona sordu: “Sybill”, dedi, “bir isteğin var mı?”

“Tek bir isteğim var”, dedi Sybill. “Ölmek istiyorum.”

Sonsuz yaşamla ödüllendirdiklerini düşünüyorlardı fakat Özgür Ruh buna “sonsuz yaşamla cezalandırma” diyor. Sisifos’un trajedisini de bunun için örnek veriyor. Burada hem büyük bir acı var, sonuçsuzluk var hem de büyük bir irade var. Sisifos’ta pes etmeyen, yılmayan, aşınmayan bir irade var ama tekrardan ibaret bir yaşam da var. Sürekli tekrarın Sisifos azabından farkı yoktur. O irade de yoksa “sürekli tekrar” aşınmaya yol açar.

Bir fark oluşturabilmek Yunan Tanrılarının cezalandırma sistemini kırmak kadar zordu. Çağın Prometesi olmayı gerektiriyordu. Mucizevi tarzda başarılan budur.

 

Felsefik Düşünceyle ve Mücadeleyle Kadın Özgürlüğüne Doğru

İleri bir bilinç düzeyinden bahsedilecekse onu ancak “odaklanma” ve “zihni” aşan bir olay olarak ele almak gerekir. Uzakdoğu’da buna meditasyon deniliyor. Amacı bilgi edinmek değil bilmektir, yani farkına varmaktır. Farkına varıldığında harekete geçilir ve dur durak bilmez bir özgürleşme serüvenine girilir. Bu şekilde bakınca özgürlüğün hareketle ilgili bir tanımı da karşımıza çıkar: “Akış halinde olmak!”

Farkına varmak aniden ilahi bir olayla değil kendini ve toplumu yeniden inşa etmekle oluyor. Bilmenin, farkına varmanın esas kaynağı kitaplarda değil doğa, toplum ve insanın kendisindedir. Yöntemi ise eleştiri-özeleştiridir. Eleştirmek inşa etmektir. Eleştiriyi “yıkmak” şeklinde algılayanlar devletçi paradigmayla düşünüyordur. İnşa esastır. Farkına varmak bir inşa sürecidir. “Akış” inşadır! “Özgürlük toplumsal inşa gücüdür!”

Zihniyet inşası ve toplumsal inşa bir arada gerçekleşir. Birbirinden ayırmaya kalktığımızda toplumsallıktan kopuk bir varlık anlayışına düşülür ki bu da kapitalizme hizmet eden farklı felsefik yaklaşımların etkisinden ya da maddiyatçılıktan, kolaycılıktan, bireycilikten kaynağını almaktadır.

Doğru bir bilinçlenme, sıradan bakış aşılıp, toplumsallıkla bilincin bağı kurulduğunda sağlanabilir. İleri bir bilinçlenme açısından Öcalan Hegel’i örnek veriyor. Hegel’in bu konuda söylediklerine kısaca göz atmakta fayda vardır.

Hegel düşünceyi, avami ve felsefi düşünce biçiminde ayırıyor. Daha ileride olanına “tin” diyor. Hegel tin’i akla sahip olan bilinç türü şeklinde tarif ediyor: “Tin -geist- daha genel bir terimdir, kişi ile evren arasındaki ilişkidir. Ruh ise bu ilişkiyi yaşayan kişiyi belirten daha benliğe yönelik bir terimdir.”

Hegel de sonuç olarak Mutlak Tin’e ulaşma vardır ve bu da üç adımlı bir hareketle gerçekleşir. Onun birinci aşaması sanat (tez), ikinci aşaması ise dindir (antitez). Üçüncü aşaması ise felsefedir (sentez).

Felsefik düşünce biçimi sayesinde hakikati bütünlük halinde kavramak mümkün olur. Aksi halde düşünce hep parçalı kalacaktır. Parçalı düşünce zihniyetteki yabancılaşmanın temelidir. Bunu aşmadan özgürlük hep bir hayal olarak kalacaktı. Bu konuda Öcalan büyük bir bilgelik ve ustalık göstermiştir. Bütünlüğü sağlamada kadın özgürlüğünü temel ölçü haline getirmiştir. Kadının hakikati bilinmeden tüm hakikatler yarım kalacaktır ve “kadın özgür olmadan toplum özgür olamayacaktır!”(Öcalan)

Öcalan’ın en büyük mucizesi kadın özgürlüğü konusundadır demek yerinde olur. Tarihsel olarak sorunu çözümlerken ulaştığı sonuç uygarlıkla büyük bir hesaplaşmaya yol açmıştır:

Doğal toplum hakiki bir toplumdur. Yalanla, sahtelikle tanışmamıştır. İlk yalan, ilk sahtelik, topluma karşı ilk tecavüz uygarlıkla beraber açığa çıkıyor ancak bunun tarihi temelleri de neolitik dönemin ikinci yarısından sonraya denk geliyor. Bu ilk saldırı kadın etrafında örülen toplumsallığa karşı gerçekleştirilmiştir. Bu nedenle alternatif sistemini “güçlü ve kurnaz erkeği çözümlemek” üzerine kurduğunu belirtmiştir.

Erkek egemen akıl toplumsal yabancılaşmanın gerçek suçlusudur. Tüm tekelci egemenlik sistemlerinin temelinde bu akıl vardır. Dolayısıyla bu aklı yıkmadan, özgür akla ulaşmak, oradan da özgür kadın ve özgür topluma ulaşmak mümkün olamaz.

Öcalan bu durumu, “Çağımızda, kapitalist modernite koşullarında kadınla özgür eş yaşam büyük sorumluluk gerektiren ve bilimsel, felsefi, etik ve estetik yaklaşım gücü isteyen bir yaşamdır. Kadının uygarlık tarihinde ve modern çağda içine konulduğu statüyü bilmeden, etik ve estetik yaklaşım gücü göstermeden, birlikte hangi türü denenirse denensin, içine girilecek her yaşam yanlışlık, ahlâksızlık ve çirkinlikle sonuçlanmak durumundadır.

Yaşamı heba etmemek için öncelikle kadınla yaşamın doğru, ahlâklı ve estetik biçimlerini gerçekleştirmek şarttır. Tüm kölelik biçimlerinin kişiliğinde denendiği ve özümsetildiği kadın kimliğini çözümlemek, özgürlük ve eşitlik davasının yoldaşı ve yaşamdaşı yapmak doğru, ahlâklı ve güzel erkek olmanın da temel koşuludur.” şeklinde aktarır.

Öcalan’ın “Doğru, ahlaklı ve güzel erkek olmak!” Bu tanımlamanın insanda yarattığı heyecan kadar derinlikli bir sorgulama geliştiğinde “erkeği öldürmek” temelinde kadın özgürlüğüne en büyük katkı sağlanmış olacaktır. Bu düzeye ulaşmayı hedeflemeyen her yaklaşım kadınla erkek arasına örülen karaçalıların daha fazla dallanıp budaklanması yani yabancılaşmanın sürdürülmesi anlamına gelmektedir. Düzene teslim olmak böyle gerçekleşiyor. Çünkü yabancılaşma olgusu hem aklı hem sezgileri hem de iradeyi öldürür. Teslim olman bile yeterli değildir. En büyük değerlerine, sevdiklerine ihanet ettirilirsin, onlara zarar verirken yüreğin sızlamaz.

George Orwell’ın “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” romanında “Big Brother” herkesi gözetlemektedir ve her şey için sistemin bir bürosu vardır. Bir ülkeyle savaşa girilmişse tüm gazete ve dergiler yok edilip yenilerine o ülkeyle ezelden beri hep savaş halinde oldukları yazılır. Savaş bitince o ülkeyle hiçbir zaman savaşmadıkları, hep barış içinde yaşadıkları yazılır. Bu işi tarih bürosu yapar.  Sistemden habersiz birbirini sevenler ise “sevgi” bürosuna götürülüp işkence edilir. Böyle bir çift sorguya alındığında erkek kendini inkâr eder, ne denilse kabul eder; adeta hayvan olduğu söylenir, o da evet ben hayvanım diyecek duruma gelir. Sistem yine de bu adamın teslim olduğuna ikna olmaz. Onun farelere karşı korkusunu fark ederler. Bir kutu dolusu aç fare getirirler. Başını oraya koyacaklardır. Bunu kendisine ya da kadına yapabileceklerini söylediklerinde adam kendisine değil kadına yapılmasını söyler. İşte o an gerçekten teslim olduğuna inanırlar. Sistem böyle işler, insanın ruhunu kurutmayana, sevdiği her şeye sonuna dek ihanet ettirmeyene dek durmaz.

 

Özgürlük Ruhu, Soykırımı ve İmralı Duvarlarını Parçalayacaktır!

Günümüzde nano, enfo ve biyo teknolojiler sayesinde zihniyet inşasında ulaşılan düzey, emeğe ve toplumsal değerlere yabancılaşmayla başlayan ihanet olgusunu çok fazla içselleştirmiş, derinleştirmiş ve normalleştirmiştir. Doğrularla yanlışlar ayırt edilemez hale getirilmiştir.

Sadece medya sayesinde sanal bir “toplum” icat edilmiş ve neredeyse aslının yerine konulmuştur. İnternet üzerinden sadece bilgiler taşırılmıyor, algılar yaratılıyor, sahte kimlikler gerçekmiş gibi kullanılıyor. Özne-nesne ayrımında ulaşılan düzey internet hızı kadar büyümüştür.

Yabancılaşmadan kurtulmak için egemenlerin oluşturduğu düşünce sistematiği ve disiplinini yerle bir edip yerine yenisini inşa etmek gerekiyordu. Yeni paradigma temelinde hakikatle buluşmanın böylesi bir anlamı vardır. Ancak onun nerede olduğunu bulmak, bulunduğu yerden de çıkarıp topluma taşımak gerekiyordu ve bunu da İmralı Ada koşullarında Öcalan başarmıştır.

Öcalan kapitalizmin başarısını inşa ettiği hakikatlere borçlu olduğunu belirtiyor. Yaşadığımız dönemde de “hakikati güçlü olan kazanacaktır.” O halde hakikatin ne olduğu kadar nasıl inşa edildiğiyle de ilgilenmek zorundayız. Yöntem bunun için gereklidir: Öcalan, “Hakikat algısı dışında hiçbir yöntemin kalıcı başarı şansı yoktur… Hakikati ifade eden düşünceler bastırılabilir, cezalandırılabilir ama asla yenilgiye uğratılamaz.” der.

Yenilmez bir düşünce gücüyle İmralı duvarlarını yıkmak, Öcalan’ın fiziki özgürlüğünü sağlamak, tüm insanlık olarak özgürlük güneşine en büyük ve ertelenemez borcumuzdur.

 

* Abdullah Öcalan’ın tutulduğu İmralı Ada Hapishanesi 
**Abdullah Öcalan’ın cezaevinde yazdığı kitaplardır

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.