Düşünce ve Kuram Dergisi

İktidarların Gölgesinde Medyanın Özgür Olma İhtimali

Hüseyin Hayber

Rızanın İmalatı’nın yazarları Herman ve Chomsky ABD basınının savaşın kurbanlarını “değerli ve değersiz” olarak ikiye ayırdığını, bu ayrımın ülke yönetiminin politik perspektifi ile doğrudan paralellik arz ettiğini dile getirirler. Herman ve Chomsky şöyle bir tespitte bulunurlar: Medya, 1998-1999’da Sırpların Kosovalı Arnavutlara yaptığı kötü muamelelere büyük bir ilgi ve öfke duymuştu. Oysa bu muamele, 1990’larda Türkiye’nin Kürtlere, 1999’da da Endonezya Hükümeti’nin ve paramiliter güçlerin Doğu Timorlulara yaptıkları ile karşılaştırıldığında, büyük bir kesinlikle söyleyebiliriz ki, aynı aşırılıkta değildi. ABD ve öteki Batılı kaynaklara göre, NATO bombardımanı öncesinde tüm tarafların Kosova’da verdiği kayıplar 2.000’den fazla değildi. NATO bombardımanı esnasında ve sonrasında meydana gelen Sırp hücumları ve yerinden etme amaçlı operasyonlar sonucunda meydana gelen ölümlerin de birkaç bini aşmadığı görülüyor. Savaş sonrasında mezarlar için yapılan yoğun bir araştırma, Ağustos 2000 itibariyle 3.000 civarında ceset ortaya çıkardı -ki bunların hepsi Arnavut sivillere ait değildi ya da mutlaka Sırplar tarafından öldürülmemişti. 1990’larda Türkiye’nin Kürtlere karşı sürdürdüğü savaşta ölenlerin sayısının 30.000 ya da daha fazla olduğu tahmin ediliyor. Bu sayının büyük çoğunluğunu Kürt siviller oluşturmaktadır; zorla göç ettirilenlerin sayısı ise 2-3 milyona ulaşmaktadır.[1]

Aynı dönemlerde ABD büyükelçisinin dile getirdiği “Türkiye’nin kendi Kürtlerini bastırırken, Iraklı Kürtleri Saddam Hüseyin’in yeni bir soykırımından koruma misyonuna sahip ABD önderliğindeki ittifakla işbirliği yapması hayati önem taşımaktadır,’’ sözlerine de vurgu yapan yazarlar, “Türkiye’nin kendi Kürtlerine yaptıkları, Irak’ın kendi Kürtlerine yaptıklarından hiçbir şekilde daha az canice değildi; fakat Galbraith’e göre, Türkiye yalnızca “bastırırken” Irak “soykırım” yapmaktadır, belirlemesinde bulunur ve medyanın kullandığı dilin de aynı çerçevede olduğuna işaret ederler.

Bu tespit ve örneklerden hareketle ülkemizdeki duruma bakmak öğretici olabilir. RTE’nin “dünya lideri” olma iddiasıyla yer yer en üst perdeden açıklamalarda bulunduğu, durduğu yerden belli ülke yönetimlerini eleştirdiğine fazlasıyla tanığız. Erdoğan ısrarlı bir retorikle İsrail’in Filistin’de Soykırım yaptığını, Netanyahu’nun Gazze kasabı, dönemin Hitleri, olduğunu dile getirmektedir. Bununla da kalmayıp, “Biz nasıl Karabağ’a girdiysek, nasıl Libya’ya girdiysek bunun benzerini aynen onlara da yaparız. Yapmamak için hiçbir neden yok”  demekte; bu biçimde hem hitap ettiği kesimleri motive etmekte hem de bölge politikasında sesini yükseltmektedir.  Dikkat edilirse, Erdoğan’ın bu söyleminin aynısını iktidara ve muhalefete yakın -fark etmiyor- Türk medyasında da görüyoruz. Habercisinden yorumcusuna kadar hemen herkesin dili böyle şekillenmektedir. İsrail söz konusu olduğunda ‘Soykırım’ kavramı peşinden gelmektedir. Kuşkusuz, İsrail yönetiminin bugün ya da geçmişte Filistin’de ya da bölgede yaptıkları yeni bir tespit gerektirmiyor, her şey ayan beyan ortada. Sadece son bir yılda kırk bini aşkın insanın İsrail saldırılarında yaşamını yitirmesine dahi bakıldığında yaşanan felaketin boyutu anlaşılır. Bu anlamıyla Erdoğan’ın ya da Türk medyasının kullandığı dil yeni bir şey söylemiyor.

Dikkat çeken boyut, İsrail’i soykırım yaptığı için eleştiren Erdoğan ve Türk medyasının konu Kürtler olunca adeta ‘Soykırımcı’ kesilmesidir. AKP-MHP iktidarının Kürdün varlığına yönelik gerçekleştirdiği saldırıların son merhalesini Kürt diline-kültürüne dair saldırılar oluşturuyor. Amed Büyükşehir Belediyesi başta olmak üzere, Kürdistan’daki belediyelerin yollara yazdığı “Pêşî Peya”/”Önce Yaya” yazılamaları dahi mevcut iktidar tarafından hedef alındı.  Kürtlerin geleneksel halayına saldırılar oldu, Kürt düğünleri kaymakamlıkların iznine tabi tutuldu. Bunlar son örnekler oluyor. Tabi ki, öncesi de var. Kürt halkının demokratik siyaset yapmasının engellendiği, Kürdün hak ve hukukunu dile getiren siyasetçilerin tutuklanarak cezaevlerine doldurulduğu, en basit demokratik taleplerini dile getiren yurttaşların gözaltı ve işkenceler ile korkutulup sindirildiği biliniyor. Kürdistan özgürlük gerillasına dönük kimyasal silahlar ile yapılan saldırılar son yılların önemli bir gündemidir. İşlenen savaş suçları bütün yönleri ifşa olmuş durumdadır. Belli bir ironi ile söylense de,  Japonya’da bir Kürt haklarını talep etse Türk devleti buna karşıdır  ki Türkiye Tokyo’daki Kürt derneğinde Kürtçe eğitim verilmesinden dolayı muhatapları nezdinde rahatsızlıklarını dile getirmiştir. Örnekler çoğaltılabilir.

Peki! İsrail için bunca söz söyleyen, yorumlarda bulunan Türk medyası mesele Kürtler olunca ne yapmaktadır? Açık ki, iktidarın yaptığını… Yani iktidarın yaptığına benzer bir biçimde Türk medyası da Filistin’deki Soykırımı görmekte fakat Kürdistan’daki soykırımı görmemektedir. İsrail devletinin, “Araplar yoktur, dilleri yoktur, kültürleri yoktur, hatta bir devletleri de olamaz,” gibi bir söylemlerini de duymuş değiliz. Buna rağmen İsrail devleti uygulamalarıyla soykırımcı tarifine uymakta ve bu kavramlaştırma meseleyi anlamak için önemli bir rol oynamaktadır. Fakat Kürdistan’da çok daha katmerli bir durum söz konusudur. Türk devletine göre Kürt yoktur, Kürt dili yoktur, Kürt kültürü yoktur, Kürdistan yoktur; dolayısıyla Kürdün kendisini yönetmesi de söz konusu olamaz. Açık ki, Filistin’de soykırım var diyen bir Medyanın Kürdistan’daki durum için Soykırım dememesi anlaşılır değildir. Her haliyle bir soykırım rejimi vardır. Bu en katı bir biçimde yürürlüktedir. Hala Kürt çocukları kendi anadillerinde eğitim alamamaktadır. Yaklaşık 30 milyona yaklaşan nüfusa rağmen Kuzey Kürdistan ve Türkiye’de Kürdün evrensel yasalardan gelen haklarını kullanması yasaklanmaktadır. Öz yönetim tartışması yapması vatan hainliği ile eşdeğer tutulmaktadır. Özcesi; verili uygulamalar görmeden geçilecek cinsten değildir, kör göze batan cinstendir.

Ragıp Duran Apoletli Medya adlı incelemesinde, “Basın, artık medya terörizminin organı. Medya, kendi başına, bağımsız bir odak değil. Medya, iktidarın iletişim alanındaki topu, tankı, tüfeği haline gelmiş, iktidar dışındaki tüm hedeflere saldırıyor. Binbir tekniği, pususu var. İstediğini öne çıkarıyor, istemediğini gizliyor, bozuyor, büküyor, kırıyor, saçıyor. Asli görevi olan gerçeğin çeşitli boyutlarını yansıtacağı yerde, savaş açmış durumda gerçeğe karşı.,” derken tam da bu durumu anlatır gibidir. Medya tümüyle iktidarın borazanlığına soyunmuş, onun hizmetine giren bir pozisyondadır. Kuşkusuz, alternatif medya odakları vardır. Bugünün dünyasında farklı mecralar üzerinden gerçeğe -bir nebze de olsa- ulaşmak mümkündür. Fakat iktidar etkisindeki toplumsal kesimler için vaziyetin hiç de iç açıcı olmadığı ortadadır. Medyanın görmediğini görmeyen, söylemediğini yok sayan bir pratik söz konusudur. Hatırlanırsa, Erdoğan vakti zamanında, “düşünmezseniz Kürt sorunu yoktur” dedi. Bunun medyaya yansıması, “Kürt sorunu yoktur, Kürtlerin bir kimlik sorunu yoktur” biçiminde karşılık bulduğu, Kürdü bütünüyle inkar ve imha siyasetine tabi kılan bir pratiğe yol açtığı tartışma götürmez.

Kürdü yok sayma, her şeye rağmen var olanı, var olmada ısrar edeni de katletme meşruiyetini beraberinde getirir ki, günümüzde gerek Kuzey, gerekse de Güney ve Rojava Kürdistan’ı topraklarında yürürlükte olan uygulama bu çerçevededir. Ana akım medyada Kürt olmadığı için onun adına konuşacak kimse de yoktur. Haberlerde, tartışma programlarında neredeyse temel gündem Kürtlere dönük saldırılar, baskılar, katliamlar olmasına rağmen, Kürtlerden konuşan yoktur. Akla ziyan bir biçimde tek yanlı yayınlar yapılmakta, herkesin de bunlara inanması beklenmektedir. Gün geçmiyor ki, Türk rejimine ve medyasına göre biten PKK’ye bir darbe indirilmesin! Öyle ki, haber bültenlerinin kurguları tam bir tezatlık, paradoks yığını gibidir. Birinci haberde ‘biten, tükenen’ PKK’den  ona vurulan darbelerden söz edilirken, son haberde ülkeye karşı aktif savaş halinde, her an ülkeyi ele geçirecek bir PKK mevcuttur. Elbette, gerçek ile sanalın yer değiştirdiği tartışmalarının gölgesinde bu örnek değerlendirmeye fazlasıyla muhtaçtır.

SATURDAY REVIEUI Dergisinde çıkan bir karikatürde çocuk, koltuğuna oturmuş, gazetesini okuyan babasına şöyle bir soru sorar: “Baba, ormanda bir ağaç devrildiğinde, orada bu olayı anlatacak medya mensupları yoksa, ağaç gerçekten devrilmiş olur mu?” Bu karikatür iletişim araştırmacıları ve aydınların bilinçlerinin Lippmann’inkine(Kamuoyu kitabının yazarı-gazeteci-siyaset bilgini) yavaş yavaş ulaştığını ortaya koymaktadır. Yayımlanmamışsa yok demektir ya da biraz daha dikkatlice dile getirecek olursak, Çağdaşlarının algıladığı gerçekliğin bir parçası olma şansı çok azdır.[2] Açık ki, Türk medyası kendisini fazlasıyla bu doktrine yatırmış, iktidarın sözcülüğünü “gururla” yapar durumdadır. Bu teoriye göre Kürdü görmeyince, Kürt diye bir varlık ortadan kalkacak, yok olacaktır.

 

Gündemi Belirler

‘Ukrayna–Rusya savaşı’nın ilk aylarında yapılan bir araştırmada batıdaki kamuoyunun (Avrupa-ABD) aksine Rus kamuoyunda savaşı kazanan tarafın Rusya olduğu yönünde bir sonuç çıkmıştır. O günlerde, Avrupa-ABD medyasına göre Ukrayna savaşta oldukça başarılıydı ve Rusya geriliyordu. Fakat Rusya’da da toplum benzer bir biçimde Rusların savaşta başarılı olduğu yönünde bir algıya sahipti. Elbette, bunu sağlayan Medyaydı. Her iktidar kendi medyası eliyle kamuoyunu yönlendirmiş, istediği biçimde harekete geçirmiştir. Hali hazırda gerek Rusya’nın, gerekse de Ukrayna’nın kendi halkını konsolide etmesinin, bir nevi savaşın geri cephesini sağlama almasının medya eliyle gerçekleştiğine şüphe yoktur.

Medyada ağırlıklı olarak yer alan konular ile istatistiklere yansıyan gerçek gelişmeler ve halkın politikacıların acil görevleri arasında gördüğü konuların belirli bir zaman diliminde karşılaştırılması sonucu, medyanın genellikle hep daha önde olduğu tespit edildi; konuları ortaya atan, onları tartışmaya açan hep medyaydı. Amerikalı araştırmacılar bunun için “agenda-settingfunction”, yani gündemi belirleme işlevi kavramını buldular.[3]

Medyanın algı yönetimindeki belirleyici rolünü görmek açısından Türkiye’de gerçekleşen “15 Temmuz kalkışmasına, darbesine” bakmak yararlı olabilir. Bilindiği üzere, iktidar bu girişimi organizeli bir darbe olarak lanse eti ve bu temelde gerek devleti, gerekse de toplumu kendisine göre dizayn etme yoluna gitti.  Devletin temel kurumları başta olmak üzere, sivil toplum ve partilere bu kapsamda müdahale edildi. Toplum iktidara hizmet edecek biçimde yeniden yapılandırıldı. Mevcut durumda yaşananın bir darbe olmadığı ortaya çıkmasına rağmen, hatta bu girişimin içinde çok kuvvetli emarelerle Erdoğan ve çevresindekilerin yer aldığı açığa çıkmasına rağmen, toplumsal algı hala ilk oluşturulan biçimdedir. 15 Temmuz kalkışmasından sonra Medyanın tümüyle iktidarın hizmetine sokulması, alternatif seslerin kesilmesinin bu sonucun ortaya çıkmasında başat rolü tartışma götürmez.

İktidar güdümündeki Medyanın temel bir gündeminin de, “Kuzey Suriye’den gelişecek saldırılar” olduğu bilinmektedir. Kuzey Suriye’den bugüne dek herhangi bir saldırı, bu tarzda bir girişim olmamasına rağmen, İktidarın iç kamuoyunu mobilize etmek için böylesi bir dış tehdit algısına sarıldığı, bunun için Medyanın çok örgütlü bir biçimde kullanıldığı görülmektedir. Özellikle iktidar medyasının bu gündemi soğutmamaya özen gösterdiği, Türkiye kamuoyunda böyle bir algı oluşturmak istediği anlaşılmaktadır. Açık ki, gerçekte olmayan bir şey varmış gibi gösterilmekte, toplum bu biçimde manipüle edilerek iktidara yedeklenmesinin yolu açılmaktadır. Dış tehdit-savaş durumunun, toplumun asli gündemleri olan geçinme ve özgür bir yaşam taleplerini geri plana ittiği, uzun vadede iktidara ömrünü uzatmak için zaman kazandırdığı bellidir.

Normal şartlarda bugün Türkiye’de toplumun ezici çoğunluğu iktidardan rahatsızdır ve değişmesini istemektedir. Fakat bu istek-arzu örgütlü kılınamadığı için görünür olamamaktadır. Çokça zayıflamasına rağmen, hala gündeme yön veren kesim, iktidar çevreleri olmaktadır. Bunun da Medya yoluyla yapıldığına şüphe yoktur. İktidar elindeki zor araçlarını da devreye koyarak medya üzerinde tam bir hakimiyet kurmaya çalışmakta, toplumun neyi konuşacağına neyi konuşmayacağına eskisi gibi yön vermek istemektedir.

 

“Kazananlar Konuşmaya, Kaybedenler Susmaya Eğilimli”

AKP-MHP iktidarının sokak röportajları yapan bireysel medya çalışanlarıyla, güncel deyimle youtuber’larla kavgası biliniyor. Gün geçmiyor ki, sadece işini yaptığı için bir medya çalışanına müdahale edilmesin, gözaltına alınmasın, tutuklanmasın! Erdoğan son konuşmalarından birinde, “En büyük tehditlerden biri sosyal medyadır,” diyerek, aslında meramını açık etti.  İktidarın sosyal medya ile sokak röportajları yapanlarla büyük bir hesabı var, o anlaşılıyor.  Öyle olmasa, bu düzeyde ağır değerlendirmelere gidilmesi, müdahale edilmesi mümkün değildir. Peki nedir Erdoğan’ı–iktidarı bu sosyal medya dedikleri dijital medya karşısında pozisyon almaya iten durum?  İktidarı bu kadar korkutan nedir?

Neumann’ın Suskunluk Sarmalı – Kamuoyu adlı eserinde önemle üzerinde durduğu ve bizim ara başlığa taştığımız konu, sanırız buna cevap oluşturmaktadır: Yakaya bir rozetin takılması, arabaya bir çıkartmanın yapıştırılması “konuşmak”tır; bir görüşe sahip olmamıza rağmen, bunları yapmamak ise “susmak”tır. Frankfurter Rundschau gibi belli bir çizgiye sahip bir gazeteyi herkesin görebileceği bir biçimde taşımak “konuşmaktır”, gazeteyi cebe tıkmak ya da daha az bilinen bir gazetenin içine saklamak da (hiç kimse gazeteyi sakladığını kabul etmeyecektir elbette, sadece başka bir gazeteye sarmıştır, o kadar) “susmaktır”. Bildiri dağıtmak konuşmaktır, afiş asmak, afiş sökmek ya da rakip partilerin amblemini taşıyan arabaların lastiğini patlatmak da konuşmaktır. 1960’lı yıllarda bir erkeğin uzun saçlı olması konuşmaktı, Doğu Bloku ülkelerinde kot pantolon giymek konuşmaktır.[4]

Neumann herhangi bir toplumsal yapıda insanların konuşmasını belirleyen temel ölçütlerden birinin, kendi görüşlerinin genel kamuoyu tarafından kabul edilip edilmemesi olduğunu dile getirir. Bir kişi görüşlerinin kamuoyu tarafından paylaşıldığını düşündüğünde, buna kanaat getirdiğinde konuşkan olmakta, fikirlerini açıkça dile getirmekte; bunun tersi bir görüş ya da kanaat içindeyse konuşmamakta, susmayı tercih etmektedir.

Mevcut durumda, Türkiye’de iktidarın bunca baskı-zoruna rağmen konuşanlar iktidar muhalifleridir. Özünde her konuşan kişi iktidarın hedefi olabileceğini bilmektedir. Günübirlik olarak buna benzer örnekler ile karşılaşmaktadır. Fakat buna rağmen cesaretle görüşlerini dile getirmekte, konuşmaktan çekinmemektedir. Kuşkusuz, bu insanları konuşmaya iten temel etmen çevresinin de kendisi gibi düşünmesi, bunu fark etmesidir. Konuşan her insan bu görüşlerin sadece kendisinin değil, toplumun genelinin görüşü olduğunu bilmekte ve o rahatlıkla konuşmaktadır. Bulunduğu mahalledeki komşusu, alışveriş yaptığı market, doktoru, bindiği toplu taşıma aracındakiler, işyerindeki arkadaşları vb. hemen herkes iktidarın gidişi üzerine konuşmakta, bunu dillendirmektedir. Öyle ki, aykırı düşünenler, yani iktidar destekçileri sustuğundan neredeyse toplumun hepsinin kendisi gibi olduğunu düşünmekte, o rahatlıkla hareket etmektedir. Bu kişiler nasıl ki, iş yerinde, katıldığı sosyal ortamlarda iktidar aleyhine rahat bir biçimde konuşuyorsa, mikrofon uzatıldığında da benzer bir rahatlıkla konuşmakta ve fikirlerini dile getirmektedir. Bu fikirlerin engellemelere rağmen yayıldığına, ulaşması gereken yere ulaştığına şüphe yok.

Elbette, iktidar bunların genelin algısına yön verdiğini biliyor. Bunun hem sosyo-politik hem de pratik sonuçlarının farkında. Sokaklardan bu düzeyde sesler yükseliyor; insanlar sınır tanımaz bir biçimde iktidar karşıtlığı yapıyorsa, bunun iletişim stratejisi açısından ne anlama geldiği, karşılığının ne olduğu fark ediliyor. İktidar yandaşları bu kadar sessiz, adeta ölü taklidi yapar bir noktaya gelmişse, bunun güçlü bir meşruiyet sorununa işaret ettiğinin bilincindeler. Bundandır ki, her fırsatta sokak röportajı yapanlara saldırıyorlar, sosyal medya paylaşımlarını ceza gerekçesi yapıyorlar, açıktan insanları gözaltına alıp tutukluyorlar. Bu biçimde bir korku atmosferi yaratarak halkı sindirmek istiyorlar. Görüyorlar ki, geniş toplumsal kesimlerin kendisini ifade ediyor.

Medya gerçekten de göründüğü gibi dijital çağda özgürleşti mi? Sadece iktidar değil, toplum da bu araçtan kendi çıkarları için faydalanıyor mu, faydalanacak mıdır? Baudrillard’a göre bir simülasyonlar dünyasında yaşanmakta, Medyanın sunduğu modeller ile gerçek arasındaki ayrım bulanıklaşmaktadır: “Düşünce ile gerçeklik birbirinden büyük bir hızla, aynı doğrultuda olmayan, şaşı bir hareket içinde uzaklaşmıştır. Son yüzyılla üretilen, bizim bir ilkeye dönüştürdüğümüz gerçeklik ortadan kaybolmaktadır. Bu gerçekliği ne pahasına olursa olsun bir referans olarak yaşatmaya çalışmak mantıksız bir şeydir, çünkü gerçekliği ayakta tutan ilke ölmüştür. ‘Nesnel’ gerçeğin ortadan kaybolmaya başlamasıyla birlikte bu gerçeklik ilkesi giderek güçten düşerken bütünsel, sanal bir gerçekliğin giderek güçlendiği görülmektedir. “Kitle iletişim araçları ve haberle hızlanan süreç en üst yaygınlaşma düzeyine ulaşmaktadır.”[5]  Bu alan da sanal medya oluyor. Burası üzerinden herkes itirazını dile getiriyor ve bu biçimde öfkesini kusuyor. Tabi ki, tepki gösterenlerin yoğunluğu, en genel anlamda kamuoyu algısı oluyor, görüşü oluyor. Kamuoyundan bu kadar “hayır” cevabı alan iktidarın uzun süre ayakta kalamayacağı biliniyor.

 

Peki, Gidişat Nereye Doğrudur? 

“Kitle iletişim araçları, bütün kitle iletişim araçları, haber, bütün haberler iki yönde gidip gelmektedirler. Görünüşte daha çok toplumsal üretirken, toplumsal ilişkilerle toplumsalın kendisini derinlemesine nötralize etmektedirler.”[6]

Elbette, iktidarların dün olduğu gibi bugün de Medyayı denetimlerine alma, kontrol altında tutma politikaları sürmektedir. Fakat dijital medya mecralarının gelişmesiyle bilikte toplumun, ezilenlerin, özgürlükçü güçlerin de bu aracı kullanma imkanları çoğalmıştır. Hatta hiçbir dönemde olmadığı kadar bu imkanların arttığından söz etmek mümkündür. Kuşkusuz, günümüzde temel iletişim aracı durumundaki İnternet ağını iktidarlardan bağımsız düşünemeyiz. Nihayetinde bu ağ hegemonik güçlerin kontrolündedir, onların yönlendirmesine tabidir. Buna rağmen, geçmişle kıyaslandığında mevcut araçları toplumun hizmetine koyma, bu temelde değerlendirmenin imkanları söz konusudur. Tabi ki, egemenler eskiden olduğu gibi bugün de toplumun gerçekleri öğrenmemesi için çabalarını sürdürmektedirler. Fakat ezilenlerin, sisteme karşıtlık edenlerin de yeni toplumsal zeminde bilgiye ulaşma, bu sayede alternatifi yaratma-örgütleme imkanları söz konusudur. Çokça değerlendirildiği üzere bilgi, artık birilerinin tekelinde değildir. Medya araçları bir avuç elitin kontrolünde olmaktan çıkmıştır. Dijital medya bunun en somut ifadesi olmaktadır. Engeller var, yasaklar var, filtreleme var. İktidarlar kendilerine göre bu alanı da şekillendirmek istiyorlar. Ama diğer yandan boşluklar da var. İçerden mücadele etmenin koşulları da mevcut. Eğer örgütlü hareket edilirse, bu mecrada eylem halinde olmak, Erdoğan’ı da Trump’ı da rahatsız etmek, gerçekten özgür bir medya, hüküm sahibi medya yaratmak mümkündür.

 

[1]  Edward S.Herman, Noam Chomsky- Rızanın İmalatı- S. 27
[2]  Elisabeth Noelle Neumann- Kamuoyu, Suskunluk Sarmalının Keşfi, S.173
[3]  Elisabeth Noelle Neumann- Kamuoyu, Suskunluk Sarmalının Keşfi, S.177
[4]  Elisabeth Noelle Neumann- Kamuoyu, Suskunluk Sarmalının Keşfi, S.49,50
[5]  Jean baudrillard- Sessiz Yığınların Gölgesinde
[6]  Jean baudrillard- Sessiz Yığınların Gölgesinde
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.