Düşünce ve Kuram Dergisi

İslam İnancında Mevtaya Yaklaşım ve Kabirler

Hafız Ahmet Turhallı

 

İslam inancının ana kaynağı Kur’an; insanın maddi ve manevi varlığını, Allah’ın halifesi olarak zikir etmektedir. Bununla ilgili Bakara suresi 30. Ayette, “Hani Rabbin meleklere: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım,” diye geçmekte olan bu ayet, insanoğlunun yaratılmışların arasında en değerli varlık olarak kayıt altına alır. Bu kitaba iman etmiş müminlerin insana yaklaşımlarını uygularken, Kur’an’da ilkesel olarak halife isimlendirmesi kullanıldığından, insana Allah’ın halifesi muamelesini göstermesi İslam mümininin yaşam felsefesi olmalıdır. Halife ne demektir, hangi manalar içerir?

Sözlükte “arkada olmak, birinin arkasından gelmek, yerine geçmek” anlamlarına gelen half kökeninden türetilmiştir. “Birin’in yerine geçerek işini, görevini devam ettiren” şeklinde açıklar (Ragıp el- İsfehani, el-Müfredat, “hlf” md; İbnu’l-Esir, En-Nihaye, “hlf” md; Lisanu’l-Arab, md). Halife kelimesi (çoğulu hulefa, Halaif) terim olarak biri siyasette, diğeri ise sıkça tasavvufta kullanılmıştır. Bir kimsenin diğer bir kimsenin yerine geçmesine hilafet, halife tayin etme işine de İstihlaf veya tahlif denmektedir. Kur’an’da geçen bu terim, sufilerin tartışmalarından daha önce, islam alimleri bu kavramı tartışmıştır. “Yeryüzünde bir halife yaratacağım” (Bakara 30). “Sizi yeryüzünün halifeleri kılan…” (Enam 165 Neml 27) geçen halife kelimesi iki şekilde izah edilmiştir. Bir kısım alime göre insan kendinden önce (cinler ve diğer yaratılmışlar) yeryüzünde hakim olan diğer türlerden sonra geldiği için “bu varlıklar türünün ardından gelenler” anlamında insana Halife denmiştir. İbni Abbas’ın bu görüşte olduğu söylenir. Bu bakış açısına sahip olanlar “Allah resulünün halifesi” ifadesini kullanır, ancak “Allah’ın halifesi tabirinden ve bu tür yorumlardan hoşlanmamışlardır(Maverdi s.15). 

İbni Mes’ud’un katıldığı ikinci görüşe göre, Hz. Adem ve insan yeryüzüne hükmettiği için Allah’ın halifesi olmuştur. “Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet,” (Sad 26) ayetini bu görüşe delil göstermektedir (Fahreddin er-Razi ı 381; İsmail Hakkı Bursevi 64).

Mutasavvıflar ise, halifelik ile ilgili bakış açılarını ortaya koyarlarken, terimin, “insanlar arasında Allah adına hükmetme” şeklindeki görüşü benimsemişlerdir. Hasan-i Basri, takva (sorumluluk şuurunda olanlar) temiz ve seçkin kullar için “Allah’ın halifesi” tabirini kullanmıştır. Bununla birlikte takva sahibi temiz ve seçkin kullar içinde “Allah’ın halifesi” tabiri kullanılmıştır.

Halife kelimesine ilk kez tasavvufi anlam yükleyen Gazalidir. İnsanın Allah tarafından üflenen bir ruh taşıdığına (bk. El-Hicr 15/29) ve Allah’ın Adem’i kendi suretinde yarattığına dikkat çeken Gazali, Allah ile insan arasında manevi anlamda özel bir ilişki olduğundan, bu ilişkinin yazıyla açıklanmasının imkan dahilinde olmadığını ifade eder. İnsanın Allah’ın halifesi olmasını bu münasebete bağlar(İhya III, 315; IV, 294). Gazali ayette geçen Allah’ın kendisine isimleri öğretmiş olması sebebi ile Adem’in (İnsanın) O’nun halifesi olmaya hak kazandığını açıklar. Es-Sühreverdi de insanın Allah’ın yeryüzündeki halifesi olduğunu söyler(Risale, s. 77). 

İbnül-Arabi’ye göre Allah’ın halifesi, isim ve sıfatlarıyla kendisinde en mükemmel biçimde tecelli ettiği insan-i kamildir. Mülk Allah’ındır. İnsan-i kamil bu mülkte onun halifesi yani vekilidir(Fuşuş s. 50).

Yaratıcının halifesi olarak geçen ve mealen aktardığım bu ayeti kerimelerde, insanın diğer yaratılanlardan oluşan farklılığına vurgu yapılmakta, insanoğlunun aklı ve vicdani bir donanımla donatıldığı zikir edilmektedir.

Başka bir ayeti kerimede ise,

 “Andolsun biz Ademoğluna şan, şeref ve nimetler verdik; onları karada ve denizde taşıdık, kendilerine güzel güzel rızıklar verdik ve onları yarattıklarımızın çoğundan üstün kıldık”(İsra 70). Kur’an’ın yaratıcı tarafından insana verilen bu üstünlüğe (meziyetten) vurgu yapması, onun biyolojik yapısı ile bağlantılı ele alınarak değerlendirilmemelidir. Ayete konu olan üstünlük ve özellik; akli, vicdani, ilmi, ahlaki ve vahi ile bağlantılı bir üstünlüktür. İnsanoğlu doğuştan kuşandığı ve kendisinde var olan akıl ve vicdan meziyetleri ile donatılmış olduğuna vurgu yapılmaktadır. Allah’ın bu meziyet ve özelliklerle donattığı bir insan bu çerçevede yaşamını sürdürmüyorsa, ilişkilerini bu ölçülerin çerçevesine oturtmuyorsa Allah’ın halifeliğinden uzaklaşmıştır. Bu insan türü Allah’ın kendisine ihsan ettiği aklını ve vicdanını karartmıştır. Kur’an’ın deyimi ile gözleri kör, kulakları sağır, vicdanı taşlaşmış ve aklını dondurmuştur. Yani Allah’ın ona meziyet olarak bahşettiği halifelikten nasiplenmemiştir. 

Allah’ın insana bahşettiği vicdan ve aklı tamamlamak için bir lütuf olarak da merhamet ve sevgisini tekrardan insanoğluna göstermesi ise, peygamberler aracılığı vahi göndermesidir. Allah insanoğlunun bu yüce değerleri canlı tutması için on binlerce peygamber vazifelendirmesi ve onlarca kutsal kitap göndermesi bu durumun ispatı olmaktadır. Şan, şeref ve nimetler diye çevirisi yapılan “kerem” kavramı ise; İslami literatürde hem Allah’ın insanlara şeref, asalet ve üstünlük meziyetleri bahşetmesi hem de eşyaya hüküm etmesini içermektedir. Bu manada ayet insanoğlunu dünyada en değerli meziyetlere mazhar olduğunu hatırlatmakta, kendisine bahşedilen bu özelliklerle yaşamını sürdürdüğü taktirde en seçkin, en değerli varlık olacağını da müjdelemektedir.

Peygamber der ki; “İnsana merhamet etmeyene Allah merhamet etmeyecektir.”

Müslüman birey her işine besmele ile başlar, yani Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla başlar. İslam bugünkü müntesiplerinin uygulamaları ile ele alınıp değerlendirildiğinde, ahlaktan, vicdandan ve akıldan oldukça uzakta durmaktadır. 

Yazılı metin olarak elimizde olan Kur’an ve Sünnet ile değerlendirildiğinde ise, insanoğluna görevler ve sorumluluklar yüklemektedir. 

İnsana üstünlük atıf eden özelliklerin ise; akıl, temyiz (doğru ve yanlışı ayırabilme yeteneği), düşünme, ahlak ve vicdan gibi olgular olduğunu Kur’an bize açıklamaktadır. Kendinde var edilen, kodlarına yerleştirilen bu özelliklerin, psikolojik, fizyolojik, estetik ve sanatsal özelliklerle bütünleşmesi durumunda, insanoğlu değişik faaliyetlerde de bulunabilme yetisi kazanmıştır/kazanacaktır. Bu bütünleşme ve aktifleşme ile insanoğlunun tarihi ve güncel yaşamı, ekonomik, sanatsal işleri icra edebilmiş, şehirler ve uygarlıklar kurmuştur.

Fahreddini-Razi bu üstünlüğü şöyle anlatmaktadır: 

Eşyanın hakikatini aslına uygun olarak kavrama yeteneği olan insandaki akılın gücüdür. Raziye göre, Marifetullah’ın aydınlığı akla doğmakta, akıl yeteneği ise madde ve mana, alemin sırlarına (bilinmeyene) ulaşarak, sahip olduğu bilgi ve ilim sayesinde Allah’ın ruhlar ve cisimler aleminde yarattığı varlık türlerini kuşatabilen meziyet olarak görmektedir, der. Durum böyle değerlendirildiğinde, bu gerçeklik insan varlığı ve alemdeki bütün varlıkların en değerlisi olduğunu göstermektedir.

Bu meziyetleri taşıyan insan türünün ilk eylemi ve öldürme hikayesi ise Kur’an’da şöyle anlatılmaktadır:

Ardından Allah, kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini ona göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. “Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten aciz miyim?” dedi, ettiğine de pişman oldu(Maide 31).

Habil ve Kabil meselesi biçiminde tefsir edilen bu ayet: İlk insanın, insan kardeşini katlettiğindeki durumuna vurgu yapmaktadır. İnsanoğlunun insanlaşma serüvenini de ve insani özelliklerin gelişimini de bu Kur’an-i dersten çıkarmak önemli ve gereklidir. Bu ayete göre vicdanı egosuna yenik düşen Kabil, kardeşi Habil’i öldürmüş, vicdanı ölen Kabil’in akli melekeleri de kilitlenmiştir. Gözlerinin kargayı görmesi ile aklı harekete geçen Kabil, vicdanının üzerindeki perdeyi kaldırdıktan sonra karganın bir kargayı gömdüğüne şahitlik etmiş, bu durumdan etkilenen Kabil’in kardeşi Habil-i toprağa gömme ve dışarıda bırakmama yetisi harekete geçmiş ve kardeşini nihayet gömmüştür. İlkel ve tam gelişmemiş insanı anlatan bu kıssa, insanlık değerlerinin gelişim sürecine de kıssa biçiminde bizlere aktarmaktadır.

Kur’an’ın bu kıssasını okuyan ve anlatanlar, kendilerine Allah’ın askerleri diyenler, namaz kılıp, oruç tutanların uygulamaları ise Kabil’in hali gibi hatta ondan daha aşağıdadır! Çünkü Kabil’in durumu insan gelişimi ve vahyin nüzulü açısından bugünkü insanla kıyaslanamayacak durumdadır. İlk insanı öldürme biçiminde kıssalaştırılıp anlatılan Kabil ve Habil meselesi, insanoğlunun ölülere yaklaşımını ve ona karşı yerine getirilmesi gereken sorumluluğa da vurgu yapmaktadır.

Kendi hak ve hürriyetlerini talep eden, kendi coğrafyalarında özgürce yaşamlarını sürdürmek isteyen Kürt çocuklarına ve Kürt milletine yapılanlara Allah, tarih ve insanlık şahitlik etmektedir. İslami, insani ve milli olan hakları gasp edilen bu millet hak ve hukukunu talep ettiğinde, dirisi ölüm ve zindan, ölüsü, cenazeye işkence, müsle, vücut bütünlüğünü parçalama, namazını kıldırmayı yasaklama, defin işlemini engelleme gibi vahşi durumlarla karşılaşmaktadır. Bu uygulamaları yapanlar bu kitaba inandığını iddia etmekteler!

Çocuklarımızı ve bizi katledenler, başlarımızı gövdelerimizden koparmaktadırlar. Parmak kemiklerimizden tespihler ve takılar yapmakta, kestikleri kulaklarla koleksiyon oluşturmaktadırlar. Buda onların bir millete ne kadar kin ve nefretle eğitildiklerini, bu kin ve nefretin onları Kabilden daha aşağı bir duruma sürüklendiklerini göstermektedir. Mezarlıkları bombalayan, mezarlıklara tuvalet inşa eden, mezarları iş makinaları ile eşen, kemikleri topraktan çıkarıp, İstanbul kilyos’ta kaldırımların altına gömenler, hangi dine inanmaktadırlar? Taybet anayı katledip sokakta günlerce bırakan, Cemile kızımızın gömülmesine izin vermeyen ve evinin içerisinde yiyeceklerin bulunduğu buzdolabında günlerce kalmasına neden olanlar hangi yaratıcıya iman etmişlerdir? İşin garabeti bu vahşeti uygulayanlar ve bunu uygulatanlar ise; Allah’ın ve Kur’an’ın müminleri olduklarını iddia etmeleridir.

21. asırda Kürtlere reva görülen bu vahşeti İslamcılık adına uygulamak ve bu olanlara sessiz kalmak ise ayrı bir vahşet ve kebair bir günahtır.

Müşrikler, öldürdükleri kişilerin cenazelerine ölmüş bedenlerine işkence etmekteydiler. Öldürdüklerinin kulaklarını, burunlarını keser ve gözlerini oyarlardı. Uhud savaşında katledilen Hz Hamza’nın Ebu Sufyan’ın eşi ve Muaviye’nin annesi tarafından göğsü parçalanmış ve kalbi çıkarılmıştır. Müsle (Cesedin uzuvlarını koparmak, cesede işkence yapmak) bir müşrik geleneği ve zihniyetidir. İslam peygamberi bunu mutlak surette yasaklamıştır. Müsle ağır bir zulüm biçimidir. İslam kitabı Kur’an zulmün her çeşidini haram kılmıştır. Hz Muhammed ve arkadaşları hem Bedir’de hem de Uhud savunma savaşlarında öldürülen Müşriklerin de cenazelerini toprağa gömmüşlerdir. Kur’an ve Peygamber hiçbir zaman cenazeye ve insan haysiyetine yakışmayan davranışlara müsamaha göstermemişlerdir. İnsana insani değerlerin öğretilmesini emir eden Kur’an, Müşriklerin vahşi uygulamalarına karşı merhameti ve vicdanı öne çıkarmıştır. Müsle, zulüm ve aldatma birer müşrik uygulamalarıdırlar! Türkiye kolluk güçleri, Öz yönetim direnişinde katledilenlerin cenazelerini yakmış, cesetlerini haftalarca sokakta bırakmış, ailelerin cenazelerini almalarına müdahale etmemiş ve insan cenazelerini hayvanlara yem yapmıştır. Kürtlerin cenazelerinin yıkanmasına, kefenlenmesine ve namazlarının kılınmasına müsaade etmemiştir. İslam şeriatına göre bir kişi öldüğünde onun cenaze namazı kılınmaz, kefenlenmez ve gömülmez ise, o beldede yaşayanların hepsine gökten günahın yağacağı gerçekliğidir. Katledilen bu kadar insanın namazının kılınmaması, kefenlenmemesi ve defin edilmemesi islam-i açıdan büyük bir günahtır.

 Bunun vebali İslami olarak sadece bunu engelleyen güvenlik güçlerinin değil, buna emir verenler, bu emri uygulayanlar ve bu emre sessiz kalanların hepsine gökten yağmur gibi günah yağmıştır. Bu durumu devlet lehine İslam-ı kullanarak meşrulaştıran, diyanet, cübbeli ve bilumum sözde devlet dindarları da oluşan bu günahlara ortak durumdadırlar

Bu sadece son elli yılda ortaya çıkmış bir durum değildir. Bizim tarihimizde ve hak arayışlarımızda karşılaştığımız rutin bir durumdur.

Şeyh Said ve dava arkadaşlarının da mezar yeri yoktur. Said-i Kurdi’nin (Nursi) de mezar yeri yoktur, Seyit Rıza’nın ve onun arkadaşlarının da durumu aynıdır. Kürtlerin Müslümanı ve gayrimusliminin akıbeti hep aynıdır. Hepsi katledilir ve hiçbirinin ne cenazesine ne de mezar taşına tahammül gösterilmez. İslam insanı öldürmek ve yok etmek için değil, yaşatmak, dünya ve ahiret huzuruna kavuşturmak için gönderilmiştir.

İslam’ın savaş hukukunda yaşlı, kadın, çocuk, yaralı ve savaşa katılmayanlara dokunulamaz. Esirlere eziyet edilemez. Bu tür uygulamalar zulümdür, cerimedir ve kebair günahlardandır. Bugün ne yazıktır ki, her karış İslam toprağında ve özelliklede Türkiye topraklarında insanlar, farklı etnik yapılarından, inançlarından ve muhalif görüşlerinden dolayı şeytanlaştırılmakta, cesetlerine eziyet ve işkenceler yapılmaktadır. Bu uygulamalar birer devlet uygulamaları olduğundan, devletlerin yavruları olan, IŞİD, EL-NUSRA ve benzeri cemaatler ise daha aşırıya varacak biçimde uygulamalar gerçekleştirmektedirler.

Kur’an’a göre bu haddi aşmaktır.

 “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutun, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Herhangi bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsiz davranmaya itmesin. Adaletli olun; bu, takvaya daha yakındır. Allah’tan korkun, şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır”(Maide 8).

 “İnsanlara zulmedenlere, yeryüzünde haksız olarak azgınlık yapanlara elem verici azap vardır”(Şûrâ, 42). 

Hz. Ali her savaşta adil olmayı öğütleyerek taraftarlarına şöyle seslenirdi: “Onlar saldırmadıkça siz saldırmayın; yaralıları, kaçanları öldürmeyin, karargâhlarına girdiğinizde, savaş malzemesi dışındaki mallarına dokunmayın, ölenlerin cesetlerini parçalamayın, avretlerini açmayın, mahremlerine girmeyin, kadınlara eziyet etmeyin. Onlar ırzlarınıza sövseler, emirlerinize küfretseler bile onlara dokunmayın. Zira onlar (kadınlar) çok zayıftır(Ebu Hanife Dineveri,215).

“Mecbur kalmadıkça geceleyin ölülerinizi defin etmeyiniz”(İbni Mace Cenaiz, 30).

Bizi katledenler bizimle aynı saflarda namaz kılmaktalar ve aynı dine inandıklarını söylemekteler. 

Bizim cenazelerimizi defin etmemize müsaade etmemekteler. Elimize verdikleri cenazelerimizin vücutlarına eziyet ettikleri yetmezmiş gibi, üstelik gece yarısı cenazelerimizi kaçırarak zorla defin yapmaktadırlar. 

Camilerde yıkanmalarına, kefenlenmelerine engel olmaktadırlar. Cenaze namazlarını kıldıran imamları görevden atmakta ve cezaevlerine tıkamaktalar. Bazen yıllar sonra kemiklerimizi kartondan kutuların içine koyarak posta ile bizlere göndermekteler. 

“Cenazeler, kabre götürülürken hürmet gösterilir, cenaze geçip gidinceye ya da yere konuluncaya kadar ayakta beklenirdi”(Buhari, cenaiz 48, 49; Muslim cenaiz, 24; Nesai cenaiz 45). 

Peygamberimizin getirmiş olduğu İslam’da cenazeler kabre götürülünce hürmet edilmesi ve ayakta kalınması istenirdi. Bizde ise eğer elimize cenazelerimizin kemikleri geçmiş ise, defin edilince bile insanlar mezar başında coplanır, tazyikli suyla dağıtılır ve yerden sürüklenerek gözaltına alınırlar.

Hz Peygamber, yanından geçen cenazeler görünmez oluncaya kadar ayakta beklerdi. Resulullah Medine’de bulunan Yahudi cenazelerine de saygı gösterilmesini ister, onların da can taşıdığını, ölümün etkileyici bir hadise olduğunu vurguladı” (Abdurrazak 6309; Buhari cenaiz 50).

 

“Kabirlerin çiğnenmesi çirkin görünürdü.”  Bir nakilde deri ayakkabı (sibtiyye) ile yürüyen bir kişinin Resulullah tarafından men edildiği zikir edilmektedir”(Müslim Cenaiz).

Bizlerin Mezarlıkları bombalanır, kırılan mezarlıklardan çıkarılan kemiklere ayaklarla basılır ve poz verilir. Bu konuda onlarca fotoğraf ve video basına yansımıştır. 

“Yakınlarını kaybedenlere taziyede bulunulur, müslümanlar kardeşlerini acılı günlerinde yalnız bırakmazlardı”(İbni Mace cenaiz 56).

İslam insanın yaşayanını da ölüsünü de değerli kılmıştır. Devlet dini ise kin, nefret ve buğz üzerine inşa etmiştir. Bu durumlara sebep olanlar ve bu olaylara sessiz kalanlar olup biten bütün günahlara ortaktırlar. 

Ümmet kardeşliği, İslam kardeşliği bunu asla kabul etmez. Bu uygulamaların sahipleri mutlaka ruzi mahşerde hesap vereceklerdir.

Kendi egosuna yenik düşen Kabil’den daha kötü olan devlet yöneticileri ve onların yandaşları, Allah’a tevbe etmeliler, acı yaşattıkları bu toplumdan ve ailelerinden helallik istemeliler.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.