Düşünce ve Kuram Dergisi

Jin Jiyan Azadî Devriminin Tarihi Dayanakları

Rojdan Erez

“Kadınlık fiziksel değil toplumsal bir olgudur” belirlemesi ile Abdullah Öcalan, kadınlık olgusunu öz biçimiyle göz önüne sermektedir. Bu belirlemenin ardında Jin Jiyan Azadî ile hız kazanan toplumsal kadın mücadelesinin kodlarını okumak, anlamak ve bilince çıkarmak mümkündür. Öcalan’ın da belirttiği gibi kadınlık salt bir fiziki olay değildir. Kadın olmak, yaratıcı yaşamın hem maddi hem de manevi bütünlüğünü kendi içinde anlamlaştırma ile ifade edilebilir. Burada karşımıza kadının toplumsal inşa yönündeki öncülüğü ön plana çıkmaktadır. Ontolojik olarak da kadının yaşamdaki rol ve misyonunu incelemek bu noktada önem arz etmektedir.

Doğadaki tüm canlılar nasıl kendilerine özgü bazı fiziksel, biyolojik ve duygusal farklılıklar taşıyor ise kadınlar da bu yaşamdaki yerini, kendi cinsine ve türüne özgü özellikler ile belirlemektedir. Farklılıklar temelinde ele alınabilecek olan bu yaşamsal özellikler, kadının topluluk ve de toplumsallığa geçiş evresinde aktif ve üretken olmasından kaynağını almaktadır. Kadınların toplumsallık boyutu salt bir söylemden ibaret değildir. İnsan türünün primatlıktan kopuş evresi ve sonrası bu güçlü savı destekler niteliktedir. Kendi türünü kendi bedeninden var eden onu besleyen, koruyan kadınlardır. Her şeyden önce türün devamlılığın sağlayıcısının kadın olması yadsınamaz bir gerçekliktir ve yaşamsal döngü için hayatidir. Doğadaki tüm canlılarda da aynı durum mevcuttur. Baba rolünü üstlenen erkek kendi yavrusunu ‘yeme’ dürtüsüne bile sahipken, bebeği için her şeyi göze alan kadın kendi fiziksel özelliklerinin üzerinde bir güç kullanarak bu saldırıları bertaraf eder. Kuşkusuz bir toplumsallıktan söz edilecekse önce onun nicel ve nitel oluşumları gerekmektedir. Üreme, beslenme, barınma ve güvenlik çıkış aşaması noktasında önem arz eder. Ancak toplumsal zeminin oluşumunun bağlanacağı en önemli nokta kadında yaşam bulan “analık” misyonudur. Kilit anahtar sözcüğümüz de bu nokta da “analık” olgusu olacaktır. Burada bahse konu olan analık bugünü ve dünü ile toplumsallığın kaynağıdır. Bahsettiğimiz “analık”, klasik, ulus-devlet sistemi içerisinde kadına yüklenen rol ve misyondan tamamen farklı olup, tüm canlı yaşamın hatta tüm bir evrenin yaratıcı öğesi olarak insanlık tarihini şekillendirmiştir. Bu misyonun önemini kabile yaşam tarzındaki kadın eksenli yaşam tarzından, kadınların bulunduğu otoriter konumdan, sosyal, kültürel ve ekonomik boyutta söz sahibi olması ve geçerliliğinden anlamak mümkündür. Evelyn Reed’in Kadının Evrimi adlı kitabın da belirttiği gibi “bize göre anne, çocuk doğuran bir kadındır; doğuruncaya dek ve doğurmadıkça anne olamaz. İlkel toplumdaysa, analık dişil cinsin bir toplumsal işlevidir; dolayısıyla bütün kadınlar, toplumun olgusal ya da gizil “anneleri” dir…” Yine aynı eserinde günümüzün ahlaki değer yargılarının ilk çıkış noktasının yani totem ve tabuların terminolojik olarak dişil öğeler taşıması bağlamında, kuralların oluşumunda kadın emeğinin ve de kadın yaratımının önemine vurgu yapmaktadır. Tabu ve totemlerin oluşumu ile toplumsallığın temelleri atılmakla beraber birçok bitki ve hayvan türü de kadınlar tarafından korunmaya alınmıştır. Neyin tüketilip tüketilemeyeceği veyahut nasıl yapılacağı doğanın döngüsünü kendi bedeninde ve de doğa ile kurdukları ruh ve düşünce bağı ile tanıyan kadın için, topluluğa benimsetilmesi gereken bir görev olmuştur. Tarafsız bir şekilde kadın bakış açısıyla incelenen ve açığa çıkartılan tüm antropolojik verilerde de bu gerçeği görmek mümkündür. Geldiğimiz aşamada günümüze değin kendini az da olsa korumaya çalışmış ve erkek şeflerin olduğu toplumlarda bile kadının iradesini, dokusunu görmek mümkündür. Ana soylu yaşam diye adlandırılan bu yaşam şekli bizzat kadın eliyle rengiyle inşa edilmiş olup, tüm erkek egemen zihniyetli sisteme rağmen bin yıllar boyunca varlığını sürdürmeyi başarmıştır. Asya kıtasındaki Mosuo’lar, Cezayir’de yaşayan Tarki’ler, Endonezya’da yaşayan Minangkabau toplumları örnek olarak verilebilir.

Analık bağlamında toplumsallığa giden yol kuşkusuz kadına verilen biyolojik yaratıcılığın ötesinde bir durumdur. Kadın, salt çocuk dünyaya getirdiği için değerli değildir. Bu varoluşsal bir öneme sahip olup kendi içinde kadın-yaşam-özgürlük diyalektiğini ifade eder. Ana rahmi yaşamın başladığı, bittiği ve tekrardan başladığı bir döngünün ifadesi olarak kodlanmaktadır. Doğa da tıpkı kadın gibi kendini yenileme, yaratma edimlerine sahip olduğu için insanlık tarihi, bu iki özdeşlik ile kurulmuş diyebiliriz. Bu özdeşliği tarihten bugüne tüm insanlık miraslarında, tüm inanç biçimlerinde görmek de mümkündür.

Neolitik ile zirveleşen toplumsal yaşam, kadın eksenli olmakla beraber, ana tanrıça şahsında gelişen bir kadınlığı ifade eder. Ana tanrıçalar dönemini, öncesinden bağımsız olarak ele almak mümkün değildir. Kadının esnek duygusal ve analitik zekası ile ilerleyen binlerce yılın toplamı olarak görmek mümkündür. Yaratan ve var eden, besleyen kadın, karşımıza ana tanrıça ile somutlaşarak çıkar. Her yerde ve her şeyde ondan bir parça görmek, onun bedeni olarak inanmak o yaşamın temel inancı ve yaşam anlayışıdır. Bu nedenle de yaşama verilen herhangi bir zarar aynı zamanda ana tanrıçaya verilen bir zarar olarak görülmekteydi. Doğanın tüm canlılarına, insanlara gösterilen saygı ve yasaklar bütünü de bunu ifade etmektedir. Doğa ile kadın arasındaki bağ ve ona gösterilen saygı ve yüklenen anlam doğal toplumun komünal ruhunun inşa gücüdür. Tanrıcalaşan kadın topraktan başlayarak, el becerileriyle ürettikleri yaşamsal materyalleri, hekimlik bilgileri, yazıyı oluşturma, kullanma gibi birçok buluşu ve emeği ile toplumun öncüleri olmuşlardır. Uygarlığın her şeyi erkeğe bağlayan tarih yazımının aksine asıl tarih yazıcıları da kadınlardır. Tüm bu nedenlerden ötürü eğer toplumsallığın tarihi araştırılacaksa önce kadının tarihine bakılması gerekecektir. Kadın tarihi aynı zamanda insanlık tarihidir.

 

Amargi: Anaya Dönüş

Neolitik dönemde tarımın daha geniş çaplı ve de teknik ile yapılmasıyla beraber gelişen sosyal hayat, insanlık tarihi açısından büyük önem taşımaktadır. Kuşkusuz bunun öncüleri de yine kadınlar olacaktır. Neolitik ile uygarlıkların oluşumu arasındaki süreç aslında bir nevi eril iktidar zihniyetinin tohumlarının atıldığı bir dönemdir. Uygarlık güçlerinin erkek tanrıları, kadının binlerce yıl ürettiği ve topluma mal ettiği ne varsa gasp etmiştir. Kendisini de bunun yegane yaratıcısı olarak hem gökte hem de yeryüzünde tanrılaştırarak yüceltmiş, kadına dair olan tüm değerleri yok etmeye çalışmıştır. Uygarlık denen toplum dışı bir oluşumun varlığı da bunun somut ispatıdır. Bu geçiş elbette mücadeleler ile doludur. Birinci cinsel kırılmaya kadar hatta sonrasında da kadınların yaşamı savunma, kendilerine ait olanı koruma savaşı bitmemiş, bitmeyecektir. Belki bugün toplumsallık namına bir şeyler kalmış ise bu kadının mücadelesinin başarısıdır. Her süreçte bir miras gibi devralınarak devam etmiştir. Kadın mücadelesini en iyi anlatan, kadın özgürlük mücadelesine ışık tutan en önemli kaynaklarımız kuşkusuz mitolojik anlatılar olacaktır. Farklı coğrafik bölgeler de farklı isimler alsa da verdikleri mücadeleler, doğaya ve topluma duydukları bağlılık, yaşam-ölüm-yaşam döngüsünün denge kurucusu olarak kadınlar, isimlerini tarih sayfalarına yazdırmışlardır. Bu artık inkar edilemez bir gerçekliktir. İnanna, Tiamat, İsis, Demeter, Kibele gibi en bilinen tanrıçalar geçmişin mirası ile sembol hale gelmişlerdir. Aslında temsil ettikleri tüm bir toplumun kadınlarıdır. Mitolojik hikayeler toplumun inanç ve bağlılıklarının dışa vurumu olarak okunduğunda aynı zamanda bir kadın bakışı ile çözümlendiğinde bize bu hakikati dile getirmektedirler. Tanrıçanın tanrılar ile yaptığı savaşlar, kadının erkek egemenliğine karşı kendi özgürlüğünü korumaya çalıştığı bir öz savunma savaşı olarak ele alınabilir. Bu bağlamda kadının toplumsallığı aynı zaman da onun öz savunmasıdır. Bu savaş toplumsallığı koruma savaşı olarak da adlandırılabilir.

Tanrıçaların yenilgisiyle dolu mitolojik anlatılardan anlaşılacağı üzere kadının yaratıcı gücü elinden alınmak istenerek ilk cinsel kırılma gerçekleşmiştir. Bundan sonraki süreç tek tanrılı dinlerin ortaya çıkışı ile kadın aleyhine baş aşağı gidişin tarihi olacaktır. Kadının tüm yaratıcı özelliklerine rağmen hem cinsel yönü hem de zekası aşağılanarak ikinci cinsten daha aşağı bir konuma yerleştirilecektir. Öyle ki en namdar felsefeciler bile kadın söz konusu olduğunda aynı şeyleri ifade etmekten çekinmeyecektir. Bu durum bir nevi kadının varlığını inkara dönük erkeklerin ortak olduğu tarihi bir “erkeklik sözleşmesi”dir. Kadının ikinci plana atıldıktan sonra yaşanan devrimsel çıkışlarda bile kadın hep ikinci planda kalacaktır. Pozitivist batı bilim dünyasında yaşanan gelişmelerde nerdeyse kadının bir beyninin olup olmadığını incelemek için yıllarını veren “bilim adamları” vardır. Oysaki bilim adı altında atılan her adımda kadının bilgisi ve emeği mevcuttur. Yıllardır sistematik bir cins kırımına maruz kalan kadınların kadim bilgeliği tıpkı kıskanç erkek tanrılar gibi bu insanlar tarafından kendilerine mal etmek üzere çalınmıştır. Pozitivist batı bilim dünyasının kurucu ismi olan Francis Bacon bunun en iyi örneğidir. Cadı avlarını teşvik eden Bacon’un, cadı ilan edilen kadınların sorgulanması esnasında bizzat içinde olmasının bir nedeni vardır. Sorgulamalara katılıp edindiği kadim bilgiler ve de maddi kazanç ile kendini var etmiştir. Buradan da görüldüğü gibi erkek egemen dünyasında gelişen hiçbir şey tesadüfi değildir. Her bir adımın altında binlerce bilge kadın ve de onların insanlık bilinci ve emeği mevcuttur.

“Geleceğin şimdiden geçtiğini biliyor, şimdisini çözümlemeyen ve çözmeyenin geleceğinin olacağına inanmıyorum”[1] değerlendirmesi ile Abdullah Öcalan, an’a vurgu yapmaktadır. Bugünün kadın şekillenmesinin geçmişten bağımsız olduğunu söylenemez. Kapitalist eril sistem her şeyi ile kadın aleyhine düzenini oluştururken, erkek lehine bu tarihi birikimden faydalanmaktadır. Günümüzde yaşanan kadın katliamlarının ve de inkarının temeli ta ilk tanrı-tanrıça mücadelesine kadar gidebilmektedir. Bugünkü kadını anlamak içinde bin yıllar öncesine bakmak gerekmektedir. Bu nedenle de Abdullah Öcalan’ın da belirttiği gibi “şimdi”yi anlamak aynı zamanda geçmişi anlamak ve geleceği inşa etmek anlamına gelmektedir. Geçmiş her ne kadar trajik olaylar ile dolup taşsa da kadın mücadelesi hep bir öncekinin bayrağını devralarak devam etmiştir. İnanna, Haypatya, Belkıs, Semiramis, Ayşe, Zeynep, Hürrem, Zarife, Bese gibi daha niceleri hepsi bu mücadele tarihinin taşıyıcıları olarak yerlerini almışlardır. Bu isimler kadının toplumsal olanda ısrar etmesinin nedeni olmuşlardır. Ana tanrıça kültürünün, döneminin toplumsal değerlerinin koruyucuları olmuşlardır.

Varoluşundan bu yana yaşam ve özgürlük ile özdeş kılınan kadının, cins kırımına tabi tutulması ile giderek ahlaki yoksunluk yaşayan eski Mezopotamya toplumunun özlemini dile getiren “amargi” kelimesinin hem “anaya dönüş” hem de “özgürlük” olarak tanımlanması aslında insanlığın eskiye, yani ananın yurduna olan özlemini ifade etmesi bakımından oldukça ilgi çekicidir. Anaya dönüş, özgürlüktür onlar için. Çünkü ana, kendinden veren aynı zamanda düzenleyendir. Bunun içerisinde etik-estetik değerler de yer almaktadır. Bir güzel yapma ve düşünme eylemi olarak, kadının başatlığı aynı zamanda yaşamı daha renkli kılma hali olarak da ifade edilebilir. Bu nedenle de uygarlığın oluşumunda insanlığın anaya dönüş özlemi aslında kaybedilen kadın dokunuşunun, sesinin, duygu ve zekasının ifadesidir. Tüm bu özelliklerin silikleşmesi de giderek yaşamı tekdüzeleştiren, bencilleştiren ve zorbalaştırılan bir toplum gerçekliğini ortaya çıkarmıştır. Bu bağlamda her cins kırılması aynı zamanda bir toplumsal kırılmadır. İktidarların en çok kadından korkmaları “önce kadınları vurun” şiarlarının altında, bu büyük tarihi, eril sözleşme vardır.

 

Jin Jiyan Azadî Devrimi İle Kadınlar Özyurtlarına Tekrardan Dönmekte

Kadının toplumsal özgürlük mücadelesi ilk uygarlıklardan bu yana günümüze kadar devam eden bir mücadele geleneğinden gelmektedir. Erkek egemen sistemin, dayatmalara karşı tarihin en zor anlarında en büyük sorumlulukları almaktan kaçınılmamıştır. Eril düşünce ile sınırlanan devrimsel mücadelelerde bile kadınlar ülkesi ve özgürlükleri için savaşmaktan geri durmamışlardır. Genel olarak dünya tarihindeki devrim hareketleri özelde Kurdistan’da başlayan toplumsal başkaldırılardaki kadınlar, kadınların toplumsal hareketlerdeki yerini ve önemini anlamak için çok önemli örnekler teşkil etmektedir. 20. Yüzyıldaki birçok isyanda Kürt kadınları fedakarlıkları ve de cesaretleri ile sembol hale gelmiştir. Dımdım kalesindeki cesur kadınlardan Deyfe Hatuna Rindexan’ dan Gulizar Ana’ya Zarife’den Leyla Qasım’a Zilan’dan Beritan’a Sara’dan Arin’lere hepsi bu toprakların ulusal değeri, aynı zamanda tüm bir devrimci halk mücadelesinin öncü isimleri olarak kadın özgürlük bilincini ve de eylemine anlam katan ve yön veren isimler olmuşlardır. Hepsi de tarihin yazmadığı, yok saydığı ana tanrıça kültürünün temsilciliğini yapmış milyonlarca kadının mirasından aldığı ilham ile toplumsal zeka ve duygularıyla bir düşünce ve eylem sahibi olmuşlardır. Leyla Qasım “Bu dünya yaşamındaki işlerden pişmanlık duyacaksam, o da uzun süre halkım için mücadele yapmadan erken öldüğümdür. Genç yaşımdan dolayı az hizmet etmiş olmamdandır. Özür dileyeceğim biri varsa o da Kürt halkıdır. Çünkü halkımın davası için yeterince savaşmadım” diyerek aslında kadın ve toprak diyalektiğinin halklaşma boyutunda gelişen değerlerin ve ulusal bilincin anlama kavuştuğu toplumsal ahlakın, kadının ülke sevgisi ile gelişen tarihi bağını ortaya koymaktadır. Bu aynı zamanda politikleşen bir kadın gerçekliğini de ifade etmektedir. Çünkü Hannah Arent’ in de deyimiyle “… insanlar eylemde oldukları sürece özgürdür ne ondan önce ne ondan sonra; çünkü özgür olmak ve eylemde bulunmak bir ve aynı şeydir”

A.Öcalan, “Varlığı imhayla karşı karşıya olan bir gerçekliğin ilk sorunu özgürlük değil, öncelikle varlığını korumak ve bu mümkün olduğu ölçüde iç içe özgür kılmaktır. Varlığı olamayanın özgürlüğü olmaz. Özgürlük ancak varlık ile mümkün olabilir” değerlendirmesinde bulunmaktadır. Kadınlar bin yıllar boyunca bir varlık olarak görülmedi. Hem cins olarak hem de ezilen bir halkın üyesi olarak en fazla yok sayılan yine kadınlar olmuşlardır. Buna en iyi örnek belki de Kürt kadınlarıdır. Kadın olarak kendi feodal, gerici geleneksel erkek zihniyeti tarafından köleleştirilen bir konumda iken aynı zamanda hakim ulus iktidarı zihniyeti tarafından da ezilmiştir. Bu nedenle de kadının kendini tekrardan var etme mücadelesi Öcalan’ın da vurguladığı üzere, hayati bir önem arz etmektedir. Varlığı tekrardan kazanma mücadelesinde ise beslendiği noktalar yine kendini tanıma, bilme ve bilince çıkarma ile gerçekleşecektir.

Kendi tarihinden yoksun olan bir halk nasıl ezilmeye, asimilasyona özcesi kendinden başka her şey olabilme tehlikesi ile karşı karşıya geliyorsa bu aynı zamanda kadınlar içinde geçerlidir. Bu bağlamda ezilen bir halkın gerçekliği ile kadın köleliği arasında birbirini besleyen bir bağ mevcuttur. Bir kadın ne kadar köle durumuna getirilirse ait olduğu halk da o kadar köle konumuna düşer. Bunun da bahsettiğimiz tarihi toplumsal gelişim ile bağı vardır. Kadının var olma ve de özgürleşme süreci aynı zamanda bir halkın kendini var etme ve özgürleşmesi anlamına gelmektedir. 21.Yüzyıl kadın mücadelesinin bu kadar yayılması ve her kesimden kadınların katılımı ile giderek güç kazanması bu tarihi deneyim ve bilinç doğrultusunda gelişmektedir. Kadınların Jin Jiyan Azadî Devriminde bulduğu hakikat, tarihi ve evrensel bir hakikattir. Nasıl ki ilk insanlaşma sürecinde bir kadın yavrusu ve yaşamın döngüsü için hem fiziki hem de zihinsel bir üretim ve savaş halinde oldu ise bugünde kadınlar öncelikle varlıkları için sonrasında da özgür iradeleri ile inşa etmeye çalıştıkları demokratik, ekolojik ve kadın özgürlüğüne dayalı bir yaşamın üreticisi ve savaşçısı olma iddiası ile, demokratik ve politik kişilik olma amacı doğrultusunda, demokratik modernite kadını olma düşüncesi ve eylemi ile bir mücadele içerisindedir. İlk insandan, ilk anadan, ilk tanrıçadan kültürü ve ilk felsefe ve ilk bilim kadınından bu yana kadın lehine gelişen her tarihi adım bu varoluşsal toplumsal bilincin zemini olmuştur. Buna tüm dünya kadınları da dahildir. Çünkü ilk klan kabile oluşumdan bu yana kadının en güçlü yanı birlik halinde olmasıdır. Her bir kadının “ana” olarak görüldüğü klan yaşamının anlatmak istediği de aslında bundan ibarettir. Kuşkusuz bu engin tarih denizinde adından sanından haberimizin olmadığı birçok kadın öncü mevcuttur. Ancak erkek egemen sistemin tüm hücrelere sızdığı son beş bin yıllık süreçte kadınların onca baskı ve inkara, tutsaklık ve katliama karşın verdiği her mücadele aynı zamanda devrimci bir mücadele olup, aslında kendini var etme mücadelesinden hiçbir zaman vazgeçilmediğinin yansımasıdır. Tüm bu nedenlerden ötürü de bir devrimci toplumsal mücadelenin zafere ulaşması onun, kadın özgürlüğüne olan yaklaşımı ile bağlantılıdır. Kadın olmadan ve de kadın özgürleşmeden hiçbir ideolojik devrimci düşünce, hiçbir eylem başarı sahibi olamaz. Kadın olmadan başarılı olabilecek bir düşünce varsa o da ulus-devletçi erkek egemen sistemdir.

Tüm dünya kadınlarının hatta tüm halkların özgür ve demokratik yaşam arayışının somut ifadesi olan Jin Jiyan Azadî Devrimi kapitalist modernite güçlerinin tüm saldırılarına rağmen tarihsel dokularından ve deneyimlerin aldığı değerler ve mücadeleci ruh ile kendi yolunun kahramanlarını anarak ve tarihi toplumsal temelde bir bütün tüm kadınları, kendi tarihi mücadeleci ruhlarıyla kahramanlaştırıcı bir rol ile bir araya getirmektedir. Kendi tarihini kendi bakış açısı ve eliyle tekrardan ele alma ve yazma bir çıkış noktası olacaktır. Kendini bilmek bu bağlamda “neden mücadele etmeyelim?” sorusuna verilecek bir cevap niteliği olmakla kalmayıp bir eylem halinde olma durumunu da beraberinde getirecektir. Kendini ve kendi hemcinsini özgürleştirme yolunda kadınların tekrardan tanrıçalaştıkları Jin Jiyan Azadî Devrimi ile tüm dünya kadınları kendi özyurtlarına tekrardan dönmektedir. Kuşkusuz bu yurt mekandan bağımsız öncelikle kendi öz doğalarındaki ahlaki ve politik toplum inşacılığının başladığı yer ve birleştirici toplumsal gücü olan sevgi ve vicdanları olacaktır. İlk toplumsal ruh da kuşkusuz bu sevgi ve vicdanın ürünü olmaktadır.

 

 

 

[1] Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu – III – Özgürlük Sosyolojisi

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.