Düşünce ve Kuram Dergisi

Jîna Emînî’nin Saçlarından Dünyaya Yayılan Özgürlük Coşkusu

Merge Polat

“Başlarken ilk radikale teşekkür etmeyi unutmayalım: Tüm mitoloji ve tarihimizde (mitolojinin nerede sona erip, tarihin nerede başladığını veya hangisinin hangisi olduğunu kim bilebilir!) sisteme karşı ilk isyanı çıkaran ilk radikal bunu o kadar etkili yaptı ki, kendi krallığını kazandı. – Lucifer!” 
Saul David Alinsky

Tarih, geçmişten geleceğe doğru bugünün kaydedilmesidir. Bu kaydı yapan tarihçiler ise sadece bilgi üretme işini üstlenmekle kalmaz, belli bir toplumsal bilincin oluşmasına da katkıda bulunur. Yani tarih ve tarihçilik mesleği, sadece bilgi üretimine değil, toplumdaki ideolojinin biçimlenmesine de etki ederek onu yönlendirir. Geçmişin kaybedilmesi, bilgi üretme sürecine ve dünyayı düzenleme biçimine de katılım demektir. Tarih, adlandırma ve tanımlama aracı olarak sosyal bilimler içinde ideolojiyle en fazla ilişki içinde olan disiplindir. Belli bir yorumu, yeni bir kurguyu gerektirir. İktidar ilişkilerini sorgular ve bizi de bu sorgulamaya katar; kimin görüşleri, düşünceleri çıkarları dile getiriliyor? Hangi grubun bilinci yükseltiliyor? Bu bilgi kim için, nasıl üretiliyor? Tarih disiplini, uzun süre iktidarı paylaşan Batılı, beyaz, soylu, burjuva erkeklerin oluşturduğu grubun çıkarları içinde biçimlendi. Bu özelliklerin dışında olanlar yani tüm altta kalanlar, kadınlar, köleler, siyahlar, işçiler tarihin dışına itildiler. Zamanla kadınlar dışındaki tüm toplumsal gruplar, iktidardan pay alıp tarihin içine girdi. Büyük anlatılara dahil edildiler. Tüm gelişmelere rağmen kadınlar yine çemberin dışında kaldı. Anlatılarda kadın deneyimleri marjinalleşti, tarih dışı bırakıldı. Tarih disiplini, soylu-soysuz, siyah-beyaz, köylü-işçi ayrımından sadece ve sadece erkek çıkarları ve iktidar alanı üzerinde yapılandı. Yani aidiyetleri ne olursa olsun tarih, sadece bir grubun, erkek grubunun deneyimlerini ve çıkarlarını kapsayan bir tarih oldu. Tarih, tüm evrensellik iddialarına karşın kısmi bir tarihtir. Geleneksel tarih yazıcılığı, erkeklerin yaşam pratiklerinden kaynaklanan olayları konu edinir; erkeklerin tarihsel deneyimleri üzerine odaklanır. Özcesi erkektir. Bu tarih, kadınların yer almadığı savaşların, fetihlerin elde edemediği kahramanlıkların, üyesi olmadığı parlamento, meclis gibi siyasi kurumların tarihidir. Tarih, olayların üzerinden geliştiği zemin, bunların ortaya çıkmasını hazırlayan gerçek nedenler ve kişilerle ilgilenmez. Önemli olan alınan sonuçlardır. Sonucun ortaya çıktığı alan ise genelde kamusal alanın sınırları içindedir ve bu sınırlar içinde, tarihin öznelerinden olan kadın yoktur. Bu yüzden ne genel olarak toplumlar ne de özelde kadın, yanlış bir tarihin izdüşümünde doğru bir yaşam ve gelecek kuramaz. “Kadının kölelik tarihi yazılmamıştır, özgürlük tarihi de yazılmayı bekliyor.” Bu düsturdan yola çıkarak tarihsel toplum içinde kadının hem kölelik hem de özgürlük perspektifini doğru kavrayıp, yürütülen savaşı iyi görmemiz gerekecek. Kadın, toplumun sadece fiziki olarak yarısını veya yarısından fazlasını oluşturmuyor. Kadın aynı zamanda toplumun ve toplumsal doğanın temel anlam gücüdür. Kadın doğasını doğru tanımlamadan, tarihsel anlamını ve yerini somut ve objektif olarak vermeden, toplumsal doğayı doğru tanımlamak mümkün değildir. Kadın zihinsel, ruhsal, duygusal, fiziksel, sosyal, siyasal, ekonomik olarak nedir, nasıl sömürgeleştirilmiştir? Bu soruya tam ve doğru bir cevap verilmeden, kadın doğasını anlamak söz konusu olamaz. Bu anlaşıldıkça erkek egemenlikli sömürgeci zihniyet ve sistem de derinliğe anlaşılmış olacaktır. Açık olan şudur ki; ne cins sorunu ve mücadelesi 21. yüzyılla başlamıştır ne de sınıf ve ulus sorunu ve mücadelesi 19. ve 20. yüzyılda başlamıştır. Uygarlığın (devletli) başından beri ezen-ezilen olgusuyla bağlantılı çelişki-çatışma ilişkisi, insanlığı, toplumsallığı belirlemiştir. Tarihi sosyolojik olarak bu yüzden yeniden yorumlamak felsefik bilince ulaştırıp politik kurum haline getirebilmek için ezen-ezilen, özne-nesne ilişkisini iyi görmek gerekmektedir. Peki, kimdir bu ezen? Kendini tanrının lütfuymuşçasına ya da doğallığın gerekleriymişçesine her şeyin sahibi görendir. Her şeyin “doğal” ve “meşru” sahibi olandır. Meşruluğun dayanaklarını sorgulatmayan, tersine kutsayan, fetişleştirendir. Bu meşruluğundan aldığı güçle tüm haklara sahip olandır. Adeta herkesin haklarını kendinde toplayandır. Kendi egemenliğinin korunmasını, tüm topluluğun ya da toplumun esas varlık nedeni olarak kabul ettiren ve bu uğurda sonu gelmez, amansız savaşları toplumun kaderi haline getirendir. Öbür tarafta ezilen ise “Tanrı lütfu” emri ya da doğallığın gereğiymişçesine herhangi bir ayrıcalığın hakka, mala, mülke vs. sahip olmayandır. Sadece itaat ve hizmetle “ödüllendirilendir.” Adeta itaate, hizmete, çalışmaya, bunun yanında sorgulamaya ve itiraza kapalı olarak kodlanandır. Yaşam hakkı dahi bu sınırlar çerçevesinde kabil görülen ve bu sınırlarda kalmaya razı bırakılıp, ezenle dolambaçlı ilişkiye girendir. İşte özgürlük kavramı ve ihtiyacı tüm bu ezen-ezilen düzenek ve ilişkilerin farkındalığı sonucu doğmuştur. “Eşitlik, adalet, bağımsızlık” şiarıyla belirlenmiş tüm muhalif çıkışlar “özgürlük hareketleri” olarak tanımlanmıştır. Fakat sadece küçük bir gücün büyük bir güç karşısındaki isyanında değil, bazen de büyük bir gücün küçük bir güç karşısındaki savaşı da “özgürlük” şiarı haline getirilmiştir. Örneğin; Vietnamlıların ABD ve Japonya’ya karşı ulusal kurtuluş mücadelesi bir özgürlük mücadelesiyken, ABD’nin Irak ve Afganistan gibi yerlere müdahalesi de “özgürlük” şiarıyla tanımlanabilmiştir. Bunun nedeni bir yönüyle ezenin ezilenden, “ezilenin meşru haklarını” görüp rol çalmasıyken, diğer bir nedeni özgürlüğün sadece ezilenin, egemen karşısındaki adalet, eşitlik mücadelesi olarak tanımlanmamasıdır. Zira liberal yoruma göre “özgürlük ilerlemeciliktir”, yani “ilkel” olanı, “vahşiyi”, “çağdışı” olanı uygarlaştırmak da “özgürlük mücadelesidir”(!) Buna göre Kızılderililer, Afrikalılar, Ortadoğulular özgürlük adına, çağdaşlaştırma adına soykırıma maruz kalmışlardır. Bu zihniyetin sorumlusu liberalizmin kelime anlamı da zaten “özgürlükçülük” demek olandır. Çarpıtılıp şiar haline getirilen böylesi bir özgürlük anlayışı, tüm kötü niyet, amaç ve araçları gizleyen, ezene meşruluk kazandıran sevimli, çekici kılan kavramsal güçtür. Manipülasyon bu yönüyle egemen ve ezenlerin, eril zihniyetin en mahir, en yetenekli olduğu yöntemdir. Bu özgürlük tanımı üzerinden şiddet, savaş, zor egemenliği sağlamanın ve korumanın meşru bir aracı olamaz. Amacın pozitif niteliği, araç olarak şiddeti pozitifleştiremez. Şiddet, ataerkil egemenliğin sonucu olarak doğan, her koşulda ona götürecek olan ve yine her biçimde ona hizmet edecek olan olgudur.

 “İktidar ilişkileri, toplumsal ilişkiler örüntüsü içine derinlemesine yerleşecektir. İktidar ilişkilerinin bulunmadığı bir toplumsal ancak soyutlamada var olabilir. İktidarın esas niteliği ve başvurduğu yol şiddettir. Bu, iktidarın ilkel biçimidir. Şiddet, iktidarın aracıdır” derken Foucault, ister devlet-toplum, ister birey-birey ilişkilerinde şiddet aracılığıyla iktidarı ve ezen-ezilen ilişkilerini ürettiğini de vurgular. O halde özgürlük ve demokrasiye, meşru savunmayı aşan şiddet yollarıyla gidilemez. Zira özgürlük, esneklik ve çeşitlilik ister. Devletin araçlarıyla demokrasi ve özgürlük amacına ulaşılamaz. Sonuç olarak şiddet; iktidar, devlet endeksli ezen-ezilen mücadeleleri, çelişkileri agnostistleştirmiş (bilinmezcilik) çatışmayı uçlaştırmış çözümleme yerine inkarı, kaba reddi, dönüştürme yerine yıkmayı anlayış ve tarz haline getirmiştir. Özde bağımlı olunan şeyi, biçimde ret sadece bağımlılığın derinleşmesine, reddedilen şeye benzeşmeyle ve sonuçta yeni denilen şeyde karşıt olunan eskiyi yaratarak ömrünü uzatmaya yol açmıştır. Bu durumda karşıtına benzeşme bir sonuç değil, esasta bir amaç olmuştur. O halde şiddet, iktidar, devlet özgürlükle aynı yerde olamaz. Kadın kurtuluş ideolojisi, özgürlüğü “zorunluluğun bilinci” tanımından kurtardı. Çünkü kölelik, ezilmişlik, bir zorunluluk olmadığı gibi egemenlik de bir zorunluluk değildir.

 

Anasoy Zincirinin Atasoy Zincire Dönüştürülmesi 

Özgürlük, Amargi yani anaya dönüştür. Demek ki kurtuluş ana kadının o ilk toplumsallığındadır. Ana kadın toplumunda şiddet, iktidar, devlet yoktur. Zaten şiddetin, iktidarın, devletin temeli kadının inkarı, reddi ve bunlara dayalı cinsel kırılmalardır. İki büyük cinsel kırılmayı bu yüzden anmak, anlamak lazım. Birincisi mitolojik, ikincisi dinsel ve son tahlilde kapitalist moderniteyle süregelen üçüncü cinsel kırılma yaşanmaktadır. Jineolojinin de temel tarihsel sorun olarak üzerinde durduğu ve kadın kurtuluş ideolojisiyle soruna dokunduğu ve güncelde de sesini ve ayak seslerini güçlü duyduğumuz “Jin Jiyan Azadî”nin (kadın yaşam özgürlük) güç aldığı tarihsel dayanaklar, toplumsal doğadaki anacıl toplum dokusuna dayanan uzun bir soluğu kapsamaktadır. Bu toplumsal kadın eksenli, kadının düzeni sağladığı, hukukunu, normlarını oluşturduğu ve kadının dişil öğelerinin damgasını vurduğu bir toplumsal düzendir. Toplumsal doğanın, ilerleyen süreçlerinde, kadının ortaya çıkardığı ve kazandığı yeteneklerini, bilgi aşamalarını, bilgi birikimini erkeğe aktarmıştır. Erkekle ortaklaşa bir topluluk yaşamı evresine geçmiştir. Ortak yaşam zeminine geçtikten sonra ortaklaşan çeşitli topluluğun çıkarlarını koruma açısından ortaya çıkan toplumsallaşan kaygıları giderme ve ortak kaygılarda yaşamı sürdürme temelinde toplumsallaşma gelişmiştir. Toplumun maddi ve manevi birikimi ortaklaşmadan el değiştirmeye dönüştüğünde asıl dönüşüm o noktada gelişiyor.

Erkek kadından öğrendiklerini, kendi “yetenekleriyle” de birleştirecek daha yüksek bir düzeyde bir birikim elde etmeye çalışmıştır. Örneğin; önceden kadının sahip olduğu gücü herkes kabul etmişken, ilerleyen süreçlerde bu gücü ele geçirme gibi bir dürtü yaşlı erkeklerde ortaya çıkabilmektedir. O dönem açısından kadının kutsanan yanları vardı, o kutsallığın tanrıçalık düzeyinde kadın olgusunun ele alınışı vardı ve kadının bu kutsanmasını erkeğin kıskandığını biliyoruz. Bu bize basit gelebilir ama günümüzden tarihe kronolojik bir psikanaliz yaparsak ve günceli tarihten gelen bir izdüşümü olarak savaş, kıyım, soykırım ve katliamda okursak neden ve sebeplerini daha iyi anlayabiliriz. Kadının insan yavrusunu doğuruyor, büyütüyor olması, kadının doğal otoritesiyle beraber yasaların kadın etrafında gelişiyor olmasının, erkekte yol açmış olduğu çeşitli rahatsızlıklar söz konusudur. Bu rahatsızlıklar bir dönem açısından belki gizli gizli yürütülmüş ve beslenmiş, büyümüş ve derinleşmiştir. Fakat ondan sonraki süreçler açısından bunlar daha açıktan kadın ve erkek arasında ciddi bir çatışmayı da yaratmıştır. Bunlar mitolojik hikayelerde de ifadesini bulmaktadır. Geçiş süreci yani ana soylu toplumdan baba soylu topluma geçiş 2000 yıllık bir süreci kapsamaktadır. Yavaş yavaş ilerleyen toplumsal diyalektik söz konusudur. Bu kimi zaman çatışmaların sert olduğu, kimi zaman da çatışma düzeyinin düştüğü süreçler biçiminde gelişiyor.

Bunun en çarpıcı örnekleri Sümer mitolojilerinde geçmektedir. M.Ö. 3000 yılları bu geçiş süreçlerine denk gelir. İnanna’nın sahip olduğu 104 Me’nin Uruk Kralı Enki tarafından ele geçirildiği ve Uruk’a kaçırıldığı söyleniyor. Bunlar yapılan kazılarda ortaya çıkan yazılı tabletlerdir ve ispatlı belgelerdir de. İnanna’nın elinde bulunan 104 Me aslında ana eksenli toplumun elde ettiği 104 adet buluştur. Bu buluşlar tek tek bilinmekte ama daha sonra tek tanrılı dinlerde tanrının isimleri biçiminde dile gelmektedir. Bu çarpışmalar hem kadının bulmuş olduğu buluşlar üzerinden hem de ortaya çıkan bilgilerin ele geçirilmesi üzerinden de gelişiyor. Erkeğin de biriktirmiş olduğu çeşitli bilgi düzeyleri var ama kadının açığa çıkartmış olduğu bilgi düzeylerinin erkek tarafından kaçırılması ve ele geçirilmesi yaşanıyor. Kadınlık değerlerinin ya da toplumsal doğa değerlerinin, toplumun komünal değerlerinin ele geçirilmesi ve bunun üzerinden tasarrufa gidilmiş olması, tahakkümün artık alanen yerleşmesini “tarihin en büyük sapması” olarak tanımlayabiliriz. Ana tanrıçanın etrafı yavaş yavaş boşaltılıyor. Onun etrafında biriken topluluk değerleri, erkek şamanın etrafına toplanmaya başlıyor. Şamanizm müthiş bir din ve inanç sistemini geliştiriyor. Şamanlarda ileriki süreçlerde rahiplere dönüşecek bir sınıftır. Daha sonra şamanların yerine rahipler oturur. Rahipler ilk etapta zor kullanmaz, daha çok kendisine inanıldığı düzeyde toplulukla ilişkilerini “bilgelik” üzerinden ve tabi ki bilinç ve yönlendiricilik üzerinden topluluğa meşru kılan yanlar üzerinden otoritesini oluşturuyor. İleriki süreçlerde toplum sorgulamaya gittikçe zor aygıtı da devreye giriyor. Zorun devreye sokulduğu süreçleri de artık devletleşmenin ön aşamalarının geliştiği süreçler olarak belirleyebiliriz. Cinsel roller üzerinden konuyu ele aldığımızdan kaynaklı, kadının kutsanan değerleri artık alt edilmiş, kadın köle haline getirilip roller tersine çevrilmiştir.

Ailenin ilk gelişimi de babalık rolünün öğrenilmesi ve yine erkeğin ataerkil sistemi geliştirmesi ardından gelişmektedir. Ondan önce aile biçimindeki bir kurumlaşma söz konusu değildir. Bir kadının bir erkekle yaşaması ya da belirli kadınların bir erkekle yaşıyor olması biçimindeki daraltılmış bir kurumsal yapı, bugüne kadar söz konusu değildir. Erkek egemenlikli aile kurumu da bu süreçte böylece gelişmiş oluyor ve günümüze kadar varlığını koruyor. Şamanizmin ardından gelişen Rahip Devlet, Kral Devlet, Kral Rahip süreçleri var, inanca dayalı bir düşünce yapısı bu süreçte hakimiyetini koruyor. Sümerlerin ardından gelişen devletleşme süreçleriyle birlikte tek tanrılı dinler ortaya çıkıyor. Anasoy zincirinin atasoy zincirine dönüşmesi ya da kadının erkeğin sahip olduğu ilk köleci tarihi de Birinci Cinsel Kırılma olarak tanımlamak mümkün. İkinci Cinsel Kırılma süreci de daha çok tek tanrılı din düşüncesinin yani egemen erkek tanrının geliştiği döneme tekabül eder. Bu dönemin diğer dönemlerden farklılığıysa ataerkilliğin kendisini tam olarak kurumlaştırmasıdır. Bundan önce otoriteler ve yetkiler kişinin elindeydi, fakat tek tanrılı dinlerle birlikte devletleşme ve milliyetleşme süreçleri gelişiyor ve bunun içerisinde daha geniş sınıfların belirginleştiği kurumsallaşmalar gelişebiliyor. Tek tanrılı dinler ardından aile, devlet ve sınıf olgusu kendisini daha derinden kurumsallaştırıyor. O dönemde tanrı; şaman, kral, rahip tanrının yeryüzündeki tezahürüyken, onun ardından tek tanrılı dinlerin gelişmesinde de tanrıyı hem yere-göğe hem de yeryüzündeki varlıkların ötesine taşıyan bir düşünce sistemi gelişiyor. Siz tanrı olgusunu ya da inandığınız bir otoriteyi gözle görünmez kılarsanız o zaman bunun sorgulanmasını da yapamazsınız ve etrafınızdaki insanlara tanrının varlığını ve yokluğunu sorgulama şansını elinden almış olursunuz. Bu kadar geniş bir sisteme yayılmış tek tanrılı dinin inanç sistemi ve sorgusuz sualsiz uzun süreçlerde buna inanılmış olması ve insan düşüncesinin aslında bu tek tanrılı din düşüncesinin gelişimiyle birlikte donması ve durgunlaşması, bu düşünce sisteminden kaynağını almaktadır. Tek tanrılı dinlerin kadın yaklaşımları neydi? Ataerkil düzeni sürdürme ve hatta derinleştirme devam etmektedir. Musevilik, Hıristiyanlık, İslamiyet temel üç din olarak ele alınır. Bu üç büyük dinde de birbirleriyle ayrışan nitelikleri olsa da, kadın cinsine yaklaşımda ve ona biçmiş oldukları misyonda ortaklaşan yanlar oldukça fazladır. Musevilik, Hıristiyanlık, İslamiyet kadın konusunda ortaklaştığı nokta “zayıf cinstir”.

Kadın, erkeğin yönetmesi gereken, aile içerisinde erkeğin memnun etmesi gereken, çocuk doğurması ve çocuğu büyütmesi gereken bir cinstir. Aile fertlerinin karnını doyurması ve evin temizliğini yapması gereken, erkeğin yaşam ihtiyaçlarını karşılaması gereken ve ona sahip olanı memnun etmesi gereken bir cinsel obje olarak görmektedirler. Salt cinsel obje olmanın da ötesinde böyle bir toplumsal rol ve misyonu kadına vermektedir. Erkeği egemen, kadını köle, erkeği sahip, kadını sahip olunması gereken, erkeği yöneten, kadının da yönetilmesi gereken, erkeği daha ciddi işler yapan, erkeğin daha akılla işler yapması gereken kadını da daha akıl dışı işler, ciddiye alınmayan ve daha ufak tefek ev işleriyle sınırlandıran, cinsiyetçi bir bakış açısını toplum içerisinde hakim bir konuma getiriyor. Tek tanrılı din inancında bu dinsel inançları değişime kapalı tutan en temel yönü mutlakiyetçi yönü olmasıdır. Ne kadını ne de erkeği bu inanç sistemini sorgulayacak bir durumda değildir ve bunun önünü açık tutan hiçbir öğe bulunmamaktadır. Dini öğelere “tanrıya şirk koşma”… üzerinden cezalar verilmektedir. Geliştirdiği hukuk sistemiyle suç ve ceza kanunlarını ataerkil sistem düzeni çerçevesinde uygulamaktadır. Bu her üç dinde de kadının yapması gerekenle erkeğin yapması gerekenler, kadının davranış kalıplarıyla erkeğin davranış kalıpları, erkeğin düşünce kalıplarıyla kadının düşünce kalıpları çok belirgin bir şekilde birbirinden ayrışmaktadır. Bunu sorgulayan ve kabul etmeyen öğeleri de din dışı öğeler olarak suçlamaktan ve adeta harama kaymış ve helalleri ihlal etmiş günah işlemiş olarak ilan ediyor.

Tek tanrılı dinlerde, erkek zaten yaratılıştan üstün sayıldığı için her alanda da üstünlük erkektedir. Bu konuda Musevilik de, Hıristiyanlık da, İslamiyet de kadının söz sahibi olmaması noktasında epey kararlıdır. Bu konuda erkek yaratılışa el atıp üstünlüğü daha başlangıçta çalmıştır. Musevilik inancına göre, Havva’ya ismini veren Adem’dir. İsimleri koyan erkekse, söz de erkeğin olacaktır. Zaten Havva yaratıldıktan sonra Adem, Havva için “Ona ‘kadın’ denilecek” der. İbranice “iş (erkek)”, “işsa (kadın)” olarak formüle edilir. İşsa kelimesi işten türemiştir. Bu ismi kadına veren erkek ise “Benden türediğini unutma sakın!” der gibi bunu, kadına hep hatırlatır. Hıristiyanlık ise bu konuda Musevilik inancına benzer olarak erkeğin üstünlüğünü ve kadının başını örtmesi gerektiğini izah ederken şöyle söyler: “… Ama erkek başını örtmemeli. Çünkü o tanrının benzeri ve yüceliğidir. Oysa kadın, erkeğin yüceliğidir. Çünkü erkek kadından oluşmadı ama kadın erkekten yaratıldı”. İşte bu nedenle kadının başı üzerinde bir yetki bulunduğunu belgeleyen bu simgeye gerek vardır. Erkeğin üstünlüğü buna dayandırılarak kadın üzerindeki tahakküm erkeğe hak görülmüştür. İlk tek tanrılı dinden günümüze değin inanç temeli üzerinden kadının köleliği, zayıflığı ile erkeğin egemenliği, üstünlüğü kümülatif ve sorgulanmaz dogmalarla katlanarak gelmiştir. İncil’de ise durum açık bir ifadeyle şöyle yazılır: “… kadın kesin bağlılıkla, sessizce öğrensin. Kadının öğretmesine ya da erkeğe egemen kesilmesine izin vermem. Kadın sessiz kalmalı.” Referans böyle büyük yerden olunca, erkek de bu konuda çok kararlı ve kesindir! Kuran da ise, “… kadınların da ödevlerine denk belli hakları vardır. Ancak erkekler kadınlara göre bir derece üstünlüğe sahiptir” der. Üstünlük bu şekliyle sağlamlaştırıldıkça, kadın da aynı derecede düşürüldü. Öyle ki mal yerine konuldu. “Kadın erkek içindir” vurgusunun net karşılığı, kadının nesne olduğunu söylemektir. Kutsal kitaplarda kadının nesne, eşya ya da insan olarak görülmeyen halini net ifadeleriyle görüyoruz. Tevrat’ta bir savaşın ganimetleri şu şekilde sıralanır: “… 675 bin davar, 72 bin sığır, 61 bin eşek, erkeklerle yatmamış 32 bin kız…” Davar, sığır, eşek ve kadınlardan oluşan ganimetler, askerler, halk ve tanrı arasında pay edilir. Bu konum kadın için dip noktayı ifade eder. Tıpkı Tiamat’ın parçalanışı gibi derinden kırılma yaratan bir trajedidir…

 

Lucifer Ortadoğu’da

Bunun nasıl ki genel olarak kadın cinayetleri, katliamları, tecavüz ve soykırımıyla kölelik ve şiddet sorunu yerel, bölgesel bir sorun olmanın ötesinde ise kadın özgürlük mücadelesi ve sorunu da salt kadın cinsinin sorunu olmasının ötesinde yerel ve bölgesel de değildir. Bu anlamda sadece bir yerde-yerlerde kadını-kadınları ya da bir yerde-yerlerde erkeği-erkekleri değil, tüm Ortadoğu ve dünyaya türlü yöntemlerle hakim olan erilliği çözümlemek gerekir. Bu yüzden kadına olan yaklaşımda sosyolojik ve bilimsel olmak zorundadır. Özgürlüğü liberalizmin düşünce ve hareket-pratik yapısında ele aldığımızda çelişkilerini gördük. Sosyalizm de kelime olarak “toplumculuk” demektir, ancak hangi pozitif düşünce ve ideolojik felsefeyle ele alırsanız alın, kadını toplumdan, toplumun öz değerlerinin özneliğinden dışlarsanız, bu anti-toplumculuk yapıldığı anlamına gelir. Kürt kadın hareketi ve mücadelesi bu anlamda radikaldir. “21. yüzyıl, kadın çağı olacak” denildi ve bugün “Jin Jiyan Azadî” felsefesi bunun dünya çapındaki etkisiyle kanıtı oldu. Bugün dünya kadınları erkek aklını bin yıllar önce Ortadoğu’da ortaya çıkardığı sapmayı düzeltiyor. Bu sapma Aşağı Mezopotamya’da ortaya çıktı. Şimdi Yukarı Mezopotamya’da düzeltiliyor. Rojava’da kendisini tüm kararlılığıyla gösteren bu mücadele, bugün Arap sahası, İran ve Türkiye sahasındaki kadınlara umut olmuş durumda. “Kadın özgürlük mücadelesi, büyük bedeller ödeyerek, büyük emek yoğunlaşması, tecrübesi, birikimi ve bunun oluşturduğu kadın kimliğiyle bugüne gelmiştir. Rojava kadın deneyimi, bu anlamda tarihsel dayanağı güçlü olan bir kadın devrimidir. Kadın ve aile sorunundan tutalım, sayısız kadın çözümlemeleri diyalogları ve perspektifleri ile kadın hareketini güçlendirdi, ilerletti. Kadın devrimi bu değerler üzerinden kendini inşa ederek toplumsallaşmasını gerçekleştiriyor. Kuzey Suriye’de sayısız kadın komün meclisleri, kadın akademileri, jineoloji merkezleri, vakıf-dernek, çocuk kreşleri, çocuk yetiştirme yuvaları, doğal tıp merkezleri, kadın kooperatifleri, atölyeler, kadınlar için yeni ve özgür bir yaşam alanı olan Jinwar (kadın köyü), öz savunma, sağlık, kültür, diplomasi, ekonomik yapılanmalar, kadın belediyeciliği, eşbaşkanlık sistemi ve ona dayalı gelişen eşit temsiliyetli güçlü bir birlik yaratılıyor. Bu destansı direniş kadınlarda büyük özgürlük çıkışına yol açmıştır. Kadın savunmasıyla gelişen direniş sadece DAİŞ’e karşı geliştirilmedi, özünde DAİŞ özgülünde bin yıllık egemen zihniyete, cinsiyetçi geleneğe karşı geliştirilmiştir. Bu nedenle kadın direnişinin ve örgütlü kadın kimliğinin toplum üzerinde etkisi büyük oldu. Toplumsal zihniyetin değişmesi açısından tarihi bir zemin sundu. Kadın direnişi kadının toplumsal yaşamdaki temel güç olma gerçeğini açığa çıkarmıştır. Kuzey Suriye’de yaşayan Asuri, Arap ve Türkmen kadınlar da savunmaya katıldı, bu ortak katılım kadının ortak örgütlülüğünün gelişmesine de zemin sundu. Erkek egemen zihniyetin ve sisteminin baskısına ve sömürüsüne maruz kalan Arap kadınları, bu özgürlük anını fark ettikleri gibi mücadeleye akmaya başladılar…”

Rojava modeli, özde kadın kurtuluş ideolojisinin bedenleşen hali olmakla beraber, kadının tarihsel hafızasını güncelleyen ve yaşatan bir örnek olması itibariyle daha bir önem arz etmektedir. Beş temel ilke; yurtsever özgür düşünce ve irade, özgürlüğe dayalı bir yaşam paylaşımı için örgütlülük, özgür bir kimlik ve kişilik için mücadele, etik ve estetik değerler Rojava’da kurumsal ve sosyal sistem halini aldı. Tarihi genetiği ve dayanağı olmayan hiçbir sistem ayakta duramaz. Ancak kadın öncülüğünde Rojava’da yaşanan dünyada ezilen ve örselenen tarihe umut ve moral motivasyon ışığı oldu. Feodal, dinci, milliyetçi ve cinsiyetçi tüm yasalara, kurallara, kalıplara, yargılara karşı güçlü bir mücadele duruşu sergilediler. Bu çıkış başlı başına bir devrimsel çıkıştı. Minbic, Tabqa, Rakka ve Dêrazor’da tanık olunan kara çarşafları yakma eylemi bunun göstergesiydi. Bu kadınların özgürlük haykırışı, isyanıdır. Mal-mülk olmanın ötesine geçmeyen, çok eşliliklerle daha fazla kimliksizleştirilen, hiçleştirilen, susturulan aile kafesinde mahkum edilen kadınlar o çokça bekledikleri, özledikleri özgürlüğü haykırıyorlardı. Egemen tarihin hep ötekileri olan soykırımlara maruz kalan, küçülmüş, tüketilmiş olsa da yine bu toprakların özüne sarılan Asuri, Ermeni, Türkmen, Çerkes kadınları açısından da benzer bir durum söz konusuydu. DAİŞ fiziki olarak bu topraklarda kadının gücü karşısında yenilgiye uğradı, evet, ancak DAİŞ’i yaratan zihniyet ve yapılanmalar aşılmadan tamamlanmış bir devrimden bahsedilemez.

Bu anlamda cins mücadelesinin yayılımı genişlemeli, çıtası yükselmeli, zira toplumsallaşmasına her zamankinden fazla ihtiyaç var. Hem de her zamankinden daha güçlü ve radikal… Kadın özgürlük mücadelesi yaşanan tarihsel örnekleriyle de gösteriyor ki örgütlü güç olmadan, özgürlük mümkün olamaz. Kadın öz örgütlülük ve iradesiyle yürütülen her mücadelesi, özgürlüğü topluma taşırdığı gibi evrenselleşmiştir de. Son tahlilde genel dünya konjonktüründe yaşanan tama da bu hakikattir. Kadının olduğu yerde yaşam, yaşamın olduğu yerde özgürlük mücadelesi vardır. Önce bir 8 Mart günü tarihsel bir tespit halinde oluşan her eril tahakküme karşı alanlarda sloganlaşan jineolojinin olduğu her yerde felsefeleşen ve kadının olduğu yerde yaşamsallaşan “Jin Jiyan Azadî -Kadın Yaşam Özgürlük -Woman Life Freedom”, Jîna Emînî’nin öldü sanılan ölümsüzlüğüyle alevlendi. Peki, kimdi Jîna Emînî, ne olmuştu İran’da? Özelde Ortadoğu’da genelde tüm dünyada onca kadın, devletin yürüyen eril zihniyeti tarafından katliama uğrarken, İran’da Jîna ne yaptı da “Jin Jiyan Azadî” bu denli anlam buldu, devrim yarattı, evrenselleşti ve kadın özgürlük mücadelesinde bir kült halini aldı? Bunu anlamak için İran devlet tarihini genişçe açımlamak gerekecektir elbet ama Jîna’nın da yaptığı bir tutam saçıyla bin yıllık devlet geleneğini tehdit etmiş olsa gerek ki, bedelini de canıyla ödedi… Füruğ Ferruhzad’ın ölümünden (öldürülmesinden) yaklaşık 14 yıl sonra gelişen İran Devrimi’yle (1979) “Jin Jiyan Azadî”nin ayak izlerini takip etsek bile bize yine de kimi veriler sunacaktır.

İran’da 1979 devriminin çıkış noktası neydi? 1953 CIA destekli askeri darbeden ele alınırsa devrim, “ulusçu” karakter olur. Humeyni’nin 1963 ayaklanması esas alınırsa “Şiî” ayaklanması olarak okunur. 1971 ayaklanmaları çıkış noktası olarak ele alınırsa devrim Marksist karakter kazanır.

Devrim, özünde ulusal kurtuluş hareketi karakterindeydi. Devrime katılan güçlü ve amansız bir İslamcı grup, diğer gruplara (cebren ve kurnazlıkla) üstün gelerek, devrimi istediği istikamete çevirip adına “İslam Devrimi” demiştir. Oysa devrimde İslami hareket kadar ulusçu ve sosyalist hareketler de eşit ölçüde katılmış, mücadele etmiştir. 1979 Devriminde kadınlar aktif ve öncü rol oynar. Kentlerdeki Marksist ve İslamcı silahlı hareketler de yine en öndedirler. Ancak Şah, kanun önünde kadınlara kimi eşit haklar tanısa da şunu söyler: “Kanun önünde eşitseniz de yetenek açısından öyle değilsiniz. Aranızda büyük bir aşçı bile çıkmadı… Siz entrikacı ve habissiniz…” Kadının öncü rol ve yeteneklerinden tasarruf eden eril anlayış, devrimin sonuçlarını başının, gözünün sadakasıymışçasına, temel haklarını hırsızladığı gibi kanun önünde eşitliği lütuf ve minnetle bahşederken bile nefretini, mizojinistliğini sergilemekten herhangi bir beis duymaz. İran’da İslamileşme hukukta (sadece İslam hukukunu bilenler yargıç olur) kadın haklarını tümden elinden alınmasına kadar yayılır. Kadınlar bol giysiler giyecek, başlarını örtecek. Yine kadının Rıza Şah dönemindeki aileyi koruma yasası değiştirilerek, boşanma davası açma, çocuk velayeti, evliyse okuma, öğrenim görme hakkını elinden alır. Humeyni’ye göre, kadın kamu alanına girerse esas rolü olan annelik ve eş görevini yerine getirmez. Kadına bu dönemde sadece oy kullanma-seçme hakkı verir. Devleti iyi tanımayan devrim ne üzerine çıkış yaparsa yapsın devletleşir. İran devlet geleneği de doğası gereği kadın varlığı ve özgürlüğünün inkarı ve dokusuna has gerekçelerle kadına uyguladığı şiddet ve zor üzerinden yaşata gelmiştir. Esasta 13 Eylül 2022’den sonra İran’dan dünyaya yayılan ses, öfkeyle beraber demokrasiye duyulan özlemin çarpıcılığıydı. 13 Eylül’de Jîna Emînî, başkent Tahran’da ahlak polisi tarafından başörtü kurallarına uymadığı gerekçesiyle polis nezaretine alınarak karakola götürülür. 16 Eylül’de fenalaşıp hastaneye kaldırılan Emînî yaşamını yitirmiştir. Doktorlar, Emînî’nin kulak kanaması ve gözaltı morlukları dahil olmak üzere klinik semptomlara dayanarak beyin hasarı geçirdiğini belirtmişti. 17 Eylül’de Emînî cenaze töreni sonrasında toplanan bir grup “Jin Jiyan Azadî” ve daha farklı sloganlar attı. Gösteriler yaklaşık 80 noktaya yayıldı. İranlı kadınlar saçlarını keserek ve başörtülerini yakarak yaşananlara karşı kitlesel tepki gösterdi. Bilindiği üzere, İran merkezli gösteriler tüm dünyaya yayıldı devrim niteliği taşıyan ve sembol haline gelen “kadın saçı” ile “Jin Jiyan Azadî”, erkek aklına ve saldırılarına yönelik subliminal ve “asi” bir karakter kazandırdı. İran İslam Cumhuriyeti, Jîna Emînî’yi “Ahlak Polisleri” tarafından katlederken, rejimin dinamitini elleriyle ateşlemişti. “Erkek İslam Cumhuriyeti”ne karşı “Jin, Jiyan, Azadî” devrimi gerçekleşti. Eylemlerde bir gözünü kaybeden kadına, “Değer miydi” diye sorulduğunda, kadının verdiği “Evet, değerdi” cevabı ya da yine eylemdeki kadınları provoke etmeye çalışıp, “Cehennemde yanacaksınız” diyen erkeklere İranlı kadınlar, “Ateşten kadınları yakamazsınız” diye cevap vermesi, kadın, yaşam, özgürlük felsefesinin derin amaç ve anlamını gösteriyor. İran’da, Suriye’de, Irak’ta, Afganistan’da nedir kadın? Kadın olmak; yeni toplumsal inşa perspektifiyle insanın olmadığı yerde “insan” olmanın ve bunun iktidar ve eril zihniyete entegre olmadan daima özgürlük ve yaşam tutkusuyla mücadele temelinde risk ve bedelleri de göze alarak ancak ve ancak bu zihniyetin üstüne üstüne giderek mümkün olacağını bilmektir. Kadına yapılanların ahlak adına en büyük ahlaksızlık olduğunu bilmek için, ahlakiliği insan olmanın temel gereklilikleri üzerinden okumak gerekir. İnsanı, insanlığın ilk toplumsallığında okuduğumuzda ise karşımıza yine kadın ve kadın öz değer yaratımları çıkacaktır. İşte ahlak bu yaratımlara sahip çıkıp, koruduğumuz oranda insan olduğumuzu, dolayısıyla toplumsal ahlakı savunduğumuzu gösterir. Bu sebeple kadının sahip olduğu ahlaki ve politik rol, kadında varlık gerekçesini oluşturan ahlaki ve politik yapılanmasıdır. Ahlak, kadının kendini özgürce var etme kuralı ise, politika da onu uygulama gücüdür. Kadının ahlakla birlikte politikadan uzaklaştırılmasıyla yaşanan düşüş, kaybediş ve derin kölelik durumudur. Toplumsal sorunların temel kaynağını iktidarcı-devletçi zihniyet ve ona dayalı yapılanmalar oluşturur. İktidarcı-devletçi tüm yapılanmaların aşılması için ahlaki ve politik gücü olan kadın, ahlaki ve politik toplumun da icra gücüdür. Ahlaki ve politik toplumsallıkla farklılıkların, özgünlüklerin gözetilmesine dayalı birliktelik ve birbirini besleyen karşılıklı ilişkisini, gelişimin ve özgürce yaratımın basit ilkesi olarak ele alır.

 

Sonuç olarak;

Özgür kadın; yaşamını derin kölelikten kurtarıp güçlü irade ile kurmak için paradigmasını da güçlü ve derin kabul retler üzerinden kurar. Öz bilinç ve öz örgütlülükle kendisini yetiştiren, yapılandıran kadın demokratik toplumun asıl öğesini oluşturur. Bu temelde toplumun tüm kesimlerinin bilinçli duygu, düşünce ve ortak çıkarlara dayalı bir bağımlılığı, paylaşımı ve dayanışmayı gerçekleştirir. Kadın kurtuluş mücadelesinin sosyal boyutu yine demokratik bir toplum yapılanmasında birey ve toplum ilişkisini optimal bir dengeye kavuşmasını gözetler ve bunun için çalışır. Toplumun kendini ilgilendiren tüm kararları ortak alınmasını esas alır. Toplumsal aklın gelişimini sağlar. Toplumsal kolektivite gücünü kadının birlikteliğinden, dayanışma ve örgütlülüğünden alır. Toplumun sosyal düzeyi kadının sosyal düzeyine eş olduğundan kadın entelektüel, ahlaki ve pratik bilinç ve örgütlülükle sosyal düzeyini geliştirir, güçlendirir. Ayrıca diğer bir boyutta demokratik bir toplum açısından kadın için demokratik bir aile yapılanması da hayatidir. Demokratik aile sistemin sürekliliğini sağlayan ve tek taraflı erkek temelli aile ilişkisini reddeder. Verili aile yapılanmasına karşı kadın ve erkeğin özgür birlikteliğinden oluşan ve her ikisinin ortak iradesine dayanan demokratik ve karşılıklı özgür irade birlikteliğin sözleşmesiyle aile kurar. Kadın erkek ilişkisi tüm toplumsal ilişkilerin kaynağını oluşturur. Özgür toplum ancak kadın erkek ilişkisinin özgürleştirici temelde gelişimiyle mümkündür. Özgürleştirici ilişki geleneksel kadın, egemen erkek ikilemini aşan eşit ve özgür birlikteliktir. Demokratik ilişkilerde birbirini mülkleştirme yaklaşımı yoktur, aksine özgür bilinç ve iradeye dayalı geliştiği için tarafların birinin kararı üzerine bu birlikteliğe son verilebilir de. Özgür birliktelikler, toplumsal hakikate ulaşma, özgür bilinç, irade ve aşka dayalı birlikteliklerdir. İktidarcı-devletçi zihniyet aşılmadan doğru ve özgür bir birliktelik mümkün değildir. Bu yüzden verili aile yapılanmasının demokratik dönüşümü için başta kadın olmak üzere erkeğin eğitimi bu temelde bilinçlenme ve örgütlülüğü esas alınır. Tüm toplumsal ilişkiler ahlaki ve politik temelde geliştirilerek ilişkilerde özgürlük, eşitlik ve iradeyi tanımayı esas almalıdır.

Jin Jiyan Azadî (Kadın Yaşam Özgürlük) tüm etnik ve cins ayrımı ötesinde bir kimliktir. Bu yüzden verilen mücadele, savaş ve ödenen bedel, çalınan, gasp edilen, tecavüze uğrayan öze ulaşma, geri alma ve kadını tekrar kutsallığına geri oturtmadır. Kadına ait tüm değerler, ancak ve ancak mücadele edilerek alınır. Mücadeleyle kadın, yaşam ve özgürlük kazanacaktır.

 

 

Kaynakça:
  • Serpil Çakır; Osmanlı Kadın Hareketi
  • Esin Küntay; Kadın ve Bedeni
  • Fidan Cav; Kadınların Zamanı, Jineoloji Dergisi,
  • Deniz Güngör; Amini’nin Ölümü Milat Oldu, Birgün Gazetesi,
  • Abdullah Öcalan; Demokratik Uygarlık Manifestosu Ciltler, 1., 2., 3., 4., 5.
  • Mitoloji Broşürü
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.