Toplumun genel özgürlük düzeyinin kadının özgürlük düzeyiyle orantılı olduğu biliniyor. Esas olarak ise hakikatin ne kadar yaşam bulduğudur. Kadın özgürlük mücadelesi bugün önemli bir yere gelmişse de bu mücadelenin kuramsal boyutu, evrensel düzeyde, sarsılmaz bir zemine oturmuş olduğundan söz edemiyoruz. Gerek 21.yüzyılın toplumsal/siyasal mücadelesi gerekse kadın özgürlük kuramını geliştirmek açısından Kürt Özgürlük Hareketi istisnai bir yer tutuyor. Feminizm yakın zaman kadar kadın özgürlüğünün tek kuramı olarak teorik, ideolojik bir zemin oluşturdu. Bununla birlikte tüm kuramlar gibi belli tarihsel-toplumsal aralıkta rolünü oynasa da kadın özgürlük mücadelesine 21.yüzyılda kuramsal zemini oluşturuyor. Jineoloji yalnız bir kavram değil aynı zamanda bir yöntemde sunuyor. “Neden Jineoloji” sorusunun yanıtı da burada. Çünkü “feminizm” kavramı Türkçeyle “kadıncılık hareketi” anlamında kadın sorununu tam nitelemekten uzak olup, karşıtı erkekçilik olarak tasarlandığından kısır döngüye götürebilir. Sanki sadece egemen erkeğin ezilen kadınıymış gibi bir anlam yansıtmaktadır. Halbuki kadın gerçeği daha kapsamlıdır. Cinsiyet ötesinde kapsamlı ekonomik, sosyal ve siyasal boyutları olan anlamlar içermektedir. Eğer sömürgecilik kavramını ülke ve ulus bazından çıkarıp insan gruplarına indirgersek, kadının konumunu rahatlıkla en eski sömürge olarak tanımlayabiliriz. Gerçekten ruh ve beden olarak, hiçbir toplumsal olgu kadın kadar sömürgeciliği tanımamıştır. Bu sebeple feminizm yerine Jineoloji (Kadın Bilimi) kavramı amacı daha iyi kavratabilir. Jineoloji’nin birçok bölümlerine ilişkin loji’lerden daha az gerçeklik payı taşımaktadır. Kadının toplumsal doğanın hem fizik hem de anlam olarak en geniş bölümünü teşkil ettiği tartışma götürmez. O zaman neden çok önemli olan bu toplumsal doğa parçası bilime konu edilmesin? Pedagoji gibi çocuk eğitim ve terbiyesine kadar bölümlenmiş sosyolojinin Jineoloji’yi oluşturmaması, egemen erkek söylemi olmasından başka bir hususla izah edilemez. Bu nedenle bu yazıda Kadın Bilimi’ni esas olarak Kadın Tarihi’ni, Jineoloji bakış açısı ile Dokuz Katman’da ele alacağız. Dokuz Katman’ı, ana rahmindeki dokuz ay olarak düşünebiliriz. Böylece tarihi jin (kadın) ve jîn (yaşam) diyalektiği ile beraber öreceğiz.
Kadın gerçeğinin ilk üç katmanını doğal toplum dönemi (Tanrıça Çağı) oluşturuyor. Birinci Katman; Kadın’ın (Tanrıça’nın) en güçlü olduğu dönem: Doğal toplum bir nevi zirvesi sayılan Neolitik Çağ’da, tarım ve köy devrimi gerçekleşti. Tarım toplumunun maddi ve manevi kültürü de tarihin en köklü devrimidir. Bu sebeple Neolitik Devrim de denilen bu çağda, ziraatçilik-tarımcılık önemli bir gelişmeye yol açarken, köylerin oluşmaya başladığı ve hatta insanlık tarihinde belki de en ileri düzeyde-kapsam ve nitelik bakımından-icatlarda bulunduğu yıllar olduğu da ifade edilmekte. Neolitik kültüre bağlı olan köylerde yaşayanlar, sulama teknikleriyle tarım yapar; arpa ve buğday yetiştirir; sığır, koyun, keçi besler; tekerlek, dokuma, çift sürme aletleri, etkin yapılar, kahramanlık destanları ana-kadının büyük üretken gücü etrafında harikalar yaratır. Kadının bu toplumsallığın maddi ve manevi gücünün sembolü olması, insan toplumsallığında ana-kadın olgusunu değerlendirmeyi zorunlu kılar.
İlk kez 19. Yüzyılda J. J. Bachofen “anaerkillik” teorisini belli ilkeler ve yasalar çerçevesinde ortaya atmıştır. Bireyler gibi halklar da birer organizmadır. Yeşermek ve olgunlaşmak için sağlam bir “yol gösterici” ele ihtiyaçları vardır. Ve bu el ancak Ana’nın eli olabilir. İnsanlığın kökeni, üstün bir gücün, kadının ya da daha doğru bir deyişle ilk Ana’yı-Toprak-taklit ederek doğuran ana bedeninin himayesine verilir. “Anaerkillik” dönemi “madde”nin ve “fiziksel” varoluş “konumlarının” bütünüyle egemen olduğu bir dönemdir. Bu tespitleriyle Bachofen, dönemin tarih anlayışını altüst etse de, bugün değerlendirdiğimizde eksik kalan yanları ve yanılgıları olduğunu söyleyebiliriz. Öncelikle artık doğal toplumların ana “erkil” değil, anayanlı olduğunu biliyoruz. Yapılan bütün araştırmalar da göstermektedir ki komünal değerlere bağlı olunan doğal toplumlarda kadın öncülük misyonunu üstlenerek, yaşamı inşa etmiş ve tüm var olan değerlerin yegane yaratıcısı, Tanrıça konumuna getirmiştir. Fakat bu durumu organik bir gelişim seyri sonucu açığa çıktığını biliyoruz. Bir sınıflı oluşum olmadığı gibi “erk” diyebileceğimiz bir güçte yoktu. Bu sebeple doğal toplumların anayanlı bir dönem olduğu teorisi gerçeğe daha yakındır.
Lilith’in Sembolünün Yılan Oluşu Anlamlıdır
Anayanlılık yani soy çizgisinin ananın akrabalarına göre belirlendiği düzende, baba ve baba kavramı bulunmadığından, çocuklarla dayılar arasında zorunlu bir ilişki doğmuş, giderek kardeş soyluluk uygulaması ortaya çıkmıştır. Erkek çocuklarına erkek işlerini dayı öğretir. Miras dayıdan yeğene geçer. Matriarkalden Patriarkal sisteme geçişte ilk adım da diyebileceğimiz Avunculat (dayının rolünün etkili olduğu sistem) ile bir denge dönemi olmuştur. Bu da İkinci Katman’a tekabül eder. Binyılları bulan bu denge dönemi, ilk özel servetin biriktirilmesi, tarım ve hayvancılıkla başlayan yüksek ekonomiyle sona erer. Yiyecek bolluğu, nüfusun yoğunlaşması ve yeni toplumsal iş bölümünün ortaya çıkmasına yol açmıştır. Daha önce avcı olan erkekler, artık çiftçi, çoban ve zanaatçı olur. Daha üretken bir ekonomi ve giderek artan bir emek gücü ilk üreticilerin günlük tüketme gereksinimlerinin üzerinde bir mal fazlasının birikmesine sebep olur. Bahsini ettiğimiz, ilk üç katmanın sonucu olan Üçüncü Katman da bu dönemdir.
Doğal toplum değerlerine-ki bunlar ana tanrıça etrafında geliştirilmiş olan değerlerdir-bir kesim veya zümre tarafından konulur. El koyma eylemini gerçekleştiren güce “üçlü kurnaz ittifak” da denilir. Bu ittifakın bileşenleri, yaşamdan edindiği tecrübeye dayanan yaşlı erkek, ona tanrıçadan edindiği iyileştirme yöntemlerini topluma karşı ilahi güç olarak kullanan şaman ya da rahip ve bir de doğal toplumun savunmasını üstlenmiş olan avcı erkek giderek askeri şef olarak belirlenir. Bu üçlünün bir araya gelmesi-ki bu belirttiğimiz gibi bin yılları alan bir süreçtir-ona, tanrıça kültürü yerini ataerkil kültürünün almasıyla güçlü bir müdahale gerçekleşir. Bu üçlü hem toplumun bin yıllar içerisinde oluşmuş olan manevi kültür değerlerine hem de üretilen artı değerlere el koyarak, her geçen gün daha fazla palazlandı.
Üçüncü Katman’ın gelişim evresinin iyi bir anlatımda diyebileceğimiz mitolojik dönem; Tiamat’ın (diğer bir adıyla Hubur Ana) oğul Marduk tarafından öldürülmesidir. Şu unutulmamalı: “Mitolojik yaklaşımının bağlantısı kesin çevreci, kaderden uzak, determinist olmayan özgürlüğe açıktır. Doğallıkla uyumlu bu yaşam anlayışı, insan topluluklarını büyük dinler çağına kadar çok renkli ve coşkulu kılmıştır. Efsane, destan ve kutsallıklarla yüklü mitolojiler özellikle neolitik dönemin temel zihniyetidir. Söylencenin nesnelle çelişmesi içeriğinde anlamlı yorumların geliştirilmeyeceği anlamına gelmez. Söylenceler (mitolojiler) üzerine anlam değeri hayli yüksek yorumlar yapabilir. Tarih, bu yönlü yorumlar dışında çok az kavranabilir. En uzun yaşam dönemini söylence biçiminde geçiren insan topluluklarını kavramada temel bir yöntem olarak mitoloji, vazgeçilmez önemdedir. Mitolojik yöntemin tam zıddı gibi konulan günümüz bilim yöntemlerinin de çoğunlukla birer mitolojiden ibaret oldukları yeterince kanıtlanmıştır.” Bu sebeple kısaca değinmek gerekirse; “Gökyüzünde iken” anlamına gelen Enuma Eliş olarak bilinen destan, İngiliz arkeologların 1845’te Ninova’da başlatılan kazılar sırasında yedi adet kil tablet üzerine çivi yazısıyla kaydedilmiştir. Destana göre ilk önce sadece Tiamat vardı ve tuzlu suları yönetiyordu, eşi Apsu tatlı suları yönetiyordu. Apsu, kendi çocukları tarafından öldürüldü. Marduk kendisini tüm tanrıların tanrısı ilan eder. Böylece bir savaş başlar. Kingu[1] annesi Tiamat’ın savaşında, hep annesinin tarafında savaşır. Ne yazık ki büyük oyunlarla Marduk, Tiamat’ı yener: “Marduk tüm düşmanlarına boyun eğdirdikten sonra, Tiamat’a döndü, bacaklarına bastı ve asasıyla kafasını ezdi. Kan damarlarını parçaladıktan sonra, kuzey rüzgarı kanı gizli yerlere götürdü. Sonra Marduk, Tiamat’ın cesedini kabuklu bir hayvan gibi iki parçaya ayırdı. Tiamat’ın yarısıyla gökyüzünü kurdu, diğer parçasıyla da yeryüzünü oluşturdu. Tiamat’ın tükürüğüyle bulutları yarattığı ve onları suyla doldurdu, ancak rüzgarın, yağmurların ve soğuğun sorumluluğunu kendisi aldı. Tiamat’ın başını yeryüzündeki dağları oluşturacak şekilde yerleştirdi ve Dicle ile Fırat nehirlerinin Tiamat’ın gözlerinden akmasını sağladı.”[2]
Böylece belirttiğimiz tüm değerlere el koyma tamamlanmış oldu. Buna aynı zamanda İkinci Büyük Cinsel Kırılma Karşı-Devrim de diyebiliriz. Sosyo-ekonomik gelişmeler ataerkil bir toplum düzeni yaratmıştı; bu oluşumda büyük pay sahibi erkek yarattığı düzenin de kölesi olmuştu. Çiftçiydi, çobandı, zanaatkârdı, askerdi, kadının üzerinde bir erkti ama başta kral olmak üzere düzenin egemenlerinin de kölesiydi. Sınıflı toplumun ilk evresine damgasını basan bu köleliğin ortaya çıkmasıyla, kadınların ikincil konuma itilmesi işi tamamlanmış oldu. Daha önce sığır karşılığı alınan kadın, artık ev hizmetleri ve doğurma işlemlerini yürüten bir köle konumuna indirgenmiştir. Romalı hukukçuların “arle” tanımlaması, bunu açıkça göstermektedir: Famulus “ev işlerine bakan bir köle” anlamına gelir, familia (arle) ise “tek bireye ait kölelerin toplamını” belirler.
Dinsel kaynaklı ön yargıların yaratılması sürecinde iki kadın kimliği ortaya çıkmıştır. Dokuz katmanın dördüncü ve beşinci katmanını oluşturur. Direnen kadın kimliğinin sembolü de diyebileceğimiz Lilith arketipi Dördüncü Katman’ı oluşturur. Yahudilik ve Hıristiyanlık inancına göre, Lilith, Adem ile eşit yaratılmış bir kadındı; Adem’e hizmet etmeyi reddedip cenneti terk eden ya da kovulan asi dişi olarak geçer. Boyun eğmeyişinden anlaşılıyor ki, anayanlılıkta ısrar eden kadının sembolü adeta Lilith ilk olarak, gecelere, yeraltı dünyasına egemen kötücül bir ruh olarak Gılgameş Destanı’nda geçer. Sümerlerin ilk dönemlerinde İnanna’nın sol eli olduğu söylenir. Lilith’in sembolünün yılan oluşu anlamlıdır. Çünkü yılan, yaşam veren, doğurganlaştırıcı yeryüzü sularını temsil eder. Bilgi ağacı konusunda önyargılarınız yoksa ilk öğretmen de diyebiliriz. Erken dönem Mezopotamya sanatından gelen ve Hindistan geleneklerinde bugüne kadar varlığını koruyan motifler arasında, birbirine dolanmış iki yılan deseni de vardır. Bu kadim figür, “cin”ler için dikilen adak levhalarında yaygın biçimde görülür. Nagakal adı verilen, çeşitli şekillerde yılan biçimleriyle süslenmiş, bu taş tabletler, çocuk isteyen kadınların adak armağanları olarak bilinir. Lagaş Kralı Gudea’nın kurban kadehinde de yine bu sembol vardır. Nietzsche modern edebiyatta yılan motifini yeniden kullanır. Filozofun, “Yalnız Bilge”nin iki yoldaşından biri yılan olarak geçer (diğeri kartaldır), “Güneşin altındaki en gururlu hayvan ve yine güneşin altındaki en akıllı hayvan” diye tanımlanır.
Eski Ahit’te Musa çölden geçen İsraillilere, yılan ısırıkları yüzünden ölmemeleri için bakınca iyileşecekleri tunç bir yılan yapıp bir diğerinin üstüne koyma emrini verir. Farklı yorumları destekleyebilen muğlaklığı nedeniyle, suret ve putlara tapınmayı yasaklayan antik İbrani kültüründe kaybolmamayı başaran ana imge yılandır. Bugün Laleş’teki Şeyh Abdi Türbesi’nde haç mevsiminde duvarda girişin sağ tarafında bulunan yılanın öpüldüğünü biliyoruz. Böylece Êzidîlikte de kutsandığını anlamaktayız.
Diğer kadın kimliği ise; Lilith’ten sonra Adem yalnız kalmasın diye, Adem’in kaburga kemiğinden yaratılan Havva arketipidir. Bu da Beşinci Katman’dır. “Kaburga Hanımı” da diyebileceğimiz Havva’dan anlaşılıyor ki kadın, Tanrı’dan yaratılmayacak kadar unutulan bir varlık olur. Üstelik Bereket Tanrıçasının düğün şenliğinde bahçesindeki elmayı krala (eşine) veriyorken, bu sonradan günah meyvesi elmayı Adem’e veren Havva’nın hikayesi oluveriyor. Ne yazık ki, Havva bir bütün oluşan sisteme teslim olan kadının temsiliyetidir. Böylece artık geleneksel olarak kadınlar, nadiren toplumun asli bir parçası sayıldı; temel “kadın” kategorisine yerleştirildiler. Bu kategori, basmakalıp şehvetli kadın (günahın öznesi ve nesnesi) ile iffetli kadın (erdemin simgesi ve kurtuluşun aracı) imgelerini karşılaştırmaya oldukça uygundur. Yahudilik ile bu durum erkek imalatı kadınlar, erkek egemenliği altına girip silikleşen kadınlar halini aldı. Musevilik, kadının İkinci Büyük Cinsel Kırılması’nda ilk darbedir. Bu sebeple dokuz katmanın Altıncı Katman’ı Yahudiliktir. Bu inanç sisteminde, “Beni kadın yaratmayan Tanrı’ya şükürler olsun” diye dua edilir.
Jineoloji Perspektifiyle Tarihe, Bugüne ve Geleceğe Bakmak
Ana Tanrıça inancının, kültürünün devamı ve Tanrıçanın direngen damarları olan kraliçeler Yedinci Katman’ı oluşturur. M.Ö. 1789’da Mısır’da ilk kez üvey kardeşleri öldüğü için Sobekneferu 3 yıllığına Mısır’ın hükümdarı olmuştur. Dünyanın ilk kadın hükümdarı diyebiliriz. Mezopotamya’nın kuzey ülkesi Asur’da yaşayan Sammuramat ya da efsanevi adıyla Semiramis (M.Ö. 800’ler); IV Şamşi-Ahad’ın eşiydi. Evliliği sırasında ona eşiyle eşit sıfatlarla hitap ediliyordu. Eşinin ölümü sonrası yetki ve sorumlulukları üzerine aldı. Semiramis döneminde Asur çok güçlüdür. Bu sebeple Tanrı Nabu’nun iki heykelinden biri ona adanmış, Neba’ya dikilen bir anıtta hayatı yazılmıştı. Semiramis, “güvercinden gelen” anlamı taşır. Sammurammat’ın dove[3] anlamına gelen sumat’tan geldiği düşünülmekte. Bir diğer örnek olarak ise; Suriye Çölü’nün ortasında, Palmira’da Zenobia kraliçelik yapmıştır. Zeki olduğu her yerde vurgulanan Zenobia, eşi Odaenathus’un ölümü sonrası tahta geçmişti (M.S. 1-2. yüzyıl) Zenobia hep ordusuyla savaşlara katılmış, güçlü bir kadındı ve Tanrıça yerine konuluyordu. Hitit Kraliçesi Puduhepa Tanrıça kültürünün devamı için kütüphane yapmıştır. Bu örnekler elbette artırılabilir, önemli bir katmanı oluşturan kraliçeler dönemi kadın mücadele tarihi için arz eder. Daha öncede belirttiğimiz gibi; ana yanlı dönemden devletin ortaya çıkışıyla ataerkil sisteme geçiş binyılları alan bir dönemdi, bu sisteme karşı direnen kadınlar, bununla birlikte direnen toplumlar hep olmuştu. Kendilerini Ay’ın kızları olarak gören Amazonlar buna güzel bir örnek oluşturur. Bu kadın savaşçılar, anayanlıktan ataerkilliğe geçiş anında tarih sahnesinde görüldüler. Kraliçeler, bu direnişin bir devamı niteliği taşır. Tüm kraliçelerin ortak özellikleri; Tanrıça kültürünü yeniden yeniden diriltmek olmuştu. Güçlü ana-kadın figürünü yeniden açığa çıkardılar. Tahtta oldukları dönemde toplum refah içerisinde yaşadı ve komünal değerler inşa edilmeye çalışıldı. Ne yazık ki her yüzyılda olduğu gibi o direniş döneminde de teslim olan Kraliçeler vardı. Örneğin, Sobekneferu’dan 286 yıl sonra yine bir kadın olan Hatşepsut tahta geçmişti. Farkı şu ki; Hatşepsut kendini kraliçe değil, dişi kral ilan etmiş ve Firavunlara özgü simgeleri kullanmıştır. Eril eğilim tüm davranışlarına egemendi, öyle ki; Bibanü’l Harim’de (Kraliçeler Vadisi) değil, Bibanü’l Müluk’da (Krallar Vadisi) mezarını hatırlattı. Amon-Ra’nın kızı olması gerekirken, yalnızca kralların kullandığı “Horus” (DİPP 4. Horus; şahin anlamına gelir) adını almakta kararlıydı. 22 yıl tahtta kalmasını bu erilleşmesine borçludur.
Tek tanrılı dinlerle kadının düşüşü hızlanır. Bu da Sekizinci Katman’ı oluşturur. Tevrat, kadınların elinde tarihi alır çünkü yazısız tarihi yapanlar kadınlardır ve yazılı tarihe geçince yok sayar. İncil, cinsel ilişkiyi karalar ve yalnızca üreme için zorunlu bir eylem olarak görür. Kur’an, düzen yasasını ve bilgiyi elinden alır.
Hıristiyanlıktaki Meryem Ana figürü, tanrıçalar, tanrı-analar zincirinin son ve en zayıf halkasını temsil eder. Ana-oğul ikilisinin yerine Baba, Oğul ve Kutsal Ruh alır. Bir güvercinle temsil edilen Kutsal Ruh gerçekte ataerkilleşen toplum yapısındaki ortak belleğin, tanrı-ananın yerini alan soyut kavramdır. Güvercin mitolojisinde Tanrıça ve beyaz sütü temsil ederken, bu kuş da babanın olur artık. Aziz Pavlus’un kadına biçtiği rol bellidir: “Kadın erkeğe hükmetmeye, ondan üstün olmaya kalkışmayacak”, “Doğumdaki sancıları ise Havva’nın günahının kefaretidir.”
İslamiyet’i incelediğimiz zaman ise Nadia Abbott’a göre, İslam öncesi dönemde, halkın dinsel yaşamında belirli bir sınıf kadın çok önemli rol oynamaktadır. Bunlar arasında kâhinler ve nebiyeler (kadın peygamberler) vardı ve erkekle aynıydı fakat İslamiyet’in ortaya çıkışla bu kadınlar silinmeye başladı. Ömer’in halifelik döneminde ise, kadına daha fazla baskı uygulanmaya başlandı. Kadınlar camiye alınmadı, hacca gitmeleri yasaklandı.
Tek tanrılı dinlerde bir diğer nokta ise örtünmedir. Örtünme, erkeğin kadın bedeni üzerindeki denetimin göstergesidir. Yahudilik ve Hıristiyanlıkta da olmasına rağmen İslamiyet’te daha belirgin hale gelir. Kadının örtünmesi, aslında cinslerin tecridi ilkesinin bir uzantısı ve cinslerin tecridinin zorunluluğu inancı da, cinslerin özgürce bir arada bulunmasının tehlikeli olduğu varsayımına dayanır. Böylece kadının düşürülüşü Sekizinci Katman’la başka bir boyuta ulaşır.
İnsanlık tarihinin son beşyüz yılındaki (kapitalizmin başlangıcından günümüze) kadın kimliklerini Dokuzuncu Katman olarak ele alabiliriz. Bu döneme son kölelik düzeni de diyebiliriz. Uygarlık tarihinin, kadının kaybedişi ve kayboluşu tarihi olduğu bir gerçekliği iade eder lakin kapitalist uygarlık, tarih boyu kadın üzerinden geliştirilen sömürü ve egemenlik operasyonlarında en son ve en bitirici aşamayı temsil eder. Köleci uygarlıkta ev kölesi haline getirilen ve mülk konusu yapılan kadın, hanedanlara çocuk doğurmakla yükümlü kılınmıştı. Feodal uygarlık aşamasında eksik bir canlı olduğunu kabul edecek, erkeğe dayanmadan yaşamayacağına inanacak kadar düşürülmüştü. Kapitalist uygarlıkta ise, en ince ve öldürücü meta haline getirildi. Kadın her şeyiyle artık pazar konusu oldu. Kadının sunulmadığı hiçbir ilişki, kullanılmadığı hiçbir alan, konu olmadığı hiçbir alım-satım sahası kalmadı. Bu da ilk darbesi Yahudilikle atıldı, İkinci Büyük Cinsel Kırılma Karşı-Devrimdir.
Birinci ve İkinci Karşı-Devrimleri en iyi Sümerlerin ziggurat sistemiyle izah edebiliriz. Zigguratın üst katı zihinlere hükmeden Tanrı mekanı olarak düşünülür. Orta katlar rahiplerin politik yöntem karargâhlarıdır. En alt kat ise, her tür üretime koşturulan zanaatçı ve tarım çalışanların katı olarak hazırlanmıştır. Bu model günümüze kadar özde değişmeyip, sadece muazzam bir açılma-saçılma konumuna erişti. Merkezi uygarlık sisteminin beş bin yıllık bu öyküsü gerçeğe en yakın tarih konusudur. Zigguratı çözümlemek, merkezi uygarlık sistemini çözümlemek, dolayısıyla günümüze kapitalist dünya sistemini gerçek temeline oturtarak çözümlemek anlamına gelir. Kapitalizm hiçbir sömürü düzeninde olmadığı kadar kadına ilişkin sömürü düzeneği geliştirdi. Antikçağ “demokratik” şehir devletlerinde, hakları ele geçiren eski kölelerin tıraş edilmiş kafalarını Roma Tanrıçasının “özgürlük başlığı” süslerdi; yani özgürlüğü temsil eden bir simge aynı zamanda köleliği de çağrıştıran bir şeye dönüşmüştür. Bugün kapitalizmle yaşadığımız tam da bunun somutlaşması oluyor. Tekrar tekrar kadının tarihteki statüsüne dönmek acı oluyor fakat gerçeklerin dili sömürülenler için başka türlü de olmuyor. Sistemin köklerini dayandırdığımız Sümerlerin dahi özgürlüğe, anaya dönüş (Amargi) olarak tanımlamaları, gerçek tarihin dile gelişi değil midir?
Karşı-devrimlere karşı Üçüncü Büyük Cinsel Kırılma kadının lehine bir kırılmayla açığa çıkacak olan devrimdir. Bu devrim bizleri jin (kadın) ve jîn (yaşam) birlikteliğine yeniden ulaştıracaktır. Bu devrim başlı başına işlenmesi gereken bir konudur. Burada da sadece konumuzla bağlamı çerçevesinde değinildi. Ne kurgulanırsa kurgulansın kadının gizli güçleri saklı tutulamıyor ve erkek egemen zihniyette büyük korkulara neden oluyor. Aslında kadından duyulan korku (bu kadının dinamik güç olmasıyla ilgilidir) kadın özgürlüğüne karşı duyulan korkunun bir yansımasıdır. Çünkü şu gerçek biliniyor; kadın yaşamın savunucusu, yaşamın doğurucusu.
“Tarih”in kendisi de tıpkı “kadın” gibi inşa edilmiş, belli (eril ve egemen) bakışı açısından oluşturulmuştur. Uzun zamandır bu eril mimari yıkıma uğratılıyor. Ancak yeni bir yapı için daha fazlasına ihtiyaç var. Tam da “Özgürlük Zamanı” gelmişken, Jineoloji perspektifinden tarihe, bugüne ve geleceğe bakma imkanı bulabiliriz.
[1]Kingu Tanrıça inancına bağlılığı sembol eden Tanrı’dır. Öyle ki Tiamat Kader tabletini (6 ana -kadın değerleri, 104 ME’dir) Kingu’ya verir.
[2]Dünya Mitolojisi – Donna Rosenberg
[3]Dove; güvercin anlamına gelir.
Yoruma kapalı.