Düşünce ve Kuram Dergisi

Kadın Sadece Kendi Kendisinin Olmalıdır: Xwebûn 

Ali Fırat

Yaklaşık M.Ö. 10000-4000 yılları arası dönem, anaerkil kültürün iyice kurumlaştığı ‘uzun dönemi’ ifade eder. Bu dönemde her tür çömlekçilik, tarım için saban ve hayvan koşumu, tekerlek, dokuma ve el değirmeni bulunmuş, sanat ve din kurumlaşmıştır. Çok verimli bitkisel ve hayvansal ürünlerin varlığı, nüfusun büyük artış göstermesinde kendini kanıtlamıştır. Sadece yeni ve gelişkin yontma taşlardan balta, bıçak, değirmen, tekerlek, mimari ve diğer sanatsal ve dinsel eserler yapılmıyor; Kalkolitik Dönem dediğimiz dönemde, madenlerden de daha kullanışlı aletler yapılıyor. Günümüzde bunların örneklerine bolca rastlıyoruz. Zagros eteklerindeki Bradostiyan kazı merkezlerinde, Çayönü ve en son Urfa yakınındaki Göbeklitepe’de yapılan kazılarda on bir bin yıl öncesine dayandığı kanıtlanan yontulmuş taştan, muazzam ev ve dinî mimari örneklerine, maden taşından yapılmış birçok araç gerece rastlanmıştır. Bugün bile yerel halkın kullandığı bu kültürel araçlar ve onları ifade eden kelime grupları, Çekirdek Alan kimliğine ışık tutmaktadır. Ceo (geo-yer), erd (yer, toprak, tarla), jin=jîn (kadın, yaşam), roj (güneş), bra (kardeş), mur (ölüm), sol (ayakkabı), neo (yeni), ga (öküz), gran (büyük, ağır), meş (yürüme), guda (tanrı) ve daha onlarcasını sayabileceğimiz kelimelerin bugün bile birçok Avrupa dilinde kullanılması, Kaynak meselesine ışık tutmaktadır. Otantik halk grupları (en eski yerleşik halklar) olan Kürt, Fars, Afgan, Beluci gibi tanınmış toplulukların dillerinde de halen kök olarak yaşayan bu kelimeler, Aryen Dil-Kültür Grubunun Avrupa ve Hint kaynaklı olmadığını, bunun tersinin doğru olduğunu kanıtlamaktadır. Tarihsel köklerini yazılı olarak Sümer metinlerinde bulabileceğimiz ve birçok bölge merkezinde yapılan arkeolojik kazıların da kanıtladığı üzere, en azından on iki bin yıl öncesine götürebileceğimiz bu kültür zamanında Avrupa, ‘Eski Taş Devri’ni yaşarken Hindistan, benzer bir dönemden geçiyordu. Aryen Dil ve Kültürün, bu ‘uzun süre’ tarihinde, insanlığın bugün kullandığı temel yaşam araçlarının yaklaşık yarısından az olmayanlarını üretip kurumlaştırdığını, rahatlıkla gösterebilecek durumdayız. Bazı merkezlerde bulunan sunduğumuz örnekler dışında, daha binlercesi yer altında beklemektedir. Ayrıca bugün bile mevcudiyetini koruyan otantik dönemden kalma halk grupları, birer canlı arkeolojik merkez durumundadır. En azından altı bin yıl öncesinde bu halkların, kimlik olarak varlıklarına (etnik farklılaşma) rastlamaktayız. Bir kez daha belirtmeliyim ki, bu Çekirdek Kültür Merkezinde (Verimli Hilal) olup bitenler, anlam olarak bütün yönleriyle ifade edilmedikçe, Tarih Bilimi büyük eksiklikler taşıyacaktır.

Temel Kültür Sosyolojisinin konusu olarak Verimli Hilal’de temeli atılan dil ve kültürün yeri, Orijinal Kaynak değerindedir. Alanda kurulan toplum, ‘En Uzun Süreli’ olma konumundadır. Daha önce belirttiğimiz gibi, doğal veya toplumsal bir afetle insan yaşamı ciddi oranlarda ortadan kalkmadıkça (sözgelimi yeniden klan çağına dönülmedikçe), Verimli Hilal’e dayalı olarak ortaya çıkan Toplumsal Kültür ve Uygarlık Kuşağı, başatlığını sürdürebilecek kapsamdadır. Verimli Hilal’de yükselen Toplumun İkinci Büyük Aşaması olan ve ‘Sümer Rahip Devleti’yle başlayan aşaması, ‘Uygar Toplum Aşaması’ olacaktır. ‘Uygar Toplum’, esas olarak Verimli Hilal Kültürüne dayanan hiyerarşi-hanedan kökenli bir çıkıştır. Üretim tarzının gelişmesi temelinde artan besin bolluğu ve çeşitliliğinin sınıfsallık ve kentleşmeyle birleşmesine bağlı olarak, herhangi bir hiyerarşik hanedan grubunun eskiden kalma ‘güçlü adam’ın olanaklarını harekete geçirip ‘devlet’ örgütlenmesine geçmesi, Uygar Toplumun özünü oluşturur. Devlet, Kutsal Kitapta Leviathan (denizden çıkan canavar) olarak yorumlanır. Bu canavarın toplumsal gelişme üzerindeki kanlı, istismarcı ve zaman zaman soykırımcı yürüyüşünü, önce kadını ardından insanı ve toplumu köleleştirerek sömürme biçimleri ve bunu meşrulaştırma avadanlıklarını biliyoruz. Kent, sınıf, devletle tanımlanan ataerkil uygarlığın ilk kaybedeni kadındır. Bunu, Sümer mitolojisinden, İnanna’nın kurnaz ve güçlü adam Enki’ye karşı mücadelesinden ve sonrasında Tiamat’la paramparça edilmesinden izlemek mümkündür.

Tarihe damgasını vuran ana tanrıça eksenli anaerkil neolitik toplum kültürü, orijinalini bu bölgede bulmaktadır. Doğu Akdeniz’den Zağros sıradağlarına; Kuzey Arabistan çöllerinden Anadolu Toroslarına kadar, özellikle Dicle, Fırat ve Zap sularının çıkış yaptığı dağ etekleri ve aralarındaki ovalık kısım, bu toplum tipinin şekillendiği ana merkezler olmaktadır. Tarihte bu bölgeye Verimli Hilal denmesi de bu özelliğinden ötürüdür. İnsanlık, yaklaşık on bin yıllık bir sürede, bölgenin yaratıcı rolüyle beslenmiş olmaktadır. Tüm bu zamanlarda, bir anlamda dünya insan toplumuna da önderlik edilmektedir. Kürdistan’dan yayılmayı fiziki değil kültürel olarak düşünmek gerekir. Tahminen 6000 yıl önce aşiret oluşumu tam belirginlik kazanmıştır. Kürt aşiretlerin dağ kökenli olanlarında kullanılan bazı kelimelere Hurrilerde rastlanmaktadır. Hatta tüm Hint-Avrupa Dil Gruplarında kullanılan murd = ölüm, jin = kadın, yaşam, ra = güneş, star = yıldız gibi çok eskiden kalma kelimeler de bu gerçekliği yansıtmaktadır. Tanrılar ve mitolojik düzen arasındaki benzerlik de dikkat çekicidir.

Uygarlığı doğuran ANA, sınıf, devlet eksenli ataerkil uygarlık evladının kadrine uğramış, tutsak, en marjinal, tehlikede olan bir konumda; adeta insanlığı doğuran en eski bir ebe olarak, köşede dilinden bir şey anlaşılamayan ninenin durumuna düşürülmüştür. Kadının egemenlik altına alınarak nesneleştirilmesiyle bağlantılı çok zalim ve anlayışsız bir yaşam tükenişi söz konusudur. Anaerkil toplum, kurumsal olarak dağıtıldıktan sonra artık onun anlamından, dar kültüründen bahsedilemez. Bu durumda kurum, su dolu bir tas gibidir. Tas kırıldıktan sonra, açık ki suyun varlığından bahsedilemez. Bahsedilse bile o artık tasın sahibi için su değil başka topraklar veya kapların sahiplerine akmış bir yaşam unsurudur. Hem kurumsal hem de anlamsal olarak derin bir parçalanmayı ve zihniyet yitimini yaşadığı için, Kürt toplumu ancak bir ‘kültürel soykırım altındaki toplum’ olarak tanımlanabilir. Dilin kendisi, bir toplumun kazandığı zihniyet, ahlâk ve estetik duygu ve düşüncenin toplumsal birikimidir; anlam ve duygunun bilince çıkmış, ifadeye kavuşmuş kimliksel ve ansal varoluşudur. Dile kavuşan toplum, yaşamın güçlü gerekçesine sahip olmuş demektir. Dilin gelişkinlik düzeyi, yaşamın gelişkinlik düzeyidir. Bir toplum, anadilini ne kadar geliştirmişse, yaşam düzeyini o kadar geliştiriyor demektir. Yine dilini ne denli yitirmiş ve başka dillerin hegemonyası altına girmeyle karşılaşmışsa o denli sömürgeleşmiş, asimilasyona ve soykırıma uğramış demektir. Bu gerçekliği yaşayan toplumların zihniyet, ahlâk ve estetikçe anlamlı bir yaşamlarının olamayacağı, hasta bir toplum olarak silininceye dek trajik bir yaşama mahkûm kalacakları açıktır. Anlam, estetik ve ahlâk yitimini yaşayan toplumların kurumsal değerlerinin, sömürgenlerin değerlerinin hammaddesi olarak işlenmesi de kaçınılmazdır. Sonuç olarak dil, örneğin Kürtlerdeki haliyle yaşandığında, bu durumdaki bir toplumun maddi olarak son derece yoksullaşacağı ve paramparça duruma düşeceği dolayısıyla anlam, ahlâk ve estetikçe de yanlış, hain ve çirkin olarak yaşamaktan kurtulamayacağı gayet açıktır.

 

Şimdiye Kadar Namus Adına Yapılanların Tersi Yapılmalıdır

Kürt Toplumunda yaşamın tükenişini, en çok kadın olgusu etrafında gözlemlemek mümkündür. Yaşam ve kadın adlarını gerçekçi olarak birleştiren bir toplumsal kültürde (Jin, jiyan, can, şen, cihan sözcükleri hep aynı kökten çıkar ki, hepsi yaşam ve kadın gerçekliğini ifade eder) kadında yaşamın tüketilişi, toplumsal tüketilişin de temel göstergesidir. Tanrıça Kültürüne yol açmış, kadın etrafında uygarlığın temelini atmış bir kültürden geriye kalan, kadınla yaşam konusunda kocaman bir körlük ve güdülere düşkünce teslim olmaktır. Geleneklerin, imha ve inkâr peşinde koşan kapitalist modernitenin kıskacındaki toplumsal yaşam, tümüyle kadın çaresizliğine mahkûm edilen yaşamdır. Elde kalan son savunma mevzisiymiş gibi savunulan kadına dayalı namus anlayışı, aslında nomos’un (nomos = kural veya kanun) anlamından uzaklaşmış bir hali ifade eder. Çok keskin kadın namusçuluğu, çok keskin bir toplumsal namussuzluğu ifade eder. Toplumun namusundan yani onu ayakta tutan temel değerlerden ne kadar uzaklaşılmış veya uzaklaştırılmış bir konumda yaşanıyorsa o kadar kadın namusçusu kesilmek, tam bir paradokstur.

Kürtlerin, toplum namusunu yitirdikten sonra kadının namusunu da koruyamayacaklarını kavrayamamaları, sadece cehalet değil ahlâk adına ahlâksızlıktır. Kadın namusu adı altında yaşatılmak istenen namus anlayışı, ahlâki ve politik olarak tükenmiş Kürt erkeğinin, kendi gücünü kadın köleliğinde kanıtlama çabasından veya güçsüzlüğünden ileri gelmektedir. Yabancı hâkimiyetin ona ve toplumuna yaptıklarının acısını, o da kendi hâkimiyetini dayattığı kadından çıkarmak istiyor. Kendini bir nevi terapi ediyor. Açık ki, dünya genelinde de ağır olmakla birlikte, belki de hiçbir yerde Kürt kadınının statüsünde görüldüğü kadar ağırlaştırılmış bir kölelik söz konusu değildir. Kürt Toplumunda yaşanan çok çocukluluk, bu gerçeğin diğer bir yüzüdür. Cehalet ve özgürlüksüzlük, benzer toplumlarda da varlığını sürdürmenin tek çaresi veya çaresizliği olarak çok sayıda çocuk doğurmaya götürür. Öz bilincin gelişmediği her toplumda yaşanan bir olgudur bu. Paradoks şuradadır ki, yaşamın diğer vazgeçilmezleri olan güvenlik ve beslenme olmadığı için çok çocukluluk, büyük sorunlara yol açar. İşsizlik, çığ gibi büyür. Zaten kapitalist kâr sisteminin istediği düşük ücretli köleliği besleyen de bu aşırı nüfustur. Uygarlık Geleneği ve Modernite el ele vererek, bütün yıkımını kadın üzerinde böylece gerçekleştirir.

Jin ve jiyan’ın, kadın ve yaşam olmaktan çıktığı koşulların, toplumun çöküş ve çözülüşünü yansıttığını hep söylüyoruz. Bu gerçekliği çözmeden ve özgürlük yoluna seferber etmeden adına devrim, devrimci parti, öncü ve militan diyebileceğimiz unsurların rol oynayabilmeleri düşünülemez. Kendileri kördüğüm olmuş olanların başkalarının kördüğümünü çözmesi ve başkalarını özgürleştirmesi mümkün olamaz.

Özgürlük Hareketinin bu konuda doğurduğu en önemli sonuç, toplumun kurtuluşu ve özgürlüğünün kadın olgusunun çözümlenmesinden, kurtuluşu ve özgürlüğünden geçtiğine ilişkindir. Fakat belirttiğimiz gibi Kürt erkeği de çok çarpıtılmış olan kendi namusunu veya bilimsel olarak daha doğru bir tanımlamayla namussuzluğunu, kadına mutlak egemen olmakta görüyor. Asıl çözülmesi gereken bu yaman çelişkidir. Demokratik Ulus İnşasına gidişte bu deneyimin de ışığında yapılması gereken şey, şimdiye kadar namus adına yapılanların tersinin yapılmasıdır. O da şöyle olmalıdır: Kadına ilişkin mülkiyet anlayışımızı tamamen terk etmeliyiz. Kadın sadece ve sadece kendi kendisinin (Xwebûn) olmalıdır. Hatta sahipsiz olduğunu, tek sahibinin kendi kendisi olduğunu bilmelidir. Karasevda, aşk dâhil, hiçbir bağlılık duygusuyla kadına bağlanmamalıyız. Aynı biçimde kadın da kendisini bağımlı ve sahipli olmaktan çıkarmalıdır. Devrimciliğin, militanlığın ilk şartı böyle olmalıdır. Bu deneyimden başarıyla geçenler, bir anlamda kişiliğinde özgürlüğü gerçekleştirenler, yeni toplumu ve demokratik ulusu kendi özgürleşmiş kişiliklerinden başlatarak inşa edebilirler.

Tam da burada aşkın gerçek tanımına ulaşıyoruz. Aşk, kendi toplumunun çöküş ve çözülüşünü durduramayanların ancak kadın etrafında karşılıklı olarak kurdukları namus anlayışından ve bilimsel olarak daha doğru olan namussuzluktan vazgeçip, demokratik ulus inşasına militanca girişmesi halinde toplumsal anlamına kavuşabilir ve çok zor da olsa gerçekleşme potansiyeline ulaşabilir. Demokratik Uluslaşma Sürecinde kadın özgürleşmesi, büyük önem taşır. Özgürleşen kadın, özgürleşen toplumdur. Özgürleşen toplum ise demokratik ulustur. Erkeğin rolünü tersine çevirmenin devrimci öneminden bahsettik. Bunun anlamı, kadına dayalı soy sürdürme ve kadına egemen olma yerine demokratik uluslaşmanın kendini öz gücüyle sürdürmesi, bunun ideolojik ve örgütsel gücünü oluşturması ve kendi politik otoritesini egemen kılmasıdır; kendini ideolojik ve politik olarak üretmesidir. Fiziki çoğalmadan ziyade zihinsel ve ruhsal güçlenmeyi sağlamasıdır. Toplumsal aşkın doğasını bu gerçekler sağlar. Aşkı, kesinlikle iki kişinin duygudaşlığına ve cinsel cazibesine indirgememek gerekir. Hatta kültürel anlamı olmayan şekilsel güzelliklere de kapılmamak gerekir. Kapitalist Modernite, aşkın inkârı üzerine kurulu bir sistemdir. Toplumun inkârı, bireyciliğin azgınlaşması, cinsiyetçiliğin her alanı kaplaması, paranın tanrısallaştırılması, ulus-devletin tanrı yerine ikame edilmesi, kadının ücretsiz veya en az ücretli bir kimliğe dönüştürülmesi, aşkın maddi temelinin inkârı anlamına da gelir.

Kadın doğasını iyi tanımak gerekir. Kadın cinselliğini biyolojik olarak çekici bulup yaklaşmak, bu temelde kadınla ilişkilenmek, aşkın baştan kaybı demektir. Öteki canlı türlerindeki biyolojik birleşmelere nasıl aşk diyemiyorsak, insandaki biyolojik temelli cinsel birleşmeye de aşk diyemeyiz. Buna, canlıların normal üreme faaliyetleri diyebiliriz. Bu faaliyetler için insan olmaya bile gerek yoktur. Hayvan-insanlar zaten en rahat biçimde bu faaliyetleri yürütürler. Gerçek Aşk isteyen, bu hayvan-insan üreme tarzını terk etmek durumundadır. Cinsel cazibe objesi olarak değerlendirmeyi aştığımız oranda kadını, değerli bir dost ve yoldaş kılabiliriz. En güç olan ilişki, cinsiyetçiliği aşmış kadın dostluğu ve yoldaşlığıdır. Kadınla özgür eş yaşam koşullarında yaşandığında bile, ilişkilerin temelinde toplumun ve demokratik ulusun inşası yatmalıdır. Kadını hep geleneksel sınırlardaki ve modernitedeki gibi eş, anne, kız kardeş ve sevgili rolünde görmeyi aşmalıyız. Öncelikle anlam birliğine ve toplum inşacılığına dayalı güçlü insan ilişkisini hâkim kılmalıyız. Bir kadın veya erkek, gerektiğinde eşinden, çocuğundan, annesinden, babasından, sevgilisinden vazgeçmeli ama ahlaki ve politik toplumdaki rolünden asla vazgeçmemelidir. Güçlü erkek, asla kadına yalvarmaz, peşinden koşmaz, dövmez ve sövmez, kıskanmaz. Kendi eşi ve sevgilisi dahi olsa, ayrılmak istediğinde bir fiske bile vurmaz. Hatta varsa eleştirilerini yaptıktan sonra istediği gibi yaşamasına yardımcı olur. Kadınla güçlü ideolojik ve toplumsal temeli olan bir ilişki yaşamak istiyorsa, tercihi ve aranmayı kadına bırakması gerekir. Kadının özgürlük düzeyi, özgür tercihi ve öz gücüne dayalı hareket kabiliyeti ne denli gelişmişse, kendisiyle o denli anlamlı ve güzel yaşanabilir.

 

Platonik Aşk, Fikir ve Eylem Aşkıdır

Kadın ile erkeğin en ideal özgür eş yaşamı, günümüz koşullarında, toplumsal gerçekliğimizde, demokratik ulusun zorlu inşa çalışmalarında büyük başarılar sağlandığında yaşanabilir. Günümüz Kürdistan’ında Kürt toplum gerçeğinde anlamlı bir aşk diyalektiği, büyük oranda platonik olmak, yaşanmak durumundadır. Bu aşk, değerlidir. Platonik aşk, fikir ve eylem aşkıdır. Bunun için değerlidir. Dünya güzeli bir kadınla her an beraber yaşamak, aşk değildir. Zaten aşk olmadığı için kısa bir birleşme döneminden sonra ikiyüzlülükler sergilenecektir. Çünkü anlamsız kurulmuş veya biyolojik temelli bir ilişki ihtiyacından kaynaklanmıştır. Buna karşılık Özgürlük Hareketi pratiğinde hiçbir arada, birlikte olmamış dünün kölesi birçok genç kadın ve erkek, kendi halklarının demokratik ulus inşasında birlikte platonik bir aşkla büyük işler başararak ne kadar güçlü kişilikler olduklarını da kanıtlamışlardır. Bu konuda yüzlerce kahraman şehit değerimiz vardır. Bunlar Mem û Zîn olmayı başarmış büyük kahramanlardır.

Unutmamak gerekir ki, büyük ütopyalar olmadan büyük yaşam pratikleri gerçekleştirilemez. Ortadoğu Kültürü, insanlığa cennet ve cehennem ütopyasını armağan etmiş, ilk yazılı destan olan Gılgameş Destanı’yla binlerce yıl öncesinden beri ölümsüzlük otunu hep aramış bir kültürdür. Anlıyorum ki, özgür kadınla gerçekleşebilecek yaşamı, iktidar hastalığıyla kaybetmiş olan Gılgameş nesli, hep peşinde olduğu bu yaşamı, sadece ölümsüzlük biçiminde değil gerçek yaşam süreci içinde de bulamayacaktır. Bir şey, ancak kaybedildiği yerde bulunabilir. İnsan türünde büyük yaşam volkanı, Toros-Zagros eteklerinde, Dicle-Fırat vadilerinde patladı. Büyüleyici yaşam, burada doğdu; Kürdistan’da Jin û Jiyan (Kadın ve Yaşam) olarak gerçekleşti. Bin yıllar içinde yaşam, bu sefer hiyerarşi ve devlet iktidarlarında Jin û Jiyan somutunda aynı mekânlarda kaybedildi. Bütün destanların, Gılgameş Destanı’nın kopyaları oldukları kanıtlanmıştır. Cennet ve cehennemler, hep bu yaşanmış ve kaybedilmiş yaşamlarla ilgilidir. İktidar hastalığı, gerçekten yaşamı öldürür. Bunu çok iyi bilerek, Demokratik Ortadoğu Çağı’nın projesi, aynı zamanda yaşamın iktidar hastalığıyla kaybedildiği yerde, iktidar olmayan özgür kadın yaşamının ekolojik ve ekonomik toplumlu olarak keşfedildiği, bulunduğu gerçekliğin projesidir. Her proje, aynı zamanda gelecek ütopyasıdır. Demokratik Toplum ve Demokratik Modernite, geleceğin gerçekleşmiş-farklılıklar içinde eşitlik ve özgürlük ütopyasıdır.

Büyük özgür yaşam ütopyası olanlar için arandığında, bölgede örneği çok olan bir yaşam tarzı, şartı vardır. O da şudur: Toplumsallığın mümkün kıldığı hakikat için yaşayacaksın. Hakikati buldukça yaşayacaksın. Hakikati yaydıkça ahlaki ve politik toplumu kuracaksın. Bunun için karşına çıkan iç ve dış engellerle doğru mücadele edeceksin. Ortadoğu’da Bilgelik Akademisi hep böyle söyler. Bu söylemle özgürleşen yaşam iradesi hep böyle yapar! Tarihin şafak vaktinde görkemli toplumsal kimliğiyle kendisine Ana-tanrıça rolü yakıştırılan kadın, ne yazık ki günümüz Ortadoğu’sunda en değersiz meta konumuna indirgenmiştir. Başlı başına trajik bir öyküsü olması gereken bu tarihi fazla açma imkânından yoksunuz. Ama sonuçlarını eleştirebiliriz. İnsan eliyle sağlanmış kadın etrafındaki sis bulutlarını dağıtarak gerçeğini keşfetmek, ivedi toplumsal görevlerin başında gelmektedir.

İnsan eliyle inşa edilen insan eliyle yıkılabilir. Burada ne bir doğa kanunu ne de bir yazgı söz konusudur. Şebekenin, kurnaz ve güçlü adamın, kanserli ve hormonlu yaşamının elleri olan tekellerin, yıkılası düzenlemeleridir söz konusu olan. Bilinebildiği kadarıyla evrendeki bu en harika çiftin, derin bir anlamlaşmaya ulaşmalarının gereğini hep hissettim. Kadınla önce düşünmenin, nerede, ne zaman, ne kadar bozukluk varsa tartışma ve gidermenin önemini, tüm ilişkilerin önüne koyma cesareti gösterdim. Sadece güçlü düşünen, iyi, güzel ve doğru karar verebilen, böylece beni aşarken kendisine hayran bırakabilen ve muhatabım olabilen kadın, şüphesiz felsefi arayışımın köşe taşlarındandır. Evrendeki yaşam akışının sırlarının, bu kadınla en iyi, güzel ve doğru tarafıyla anlam bulacağına hep inandım.

Ama tüm erkeklerden farklı olarak, önümdeki ‘erkek ve sermaye’ malıyla, doksan bin kocalı Hürmüz’le varoluş tarzımı paylaşmayı reddeden ahlâkıma da inandım. O halde feminizmden de öte ‘Jineoloji’ (Kadın Bilimi) kavramı amacı daha iyi karşılayabilir.

Türkçeye ‘kadıncılık hareketi’ olarak çevirebileceğimiz feminizm kavramı, kadın sorununu tam nitelemekten uzak olup, karşıtının ‘erkekçilik’ olarak tasarlanmasına zemin sunduğundan daha da kısırlığa götürebilir. Sanki sadece egemen erkeğin ezilen kadınıymış gibi bir anlamı yansıtmaktadır. Hâlbuki kadın gerçekliği daha kapsamlıdır. Cinsiyetin ötesinde kapsamlı ekonomik, sosyal ve siyasal boyutları olan anlamlar içermektedir. Eğer sömürgecilik kavramını ülke ve ulus bazından çıkarıp insan gruplarına indirgersek, kadının konumunu rahatlıkla en eski sömürge olarak tanımlayabiliriz. Gerçekten ruh ve beden olarak hiçbir toplumsal olgu, kadın kadar sömürgeciliği tanımamıştır. Kadının, sınırları kolay belirlenemeyen bir sömürge statüsünde tutulduğu anlaşılmak durumundadır. Tüm bilimlere olduğu gibi sosyal bilimlere de damgasını vurmuş erkeklik söyleminde kadından bahseden satırlar, gerçekliğe hiç dokunmayan propagandatif yaklaşımlarla yüklüdür. Kadının gerçek statüsü bu söylemlerle tıpkı uygarlık tarihlerinin sınıf, sömürü, baskı ve işkenceyi örtbas etmesi gibi belki de kırk kez örtülmektedir.

Feminizm yerine Jineoloji (Kadın Bilimi) kavramı, amacı daha iyi karşılayabilir. Jineoloji’nin ortaya çıkaracağı olgular, herhalde teolojinin, eskatalojinin, politikolojinin, pedagojinin, velhasıl sosyolojinin birçok bölümüne ilişkin loji’lerden daha az gerçeklik payı taşımayacaktır. Kadının, Toplumsal Doğanın hem fizik hem de anlam olarak en geniş bölümünü teşkil ettiği tartışma götürmez. O zaman neden çok önemli olan bu toplumsal doğa parçası, bilime konu edilmesin? Pedagoji gibi çocuk eğitim ve terbiyesine kadar bölümlenmiş Sosyolojinin, Jineolojiyi oluşturmaması, egemen erkek söylemli olmasından başka bir hususla izah edilemez.

Kadın Doğası karanlıkta kaldıkça, tüm Toplum Doğası aydınlanmamış olarak kalacaktır. Toplumsal Doğanın gerçek ve kapsamlı aydınlanması ancak Kadın Doğasının kapsamlı ve gerçekçi aydınlanmasıyla mümkündür. Kadının sömürgeleşme tarihinden ekonomik, sosyal, siyasal ve zihinsel sömürgeleştirilmesine kadar konumunun açıklığa kavuşturulması, tarihin diğer tüm konularının ve güncel toplumun her yönüyle açıklığa kavuşmasında büyük katkıda bulunacaktır. Şüphesiz kadının statüsünün açıklığa kavuşması, meselenin bir boyutudur. Daha önemli boyut, kurtuluş sorunuyla ilgilidir. Diğer deyişle sorunun çözümü, daha büyük önem taşımaktadır. Toplumun genel özgürlük düzeyinin kadının özgürlük düzeyiyle orantılı olduğu çokça söylenir. Doğru olan bu belirlemenin içinin nasıl doldurulacağı önemlidir. Kadının özgürlüğü ve eşitliği sadece toplumsal özgürlük ve eşitliği belirlemiyor. Teori, program, örgüt ve eylem düzenekleri de gerektiriyor. Daha da önemlisi, kadınsız demokratik siyasetin olamayacağını hatta sınıf politikacılığının bile eksik kalacağını, barışın ve çevrenin geliştirilip korunamayacağını da gösteriyor.

 

Etik ve Estetik Bilimi, Kadın Biliminin Ayrılmaz Parçasıdır

Feminist Hareket, bu gerçeklerin ışığında şüphesiz en radikal sistem karşıtı hareket olmak durumundadır. Çağdaş haliyle kökenlerini yine Fransız Devrimi’ne dayandırabileceğimiz Kadın Hareketi, birkaç aşamadan sonra günümüze kadar gelebilmiştir. İlk aşamada hukuki eşitlik peşinde koşulmuştur. Fazla anlam ifade etmeyen bu eşitlik, günümüzde yaygınca sağlanmış gibidir. Ama içeriğinin boş olduğunu iyi bilmek gerekir. İnsan hakları, ekonomik, sosyal ve siyasal haklar gibi diğer haklarda da biçimsel gelişmeler vardır. Kadın görünüşte özgür ve erkekle eşittir. Hâlbuki en önemli kandırmaca bu eşitlik ve özgürlük tarzında gizlidir. Sadece resmi modernitenin değil tüm dönemlerin hiyerarşik ve devletçi uygarlık sisteminin tüm toplumsal dokularına nüfuz edip zihnen ve bedenen tutsak aldığı, en derin köleliğe mahkûm edip çalıştırdığı kadının özgürlüğü, eşitliği ve demokrasisi; çok kapsamlı teorik çalışmalar, ideolojik mücadeleler, programatik ve örgütsel faaliyetler, en önemlisi de güçlü eylemler gerektirir. Bunlar olmaksızın feminizm ve kadın çalışmaları, sistemi rahatlatmaya çalışan liberal kadın faaliyetlerinden öte bir anlam taşımaz.

Kadın Biliminin gelişmesi halinde sorunlar sağlıklı çözülebilir. O halde daha şimdiden devasa boyutlar kazanan kadın sorununu çözme ve ekolojik yıkımı önlemenin başta gelen yolu olan demografik sorunun çözümünde temel sorumluluk kadında olmalıdır. Bunun da ilk koşulu, kadının tam özgürlüğü ve eşitliğidir; tam demokratik siyaset yapma hakkıdır; cinsiyetle ilgili tüm ilişkilerde tam söz ve irade hakkıdır. Bu gerçeklerin dışında kadının, toplumun ve çevrenin tam anlamıyla kurtuluşu, özgürlüğü ve eşitliği mümkün değildir. Aynı şekilde demokratik siyaset ve konfederatif siyaset biçimlenmesi de olası değildir.

Kadın ayrıca ahlaki ve politik toplumun asal öğesi olarak özgürlük, eşitlik ve demokratikleşme ışığında yaşamın etiği ve estetiği açısından da hayati rol oynar. Etik ve Estetik Bilimi, Kadın Biliminin ayrılmaz parçasıdır. Yaşamdaki ağır sorumluluğu nedeniyle kadının, tüm etik ve estetik konularda hem düşünce hem de uygulama gücü olarak büyük açılım ve gelişmeler sağlayacağı tartışmasızdır. Kadının yaşamla bağı, erkeğinkine göre çok daha kapsamlıdır. Duygusal zekâ boyutunun gelişkinliği, bununla ilgilidir. Dolayısıyla yaşamın güzelleştirilmesi olarak estetik, kadın açısından varoluşsal bir konudur. Etik (Ahlâk teorisi, Estetik = güzellik teorisi) açıdan da kadının sorumluluğu daha kapsamlıdır. İnsan eğitiminin iyi ve kötü yönlerini, yaşam ve barışın önemini, savaşın kötülüğü ve dehşetini, haklılık ve adalet ölçülerini değerlendirme, belirleme ve kararlaştırmada kadının, ahlaki ve politik toplum açısından daha gerçekçi ve sorumlu davranması doğası gereğidir. Tabii erkeğin kuklası ve gölgesi kadından bahsetmiyorum. Söz konusu olan özgür, eşit ve demokratikleşmeyi özümsemiş kadındır.

Ekonomi Biliminin de Kadın Biliminin bir parçası olarak geliştirilmesi daha doğru olacaktır. Ekonomi, baştan beri kadının asal rol oynadığı bir toplumsal faaliyet biçimidir. Çocukların beslenme sorunu, kadının sırtında olduğu için ekonomi, kadın için hayati anlam ifade eder. Kaldı ki ekonomi, Yunancada “ev yasası, evi geçindirme kuralları” demektir. Bunun da kadının temel işi olduğu açıktır. Ekonominin kadının elinden alınıp tefeci, tüccar, sermayedar, iktidar-devlet ve ağa gibi davranan yetkililerin eline verilmesi, ekonomik yaşama en büyük darbe olmuştur. Ekonomi-karşıtı güçlerin eline verilen ekonomi, hızla iktidar ve militarizmin temel hedefi haline getirilerek, tüm uygarlık ve modernite tarihi boyunca sınırsız savaş, çatışma, bunalım ve kavgaların baş etkenine dönüştürülmüştür. Günümüzde ekonomi, ekonomiyle ilgisi olmayanların, kâğıt parçalarıyla oynayarak kumardan beter yöntemlerle sınırsız toplumsal değer gasp ettikleri bir oyun alanı haline getirilmiştir. Kadının kutsal mesleği, kendisinin tamamen dışlandığı, savaş makineleri, çevreyi yaşanmaz hale getiren trafik araçları ve temel insan ihtiyaçlarıyla pek fazla alakası olmayan kâr getiren fuzuli ürünler üreten imalathanelere devredildiği, borsalarda fiyat ve faiz oyunlarının çevrildiği bir alana dönüştürülmüştür.

Feminizmi de kapsayan Kadın Bilimine dayalı Kadının Demokratik Özgürlük ve Eşitlik Hareketi, açık ki toplumsal sorunların çözümünde başat rol oynayacaktır. Yakın geçmişteki kadın hareketlerinin eleştirisiyle yetinmeden, daha çok kadını yitik bir kimliğe dönüştüren uygarlık ve modernite tarihine yüklenmek gerekir. Eğer Sosyal Bilimlerde kadın konusu, sorunu ve hareketleri neredeyse yok derecesindeyse, bunun esas sorumlusu uygarlık ve modernitenin hegemonik zihniyeti ve maddi kültür yapılanmalarıdır.

Dar hukuki ve siyasi eşitlik yaklaşımlarıyla belki liberalizme katkı sunulabilir; fakat bu tür yaklaşımlarla sorunun çözümü şurada kalsın, olgu olarak çözümlenmesi bile sağlanamaz. Mevcut feminist hareketlerin, liberalizmden kopuk sistem karşıtı güçler haline geldiklerini iddia etmek, kendini yanıltmak olacaktır. Feminizmin baş sorunlarından birisi, söylendiği gibi radikalizmse, o zaman öncelikle köklü liberal alışkanlıklarla, düşünce ve duygu tarzları ve yaşamlarıyla ilgisini koparıp, arkasındaki kadın düşmanı uygarlığı ve moderniteyi çözümlemesi ve bu temelde anlamlı çözüm yollarına yüklenmesi gerekir.

Demokratik Modernite, Kadın Doğası ve Özgürlük Hareketini temel güçlerinden birisi olarak bilip hem geliştirilmesini hem de ittifak yapılmasını başta gelen görevlerinden sayarak, yeniden inşa çalışmalarında değerlendirmek durumundadır. Sosyal Bilimi tanımlamaya çalışırken, esas amacının özgürlük seçeneğini geliştirmek olması gerektiğini önemle belirttim. Zaten problem çözmenin bir anlamda özgürlük sağlamak olduğu da eklenince, Sosyal Bilime amacı kapsamında Özgürlük Sosyolojisi demenin bir sakıncası olmadığı kanısındayım. En azından önemli bir bölümünü, problem çözme ve yaşam farkındalığını geliştirme boyutlu sosyolojik çalışmaları, bu ad ile yayınlamanın isabetli olacağı açıktır. Şüphesiz Sosyolojinin kapsamı, sadece özgürlük ile sınırlı değildir. Karmaşık bir toplumsal yelpazeyle (tarih öncesi toplum, hiyerarşi, sınıf, devlet, kent, uygarlık, sermaye, ekonomi, iktidar, demokrasi, sanat, din, felsefe, bilim, politika, savaş, strateji, örgütlenme, kurumlaşma, ideoloji, ekoloji, jineoloji, teoloji, eskataloji vb.) uğraşması gerektiği bilinmektedir. Fakat bu çalışmada ahlaki ve politik toplumun birçok parçaya ayrılarak inceleme ve araştırmalara konu edilmesinin önemli sakıncalar içerdiğini, bunun olumludan ziyade olumsuz sonuçlara daha çok yol açabileceğini önemle vurguladım. Toplumsal Doğanın tarihsellik ve bütünsellik içinde incelenmesi ve araştırılmasının en doğru yöntem olduğuna güçlü bir biçimde katıldığımı belirttim.

Kadınla eşit ve özgür temelde demokratik yaşam, yaşamın olmazsa olmazıdır. Ama bunun için çok derinliğe işlemiş köle ahlakının ve çağdaş kapitalizmin baştan çıkarıcılığının özgürlük ahlakıyla (ETİK) ve güzel yaşamla (ESTETİK) aşılması gerekir. Kadınla (dolayısıyla erkekle) doğru (bilimsel-jineoloji), iyi (etik-yeni ahlak bilinci ve tavrı ) ve güzel (yeni estetik ölçüler, özgür yaşam) yaşamı başarmamak sosyalist topluma yönelişi başarmamakla özdeştir. Kadının demokratik devrimiyle tamamlanmamış demokratik toplumun sosyalizm ideası ve yaşamı bir aldatmacadır. Kadında mevcut durum ne etiğe ne de estetiğe sığar. Sati medeniyetini örnek vermiştim. Benim için kadın meselesi Kürt sorunu ve bütün toplumsal sorunların kökenidir. Ama sistem kadına magazinel yaklaşmanın ötesine geçemiyor. Ben kadına çok değer veririm, önem veririm. Ama bu süper güzeller, sarışınlar gibi magazinel yaklaşımı görünce dehşete düşüyorum. Bu yaklaşım tamamen ideolojiktir. Aslında plastiktir, hepsi plastik çiçek gibiler. Diğer kadınlar ise gelenekseldir. Ne o plastik kadın ne de o gelenekçi Sati kadını doğrudur. Yiğitlik bunu çözmektir. Kadınla sonsuz, zengince nasıl yaşanabilir, nasıl ortaklaştırılabilir, nasıl politika yapılır, önemlidir.

Jineoloji, feminizm için de katkı sunar. Ben Kürtler için aşk konusunu teorik olarak mümkün görüyorum, özel olarak bu aşkı yaşamaya cesaret edemiyorum. Çünkü bu aşkta bir hata yaparsam bu tüm siyasetimizi yaralar. Her gün kadın cinayetlerini vahşet boyutunda yaşıyoruz. Kadın bu kadar alçakça öldürülmez, bu ülkenin vatandaşı bunu kabul edemez. Ama kadının dört tarafı zincirle bağlanmıştır adeta. Biz bunu yırtmadan sosyalist olamayız, siyaset yapamayız. Bunu bilince çıkarmak gerekir. Bakın, Zagrosların enteresan bir yönü var. Ninhursag, ‘Dağ Bölgesi Tanrıçası’dır. Hala o tanrıça geleneği orada yaşıyor. Arkadaşların arasında İranlı kızlar da var. Bu tanrıça geleneğini yaşatmaları önemlidir. Dağdaki kadınlar, Rojava’daki kadınlar hepsi şunu bilmelidir ki, ben bir kadın devrimi için uğraşıyorum. Kadın hareketinin jineoloji temelinde bir temsiliyeti var. Fakat şu sorun var: Toplumsal sorun kolektif sorundur. İşte ben bunun için etik ve estetiği önerdim. Kadının kendi şahsında güzelliğini estetik olarak belirledim. Etik meselesine de gelince, “Ben benim” diyeceksiniz. Kendi kendinizin olacaksınız. Kendi kriterlerinizi nasıl görüyorsunuz? Bizim kültürümüzde kadına “Mutlak mülk olacaksın” anlayışıyla yaklaşılıyor. Buna direndiğinde de öldürülüyorsun. İşte kadın hareketi bütün bu sorunlara cevap ve çözüm olmak zorundadır. “Kadın mutlak birinin olmalıdır” diyorlar. Ben bu tutumdan nefret ediyorum. Özgür yaşamı Kobane şahsında yeni yaşama Arin Mirkan’ların direniş ruhuyla taşıyacağız.

 

 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.