Ayla örtünüyoruz çağlardır, buğulu camlar ve farklanmış yüzümüzle. Başkaları uygarlıktan söz ediyor, bilmeden her geriye dönüşün belki ulaşılmaz bir ileriye adım olduğunu. Tohumdan korkuyoruz, yeryüzünün ilgisizliği hafif kılıyor bedenlerimizi, bakışımız göğe yönelirken yürekler serin tutuluyor. Sonra her çınlamayla endişe güğümleri omzuma biniyor; toprağın değişmezliği, yapıların kalıcılığı, anaların istemi kadar tehdit edici yükler.
Nilgün Marmara
Jin Jiyan Azadî sloganı bugün itibarıyla tüm dünyayı etkileyen pozitif, insana iyi gelen, mücadele duygusunu kamçılayan ve hepimizi doğru iz üzerinde olduğuna inandıran bir slogan. Yine erkek egemenliğine meydan okuyan, ulus-devlet paradigmasına karşı kadın mücadele varlığının ne kadar hakikat olduğunu savunan bir şey.
Şimdi diyeceksiniz ki bir sloganın bu kadar meali olabilir mi? Evet olabilir. Çünkü aynı zamanda bir meydan okumadır da, bu. Neye meydan okuma? Erkek egemenliğine, patriyarkaya, cinsiyetçiliğe, dinciliğe, faşizme, militarizme… meydan okumadır. Bu meydan okuma hali salt bir ütopya olmaktan çıkmış, pratik veçhe kazanmıştır.
Önemli bir tarafı da şu ki; İran’da katledilen Jîna Emînî şahsında dünya ve Kürt kadın hareketinin haklılığı, mücadele azmi ve Ortadoğu’da tüm gericiliğe; dinciliğe, kadın düşmanı iktidarlara rağmen kadınların biteviye mücadelesinin tarihsel dönüm noktası oldu. Bu kadın direnişi aynı zamanda, Ortadoğu’da ki erkekleri de etkiliyor. Buda kadın özgürlük mücadelesinin geldiği noktayı ifade ediyor. İran’da ve başka ülkelerdeki protestolara bakıldığında toplumun her kesimini etkileyen devrimsel bir karşı çıkış olduğu görülüyor…
Ortadoğu’da Kadın Mücadelesi Nasıl Bu Evreye Geldi?
“Ortadoğu toplumları ve uygarlığı denince akla gelen iki temel öğe, Toros-Zagros dağ silsilesi ile Nil-Fırat-Dicle-Pencab nehir sistemleridir. Bu iki sistemin beslediği toplumlar yaşamlarının en trajik döneminden geçmektedirler. Milliyetçilik, dincilik ekseninde köleleştirme zirveleştirilmişti. Reel sosyalizme bağlanan umutlarda boşa çıkmıştı. Çözümleme yanlış olunca, sonucun da trajik olması kaçınılmazdır. Kapitalist moderniteyi ne bütün olarak, nede ‘yapısal süre’ olarak kavramanın kenarından bile geçmeyen bu tekelci ideolojiler, sıra endüstriyalizme gelince ortak tanrılarında buluşmuş gibi ona secdeye kapılmaktadırlar. Cennetin kapısını onun (seküler tanrının ulus-devletten sonra ikinci büyük sıfatı endüstriyalizmdir) açacağından emin olarak tapınmaktadırlar. Yanlış kurgulanmış hayatın doğru yaşanamayacağını da en çok bu yeni seküler tanrı ümmetinin kaotik durumundan çıkarsayabiliriz.”[1]
Çünkü tarihsel olarak Ortadoğu daima egemen güçlerin üstünde durduğu, siyasetine müdahale ettiği, yer altı ve yer üstü kaynaklarına göz koyduğu bir coğrafyadır. Bu bağlamda sömürgeci güçler Kurdistan’ı dizayn etmeye, yön vermeye, asimilasyon politikalarını sürdürmeye devam ediyorlar. Mesela bunun bariz örneği Kürtler açısından devletlerarası Lozan Antlaşmasıdır. Dört parçaya cetvelle bölünen Kurdistan, Lozan’ın ikinci yüzyılında da mücadele devam ediyor hala.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu belgesi olan Lozan Kürtler, Aleviler ve diğer tüm etnik topluluklar için yok sayılıp imha olmaktan başka birşey ifade etmiyor. Cumhuriyetin ikinci yüzyılına girerken Türk ve Sünni olmayanların yüz yıllık yalnızlığının sebebi tekçilik, ulus-devlet ideolojisidir.
İktidarlara ve ulus-devletlerin yarattığı tahribat bir üçüncü dünya savaşının yolunu açmıştır. Bu parçalanma durumu tesadüfi değildir. İlk parçalanma, dışlanma kadınla başlamış. İlk sömürge kadın olmuş; bu durum devletli uygarlık ve hiyerarşi ile devam etmiştir.
Siyasal belirlemelerimizde genellikle üçüncü dünya savaşından geçtiğimizi belirtiyoruz. Bunu biraz açmak konunun daha iyi anlaşılması için gereklidir ve aynı zamanda da Kürt kadın hareketinin öznesi olduğu özgürlük mücadelesi içinde gereklidir.
Kürtler olarak tarihimizi bilmek en önemli olan şeydir. Günümüzde tarihini bilmek ile başlayan sorgulama bizi, ne olup bitiyor, neler oluyor? sorularına götürür. İnsan sordukça, soruşturdukça, araştırdıkça, konuştukça, okudukça bu noktada didikler ve düşünür.
Ortadoğu’da şimdiye kadar neler oldu, şimdi neler oluyor? Egemen güçlerin bize dayattığı ideoloji nedir, biz ne yapmak istiyoruz ve ne diyoruz? Aslına bu sorular çoğaltılabilir. Yine imkanlarımız, imkansızlıklarımız nelerdir?
Ortadoğu’daki devletler sistemi tam olarak ulus-devlet sistemidir. “Toplumun tümüne yayılmış iktidar aygıtının ve vatandaş denilen bireylerin hukuki çerçeve içinde ki birliğine ulus-devlet denir.”(Abdullah Öcalan) Genelde olduğu gibi bölgemizde ulus-devlet modeli tam bir kaos ve çıkmaz içindedir ve yürümüyor. Ortadoğu’ya damgasını vuran önemli bir gelişme Kürtlerin verdiği özgürlük mücadelesidir. Elbette diğer halkların mücadelesi de gözden kaçırılmadan koşulların, güç dengelerinin çözümlemeye tabi tutmak önemlidir.
Son yüzyılda Türkiye’de başta Kürtler olmak üzere farklı etnik ve inançlar gruplarına katliamla gerçekleştirilmiştir. Tekli ulus-devlet inşasının zora dayalı ulus inşası pratikleri red ve inkar politikalarını uygulamaya koymuştur. Şark Islahat planı bu tür uygulamaların yasal alt yapısının oluşturma amacıyla geliştirilmiştir. Bundaki amaç tek kimlikli devlete ait ulus inşası olmaktadır. Bu kimlikte etnik olarak Türk, inanç olarak da Sünni oluyor. Bu iki kimlik dışındakiler asimilasyona tabi tutuldu. Red ve inkar politikası hala devam etmektedir.
“Yaşanan kriz ve savaşlar sadece 200 yıllık kapitalist modernitenin değil, aynı zamanda 5000 yıllık sınıflı-devletli uygarlığın da yapısal krizi ve savaşlarıdır. Olası çözümler bu gerçekliği esas almak durumundadır.”[2] Bu savaşlar sadece kaynağını yer altı yer üstü kaynaklardan almıyor (bu kaynakların da önemi var) ancak ulus-devlet sisteminin tıkanmaya, çözümsüzlüğe sürüklenmesidir asıl mesele. Ulus-devlet sisteminde yaşanan çözümsüzlük yapısaldır, yönememezlik halidir. 3.Dünya Savaşının derinlik ve yaygınlık kazanması ulus-devletin yapısal kırızının derinliği ile doğrudan ilgi olmasıdır.
İnsanlık Neolitik Devrimle Ortadoğu’da doğumunu gerçekleştirdi. Kimlik ve kişilik kazandı. Bura demokratik komünal yaşam söz konusuyken, bugün küresel emperyalist güçler ve yerel işbirlikçisi ulus-devletler hakla üzerinde ve komünal değerler üzerinde tepinmeye çalışıyor. Adeta savaş ve göçler Ortadoğu’nun kaderi haline getirilmiştir. Kadına yönelik şiddet, kadın katliamları gibi pratiklerle kadın kendi gerçekliğinin dışına itilmeye çalışılmaktadır. Kadın “ötekinin ötekisi kılınmıştır.” Bütün bunlardan ötürü kadınların hak ve özgürlük mücadelesi çok kiymetlidir.
2011 yılında Rojava Devrimiyle başlayan ve günümüzde Kuzeydoğu Suriye’de gerçekleşen halkların özyönetim modeli Ortadoğu tek çözüm seçeneği olarak öne çıkmaktadır. Rojava Devrimi kadın öncülüğünde barbar IŞİD çetelerine karşı verilen savaşla kazanılmıştır. Bir kadın özgürlük devrimi oluyor.
Kadın düşmanı, gerici, radikal İslamcı çeteler Rojava’da kadın özgürlüğünü boğmak için hala çabalıyorlar. Burada kadınlar IŞİD çetelerine ve benzerlerine karşı verdikleri mücadele dünyaya ilham oldular. IŞİD çeteleri Şengal’e saldırarak Ezidi kadınları köle pazarlarında sattılar. Hala birçok Ezidi kadın ve çocuk kayıp. Fakat kadınlar kendi öz örgütlerini yaratarak kentlerini korumanın yolunu buldular.
Köleleştirip düşürülen kadın düşürülen toplum olmaktadır. Bu hal toplumun öncü olan kadının ayağa kalkmasını güçleştirmiştir. Kadının düşürülme serüveni Sümer Rahip devletine kadar uzanmaktadır. Zigguratlarda rahipler eliyle başlayan kadına dönük ideolojik saldırılar köleleştirmenin başlangıcını oluşturur. Sonraki iktidarcı-devletçi yapılar eliyle derinleştirilmiştir. Beş bin yıllık bir saldırıdır bu ve birikerek egemenlerce derinleştirilmiştir. Özcesi kadının, ona bağlı toplumu ayrıştırma, sınıflaştırmanın tarihsel kökleri tarihin derinliklerine uzandığından ayağa kalkışta çok zor olmaktadır. Yine köleleştirmenin özünü manevi, yani ideolojik ve yaşamsal karakter oluşturmaktadır.
Özlenen Özgürlük Coğrafyamızda Gerçekleşecektir
“Ortadoğu’da kendine özgü bir tarzda üçüncü dünya savaşının yaşandığı bir gerçektir. Fakat bu savaşın klasik askeri siyasi boyutlardan farklı bir özelliği vardır. Uygarlıklar savaşı tanımı doğru olmakla birlikte, içeriği yeterince doğru yorumlanmamaktadır. Tarihi ve toplumsal boyutları fazla açıklanmamaktadır. Tarafları, yöntemleri ve amaçları net değildir. Çokça plan ve projeden bahsedilmesine rağmen, en plansız ve adeta kendi kendine yürütülen bir savaş söz konusudur. Adeta kaos yaratmayı hedefleyen bir savaşla karşı karşıyayız.”[3] demektedir . Başta Ortadoğu olmak üzere dünya genelinde yürütülen adeta bir kaos savaşıdır. Savaş uygarlıklar arası devam etmektedir. Uygarlığın bir tarafında demokratik uygarlı diğer tarafında devletçi uygarlık bulunmaktadır. Demokratik uygarlık sömürü, baskı, dıştalama, köleleştirme gibi insanı insan olmaktan çıkaran devletçi uygarlığı aşma mücadelesi oluyor. Devletçi uygarlığın günümüz temsilcisi ulus-devlettir. 3. Dünya Savaşının en çok bölgemizde yoğunlaşmasının temel nedeni bu iki uygarlık arasındaki mücadele ve savaşın beş bin yıl öncesine dayanmasıdır. Bu uzun süre içinde demokratik komünal güçler büyük direnişler ortaya koyup geldiler. Özünde mevcut savaş bir son hesaplaşma olma durumudur adeta.
Sınıflı uygarlığın aşılması, yerine kadın öncülüklü demokratik modernite yaşamının inşa edilmesidir. Savaşın çok karmaşık ve çetin geçmesi devletli uygarlığın aşılma sürecine girmesinden ötürüdür. Ezen ve ezilenin, zengin fakir, sömüren sömürülen ikilemleri varsa orada mutlaka özgürlük arayan güçler vardır; diyalektik tamda böyle sirayet eder. Tarihsel olarak yaşananlardan ders çıkaranlar, özeleştirisini yapanlar yola doğru devam edebilirler. Mücadele stratejilerini, ideolojik paradigmalarını kurarken de başarı sağlayabilirler, aksi halde bir başarısızlık kaçınılmaz olacaktır.
Egemenlerin elinde bir devlet modeli var. O tekçi toplumu, bireyciliği, kadını görmeyen, tekleştiren bir sistem oluyor ulus-devlet. Bugün Ortadoğu’da sistemlerini yürütemiyorlar. Belli ki egemenler yeni arayışlar içindedirler. Sürdüremedikleri ulus-devletleri restorasyonlarla devam ettirmek istiyorlar. Savaşın asıl nedenlerinden biride budur. Yine en koyulaşmış haliyle uygulamaya konulan faşizm, milliyetçilik, cinsiyetçilik, tekçi anlayışlar temelinde yıkımla karşı karşıya kalmanın yarattığı şiddet ve savaştır.
Kadınlar açısından ulus devlet demek kadın düşmanlığı demektir. Toplumsal değerlerin yok sayılarak altın hilal olarak tanımladığımız iki nehir (Dicle-Fırat) arası bu coğrafyanın özgürlüğe kavuşması nasıl olacak? Kurdistan’ın dört parçaya bölündüğü bu modelle cinsiyetçilikle kadın düşmanlığını derinleştiriyor. 21.Yüzyılın başında kadınlar devrimini gerçekleştirmek için direnişlerini var gücüyle sürdürüyorlar. Kurdistan sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik olarak verimli bir coğrafyadır. Bu zenginliğin tüm toplumla buluşması ve hayata geçmesi için Kürt kadınları mücadele ediyorlar.
“Yeni küreselleşme döneminde ulus-devletlerin yeniden mevzilenmesi kaçınılmazdır. AB’den Çin’e kadar bu süreç devam etmektedir. Yeni bir savaş için değil, sürdürülen savaşın sonuçlandırılması veya sistem için karlı mecralara dökülmesi için yapılmaktadır. Gerektiğinde ekonomik, gerektiğinde askeri yollarla sistemin kaos yönetimini, ya mevcut durumunu koruyarak, gerilemesini durdurarak ya da daha verimli yeniden yapılandırmalara giderek yürütmektedir. Kendi alternatif planlarını kaostan çıkmış güçlü çözümlerle realize etmeye çalışmaktadır. Bu çerçevede Ortadoğu gerçekliğine yaklaştığımızda olası gelişmeleri nasıl öngörebiliriz?”[4]
Ortadoğu gerçeği büyük kayıpların, acıların ama aynı zamanda yaşamı yaratan “cennet” olarak adlandırılan bir mekandan bahsederken kadınlar bu kazanımlardan ya da kayıplardan nasibini almadılar mı?
Kadın, toplumla ,yaşamla buluştuğunda özne olabilir, özgürleştirici misyon ve rol üstlenir. Tarihsel pozisyonu da bu değil midir? Aksi halde nesne olmaktan öteye gidemez ve köleleşir. Devlet oluşumu ile birlikte darbe yiyen kadın, üstüne eklenen, din, toplumsal cinsiyetçi roller, iktidarla erkekleşen yapılar ile birlikte hareket edince ev içinde başlayan kadını mülkleştirme ve egemenlik ilişkisi günümüze kadar geliyor. Bugün yaşadığımız handikaplar bu uzun geçmişten bağımsız değildir. Kadın Mezopotamya’da kaybetti, yediden mücadelesi de bu topraklarda yeşermektedir. Çünkü kaybedilen şey kaybedildiği yerde aranır denir. Kadında Mezopotamya’da kaybetti, çıkışını da burada yapmaktadır.
Kadınlar toplamda kaybettikleri yerde Jin Jiyan Azadî ile aradıklarını bulma imkanı her zamankinden fazla kavuşmuşlardır. Rojhilat Kurdistanlı Kürt kadını Jîna Emînî’nin katledilmesiyle başlayan çığlık dünyaya ses oldu, ve bu direnişin öyküsünü tarih yazıyor. Aslında Rojhilatta başlayan ve İran geneline yayılan kadın öncülüklü başkaldırı baskıcı mollara rejimine verilen güçlü bir cevaptır. Dünya kadınlarının mücadelesine feyz olacak bir çıkıştır, yol gösterici bir slogandır Jin Jiyan Azadî. Özgürlük ihtiyacının yakıcılığı, isteği, ama aynı zaman da dünya kadınlarının da arzusudur, bu başkaldırı ve slogan. Kadın devrimi demek toplamda bu üç kelimede hayat buluyor ve dile geliyor: jin Jiyan Azadî….
Bu savaşın henüz uzun süreceğini ön görebiliriz. Çünkü kaostan ve savaş politikalarından beslenme ulus-devletlerin temel karakterlerinde vardır. Günümüzde dünya küçük bir köye dönüşmüş diyorlar ve bu doğrudur. Çünkü dünyanın herhangi bir yerinde ne oluyorsa hepimiz bunu canlı canlı izliyoruz. Mesela 11 Eylül saldırılarını canlı canlı izledik. Hepimiz savaşın ne menem bir şey olduğunu görebiliyoruz, hissediyoruz. Yine savaş ortamında yaşayan kadın ve cocukların trajedisini anlayabiliyor, empati kurabiliyoruz.
Savaşlar salt insan, kadın ve toplum kırıma yol açmıyor; gezegenimizide yaşanamaz hale getiriyor. Yani ekosistem dengesini altüst ediyor ve dünyamızı yaşanmaz hale getiriyor. Devletlerin savaşlara çok büyük bütçeler ayırdıkları sır değildir. Bu büyük bütçeler sonuçta derin yıkımdan başka sonuç yaratmıyor. Savaşların yaptıkları ve yarar sağladıkları dünyamızı yöneten küçük bir azınlığı zengin edmektir. Bütün bunların çözümü vardır ve Rojava Kurdistan’ında deneğimlenmektedir. Çözü her farklılığın kendisini ifade ettiği ve yönettiği demokratik ulustur. Bunda Rojava örneği moral ve güç vermektedir.
Tekrar belirtmek gerekir ki Ortadoğu’da derin kökleri olan ve özlediğimiz demokratik uygarlık bu topraklarda vücut bulacaktır. Çünkü tarihsel kökleri buradadır. Kadının uğruna kurtuluşu için mücadele edilmesi gereken kadın yüzyılı burada; Ana-Tanrıçanın ayak izlerini takip ederek gerçekleşecektir….
[1] Abdullah Öcalan, Demokratik Modernite Sayı 3
[2] Abdullah Öcalan, Demokratik Modernite Dergisi, Sayı 20
[3] Abdullah Öcalan, Demokratik Modernite, Sayı 20
[4] Abdullah Öcalan, Demokratik Modernite, Sayı 20
Yoruma kapalı.