Kollektif Hafıza ve Ölüm: Ayna ve Ölüm Ritüelleri Üzerine Bir İnceleme
Şilan Bingöl
Ölüm, bireysel bir durum olmasının ötesinde toplumsal yapılar, ritüeller ve kültürel normlar aracılığıyla kolektif bir hale dönüşerek toplumların kimliklerini, değerlerini ve hafızalarını şekillendiren güçlü bir sosyal olgu olarak karşımıza çıkar. Dolayısıyla fizyolojik olmasının ötesinde çeşitli inanış, duygu ve kültürler bağlamında sosyal bir olaydır. Ölümden sonra ölen kişinin yakınları tarafından gerçekleştirilen ritüeller, ölüme dair semboller, geride kalanların geçirdikleri yas süreci, ölüme ve o gruba/topluma dair bizlere birçok şey söyler. Anma ve ritüeller, grupların ölüm ve yas deneyimlerini şekillendirirken, aynı zamanda sosyal dışlanma, ayrımcılık, çeşitli güç ilişkileri ve kolektif hafıza gibi konularla olan derin bağları nedeniyle sosyoloji ve antropoloji alanlarında önemli birer araştırma alanı oluşturur.
Ölüm ve yaşam arasındaki ilişki, bireylerin kimliklerinden toplumsal ritüeller ve kolektif hafızaya kadar toplumun normlarını, değerlerini ve düzenini hem belirleyen hem de yeniden üreten dinamik bir etkileşim alanıdır. Ölüm, hayatın bir parçasıdır ama ona sonsuza dek yabancı, rakip ve öteki olarak kalır; her şey onları bölse de, koparılamaz bir bağla birbirlerine bağlıdırlar; yaşayanların düzeni, ölülerin düzenine göre şekillenir ve tersi de geçerlidir. Dolayısıyla bu karşılıklı ilişki, kültürel ritüellerden kolektif hafızaya, yas sürecinden toplumsal kimliklere kadar geniş bir alanda kendini gösterir.
Burdan yola çıkarak şu sorulara cevap vermeye çalışacağız: Ölüm ritüelleri, anma törenleri ve kolektif hafıza arasında nasıl bir ilişki vardır? Kolektif hafıza nedir ve ölümle ilişkisi nasıl gelişir? Anma kültürü ve ölüm ritüelleri gruplar ve toplumların hafızası için ne ifade eder? Şiddet, ölüm ve bu ritüeller arasında nasıl bir ilişki vardır ve bu durum kolektif hafızayı nasıl inşa eder? Anma ve ölüm ritüellerinin sekteye uğratılması, yasaklanması veya görmezden gelinmesi bir grubun veya toplumun kolektif hafızasını nasıl etkiler? Bu durumlarda bu gruplar ne gibi durumlarla karşılaşırlar ve bunlara nasıl karşılık verirler? Bu tür durumlarda anma ve ölüm ritüelleri ne ifade eder ve nasıl gerçekleştirilir? Bu sorulara cevap vermeden önce sosyal bir olgu olarak ölüm ve kolektif hafızaya kısaca değineceğiz.
Olgu Olarak Ölüm ve Ölüm Ritüelleri
Toplumlar, ölümü biyolojik bir gerçekliğin ötesinde, kültürel, dini, ekonomik ve politik anlamlarla donatırlar. Ölüm, toplumların değer sistemlerine göre anlam kazanır. Bazı kültürlerde ölüm, bir son değil, başka bir yaşama geçiş olarak görülürken, diğerlerinde bir yok oluş ya da trajik bir kayıp olarak algılanabilir. Ölümün çoğu toplumda bir “geçiş” olarak görüldüğü söylenebilir. Geçiş ritüelleri üzerine çalışan A. Van Gennep, tüm geçiş törenlerinin amacının aynı olduğunu, bireyi verili bir durumdan eşit derecede belirlenmiş başka bir duruma taşımak olduğunu belirtir. O tıpkı doğum, yetişkinlik, evlilik gibi ölümün de bir geçiş olduğunu ve bu geçişin üç aşamalı gerçekleştiğini söyler. İlk aşama olan “ayrılma”, önceki dünyadan ayrılmaya karşılık gelir. Hem statü değiştiren bireyi hem de onu çevreleyen ve ritüelin çilesiyle yeniden tanımlanacak olan topluluğu ilgilendirir. İkinci aşama “marj” tarafsız bir bölgedir. Zaman askıya alındığı için bu aşamada her şey mümkündür. Ritüel süreci, üçüncü aşama olan “birleştirme” ile sona erer. Ayrılığın aksine bu, ölen bireyi kendi toplumuyla yeniden bir araya getirir. Bir kişinin yeni bir dünyaya (doğum, yetişkinlik, evlilik, ölüm) girişini sağlarken, diğerini, yani sosyal grubu daimi kılar.
Çoğu toplumda ölümden sonra gerçekleşen bu ve benzeri ritüellerin, ölüm durumunda sarsılan ve toplumsal işleyişi kesintiye uğratan, toplumu duygusal olarak çökerten, grupların ortak duygu ve kabullerini ifade etmek için kullanılan kolektif bilinci tekrar sağlamlaştırmak üzere gerçekleştirildiğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla bu ritüeller sayesinde, kolektif bilincin en temel unsurları, düzenli aralıklarla sıkılaştırılır, güçlendirilir ve böylece bu ritüeller ortak duyguları canlandırmaya hizmet eder. Toplumların bu kayıpları anlamlandırabilmeleri, atlatabilmeleri için ise çeşitli şekillerde kolektif başa çıkma yöntemleri vardır. Bu bağlamda anma ve cenaze törenleri gibi ölümden sonra gerçekleştirilen bazı ritüeller, ölen kişiye saygı ve yaşayanların yas sürecini ifade etmelerine olanak tanır. Böylece bu ritüeller, toplumsal birlik ve aidiyet duygusunu pekiştirir. Emile Durkheim’ın piacular ayinler olarak adlandırdığı pratikler üzüntü, endişe ve talihsizlik zamanlarında kutlanan ve bir felaketle başa çıkmayı ya da onu hatırlamayı ve yasını tutmayı amaçlayan “hüzünlü festivallere” karşılık gelir. Yas grup, üyelerinden birini kaybettiğinde hissettiği zayıflama durumuna karşılık gelecektir. Bu durumda tören, sosyal ilişkilerin canlılığı ve yoğunlaşması yoluyla tehdit edici tehlikeyi savuşturacak, çaresizlik hissini silecek ve bireyleri birbirine yakınlaştırarak grup uyumunu güçlendirecektir.
Bu bağlamda ölümün kolektif temsilleri üzerine yaptığı çalışma ile Robert Hertz de Durkheim ile benzer şekilde ölüm ritüellerinin toplulukların bu kaybı anlamlandırmak için geliştirdiği kolektif pratikler olduğunu söyler. Çeşitli topluluklar üzerinden yaptığı çalışmalardan yola çıkarak, cenaze törenleri sırasındaki bir dizi uygulamanın amacının doğrudan ölen kişinin yakınlarının yas tutmasına son vermek ve onları toplumsal birliğe yeniden dahil etmek olduğunu söyler. Hertz ayrıca, ölümün sevilen biri öldüğünde yaşanan yoğun duygularla bağlantılı olduğu fikrine de meydan okuyarak ölümün, toplumsal bilinç için belirli bir anlama sahip ve kolektif bir temsilin konusu olduğunun altını çizer ve bu temsilin analiz edilmesi ve araştırılması gereken önemli bir konu olduğunu söyler. Bu bağlamda Hertz’in, Endonezya’daki Dayaklar’ın ölüm ritüelleri üzerine yaptığı çalışma, bu ritüellerin ve ölen kişinin layıkıyla gömülebilmesinin, bu kişinin yakınları için ne denli önemli olduğunu ve bu ritüellerin grubun kolektif hafızasını nasıl yeniden inşa ettiğini görmemiz açısından oldukça önemli bir örnektir. O bu çalışmada, ölen kişi ile bu kişilerin ardında kalan grup üyelerinin arasındaki ilişkilere odaklanırken, ölümle ilgili toplumsal anlamların ve ritüellerin iki aşamalı bir sürece yayıldığını bizlere gösterir. İlk aşamada ölen kişi, bedeni tamamen çürüyene kadar geçici bir yerde tutulur. Bu süreç hem ruhun hem de yas tutanların geçiş dönemidir. Ruhun bedenden tamamen ayrılması, bedenin çözülmesine bağlıdır. İkinci aşamada, cenaze töreniyle ruh, ölüler dünyasına katılır ve yas tutanlar toplumsal hayata geri döner. Bu ritüeller yas sürecini tamamlamak, toplumsal düzeni yeniden kurmak ve grubun kolektif hafızasını inşa etmek açısından önemlidir. Ayrıca ölülerin ortak bir alanda toplanması, yerel ve ulusal grupları birleştirerek daha büyük bir toplumsal birlik oluşturur. Sonuç olarak, yaşayanlar, ölüler toplumunu yeniden inşa ederken, kendi toplumsal düzenlerini de sürekli olarak yeniler.
Hertz’in Dayaklar üzerine yaptığı araştırma her ne kadar bazı yönlerden spesifik bazı ritüeller barındırsa da, aslında temelde ölümle ilgili her grup ve toplumda geçerli olan bir durumu ortaya çıkarmaktadır: Ölen kişi layıkıyla gömülünceye kadar yakınlarının huzur bulamayacağı, yaslarının sona ermeyeceği ve onların da birer ölü gibi yaşayacağı. Bu durumun gömülemeyen, gömülmesine izin verilmeyen, mezarsız bırakılan, yasları yasaklanan herkes için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Hertz’in çifte cenaze töreni modeli, ölümün kolektif hafıza ile nasıl ilişkilendiğini bizlere gösteren örneklerden bir tanesidir. İlk cenaze töreni, bireysel kaybı toplumsal düzeyde paylaşmayı sağlar ve ölen kişinin toplumsal dünyadan ayrıldığını simgeler. İkinci tören ise, ölen kişiyi kolektif hafızada kalıcı hale getirir ve onu kültürel bir figür olarak hatırlatır. Bu süreç toplumun geçmişini tazeleyip toplumsal kimliği ve değerleri gelecek nesillere aktararak kolektif hafızanın inşasına katkıda bulunur. Dolayısıyla ölüm sadece bir kayıp değil, aynı zamanda kolektif hafızanın yeniden yapılandırılmasıdır.
Kolektif Hafıza ve Ölüm Ritüelleri
Bireysel hafıza sosyal bağlamlarla iç içedir ve kişisel anılar, sosyal etkileşimler, kolektif olaylar ve paylaşılan duygularla şekillenir. Kolektif hafıza, bir grup içindeki ortak hatıralardan doğar, ancak bireyler bu hafızayı kendi deneyim ve algılarına göre farklı yorumlar. Bu durum, hafızanın sosyal olarak inşa edildiğini ve bireylerin toplumsal normlar ve değerler doğrultusunda hatırladığını gösterir. Bir topluluğun, bu topluluğun tarihindeki bir dönemin veya belirli bir olayın kolektif hafızası, bu tarihi yaratanların çoğunluğu tarafından paylaşılan tüm temsillerden oluşur. Bu temsiller, ilgili topluluğun temeli olarak işlev görmelerine olanak sağlayarak anlam kazandıran ana eksen etrafında düzenlenir. Hafızanın bu kurucu koşulu, Maurice Halbwachs’ın öncü eseri La Mémoire collective’de (Kolektif Hafıza) zaten vurguladığı gibi, geçmişi unutulmaktan kurtarma ve onu toplumsal kimliğin bir referansı olarak tesis etme olgusu, hatırlamayı bir hayatta kalma zorunluluğuna dönüştürmektedir. Bu zorunluluğun etik koşulu ve kolektif boyutu, hafıza görevini “bir gruba aidiyetin herhangi bir şekilde teyit edilmesi için gerekli bir pratik” hâline getirmektedir. Halbwachs, hafızanın bireysel bir olgu olmayıp, sosyal bağlam içinde sürekli şekillenen ve bir grup üyeliğiyle bağlantılı bir süreç olduğunu incelerken, hafızanın rüyalardan dile, aileden dine, toplumsal sınıflardan geleneklere kadar tüm boyutlarla kolektiflik olanla ilişkisini inceler. Bu bağlamda, anma törenleri ve ritüelleri de, aileye kayıplarının anısına periyodik olarak bir araya gelme ve böylece birlik ve sürekliliklerinin farkına varmalarına olanak sağlar.
Elbette aile için belirtilen bu durum, gruplar, topluluklar veya toplumlar için de geçerlidir. Bu bağlamda anma törenleri, toplumsal çerçeveyi somutlaştırma, unutmayı engelleme, birlikte anma, grubun kimliğini yeniden inşa etmesi veya savunması gibi faktörlere olanak sağlayarak kolektif hafızanın inşası sürecinden önemli bir rol oynar. Öte yandan, hangi olayların anılacağı, nasıl anılacağı ve kimlerin anılacağı gibi kararlar ise hafızanın ideolojik boyutuyla ve çeşitli güç biçimleriyle ilişkilidir. Bu güç biçimleri, anma törenleri aracılığıyla kolektif hafızayı kontrol etmeye çalışabilirler. Hem iktidarlar hem de gruplar arası güç dengeleri, kolektif hafızayı bir güç unsuru olarak kullanabilir. Dolayısıyla kolektif hafıza, “yalnızca her grubun kimliğini oluşturmaya hizmet etmez, aynı zamanda aralarındaki güç ilişkilerinin kurulmasına yardımcı olan politik bir araçtır”.
Anma törenleri sadece sembolik olaylar değil, aynı zamanda bireysel ve kolektif hafızaların buluştuğu ve etkileşime girdiği anlardır. Bu törenler ve ritüeller ile kolektif hafıza arasında çok boyutlu bir etkileşim vardır ve bu etkileşim tarihsel, sosyolojik ve siyasi perspektifleri bütünleştirmektedir. Bu törenleri bir grubun veya toplumun kimliğini, kolektif hafızasını, o topluma ait çeşitli değerleri yansıtırken, farklı anlamlar da taşıyabilmektedir. Örneğin, bu törenler kutsal ve gösterişli, sivil ve siyasi alan olarak ayrılabilir ; ölülerin, kurucu figürlerin ve olayların anılması, ilgili topluluğun duygusu ve bir araya gelmesi olarak veya ritüel ve şenlik şeklinde gerçekleşebilir. Böylece anılan olaylarla ilişkili ritüeller, semboller ve söylemlerin yanı sıra bunların grup ve topluluklar üzerindeki etkileri de, anma törenleri ve kolektif hafıza arasındaki ilişkiyi anlamamıza yardımcı olur. Ayrıca anma törenlerinin sosyal ve siyasi bağlamlar tarafından nasıl şekillendirilmeye çalışıldığını ve geçmişe dair algıları etkilemek amacıyla nasıl siyasi kontrol aracı olarak kullanılabileceğini ve kolektif kimliği nasıl etkilediğini anlamak için de, anma tercihlerinin ardındaki motivasyonların ve bu tercihlerin kolektif hafıza üzerindeki etkilerinin analiz edilmesi gerekmektedir.
Anma törenleri, bir ulusa veya gruba aidiyet duygusunu güçlendirmenin bir aracı olarak görülürken, yorum çeşitliliği ve bu anılar etrafında var olabilecek çatışmalar da var olabilmektedir. Bu törenlerinin yerel, bölgesel, ulusal veya ulusötesi olmak üzere çeşitli düzeylerde, bir kimlik faktörü olarak, gruplar veya deneyim topluluklarının hafızasına eşlik etmektedir. Yani anma törenleri siyasi veya ulusal olaylarla sınırlı kalmak yerine kültürel, miras ve yerel biçimleri de kapsayacak şekilde çoğalmakta ve çeşitlenmektedir. Bu, toplumdaki çoklu kimlikleri daha iyi temsil edebilecek daha kapsayıcı ve çeşitli anma pratiklerine doğru bir hareketi yansıtmaktadır. Dolayısıyla, anma pratiklerinin dönüşümü kolektif kimliklerin yeniden tanımlanmasına yol açmaktadır.
Böylece anma törenleri artık sadece ulusa odaklanmamakta, daha küçük veya daha geniş topluluklara da odaklanabilmekte, dolayısıyla kimlikler ve anıların çoğulluğunu teşvik etmektedir. Bununla beraber, anmaların kolektif kimlik ve hafızadaki bu önemli yeri, onu bir mücadele aracı haline getirmektedir. Yani anmalar çeşitli durumlarda, belirli grupları harekete geçirmeye veya toplumsal talepleri ifade etmeye hizmet eden kamusal eylem araçları haline gelmiştir. Bu aynı zamanda anmaların kimlikleri ve mücadeleleri savunmanın bir aracı haline geldiği bir protesto veya direniş biçimi olarak da görülebilir. Bu bağlamda, “çağdaş kültürde yıldönümü kültü” hala-ve aynı zamanda-kutsalla ya da tersine toplumların sekülerleşmesiyle, ulusal kimliklerle ve bunların tekil yapılarıyla olan ilişkisi üzerinden analiz edilmektedir ki, bu da şurada ya da burada kurucu olayların, kahramanların, büyük siyasi ya da kültürel figürlerin anılmasını desteklemektedir. Sonuç olarak anmalar, geçmişin hatırlanmasını sağlamanın ötesinde, kolektif hafızanın inşası ve yeniden üretimi için önemli bir araçtır. Bu pratikler, kolektif kimliklerin şekillenmesinde ve toplumsal mücadelelerin ifadesinde etkili olurken, modern toplumlarda kutsallık ve kimlik politikaları üzerinden yeniden anlam kazanmaktadır. Bu bağlamda anmalar, yalnızca geçmişi değil, kolektif hafızayı, bugünü ve geleceği şekillendiren dinamik bir güç haline gelir.
Kolektif hafıza, duygu ve anma kültürü arasında sıkı bir ilişki vardır. Louis Moreau de Bellaing, bellek siyasetinin temelinde his ve duygulanım olduğunun altını çizerken, anma törenlerinde geçmiş olayların yaşanmış gerçekliğinden ziyade, önemli olanın temsil ve temsil gücüyle ortaya çıkan hissetme gücü olduğunu söyler. Bu güç arzusu, kalabalığın, anma törenine katılanların ve bir bütün olarak toplumun arzusundan doğar ve buralarda yeni imgeler deneyimlenerek kolektif hafızanın yaşatılmasına katkı sağlanır. Devletin ve daha geniş anlamda siyasi alanın stratejisinin bir parçası olarak hafıza politiği, burada devreye giriyor. Çünkü Devlet, insanlara unutturmak için bu yeni imgeleri ve bu hissetme gücünü manipüle ediyor. Kolektif hafıza duygulanımlara, deneyimlenmiş, yeniden ele geçirilmiş, unutulmuş, yeniden yaşanmış ve dönüştürülmüş duygulara dayanır. Sembolik olana ve daha da ötesi hayali olana dokunuyor. Deneyimlediklerimize anlam kazandırdığı için, onu hedef almak, tanımlamaya çalışmak, geçmişin ve şimdinin bir boyutu haline getirmemek gerekir. Sonuç olarak, kolektif hafıza, bireylerin ve toplulukların kimliklerini şekillendiren, geçmişin bugüne ve geleceğe taşınmasında dinamik bir güç olarak işlev görmektedir. Anma törenleri ve ritüeller, hafızanın bu inşa sürecinde hem duygusal hem de sembolik bir bağlayıcı unsur olarak önemli bir rol oynar. Ancak bu pratikler, ideolojik ve politik çerçevelerle de iç içedir; toplumsal mücadelelerin, güç dengelerinin ve kimlik politikalarının bir aracı olarak kullanılabilir.
Şiddet, Anma ve Kolektif Hafıza
Şiddet, toplu ölüm ve katliamların nasıl hatırlandığı ve sonraki nesillere nasıl aktarıldığı veya bu ölümlerin nasıl anıldığı konusu, kolektif hafıza ve onun tahakküm altına alınması/alınmaya çalışılması açısından oldukça önemlidir. Hafıza kavramı çok anlamlı ve çoğul doğası gereği, yalnızca hatırlama mekanizmalarını ve anıların kendisini değil, aynı zamanda günümüzün kolektif kimlikleriyle yakından ilişkili olan toplumsal temsillerin yeniden okunmasına ilişkin dinamik süreçleri de içerir. Dolayısıyla günümüzde kolektif kimliklerin çeşitliliği, hafızanın da çeşitliliğini beraber getirmekte ve bu durum birçok çatışmaya sebep olabilmektedir. François Hartog, toplu cinayetlerin ölçeği ve ölüm endüstrisinin eşi benzeri görülmemiş kullanımı göz önüne alındığında, yirminci yüzyılın vahşetlerinin, çağdaş toplumları karıştıran “bu hafıza dalgalarının ortaya çıktığı fırtınalar” olduğunu söylemektedir.
Bununla beraber şiddet, ölüm ve ölümden sonraki yas süreci ve ölüm ritüelleri, bizi başka bir tartışmaya daha sürüklüyor: Bedenin hafızası. Bu noktada hem ölenlerin bedenleri hem de ardında kalan kişilerin bedenleri, kolektif hafızanın mirasçısı haline geliyor. Şiddet, bireylerin bedenine işlenebilir ve bu “beden-hafıza”, hayatta kalanların ve/veya onların soyundan gelenlerin günlük yaşamlarında geçmişin izlerini gösterir ve varlığını sürdürür. Bu noktada beden, nesiller arası aktarımın bir taşıyıcısı ve tarih yazımının sessiz bir aracı haline gelebilir. Dolayısıyla, Frederic Luzi bedeni bu noktada üç kategoriye ayırıyor: hayatta kalan ve tanık olan kişinin yaşadığı acının taşıyıcısı olarak beden, geçmişe aracılık etme ve onu yeniden canlandırma aracı olarak beden ve son olarak, atalarının acı çeken ötekiliğini bünyesine katmanın psikolojik artçı etkilerini taşıdığı söylenen mirasçıların bedeni. Bu bağlamda, şiddet gören beden, öldürülen kişinin bedeni ve ardında kalan yakınlarının bedenlerinin kolektif hafızanın birer taşıyıcısı olduğunu ve dolayısıyla böyle bir durumda ölen kişinin yakınlarının herhangi bir şekilde anma yapmalarının, kolektif olarak bir anma ritüeli olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Luzi’nin de altını çizdiği gibi bu bedenler hem bu aşının taşıyıcısı hem de öldürülen kişilerin ötekiliklerinin taşıyıcısıdırlar. Dolayısıyla varlıkları yani bedenleri bile anma ritüelinin bir parçasıdır.
Savaş, soykırım ve atom bombası sebebiyle milyonlarca insanın karşılaştığı ve karşılaşmaya devam ettiği toplu ölümlerin hafızalaşması, beden-hafıza ilişkisi dışında elbette çeşitli mekanlar üzerinden gerçekleşir. Hafızalaştırma, katledilenleri ve şiddet olaylarını anmaya yönelik anıtların, plaketlerin, sokak adlarının ve müzelerin kurulmasıyla kendini gösterebilir. Hatırlama sürecinin merkezinde kuşaklar arası aktarımın önemli bir rol oynadığı açıktır. Bu nedenle, söz konusu siyasi ve sembolik meseleleri ortaya çıkarmak için geçmişin kamusal alanda sahnelenme ve yazılma biçimlerine bakmak önemlidir. Bu bağlamda, bu ölümler kamusal alanda çeşitli şekillerde anılmak istenmektedir ve böylece hafızalaştırma, aynı zamanda şiddete dair anıların ve hikayelerin sonraki nesillere aktarılmasıyla da bağlantılı olarak geçmiş olayların yeniden okunması ve yeniden yorumlanmasına yönelik dinamik mekanizmaları içermektedir. Şiddet olaylarının anıldığı yerler, çağdaş toplumun manzarasını şekillendirmeye yardımcı olur. Ölenlerin anısına yapılan anıtlar, plaketler, sokak ve meydan isimleri, vahşetlerin yaşandığı yerler, müzeler, toplumsal yaşamın diğer pek çok yönüne yayılan bir miras olgusunun sadece bir yönüdür. Bu sunum alanları uzak geçmişe ya da yaşayan belleğe atıfta bulunabilir. Örneğin, Hiroşima’da ölenler için, Hiroşima Barış Parkı’nda, ölenlerin ruhlarını onurlandırmak ve teselli etmek için ritüeller düzenlenmektedir. Hiroşima’da ölenlerin ruhlarının acılarını hafifletmek için tasarlanan ve radyasyona maruz kalanların korkunç susuzluğunu gidermek için suyu bir sembol olarak kullanan ritüellerden bahsedilmektedir. Bu ritüeller sadece ölüleri hatırlamaya odaklanmakla kalmıyor, aynı zamanda atomik yıkımın tarihini genç nesillere aktarmaya da hizmet ediyor. Yahudi soykırımına dair, aynı felaketin bir daha yaşanmaması için soykırım ve soykırımın izdüşümleri yazılı ve görsel kültürün bütün alanlarına taşınmış; anıtlar, müzeler ve “Uluslararası Holokost Kurbanlarını Anma Günü” gibi günler çerçevesinde soykırım kolektif olarak anılmaktadır. Sonuç olarak, katliamların, toplu ölümlerin hafızalaştırılması, yalnızca geçmişin acılarını hatırlatmakla kalmaz, aynı zamanda toplumsal kimliğin inşası ve kuşaklar arası aktarımın sağlanması açısından kritik bir işlev üstlenir. Hafıza çalışmaları geçmişin kamusal alanda yeniden sahnelenmesini ve yorumlanmasını mümkün kılar. Bu süreç, geçmişteki şiddet olaylarının unutulmasını engellerken, toplumsal barış, adalet ve dayanışma arayışına da katkıda bulunur. Öte yandan, halen katliama uğrayan ve bunun sonucunda toplu olarak ölen, ölüleri şiddete uğrayan, mezarsız bırakılan, cenaze ritüelleri, anılmaları engellenen kişiler, gruplar, toplumlar vardır. Bundan ise bir sonraki bölümde bahsedeceğiz.
Anma ve Ölüm Ritüellerinde Ayrımcılık ve Kolektif Hafıza
Ölüm ve sonrasındaki anma, ölüm ritüelleri, çeşitli şekillerde ayrımcılık, şiddet, sosyal dışlanmayı da beraberinde getirmekte ve bunları yeniden üretebilmektedir. Bunlar, kimi zaman gruplar arası hiyerarşik yapılar, kimi zaman devlet ve farklı güç yapıları tarafından gerçekleştirilmektedir. Örneğin, yukarıda bahsettiğimiz üzere Dayaklar’ın ölüm ritüllerini araştıran Robert Hertz, bu toplumda ölüm ritüellerinin toplumu tekrar bir araya getirmek, kolektif hafızayı canlandırmak ve yası sona erdirmek için ne kadar önemli olduğunu vurgularken, öte yandan bir toplumda tüm ölülerin aynı değere sahip olmadığına dikkat çekiyor. Grubun bir üyesinin ölümünün uyandırdığı duygu, liderin ya da yüksek itibarlı birinin ölümünün uyandırdığı duyguyla eşdeğer değildi; köleler, yabancılar ve çocuklar aynı ritüel muameleyi görme hakkına sahip değillerdi; hatta onların ölümü neredeyse fark edilmeden geçiyor, herhangi bir duygu uyandırmıyor, herhangi bir ritüele yol açmıyordu. Hertz’e göre ölüm, sadece yaşayan bir varlığın bedensel, görünür varlığına son vermez; aynı zamanda, kolektif vicdanın az ya da çok önem ve saygınlık atfettiği fiziksel bireye aşılanmış toplumsal varlığı da yok eder. Ayrıca Hetz, şiddet sonucu, bazı kazaların sebep olduğu, doğum esnasında veya intihar ederek ölenlerin istisnai olduğunu, bu kişilerin kemiklerin de grubun düzgün bir şekilde ölen diğer üyeleriyle bir araya getirilmediğini, tenha bir köyde, hatta bazen diğer ruhların yaşadığı bölgeden tamamen farklı bir bölgede gömüldüğünü söyler.
Hertz’in verdiği örnek, grup içerisindeki güç ilişkilerinin sebep olduğu ayrımcılıklar iken, öte yandan başka durumlarda bu eşitsizlikleri yaratanlar devletler ve farklı iktidar ve egemenlik biçimleri olabilmektedir. Örneğin, Sophokles’in Antigone’sinde taht kavgası sebebiyle çıkan kavgada Eteokles ve Polyneikes adlı iki kardeş ölmüş, Kral Kreon Eteokles’in cesedinin “yurdu için ölen bir kahraman olarak” gömülmesini, Polyneikes’in cesedinin ise “bir vatan haini gibi” çıplak, aşağılanmış, paralanmış haliyle ortada bırakılarak kurda kuşa yem edilmesini buyurmuş ve yasının tutulmasını yasaklamıştır. Ölen bazı kişilerin aynı şekillerde eşitsizliğe, şiddet uğraması, yaslarının tutulmasının yasaklanması, cenaze ritüellerinin engellenmesi günümüzde devam etmektedir. Bu bağlamda Judith Butler, birileri öldüğünde yaslarının kamusal şekilde tutulabiliyorken, diğerlerinin yasının inkâr edildiğini ya da görünmez kılındığını ve imgelerinin, hikayelerinin, anlatılarının, hatta isimlerinin bile kamusal olarak görünürlüğünün engellendiğinin altını çizer. Butler’ın kimin yaşamının yaşam sayıldığını, kimin yasının tutulabilir olduğunu sorguladığı şekilde, Achille Mbembe de, egemenin nihai dışavurumunun, büyük oranda kimin yaşayabilir olduğunu ve kimin ölmesi gerektiğini belirleme gücü ve yetisine dayandığını ileri sürer ve bunu kısaca nekropolitika olarak adlandırır. Bu tartışmayı ise daha çok egemenlik, sömürgecilik ve istisna hali kavramları üzerinden ele alır ve bu durumlarda yaşama, ölüme ve insan bedenine (özellikle de yaralı ya da ölü bedene) verilen yer neresidir diye sorgular.
Burdan yola çıkarak gruplararası hiyerarşiler, sömürgecilik, ve çeşitli başka güç ilişkileri bağlamında ölüler arası eşitsizliğin ve dolayısıyla bu kişilerin yakınlarına yönelik eşitsizlik ve ayrımcılıkların olduğunu söyleyebiliriz. Bu durumlarda bazı grupların ölülerinin cenaze ritüelleri engelenmekte, hatta yasaklanmakta veya şiddete uğrayabilmektedir. Cenaze törenleri ve anmalar bu durumlarda çeşitli farklı direniş biçimleriyle iç içe geçerek gerçekleşmektedir. Bu bağlamda Türkiye’de, yaşarken sosyal dışlanmaya ve şiddete uğrayan bazı grupların ve toplumların, öldükten sonra da ayrımcılığa ve şiddete uğradığını görürüz. Türkiye’de Kürtler, bu konuda tarihsel olarak en fazla deneyime sahip grupların başında gelir. Dolayısıyla cenaze törenlerine, mezarlıklara ve bu kişilerin yakınlarına yönelik saldırılar ve bu saldırılara karşı verilen mücadele, Kürtlerin kolektif hafızasının yeniden inşasında önemli bir yer tutar. 1990’lı yıllardan itibaren öldürülen siyasetçilerin ve direnişçilerin cenaze töreninde Kürt toplumsal hafızasının nasıl şekillendiğini görmek mümkündür. Bu yıllarda hayatını kaybetmiş ve layıkıyla defnedilememiş gerillaların cenazeleri için, 2013 yılı itibariyle mezarlıklar inşa edilmiş ve bu cenazeler oralara yeniden defnedilmiştir. Bu mezarlıkların inşa edilmesi mezarsızlığa karşı bir direniş olarak ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla, yeni mezarlıkların inşası, Kürdistan toplumunda yalnızca kayıpların anılması ve kolektif hafızanın korunması açısından değil, aynı zamanda direnişin sembolü olarak da kritik bir rol oynamaktadır. Bu mezarlıklar yas tutma ve direnişi bir araya getirerek duygusal, sosyal ve politik bir anlam taşımaktadır. Mezarlıkların tahribi ve buna karşı gösterilen direniş, hafıza ve kimlik politikalarının kamusal alandaki mücadelesini gözler önüne sermektedir. Bu bağlamda, mezarlıklar hem geçmişin unutulmasını engelleyen hem de bugünün direnişine güç veren dinamik alanlar olarak varlıklarını sürdürmektedir.
Dolayısıyla bu tür saldırı durumlarında cenaze törenleri ve anma ritüelleri, yalnızca kaybı onurlandırma değil, aynı zamanda bir direniş ve tanınma aracı haline gelir. Şiddet ve katliam sonucu öldürülen kişilerin ve grupların cenaze törenleri, geçmişte yaşanan adaletsizliklerin hatırlatılması ve kolektif hafızanın diri tutulması için bir direniş alanı işlevi görür. Bu ritüeller, kayıpları sadece yas tutma bağlamında değil, aynı zamanda adalet talebi ve hakların savunulması bağlamında da anlamlandırılır. Böylesi durumlarda anma kültürü, genellikle bireysel bir yas sürecinden toplumsal bir dayanışma ve mücadele sürecine evrilir. Bu anmalar, toplumun geniş kesimlerini geçmişte yaşanan travmaların tanınması ve adaletin sağlanması için bir araya getirir. Aynı zamanda, şiddetin hedef aldığı grupların kimliklerini, varlıklarını ve haklarını görünür kılmak için önemli bir araç haline gelir. Ancak, bu dinamikler devletler veya çeşitli güç odakları tarafından tehdit olarak algılanabilmekte ve cenaze törenleri ya da anma ritüelleri kimi zaman yasaklanmaktadır. Bu tür yasaklar, kayıpları onurlandırma çabasını engellemekle kalmaz, aynı zamanda toplumsal yaraların derinleşmesine ve çatışmaların daha da yoğunlaşmasına neden olabilir. Buna karşın, yasaklar karşısında, kişiler ve gruplar alternatif yollarla anma ritüellerini sürdürerek, hafızayı canlı tutma ve adalet talebini dile getirme çabalarını devam ettirirler. Bu da, anma kültürünü ve cenaze törenlerini daha güçlü bir direniş pratiği haline getirir.
Ölüm Ritüelleri ve Anma Kültürünün Gerekliliği
Yukarıda bahsettiğimiz üzere anma ve ölüm ritüelleri kolektif hafıza ile olan ilişkisi bağlamında, toplumsal uzlaşma ve geçmişin hatırlanması açısından önemli bir rol oynar. Geçmişteki travmalar ve zaferler, toplumun kimliğini şekillendirir ve kolektif hafızayı korur. Tüm ritüel süreçler gibi cenazeler de hem toplumsal yapıyı hem de orada bulunan aktörleri içeren bir süreci kapsar. Bu eylemin hem ampirik hem de sembolik bir amacı vardır; veda zamanı ve kaybın neden olduğu belirsizliğe yanıt olmak.
Anma ve ölüm ritüelleri, ister “doğal” bir ölümle ister şiddet ya da katliam gibi travmatik bir kayıpla sonuçlansın, toplumu bir arada tutmak, kolektif hafızayı canlandırmak ve toplumsal barış ile uzlaşıyı desteklemek açısından büyük bir öneme sahiptir. Durkheim ve Hertz, ölüm ritüellerin sosyal gruplar için dengeleyici olduğunu, bir geçiş durumu olan yasın, ölümün toplumsal bağlamda gerçekleşmesini sağlayarak, ölümün biyolojik gerçekliğiyle uzlaşmamıza olanak tanıdığını söylüyorlardı. Böylece ölüm ritüelleri, özellikle de cenaze töreni hayati bir gereklilik olarak ortaya çıkıyor. Ana işlevi, deneyimlenen bir gerçekliğin üstesinden gelmek için sembolik bir sistem içine aktarmak ve bu deneyimin üstesinden gelmeye çalışmaktır. Dolayısıyla ölüm ritüelleri ve anmalar anksiyolitiktir (kaygı giderici) ve topluluğun yenilenmesine olanak tanır. Tekrarlama kapasitesi sayesinde bir deja vu hissi yaratır. Belirli bir bağlamda bir jestin, bir kelimenin tekrarlanması, yasın doğasında olan belirsizliği azaltmayı amaçlayan güven verici bir çerçeve sunar.
Bu bağlamda anma kültürü, tekrarlanabilen ve dolayısıyla yasın üstesinden gelmeye yönelik bir ölüm ritüelidir. Mezarların bu noktada oldukça önemli bir yeri vardır. Mezar ve anma kültürü geçmişle bağ kurma, kayıpları onurlandırma ve toplumsal hafızayı diri tutma açısından birbirini tamamlar. Mezarlar, ölümün ve kaybın somut bir sembolü olarak kolektif hafızanın fiziksel taşıyıcılarıdır. Anma ritüelleri ise bu hafızayı canlandırarak, yas sürecini anlamlandırır ve toplumsal bağları güçlendirir. Anma kültü, 19. yüzyılda mezar figürüyle birlikte kurumsallaştığı şekliyle, anıyı temellendirerek ölen kişinin hatırasını yüceltme eğilimindedir. Beden, taş ve mezarlık hafızanın sembolik veya biçimsel konumlandığı mekânlar olarak, bu anıyı taşıyan unsurlar işlevi görür. Anma, hızla yasın yerini alır ve ölen kişinin varlığı, aile içinde aktarım yoluyla yüceltilir. Değerler üzerine inşa edilen bir toplum, böylece herkes tarafından algılanabilen somut işaretlere dayanır. Bu kültürü metinsel olarak ifade eden mezar yazıtları ölüyü belirgin bir şekilde konumlandırır ve artık hayatta olmadığını ifade eder; bu, “burada yatar” (ci-gît) ifadesiyle kendini gösterir. Ayrıca, yukarıda değindiğimiz gibi mezarlar ve anma pratikleri, toplumsal barış ve uzlaşıya katkı sunarak geçmişte yaşanan acıları tanıma ve hatırlama süreçlerine hizmet eder. Bu ilişki, bireylerin ve toplumların ölümle yüzleşme ve geçmişle bağ kurma çabalarının temel bir parçasıdır.
Dolayısıyla yaşayanların sosyal ve kolektif alanına giren bir gerçeklik olan ölüm, çok boyutludur. Sonluluk, yas, cesetlere yapılan muamele, cenaze ritüelleri, kayba özgü keder – ölümü derinlemesine insani bir gerçeklik haline getiren her şey-hepsi analiz gerektirir. Duygular, basit ampirik gözlemler, dini değerler ve mistik yorumların hepsinin nesnelleştirilmesi gerekir. Ölümü anlamak, onun farklı yönlerini incelemek; aynı zamanda onu “güvenli bir mesafeye koymak” anlamına da gelir.
Sonuç
Ölüm ritüelleri, anma törenleri ve kolektif hafıza, bireylerin ve toplumların geçmişle bağ kurmasını, kayıplarının anlamlandırmasını ve ortak bir kimlik inşa etmesini sağlayan önemli mekanizmalardır. Bu ritüeller, yalnızca yas tutma süreçlerini desteklemekle kalmaz, aynı zamanda geçmiş travmaların tanınmasına, toplumsal barış ve uzlaşıya zemin hazırlar.
Anma törenleri ve ölüm ritüelleri, doğal ölümlerden, şiddet ya da katliam sonucu gerçekleşen kayıplara kadar farklı bağlamlarda, kolektif hafızanın canlı tutulmasında kritik bir rol oynar. Özellikle şiddete uğrayan gruplar için bu pratikler, birer direniş ve hak savunma aracı haline gelirken, toplumsal adalet ve barış arayışını da destekler. Ancak bu ritüellerin engellenmesi veya yasaklanması durumunda, bireysel ve toplumsal travmaların derinleşmesi ve toplumsal uzlaşının zorlaşması muhtemeldir.
Sonuç olarak, ölüm ritüelleri ve anma kültürü geçmişi anlamlandırmak, bugünü inşa etmek ve geleceği şekillendirmek için büyük bir öneme sahiptir. Bu pratikler, bireylerin, grupların kayıplarıyla başa çıkmasına olanak tanırken, toplumların da barışçıl bir gelecek inşa etmesine yardımcı olur.
Kaynakça
-Aydın, D. (2018). “Kürdistan’da Direnişe Dönüşen Yas: Cumartesi Anneleri, Barış Anneleri ve MEYA-DER Deneyimi”, Jineoloji Dergisi.
-Azevedo, V.R. (2017). “Violences extrêmes, morts collectives et mémorialisation”, Revue internationale d’anthropologie culturelle et sociale.
-Butler, J. (2018). Kırılgan Hayat: Yasın ve Şiddetin Gücü, Metis.
-Clavandier, G. (2009). Sociologie de la mort : vivre et mourir dans la société contemporaine, Armand Colin.
-Durkheim, E. (2013). Les formes élémentaires de la vie religieuse, Quadrige-PUF.
-Halbwachs, M. (1976). Les cadres sociaux de la mémoire, La Haye.
-Halbwachs, M. (2017). Kolektif Hafıza, Heretik.
-Hertz, R. (2013). “Contribution à une étude sur la représentation collective de la mort”, PUF.
-Lavabre, M.C. (2014). “La commémoration : mémoire de la mémoire ?” BBF.
-Mbembe, A. (2006). ”Nécropolitique”, Raisons politiques, n° 21.
-Moreau de Bellaing, L. (1985). “Mémoires de la mémoire : la commémoration”, Homme et la société.
-Sophokles. (2014). Antigone, Türkiye İş Bankası.
-Van Gennep, A. (1981). Les rites des passages, Éditions A. et J. Picard.
-Vidal-Beneyto, J. (2003). “La construction de la mémoire collective”, Diogène.
Yoruma kapalı.