Düşünce ve Kuram Dergisi

Kürdistan Devriminin Anti Sömürgeciliği

Engin Elbistanlı

“Her sömürgeci ulus, faşist eğilim tohumunu bünyesinde taşır” diyor filozof. O zaman sömürgeciliği biraz daha yakından mercek altına almak gerekecek ki sömürgeciliğe karşı verilen mücadele daha iyi anlaşılsın.

Sömürgeciliği; “genel olarak bir devletin başka ulusları, devletleri, toplulukları, siyasal ve ekonomik egemenliği altına alarak yayılması veya yayılmayı istemesi, müstemlekecilik olarak tanımlıyor sözlükler.

Bunun için dünyada bir halkın başına gelecek en büyük felaketlerin başında kesinlikle sömürge durumuna düşmek geliyor. Sömürge durumuna düşenler, sömürgeciliğin kendileri açısından ne anlama geldiğini en iyi bilenler oluyor. Çünkü onlar, sömürgecilerin sömürge insanına nasıl yaklaştığını bizatihi yaşayarak öğrenmişlerdir.

Yaşanmadan öğrenmek zor oluyor insanlar için. İnsanların halen en iyi öğrenme yöntemi yaşayarak öğrenmeleridir. Sömürgeciliği en iyi anlayan, en iyi dile getiren, en iyi tanımlayan ve tabii ki buna karşı da mücadele edecek olanlar en çok bu durumu yaşamış olanlardır.

Sömürge altında olup da sömürgeciliğe karşı mücadele etmemek tek kelimeyle söyleyecek olursak onursuzluktur. Bu durumu en iyi ifade etmiş olan kişi Fransız aydınlarından olan Jean Jacques Rousseau’dur. Jean Jacques Rousseau Toplumsal Sözleşme isimli kitabında: Yalnızca gücü ve güçten doğan etkiyi dikkate alacak olsaydım, derdim ki bir halk eğer boyun eğmek zorundaysa ve boyun eğiyorsa iyi ediyordur. Fakat boyunduruğunu silip atabilecek duruma gelir gelmez silip atarsa daha iyi eder. Çünkü özgürlüğü elinden alınan bu hangi hakka dayandırılarak yapılmışsa aynı hakka dayanarak onu geri alma hakkı vardır. İnsanın özgürlüğünden vazgeçmek demek insan olma niteliğinden insan haklarından hatta ödevlerinden vazgeçmesi demektir. Böyle bir vazgeçiş insan doğasıyla bağdaşmaz. Çünkü özgürlük elde edilebilir, ama kaybedildi mi bir daha ele geçmez der ve özgürlüğü çalınmış olanları mücadele etmeye çağırır.

Sömürgecilerin de çeşitleri vardır. Kimisi vardır gelir ülkene el koyar, yer altı ve yer üstü zenginliklerini alıp götürür ve yer yer karşı koyuşlar olduğunda ezip geçer. Ancak kimisi de vardır ki çok farklıdır. Hem gelir ülkene el koyar, hem yer altı yer üstü zenginliklerini çalar, hem vurur kırar, hem de el koyduğu topraklarda kendi kültürünü yayar, orada yıllarca hatta bin yıllarca yaşamış olan kültürü yok sayarak, küçümseyerek horlar. Bu yetmez, dediğimiz gibi kendi kültürel yayılmasının alanı haline sömürge ettiği toprakları getirir.

Bu duruma iyi bir örnek “Zamanın Kahramanları” adlı şiirinde David Diop dile getiriyor.

“Beyaz adam babamı öldürdü

Çünkü onurlu bir adamdı babam.

Annemi kirletti Beyaz adam

Annem güzeldi çünkü.

Beyaz adam belini kırdı kardeşimin

Güpegündüz, yol ortasında

Çünkü güçlüydü kardeşim.

Ve sonunda bana döndü Beyaz adam,

Elleri kan içinde.

Önce nefretini tükürdü yüzüme

Sonra “Hey velet,” diye buyurdu,

Bir tanrı azametiyle,

“Hey velet, bir leğen getir bana,

Bir havlu

Ve su dök ellerime”.

Peki, nasıl olur da hem babasını katletmiş, hem anasına el atmış, hem kardeşinin bellini kırmış bir sömürgeci “Hey velet, bir leğen getir bana, bir havlu ve su dök ellerime” diyebiliyor?

Sömürgecilik insanlık tarihinin ilk çatallaşmasından bu yana insanlık üzerinde bir karabasan gibi çökmüştür. Çatallaşma doğal olan yaşamın ayakaltına alınmasıyla başlayan bir süreç. İlk insanlığın kadın şahsında baskılanarak, ezilerek köle-sömürge haline getirilmesiyle başlayan çatallaşma aynı zamanda sömürgeciliğin başlangıcının da tarihidir. Sömürgecilik yanlış bir inşadır. Yanlış bir kurmadır. Yanlış bir yaşamdır.

Sömürgecilik, Sümerlerle en çok da kolonileştirmenin en acımasız imparatoru olan Sargon’ la zirveye çıkmıştır. O gün bugündür dünyada sömürgecilik hegemonların en etkili köleleştirme silahı olarak kullanılmıştır. Maalesef içine doğduğumuz dünyada da bu gerçeklik halen varlığını tüm acımasızlığıyla sürdürüyor.

Sömürgeciliğin ruhsal sahayla birlikte gerçek var olan ya da yaşanılan sahada ortaya çıkardığı sonuçlara değinmek belki daha fazla ders çıkarıcı olacaktır.

Kürdistan’da sömürgeciliğin farklı etnisitelere ve toplumsal kesimlere geçmişte ve günümüzde farklı yaklaşımlar ve uygulamalar içerisinde olduğunu biliyoruz. Örneğin Ermenileri 1915’lerde fiziki katliamdan geçirmiştir. Yine 1921 yılında Çerkezlere benzer bir yaklaşım sergilenmiştir. Yine Asurilerin yani Süryanilerin nasıl katledildikleri ve kendi yaşadıkları topraklarından sürüldüklerini de herkes biliyor. Nüfus Mübadeleleri adı altında ise Yunanlılar sürülmüşlerdir.

Özcesi bu topraklarda sömürgecilik birçok halkı ve toplumsal kesimi kıyımdan geçirmiştir. Kürtlere düşen ise önce bir kıyım, ardından ise kendilerine göre yeterince ürkütüldükten sonra ise kültürel bir kıyıma tabi tutulmak olmuştur. İlkine fiziki jenosit ya da fiziki soykırım denilirken ikincisine ise kültürel soykırım denilmektedir.

Kültürel soykırım dediğimiz anda ise sömürgeciliğin soykırımdan geçirdiği kültürün yerine hangi kültürü yerleştirdiğidir. Başka bir deyişle: Kişiliğini kendin mi yapılandırdın yoksa sömürgecilik mi yapılandırdı? sorusudur.

İnsan kendi gerçekliğinin içerisinde yani diyalektiğin içerisinde büyümüş ve gelişmiş ise ortaya çıkacak olan sonuçlar ayrıyken, başkasının gerçekliği ile yetişip büyümüş ise ayrı sonuçlar ortaya çıkardığı kesindir. Bir kere başkasının duygu ve düşünceleriyle büyümüşsen ya da büyütülüyorsan orada çıkacak olan başkasının duygu ve düşünceleridir. Boşuna zamanında bu işle uğraşanlar, bu duruma: Başkasının kafasını omuzlarının üstünde taşıma dememişlerdir. Başkasının kafasını omuzlarının üstünde taşırsan, o hale getirilirsen, ismin cismin hatta geçmişin ne olursa olsun varacağın yer o taşıdığın başın içindekilerdir. Boşuna; Sağlıklı duygular düşünceyi geliştiriyor, sağlıklı düşünceler ise sağlığı geliştirir” dememişler. Ancak sağlıklı olmayan duyguların kesinlikle sağlıklı olmayan düşünce ve bedenleri geliştirdiği açıktır.

Sözü uzatmayalım, sömürgeciliğin ortaya çıkaracağı kişilik tümden kendinden kaçan, hiçleşen, ikircikliği yaşayan bir kişilik yapılanmasıdır. Albert Memmi’nin belirttiği gibi: “Bu meşruluğun tam olabilmesi için sömürge insanının köle olması yeterli değildir, bu rolü kabul etmesi de gerekir. Sömürgeciyle sömürgeleştirilen arasındaki bağ bu yüzden yıkıcı ve yaratıcıdır.” Bir kere sömürge altına alınan, sömürge altına alınmanın bir bedeli olarak kültürel soykırıma tabi tutulan toplumların ya da toplulukların sadece köle olmaları yeterli görülmez. Köle olmanın ötesinde kendilerine benzemesi, kendilerinin bir uzvu olmak zorundadırlar.

Eğer sömürge insanı, sömürgeciliğin politikalarına karşı durmazsa, refleks göstermezse, reddetmezse yaşayacağı tek kelimeyle erimedir, kültürel olarak yok olmadır, kendisi olmaktan çıkmadır; yani kendisine yabancılaşmadır.

Yok, olmamak için diyor Albert Memmi: Bir halka başka hangi yolla miras bırakılır? Çocuklarına verdiği eğitimle ve dille, yeni deneyimlerle sürekli zenginleşen o harika depoyla. Gelenekler ve edinilen şeyler, alışkanlıklar ve fetihler, yapılan işler ve geçmiş kuşakların eylemleri bu şekilde miras olarak bırakılır ve tarihe kaydedilir.”

Biz de biliyoruz ki sömürgecilik bu durumu kabul etmez. Çünkü günümüz sömürgeciliği  bağrında faşizmi de taşır. O nedenle faşist uygulamalar sömürgeciliğin günlük rutin işlerindendir.

Bunu herkes az çok bilir. Lakin bir de sömürge altına alınanın kendisine benzetilmesi gerçeği vardır. Yani gerçekliği inkar edilerek asimile edilenin gerçekliği. “Asimilasyon kavramı uygarlık toplumlarında iktidar ve sermaye tekellerinin kölelik statüsü altına aldıkları toplumsal grupların üzerine uyguladıkları ve kendi eki, uzantısı durumuna indirgemek için tek taraflı ilişki ve eylemini ifade eder.”

Bunun olabilmesi için sömürgeciler çok büyük uğraşlar verirler. Belki de en büyük inşa çalışmaları bu gerçekliktir. Yani nasıl bir sömürge tipi yaratmalısın ki kendisini sömürgecinin bir uzvu olduğu gerçeğinden rahatsız hissetmesin. Hatta sömürgeciye aşık hale getirilsin. Geçmişte “katiline aşık olma” diye bir cümle vardı. Nasıl yapacaksın ki katlettiğin, yok ettiğin, kendi olmaktan çıkardığın, erittiğin, yabancılaştırdığın bireyler, topluluklar ya da toplumlar yine de kendilerini sana yakın hissetsinler, hatta kendilerini senin yerine koysunlar?

Evet, bu çok ciddi bir soru ve ciddi olduğu kadar bir hayli stratejik bir sorudur. Nasıl inşa edeceksin ki o inşa sana dönmesin, hatta o inşa gittiği her yerde sana bağlı, senin istediğin gibi ve çoğu zaman sömürgeciler yerine sömürgeleştirilenler tarafından yapılmış olduğu için daha fazla kabul görsün?

Evet, soru bu. Shakespeare’nin: “Olmak ya da olmamak asıl sorun bu” misali, asıl soru ve sorun budur işte.

“Meşruiyetin sağlayıcısı zihniyettir,” diye bir tespit vardır. Sömürgeciler hem vurup ezme tarzlarıyla, hem yarattıkları sömürgelere benzeyen ya da benzeşen “asimilados” tiplerle ve de her yere yaydıkları sömürge kurumsallaşmalarıyla kendilerini kabul ettirmişlerdir. Yani kendi meşruiyetlerini tartışılmaz hale getirmişlerdir. Boşuna, “Devlet ile eşkıya arasındaki fark zihniyetin kurumsallaştırmasıdır” denilmemektedir. Eşkıyanınki günlük ya da günü birlik vurma biçimiyken sömürgeci devletinki sürekli, yedirilmiş, özümsetilmiş ve bireye içirilmiş olan vurmadır. Bu durumu Örneğin, Ezilenlerin Pedagojisi adlı yapıtında: “Gerçekten de ezenlerin çıkarları “ezilenlerin bilincinin değiştirilmesidir, içinde ezildikleri durumun değiştirilmesi değil.” Çünkü ezilenler bu durumu benimsemeye ne kadar yönlendirilebilirlerse, egemenlik altına alınabilmeleri o denli kolay olur. Bunu sağlamak için ezenler, bankacı eğitim modelini içinde ezilenlerin “yardım alanlar” gibi ikiyüzlü bir ad aldıkları vesayetçi bir sosyal yardım aygıtıyla birlikte kullanırlar. Ezilenlere, tekil vakalar gibi, “iyi, örgütlü ve adil” toplumun genel dış görünüşünden sapan marjinal kişiler muamelesi edilir. Ezilenler sağlıklı toplumun patalojisi olarak değerlendirilir; bu nedenlerle de bu “yetersiz ve tembel” kişilerin zihniyetleri değiştirilerek toplumun kalıplarına uygun hale getirilmelidir. Bu marjinallerin, “terk etmiş oldukları” sağlıklı topluma “entegre edilmeleri”, “kazandırılmaları” gerekirdiye ifadeye kavuşturmaktadır Paulu Freire.

Dikkat edelim sömürgeci yapıların yaptıkları ilk iş; zihniyetleri fethederek yapmalarıdır. Sömürge insanını beyninden vurarak, beyinsiz kılarak, omuzları arasına başka bir baş yerleştirerek bunu yapıyorlar. Bu ise söylemek istediğimiz yanlış inşanın kendisidir. Özünden kopartılmış, yabancıya ait, yanlış olan bir kuruluş ve yaşamdır. Adorno’nun dediği gibi “Yanlış hayat doğru yaşanmaz.Nedeni ise yaşam yanlış kurgulanmış ise orada doğru yaşanamaz gerçekliğidir.

Bu nasıl aşılacaktır? Ya da yanlış inşa yerine doğru inşa nasıl gerçekleştirilecektir? Nasıl sömürgecilerin yapımı olan bir “asimilados” olmaktan çıkılacaktır? Bunlar elbette önemli sorulardır.

Hakikat kendini tanımaktan geçer. Yani kendini bileceksin ki, yanlışı düzeltebilesin. Sömürgecilik kendine göre bir inşa gerçekleştirmiştir. Diliyle, kültürüyle, zihniyetiyle, okuluyla derken yaşamın tüm sahalarında ektiği tohumlarıyla bunu yapmıştır. Bunu eğitim kurumlarıyla daha belirgin bir şekilde derinleştirerek gerçekleştirmiştir.

Nedir sömürgeci eğitimin sonuçları?

İnsanlık tarihi özü itibariyle kendini eğitme tarihidir. Bu aynı zamanda kendi insanını da eğitme tarihidir.

Zor ve zulüm güçleri kendi sistemlerini inşa ederlerken önce zihinsel sahaya el atmışlardır. Önce zihinsel saha, ardından da zor araçlarıyla kendi sistemlerini sağlamlaştırmayı esas alma çalışmalarına yönelmişlerdir. Nedeni açıktır; yaptırmak istediklerini yaptırtabilmek için önce kendileri için bu işi yapacakların olması gerekir. Yapan insanların önce bu işi yapar hale getirilmeleri gerekir. Bu ise öncelikli olarak zihinsel bir çalışmadır. Buna gönüllü hale gelmeyenlerin gönüllü hale getirilmeleri için ihtiyaç duydukları kadar korkutma araçları olan şiddeti elbette bir kenara bırakmazlar. Ancak öncelikli olarak zihinler, yürekler yani ruhsal sahanın fethedilmesi hedeflenir.

Devletçi-iktidarcı güçlerin ortak noktası nedir diye sorulduğunda, vereceğimiz ilk cevaplardan bir tanesi kesinlikle eğitim politikalarıdır. Onlar yani; ezenler, sömürenler, ensesi kalın olanlar deneyimlerinden, yaşadıklarından edindikleri: Alışkanlıklar bırakılmazlarsa, zamanla ihtiyaç haline gelirler” özdeyişinin içeriğine yabancı değildirler. Yine: “Alışkanlıkların zincirleri, önce duyulmayacak kadar hafif, sonra kırılamayacak kadar güçlü olurlar” özdeyişinin de farkındadırlar. Bunun içindir ki devletçi-iktidarcı güçler en hassas oldukları ve kimseye ama kimseye bırakmadıkları, bırakmayacakları bir çalışma kesinlikle eğitimdir. Çocukların, gençlerin ve işleyerek sömürmek istedikleri insanların eğitimidir. Nedeni açıktır; odun yaş iken bükülebilir biçimlendirilebilir.

Dikkat edelim, dünyanın en demokratik geçinen devletleri –ne kadar demokratik olduklarını söyleseler de- çocuk eğitimini başkalarına teslim etmezler. Bırakmazlar. Bireyi şekillendirecek, form verecek eğitimi mutlaka kendileri verir. Kendi eğitimini kendi vermek isteyenlere bunun için karşı dururlar. Nedeni açıktır, bir bireyi kendi çıkarları için kullanabilmeleri için önce o bireyin kullanılabilecek hale getirilmesi getirir. Aksi taktirde kullanmak istedikleri birey ya da bireyler kendilerini kullandırtmayabilir; hatta bırakalım kullandırtmamayı, başkalarının da kendilerini kullandırtmamaları için çalışabileceklerini düşünerek engellemeye çalışırlar. Bu ise onlar için çok ciddi bir durumdur.

Devletçi-iktidarcı yapıların böyle oldukları kesindir. Ancak bunlardan daha ileri gidenler de vardır. Bunlar başka halkları sömürge altına alanlardır. Kendi boyunduruğu altına aldıkları insanları istedikleri gibi değerlendirebilmek için eğitim konularında en hassas olanlar, özelde bu tip devletçi-iktidarcı yapılardır.

Sömürgecilerin hedefi çok sistematik olarak; “Sömürgeleştirmeye hoşgörü gösterdiği sürece sömürge insanının tek olası alternatifleri asimilasyon ya da donup taş kesilmektir” ilkesidir. Bunun olabilmesi için sömürgecilerin bir ortak noktası, sömürge altına aldıkları halkların kültürlerini yok etmedir, tasfiye etmedir, küçük düşürmedir, horlamadır.

Kültürü Kürt Halk Önderi’nin tarifiyle; “İnsan toplumunun tarihi süreç içinde oluşturduğu tüm yapısallıklar ve anlamlılıklar bütünü olarak genel bir tanımlamaya kavuşturabiliriz. Yapısallıkları dönüşüme açık kurumların bütünü olarak tanımlarken; anlamlılıkları, dönüşen kurumların zenginleşen, çeşitlenen eşgüdümlü anlamlılık düzeyi veya içeriği olarak tanımlamak mümkündür” diye tanımlayabiliriz.

Kültürün önemli bir öğesi ise dildir. “Dil kavramı, kültür kavramıyla sıkı bağlantılı olup esas olarak dar anlamında kültür alanının başat kavramıdır. Dil’i dar kültür olarak da tanımlamak mümkündür. Dilin kendisi bir toplumun kazandığı zihniyet, ahlak ve estetik duygu ve düşüncenin toplumsal birikimidir. Anlam ve duygunun bilince çıkmış, ifadeye kavuşmuş kimliksel, ansal varoluşudur. Dile kavuşan toplum, yaşamın güçlü gerekçesine sahip olmuş demektir. Dilin gelişkinlik düzeyi yaşamın gelişkinlik düzeyidir. Bir toplum ne kadar anadilini geliştirmişse o denli yaşam düzeyini geliştiriyor demektir.”

Tersi ise: “Ne kadar dilini yitirmeyle ve başka dillerin hegemonyası altına girmeyle karşılaşmışsa o denli sömürgeleşmiş, asimilasyona ve soykırıma uğramış demektir. Bu gerçekliği yaşayan toplumların zihniyet, ahlak ve estetikçe anlamlı bir yaşamları olmayacağı; trajik, hasta bir toplum olarak silininceye dek yaşamaya mahkûm kalacakları açıktır. Anlam, estetik ve ahlak yitimini yaşayan toplumların kurumsal değerleri ancak sömürgenlerin hammaddesi olarak işlenecekleri de bu açık olmanın bir gereğidir” gerçekliğidir.

Kültür yitimi için de söylenecekler vardır. “Bir toplum kurumsal olarak dağıtıldıktan sonra artık onun anlamından, dar kültüründen bahsedilemez. Bu durumda kurum, bir tas gibidir. Tas kırıldıktan sonra açık ki suyun varlığından bahsedilemez. Bahsedilse bile o artık tasın sahibi için su değil, başka toprakların veya kapların sahibine akmış bir yaşam unsurudur.

Hem kurumsal, hem anlamsal olarak derin bir parçalanmayı ve zihniyet yitimini yaşadığı için ancak “kültürel soykırım toplumu” olarak tanımlanabilir.”

Peki, bu gerçekliği sömürgeciler nasıl sağlarlar ya da bir toplumu hem anlam, hem estetik hem de ahlaki boyutta yitime nasıl uğratabilirler? Buna verilecek cevap kesinlikle eğitimle olabilir.

Eğitim merkezleri, zihin oluşturma yerleri ise ve eğitim merkezleri sömürgecilerin kendi kurumlarıysa o zaman ortaya çıkacak olan sömürge altına alınanlar için tek kelimeyle, soykırımdır. Kültürel soykırımdır.

Burada eğitim kurumlarında, merkezlerinde çalışanların iyi niyet, kötü niyetlerin ötesinde gerçekler vardır. Ya da eğitim kurumunu iyi ya da kötü kullanmak isteyenlerin dışında da gerçekler vardır. Bu tür bir eğitim kurumu sömürge durumunda olanlar için sadece ve sadece kıyım merkezidir. Çünkü bu tür kurumların kuruluşların amacı bu temelde olmuştur.

Hiç unutmayalım ki, Kürdistan’a sömürgeciler kendi eğitim merkezlerini Kürtler başta olmak üzere bu topraklarda yaşayan farklı etnisite ve inanç guruplarını yok etmek için kurmuşlardır. Bu yok etme her zaman fiziki olarak uygulanmaya bilir, zaten fiziki olarak tasfiye ettikleri kadar etmişlerdir. Tüm yüreklere ve zihinlere korku salacakları kadar salmışlardır. İnsanları bırakalım kendilerine, neredeyse rüyalarına kadar bile vahşetleriyle sızmışlardır. Yani fiziki soykırımı yapacakları kadar yapmışlardır. Ortaya çıkardıkları ruhsal dondurma ardından Kürdistan’a ve Türkiye’de faşizan zihniyete açılmayan alanlara öncü misyonerler göndererek, toplumun tüm kılcal damarlarına bu eğitim kurumlarıyla sızmışlardır.

Buna en iyi örnek Sıdıka Avar diye Kürdistan’a gönderilen kadın öğretmen misyonerin Dağ Çiçeklerim adlı anılarında dile getirdikleridir. Bu çalışmada söylenenler aynen şöyledir: “Atatürk’ün genç misyoner kıza parmağını uzatıp – Git… Dağ köylerine git… Bir cemiyet kadın ve ana yoluyla fethedilir. Oradan alacağın kızları yetiştir… Sonra onları tekrar yerlerine gönder. Senin öğrettiklerini beraberlerinde götürecek, Öğreteceklerdir… öğüdü yerine gelmek üzeredir. Avar da, kendisinin yetiştirdiği küçük Avar’lar da mücadelelerinde muvaffak olmuşlardır” denilmektedir.

Sıdıka Avar Kürdistan’a gönderilen “akıncılardan” bir tanesidir. Hem de en ileri düzeyde, Kürdistan’da Kürt kızlarının asimile edilmeleri, kendi kültürlerinden kaçmaları ve de yabancılaşmaları için gönüllüce çalışan bir Türk öğretmendir, bir misyonerdir, akıncıdır. Kürt kızlarını Türkleştirmek için göze almayacağı tek bir zorluk yoktur.

Kitabın bir sahnesi çok ilginçtir. Sıdıka Avar’ın yetiştirdiği kızları Kürtlerin katili İsmet İnönü Elâzığ’da ziyaret eder. İnönü’nün yanında bir de bir milletvekili vardır.

Sahne şöyle, kız önce gelenlerle merhabalaşmaz. Merhabalaşmamanın gerekçelerini ise Sıdıka Avar:

“Çünkü “Büyük elini uzatmadan küçük uzatamaz. Paşa, Vali gelse, onlar elini uzatmazsa başımla selamlarım, elimi uzatamam” diye anlatmıştım. İnönü tatlı tatlı gülerek, – Ben elimi veriyorum, diye uzanınca Elmas koştu, yere diz çöküp iki elinin üstünde o büyük eli “hürmetle öptü ve alnına koyup durdu.

Herkes duygulanmış, gözleri yaşarmıştı. İnönü Elmas’ı omuzlarından tutup kaldırdı. Mebusumuza hitaben, – “İşte eser bu ;”KÜRT” .dedi. Bu söz üzerine ayağa fırlayan milletvekili, Elmas’ın sağ bileğinden yakalayıp havada sallayarak, – “Bu el. Silah tutmaz, bu el kılıç tutmaz, bu el dost eli, bu yürek dost yüreğidir! – Kalem tutar, iğne tutar… diye bir nutuk çekti” diye anlatır kitap bize.

İşte sömürgecilerin Kürdistan’da dediğimiz gibi başta Kürtler olmak üzere diğer etnisite ve dini inanç gruplarını eriterek, asimile ederek, kültürel soykırıma tabi tutarak kendilerine benzeterek hiçleştirmek istedikleri gerçeklik ve uyguladıkları yöntemler bunların ta kendisidir.

Peki, bunu nasıl ve neyle yapıyorlar diye sorduğumuzda vereceğimiz cevap yeniden kesinlikle sömürgeci eğitim kurumları ve bu kurumlarda çalışanların eliyle olacaktır.

Dikkat edelim, Kürdistan’da sömürgeci eğitim kurumlarına karşı bir rahatsızlık yoktur. Öyle ki sanki sömürgeci eğitim kurumlarına gönderilen çocuklara ve gençlere büyük bir iyilik yapılmış gibi birde hava vardır. Bu kurumlara gönderilmeyenler geri hatta ilkel kalmış muamelesine tabi tutuluyorlar. Birileri sömürgecilerin eğitim kurumlarında giderek sömürgecilere benziyor, kendi gerçekliğinde kopuyor, uzaklaşıyor yani bir nevi insan olmaktan çıkarılıyor, bu iyi olan oluyor, ancak sömürgecilere bulaşmayan, onun zihinsel formuna girmeyen, zehrinden içmeyen ise kötü ve “cahil kalan” oluyor.

Öncelikli olarak bu durumun düzeltilmesine ihtiyaç vardır. Bunun yolu önce sömürgeciliğe karşı durmaktan geçiyor. Bir kere sömürge devletin tüm uygulamalarına karşı sağlam bir duruş içerisinde olunmalıdır. Akıtılan zehrin kusulması gerekiyor. Aksi taktirde sağaltılmamız zordur. Hastalıklı bir bünyenin iyileştirilmeden sağlıklı hale gelmesi, normal bir duruma geçmesi zordur.

Sözü uzatmayalım, sömürge insanının normal bir insan haline gelebilmesi için öncelikli olarak sömürgecilerin eğitimini ve eğitim kurumlarını topyekun reddetmesi gerekiyor. Bu eğitim kurumlarına karşı ciddi durulması gerekiyor. Bunu yaptıktan sonra adım adım bizim eğitimimiz nasıl olmalı, nereden başlayabiliriz sorularına daha sağlıklı cevap verilebilir. Aksi taktirde yine-yeniden sömürgecilik yaşanır. Hz. İsa’nın dediği gibi: “Hem tanrıyı hem de kendini sevmek olmaz.”

Kaldı ki: “Hiçbir toplum varoluş hakkını ve bunun için gençlerini eğitme görevini başka bir güçle paylaşamaz, bu görevi başka bir güce devredemez. Söz konusu güç devlet veya çeşitli iktidar aygıtları olsa bile, bu hak ve görevini devredemez. Aksi halde kendini egemenlik tekellerine teslim etmiş sayılacaktır. Eğitim hakkının kutsallığı varoluştan kaynaklanmaktadır” gerçekliği gün yüzü gibi ortadayken başka düşünce ve eylemler içerisinde olmak tek kelimeyle “katiline aşık olan” bir birey ve toplum olmaktan öteye gitmez.

Bu bir gerçeklik. Ancak unutulmasın ki sömürgeciliğin yarattığı bir gerçeklik. Bu gerçeklik görüldükten sonra yapılacaklar elbette olacaktır. Toplumsal gerçekler dile getirildiği gibi inşa edilmiş gerçeklerdir. Yani insanı, toplumu şekillendiren insanın kendisidir. Bizim dile getirdiğimiz durumda şekillendiren ya da şekillendirmiş olan sömürgeciliktir. Yanlış inşa dediğimiz gerçeklik budur. Öncelikli olarak bu gerçeklik görülecektir. Yani kendimizi tanıyacağız. Sömürgeciliğin bize ektiklerini tek tek bilince çıkaracağız. “İlim kendini bilmek” ve “bilmek farkına varmak” ise önce bu durumu bilince çıkaracağız. Ruhumuza, duygularımıza, düşüncelerimize, kültürümüze, dilimize, yaşamımıza, maddi dünyamıza sömürgeciliğin ektiği ne kadar kirlilik ya da insanı kendisinden yabancılaştıran husus varsa önce bunlar bilince çıkarılacak.

Ardından ise kendi gerçeğimize, öz gerçeğimize -biz buna hakikatimiz diyelim- buna yöneleceğiz. “Hakikat kendini görünür kılabilmesidir deniliyor. O zaman kendi gerçekliğimizi görünür kılabilmemiz için yukarıda sıraladığımız sömürgecilerin bize ektiklerini tek tek atarak kendimizi, öz kültürümüzle görünür kılacağız. Sömürge insanının en temel zaafı, düşünmemektir, düşünmekten kaçmaktır. Bunu yapmış olan sömürgeciliktir. O zaman birde bu durumu çok özenle üzerinde durarak aşacağız.

Yani düşüneceğiz. Sömürgeciliğin yaptıklarını düşünerek kendi öz benliğimize öz kültürümüze giden yol üzerine yeniden düşüneceğiz. Kendini tanımaya çalışmak, kendini tanımlamaktır. Önce kendimizi tanımlayacağız.

Bunu yaparken kesinlikle sömürgeciliğin yaptıklarının ne menem bir sapma olduğu görülür. Sapma özü itibariyle anlamsızlaştırmadır. Ve biz biliyoruz ki “doğada, sapma dışında hiçbir anlamsızlık yoktur.” Çünkü anlamsızlık hiçliktir. Yokluktur. Yani anlamsızlık özü itibariyle bitirilmişliktir. Böyle olmadığımıza ve halen ayakta durduğumuza göre o zaman bununla hesaplaşmak en anlamlı duruş olacaktır.

Denir ya: “Beni öldürmeyen darbe, güçlendirir.” Sömürgecilik bir halkı öldürmeye kalkışmış olsa da yine de o halk hem de dimdik ayakta. Yani ölmemiş. Mezara gömememiş. O zaman  sömürgeciliğin yanlış inşasına karşı çok güçlü bir karşı koyuşla doğru olan inşaya yolu tek seçenek olmaktadır.

Doğru inşaya giriş kesinlikle önce öze, Sümerlerin dediği gibi “Amargi”ye geri dönmekle başlar. Amargi ise özgürlüktür. Anaya dönüştür. Başlangıca dönüştür. Bu ise sömürgeciliğin olmadığı zamanlara dönüştür. Sömürgeciliğin olmadığı süreç  sömürgeciliğin sökülüp atılmasıdır. Bunun farkına varmak önemlidir. “Farkındalık, farkına varmadır” derler önce bunun farkına varılması gerekiyor.

Hakikat bunun için, geçmiş ile bağ kurarak yaşamı yeniden doğru kurmaktır. Hakikat varlığın anlamı ise varlığa denk akışını devam ettirmek hakikatin kendisidir. Varlık özgür insan olmaktır. O zaman bu varlığa denk yaşamak asıl olandır.

Sözü uzatmadan: Hakikatin temel çıkışı, ben böyle yaşamayacağım” kararlığıdır. “Ben bu bataklıkta yüzmeyeceğim, bu diyarda gezmeyeceğimçıkışıdır.

Bu bağlamda sömürgeciliğin yanlış inşasından önce kaçmak, ondan çıkmak ve tabii ki ondan kopmak ilk eylem olmalıdır.

Bu olmazsa gerçekten de: “Kürdistan bu halde köle ve sömürge bir ülke olarak kaldıkça, Kürt toplumu kimliksiz yaşadıkça, bu dünyaya çocuk getirilemez, bu dünyaya çocuk getirmek haramdır.”

Dikkat edersek, yukarıda genişçe dile getirdiklerimizin tümü sömürgeciliği ve sömürgeciliğe karşı duruşları ifade ediyor. Bu bağlamda Kürdistan Devrimi ilk günden bugüne hep Anti-Sömürgecilik mücadelesi olmuştur. Ve bu Anti-Sömürgeci duruş sadece bir sömürgeci güce karşı olmamıştır. Kürdistan’ı sömürge altına alan tüm sömürgeci devletlere karşı olduğu gibi dünyanın neresinde olursa olsun -bir sömürgecilik varsa -o sömürgeci devlete ve o sömürgeci kültüre karşı bir duruş içerisinde olunmuştur.

Sömürgecilik –her şeyden önce bir zihinsel fethediş ise, ki öyledir-Kürdistan Devrimi bu zihinsel fethedişe karşı tümden bir zihinsel özgürleşme eylemi olmuştur. Bunun içindir ki dünyanın hiçbir yerinde olmadığı kadar Kürdistan Devrimi’nde zihne yani ideolojiye ve felsefeye anlam yüklenilmiştir.

Bunun içindir ki bu devrim ideolojik felsefik duruşuna denk bir şekilde önce sömürgeci duygularda insanları özgürleştirmeye çalışmıştır. Burada sadece bilinç dünyasını kontrol etmek yetmez. Aynı zamanda duyguları özgürleştirerek büyük insanlığın hizmetine koymak en önemli eylemdir. O nedenle de hem kapitalist modernitenin hem de özelde sömürgeciliğin kendisine yabancılaştırdığı Kürt ve Kürdistan insanının tahrip olan tüm duygularını özgürleştirmek en önemli çalışma olmuştur. Bunun için de büyük bir ideolojik ve felsefi mücadele yürütülmüştür. Aksi taktirde özgürlüğe giriş yapılamazdı.

Eğer bugün büyük bir halk kalkışı, kadın özgürlük duruşu ve kendine sonuna kadar öz güven devrimi yaşanıyorsa, bunun altında kesinlikle Anti-Sömürgeci duruş ile Sömürgeciliği aşan büyük özgürlük düşüncesi yattığı açıktır. Bu ise Frantz Fanon; Sömürgesizleştirme-decolonization olarak tanımladığı Anti-Sömürgeciliğin kendisidir.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.