Düşünce ve Kuram Dergisi

Kürtler Üzerinden Oryantalizmi Yeniden Düşünmek

Cezmi Kartal

Giriş

Kürt halkının son 200 yıllık, daha özelde ise modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla başlayan süreçleri maruz kaldığı müdahaleler bir oryantalist projenin ürünüdür. Bu proje Kürdistan’ı dört parçaya bölen Batı’lı devletlerin eliyle yürürlüğe konulmuş, Türk, Fars ve Arap devletleri bu projeyi yeniden üreterek kendi ulus inşalarıyla eşzamanlı olarak hayata geçirmişlerdir. Ancak bu oryantalizm Batı’lı güçlerin Ortadoğu’dan Asya’ya değin uyguladığı geleneksel toplumların modernleştirilmesi projelerinden bazı ayırt edici farklılıklar taşımaktadır. Farkı sadece oryantalist projenin bir Doğu’lu devlet, güç, özne tarafından uygulanmasının ötesindedir, klasik oryantalizm söylem ve edimselliğini aşan onu imha ve inkar politikasıyla harmanlayan bir paradigma olmasıdır. Bu yazıda ORYANTALİZM’e dair farklı yaklaşımları ortaya koymaya ve T.C modern ulus-devletinin elinde bu oryantalizmin Kürtler için nasıl yeniden üretilerek uygulandığının farklılıklarını ortaya koymaya çalışacağız.

 

Oryantalizmi Tanimlamak

Edward Said’den beri oryantalizmin Batı’nın kendi kimliğini inşa etme sürecinde geliştirdiği bir bakış açısı, yargı ve sömürgeci müdahale ve uygulamaları meşrulaştırılan bir söylemler bütünü olduğu sıkça tartışılmaktadır. Buna göre oryantalizmin amacı sadece Doğu’yu incelemek değil, aynı zamanda doğuyu Batı aklı ve ilerlemeciliği ile değerlendiren, sadece Batı’nın gözlükleriyle okuyan yargılayıcı, küçültücü bir söylem üzerinden kendi değerlerini hakim kılmaktır. John M. Hobson’un “Batının doğuya karşı oryantalist ve ataerkil yapılanması” olarak sunduğu cetvelinde olduğu gibi Batı “dinamik, yenilikçi, becerikli, akılcı, bilimsel, disiplinli, düzenli, özdisiplinli, mantıklı, duyarlı, akıl odaklı, otoriter, bağımsız, işlevsel, özgür, demokratik, anlayışlı, dürüst, medeni, ahlaklı, ekonomik olarak ilerlemeci buna karşın değişmeyen Doğu taklitçisi, pasif, cahil, akılcı olmayan, Batılı geleneklere bağlı, tembel, dengesiz, doğal, mantıksız, duygusal, beden odaklı, egzotik, adamlığı, çocuksu, bağımlı, işlevsiz, sessiz, despot, anlayışsız, ahlaksız, barbar, ahlaki olarak geri, ekonomik olarak durağan”[1] Hobson bu oryantalist bakışlığı ve kategorikleştirmenin ataerkil bir yapılanma olduğunu önemle belirtir. Buna göre Batı erkek Doğu ise kadın kimliğini temsil eder. Duygusal, çocuksu, alımlı, egzotik karakteri onun bağımlı olmasına işaret eder ve burada kurtarıcı ile simgelenen otorite, özgür, bağımsız, medeni erkek Batı olarak temsil edilir. Oryantalizmin bu söylem inşası ve hakimiyeti oryantalizmin gerçek amacını ve mahiyetini göstermesi açısından önemlidir. Zira bu ataerkil yapılanma Batı aklının bir icadı olan özne nesne ilişkisinin nasıl Doğulu toplumlar üzerinden yeniden üretildiğini çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır. Tanımlayan-tanımlanan, değiştiren-değiştirilen, yöneten-yönetilen yeni bir ilişki biçimi doğar. Ancak bu ilişkinin pratikteki karşılığını tarihsel bir düzlem üzerinden okumak daha önemli olmaktadır. Bu da oryantalizmi söylemsel değil edimsel bir çerçeve içinde değerlendirmenizi sağlar. Bu noktada Wael B. Hallaq’ın görüşleri hayli önemli olmaktadır. Hallaq’a göre oryantalizm söylemin ötesinde edimsel bir terimdir. Hallaq’a göre o “Tahakküme dayalı Batılı bir üsluptur.”[2] Tahakküm Batı’lı öznenin belli bir amaç doğrultusunda ötekileştirdiği karşıt güç üzerinde uyguladığı kontrol ve nüfustur. Said’de olduğu gibi oryantalizmi Batı’lı akademisyen ve bilim adamının doğu üzerinde ötekileştirici yaklaşımlarıyla sınırlı değildir. Oryantalizm bilgi, güç, iktidar üzerine kurulu ve söylenenin her zaman eylemle nedensel bir bağ kurduğu doğulu toplumların modernleştirilme projesi ve bilgi yapısıdır.

Hallaq, Said’in aksine oryantalizmi şöyle tanımlamaktadır. “Akademideki hevesli bir toy tarafından safça idealleştirilen bilgi ve bilimsel araştırmanın bir tahribatı ve metinsel olarak yeniden yapılandırılmış bir biçimi olmaktan ziyade bizzat şark ve şarkın maddi, fiziksel, psiko-epistemik yeniden üretimi hakkındaydı. Onun iktidarla suç ortaklığı kuşkunun ötesindedir. Ve bu hikayenin yarısı zayıf bir yarısıdır ki tek başına görüldüğünde şarkiyatçılığı daha geniş bir küresel müdahale içinde görmeye son vereceğimin derecede onu siyasallaştırır.”[3] Bu anlamıyla oryantalizmin doğunun yeniden üretimi olarak gördüğümüzde oryantalizm şimdi de değişir. O sadece Said’in hedefi haline gelen akademisyen değil batının emperyalist hedefleri kapsamında doğunun modernizasyonu için her türlü bilgiyi üreten ve inşa eden bürokrat, vali, yönetici, bilim adamları, hukukçu, avukat, eğitimci, güvenlik unsurlarıdır.

Doğu’nun yeniden üretimi ve modernizasyonu, kapitalist-emperyalist gelişme ve azami sermaye önündeki engelleri kaldırmak adına bir tedbirdir. Doğu’nun yeniden üretimi sadece yapısal düzenlemelerle sınırlı değildi, aynı zamanda geleneksel öznenin Batı’lı normlara göre tasarımını da içeriyordu. Hallaq Britanyalı oryantalist Macaulay’ın “kanda ve renkte Hintli ancak tatta, fikirde, ahlakta ve zekada İngiliz”. Şahıslardan bir sınıf yaratmaya ihtiyacı olduğunu söylediğimde yalnızca Britanyalılar adına konuşmuyordu[4] derken oryantalizmin yeni öznelerin üretimi ile nasıl eşgüdüm halinde ilerlediğinin altını çizer.

Hallaq’a göre bu edimsel oryantalizmin paradigmasal bir kuruluş ve inşaydı. Tarımsal, madeni, yeraltı ve yerüstü kaynaklarını kapitalistleştirilmesi, yeni piyasa ve mülkiyet ilişkisinin yaratılması, şeriatın yerine hukuk, medreselerin yerine modern okul ve eğitim sistemi, modern devlet ve bürokrasinin geleneksel yönetim biçimlerinin yerine ikamesi vb. sayabileceğimiz oldukça geniş bir alanı kapsamaktadır. Azami çağrının gerçekleşmesi önünde Doğu’nun toplumsal düzeni bir engel değil, bu nedenle kapitalist modernitenin inşası zorunluydu. Örneğin hiçbir özel mülk kapsamında olmayan vakıflar ve bu vakıflara ait her tür mülkün kapitalistleştirilmesi bir dizi düzenlemeyi gerekli kılmakta ve bu da sistemsel bir değişmeyi öncelemektedir. Hallaq’a göre oryantalist de tam da burada devreye girer. “Vakıf müziklerini açık piyasada toplamak için cebri bir arzuyla Fransız hükümeti tarihçi ve tarihçi olmayan bilim adamlarının yardımına başvurdu. Kuzey Afrika’ya dair faydalı olabilecek herhangi bir şey bilen Fransız avukatlar, hukukçular ve akademisyenler müslüman geleneğindeki hukuki ve hukuki olmayan meseleler üzerinde söylem üretmeye başladı. Çoğunluğu hem bilim adamı hem memur olan sömürge idaresine dahil olmuş kolonlardı.[5]

Edward Said bize oryantalizmin nasıl bir söylemsel üretim, bunun eleştirisi temelinde Hallaq’da nasıl edimsel bir teşekkül olduğunu gayet iyi ortaya koyuyor. Said’in oryantalizme konu etmediği Doğu’nun Batı’lılar tarafından tüm alt yapısıyla nasıl değiştirildiğini Hallaq çarpıcı bir biçimde ortaya koyar. Ancak her iki yaklaşımda da bize oryantalizmin vahametini açıklamakta yetersiz kaldığı bir yan göze çarpmaktadır. Ve söz konusu Kürtler olunca bu yan daha da belirginlik kazanıyor. Hallaq’ın bakış açısında da oryantalizmin Batı ile Doğu arasındaki ilişkiye indirgenir. En azından son yüzyıl için dile getirmek yanlış olmayacaktır ki, oryantalizmin diyalektiği artık Doğu’lu ile Doğu’lu arasında söylemsel ve pratik bir ilişkiyi tanımlar. Paradigma Batı’lılara ait olabilir ancak uygulayıcısı Doğu’lu özne olmaktadır ve bu oryantalizmin yeni bir biçimde yeniden üretilmesidir. Kürtlere dönük oryantalist projeyi hiçbir Batı’lı güç tarafından uygulanmadı. Onlar Ortadoğu‘da ulus-devletleri kurarak sahneyi Doğu’lu güçlere bıraktılar. Dolayısıyla artık bu oryantalizmin ne belirli bir mekanı ne de öznesi bulunmaktadır. Oryantalizm hiyerarşisi yatay bir konum arz etmektedir. Ve Doğu’lu da Batı’lı kadar oryantalist olabilmektedir. Elbette mahiyeti sadece Kürtler ile olan ilişki ile sınırlı değildir. Doğulu modernist hareket, ideoloji, rejim ve ulus-devletler bu kapsama dahil edilebilir.

Said oryantalizmi Doğu’lu adına konuşan her Batı’lı olarak belirli bir kimlikle özdeşleştirir. Peki Kürtler adına kim konuşur sorusunu sorduğumuzda soru yanıtsız kalır. Oryantalizm özellikle Kürtler söz konusu olduğunda öznesi ve mekanı bir kaymaya uğrar, bildik dikey hiyerarşisi yapı bozumuna uğrar ve yatay bir konum arz eder. Tıpkı Cim Churmic’in gece yarısı filminde Paris’te geçen ve biz de faşistin kimliğini sorgulatan sahnede olduğu gibi, Paris’te bir gece yarısı iki siyahi elçilik çalışanı taksiye biner. Kendileri gibi bir siyahi ve Afrikalı olan taksi şoförüne sınıfsal konumu nedeniyle küçümser ve kabalıklarını eleştirip Afrika’dan mı geldiğimiz sorarlar. Taksi şoförü ötekileştirilemeye maruz kalmış bir ezilen refleksiyle karşı koyar ve onları taksiden atar. Ancak az ilerde taksisine aldığı görme engelli genç bir kadının kendinden daha aşağı görerek biraz önce maruz kaldığı faşizmi bu defa kendisi başkası üzerinde uygular ve yeniden üretir. Oryantalizm de tıpkı bu sahnede olduğu gibi yeni bir hiyerarşi inşa ederek bize oryantalist kimdir sorusunu yeniden sordurtur. O artık Batı Doğu hiyerarşisini aşmış ve oryantalizme maruz kalmış olanların kendi aralarında yeniden ürettiği bir tahakküm ilişkisine dönüşmüştür.

 

Oryantalist Projenin Hedefindeki Kürtler

Elbette oryantalist öznenin değişimi kendi başına çok şey ifade etmez ve en azından böyle bir makale için yeterli malzemeyi oluşturmaz. Kürtler üzerinde uygulama modern projedeki farklılık sadece öznenin değişmesi değil aynı zamanda mahiyetinin de değişmesidir. Oryantalizm Doğu’lu öznenin elinde farklı bir temsile kavuşmuştur. Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan günümüze değin Kürtler üzerinde uygulanan tahakküm biçimi bunu her yönüyle doğrulamaktadır. Kürtlere dönük aşina olunan bütün oryantalist söylem uygulanmıştır. Örneğin cumhuriyetin ilk dönem adalet bakanı olan Mahmut Esat Bozkurt’un Kürtleri tanımlamasında görebiliriz, “Bunlara ( Kürtlere) aşağı yukarı vahşi denilebilir. Hayatlarında hiçbir şeyin farkına varamamışlardır. Bütün bildikleri sema (gök) ve kayadır. Bir ayı yavrusu nasıl yaşarsa o da öyle yaşar… Hayatlarında acımanın manasını öğrenmemişler… Çok alçaktırlar.”[6] Böylesi söylemler çoğaltılabilir. Bu tipik oryantalist söylemin yankısı bir modernleştirme projesinin öncülü gibi görünse de durum hiç de böyle değildir. Bu söylenen Ağrı İsyanı üzerine dillendirilen bir söylenti ve söylemin amacı Kürtleri değiştirmek modernleştirmek değil, Cumhuriyet modernleşmesinin üzerine bina edildiği imha ve inkar politikasını tamamlamaktır. Türkiye Cumhuriyeti’nin modernleşme projesi Kürtler için değil Türkler içindir. Cumhuriyetin kuruluş yılı olan 1923’te Mustafa Kemal ile Kazım Karabekir arasında geçen konuşmada Mustafa Kemal’in sarf ettiği şu sözler Türk’ün modernciliğinin karakterini yansıtmaktadır. “Din ve namusu olanlar kalkınamazlar böylesi kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. Onun için önce din ve ahlak telakkisini kaldırmalıyız, partiyi bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz” Mustafa Kemal’in bu söylemin bir yüzyıldan fazla bir süredir Batı’lıların ağzında Doğu’nun her yerinde yankılanıyordu ve tıpkı Mustafa Kemal’in inkılaplarında görüldüğü gibi amaç geleneksel yapının kaldırılıp yerine modernizminin inşasıydı. Mustafa Kemal’in eylemi Batı’lıların oryantalist yapılanmasından hiç de farklı değildi ve onun bir taklidiydi. Türkiye’nin modernleşme projesi tekke ve zaviyelerin kaldırılması, hilafetin ilgası, kılık kıyafet devrimi, harf devrimi, modern hukuk, eğitim, piyasa düzenlemesi olarak klasik oryantalizmi temsil ediyordu. Buna karşın Mustafa Kemal’in sözünü ettiğim modernleşme Türkler içindi. Kürtler için öngörülen proje ise Mahmut Esat Bozkurt’un sözlerinde temsile kavuşan yaklaşımdı. Gerçekte işin özü şudur: Türk modernizmi, şimdiye dek hiç olmayan bir ulusun inşasıydı. Türk ulusunun fiziksel ve metafizik inşasıydı. Bu varlık bir inkar ve yokluk yaratması gerekiyordu. Nasıl ki kapitalist modernitenin inşası için din ve ahlak telakkisinin, geleneksel yapının ortadan kaldırılması gerekiyorsa, Türk ulusunun inşası için de Kürtler ortadan kaldırılmalıydı. Türk varlığı kendini Kürtlerin yokluğu üzerine inşa etmeye giriştiğinde oryantalizmin Batı’lı muadillerinin Cezayir’den Asya’ya dek uyguladığı oryantalist projeden farklılaşarak bir imha ve inkar politikasına dönüştü. Kürtlere dönük oryantalist teknikler kullanılsa da, Kürtlerin modernleştirilerek ulus-devlete dahil edilmesiyle bir ilgisi yoktu. Modern Türkiye tüm oryantalist söylem ve edimseliğini ve bilgi-iktidar gücünü Kürtlerin inkar ve imha projesinin hizmetine koymuştur.

Hiçbir oryantalist proje uygulandığı nesneyi inkar etmez. Buna karşı Kürtlere dönük proje cumhuriyetin kuruluşundan beri inkar odaklıdır. Elbette buna uygun zemini yaratanlar İngiliz ve Fransız oryantalistleridir. Ortadoğu’nun ulus-devlet olarak taksiminde Kürtlerin toprak bütünlüğü ortadan kaldırılmış, dört parçaya bölünmüş ve her bir parçası Türk, Fars, Arap ulus-devletlerinin himayelerine verilmiştir. Batı’lılar eliyle Ortadoğu’dan devreye konulan oryantalist projenin aksine Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürtleri tanımlama, ona dönük bilgi üretimi ve tanımlamasından tutalım uyguladığı fizik ve tahakkümün yegane amacı onu değiştirmek değil, onu yok etme anlamında varlığını tanımama ve inkardır. Fransızların, İngilizlerin ya da Hollandalıların Doğu’lu halklara uyguladığı proje bir modernleştirme projesidir. Türk Jakoben iktidarının kendi toplumu için esas aldığı model de buydu ve nihayetinde kullanılan tüm inşa edici teknikler buna hizmet ediyordu. Dönem dönem sömürgeci rejimlerde gerçekleşen katliamların amacı da oryantalizmin uygulandığı nesneyi tümden yok etme amacı gütmüyordu. Bir toplumsal düzenlemeye ve mühendisliğe işaret ediyordu. Batı’lı oryantalistler Doğu’lu toplumların varlığını kabul ediyor. Ancak onların eğitim, hukuk, ekonomi ve yönetim mekanizmalarını modern, rasyonel bir düzenlemeye tabi tutuyordu. Bir temsilci oryantalizm ve söylemde kendi adına konuşmaktan çok Doğu’lunun geleceği adına konuşuyordu.

Örneğin bir oryantalist ordusuyla Mısır’a sefer düzenleyen Napolyon’un söylevi bunu yansıtır. “Ey mısırlılar size benim buraya dininizi ortadan kaldırmak için geldiğimi söylüyorlar bilin ki bu bir yalandır… bizimle uyum içinde hareket edecek Mısırlılar için rahmet üstüne rahmet vardır. Çünkü onların durumu hemen düzeltilecek ve mevkileri düzeltilecektir.” Batı’lı emperyalistlerin kendi otoritelerini kabul ettirmek ve sömürmek dışında bir niyetleri yoktu. Azami karın önünde engel olan geleneksel toplum kurumlarının değiştirilmesi bir ihtiyaç olarak belirinceye kadar da Batı’lı oryantalistler Doğu’lu toplumların yerel örgütlenme mekanizmalarına ve varoluş biçimlerine karışmamış, ilgili olmamıştır. Buna karşın yeni bir ulus yaratma üzerinde Türk modernleşmesi kendi kimliğini inşa etme sürecinde Kürtlerin yokluğunu inkar ve imhasını şart görmüş, bunu bir ulus metafiziği olarak kullanmıştır. Şark Islahat Planından Tahrir-i sükun yasalarına değin Kürtlere dönük tüm uygulamalar bu amaçladır. Kürtlerin modernleştirilmesi gibi bir olgu kesinlikle söz konusu değildir. Oryantalist paradigmada görece bir değişimin yaşandığı 20. Yüzyılın sonlarına değin modernite Kürdistan’a bile uğramamıştır. Günümüzde sıkça dillendirildiği gibi Kürt kökenli Türk vatandaş gibi bir politika yaklaşımı benimsenmemiştir. Elbette burada amaç kaba anlamda sömürmek değildir. İnkar ve yok etme, Türk ulus inşası için özellikle tercih edilen bir stratejik vizyondur. Bu anlamda klasik oryantalizmin birbirini tanımayı önceleyen ben ve öteki kategorik yaklaşımı var olan ve olmayan gibi bir diyalektiğe çevrildi. Yukarıda da belirttiğimiz gibi din ve ahlakın ortadan kaldırılması nasıl Türk modernleşmesi için gerekliyse, Kürt varlığının ortadan kaldırılması da Türk uluslaşması için aynı işlevi yerine getiriyordu.

Tam da bundan dolayı ve bunu kanıtlar nitelikte diğer tüm sömürge rejimi altında yaşayan halkların ulusal kurtuluş mücadeleleri özgürlüğün, Kürtlerin mücadelesi ise varlığın kanıtlanması üzerinden geliştirilmiştir. Zira varlığı olmayanın özgürlüğü de olamazdı. Ret ve inkar politikaları o kadar katı biçimde fiziki ve psikolojik tekniklerle hayata geçirildi ki, Kürtlerin dahi kendi varlığını reddetmeye götürdü. Örneğin asimilasyon politikalarını ele aldığımızda dahi bunun hangi amaca hizmet eder biçiminde uygulandığını rahatlıkla görebiliriz. Kürtlere dönük asimilasyonun Türkiye’de yaşayan dini ve etnik azınlıklara uygulanandan nitelikçe farklıydı. Yıkıcı ve inşa edici tekniğin birlikte kullanılması söz konusuydu ve Türkleştirilmek denilen şey benzeştirmek, hakim ulus içinde eritmekle sınırlı değildi. Tüm tarihi geçmişini; kültür, geleneği, ekonomisi, hafızası yok edilmesi gerekliydi. Asimilasyon varlığı tanınan belli oranda kabul edilen ve bazı hakların tanındığı (örneğin azınlıklara yaklaşımda görüldüğü gibi) bir kesime uygulanması değil varlığı hiç kabul edilmeyen, ismi hiçbir yerde geçmeyen, söylemde zaten Türk kabul edilen bir halkın Türkleştirilme girişimiydi. Hakim ulusun otoritesini kabul etmek yetmez onun kimlik sınırları içinde yaşamak kendini Türk kabul etmek yetmez. Eski kimliğinden tamamen vazgeçme, onu hiçbir alanda yaşamama resmi bir politika olarak uygulanır. Burada mesele bir etnik grubun kabul etmemenin çok ötesindedir. “Ortadoğu’da asimilasyonun en büyük kurbanı durumunda olan Kürt halkı bu konuda çarpıcı bir örneği teşkil eder. Kürtlükte ısrar etmek işsiz kalmak başta olmak üzere soykırıma giden bir süreci göze almak demektir. Ne kadar yetenekli olursa olsun bir Kürt bireyi hakim ulus-devletin her türlü kültür politikalarını gönüllüce benimsemedikçe kişisel ve kurumsal gelişmesinin önündeki tüm kapılar birer birer kapanır.”[7]

Elbette Batı’lı sömürgecilerin oryantalist projeleri kapsamında birçok halkın coğrafi bütünlüğü bozuldu. Örneğin bunu Arap ulus-devlet kurgusunda görmek mümkün. “Ortadoğu’da ulus-devletler devrimlerle kurulmadılar. Hegemonik sistem tarafından kuruldular. Bu devletlerin temel amacı halklarını bir sistem adına en katı biçimde sömürgeleştirmektedir.”[8] Ancak Kürtlerin anavatan gerçeğinin parçalanması, bunun ötesine geçip sömürgeler arası bir statüye mahkum edilmesidir. Kürtlerin parçalanması sömürge hiyerarşisi kurmak gibi bir amacı içermektedir. Batı’lı devletler ile doğulu ulus-devletler arasında kurulan oryantalist ilişkinin bir benzeri doğulu ulus-devletlerle Kürtler arasında kurulmuştur. Oryantalist projenin modernleştirme kapsamının dışında tutulmasının amacı, modernleştiren halkların, ulusların kendi modernleştirilmelerinin dayanağı olacak bu alt sömürge yaratmaktı. Doğu’lu devletler sömürülürken sömürülere de bir pay olarak Kürtler peşkeş çekildi ancak onu herhangi bir kültür, coğrafi bütünlük, kimlikten arındırarak gerçekleştirmek esastı. Batı’lı oryantalistlerin elinde dört parçaya bölünerek farklı ulus-devletlerin sınırları içinde alınan Kürt halkı tek tek her bir ulus-devletin sınırları içinde yeniden bölünmeye, parçalanmaya maruz bırakıldı. Bu defa Doğu’lu oryantalistlerin elinde. Kürtlerin dört parçaya bölünüp parçalanması yetmiyormuş gibi farklı teknikler kullanılarak, bu parçalanma sadece anavatanla sınırlı kalmadı; vatansızlaştırma projesi olarak Kürtlerin yaşadığı sınırların dışına dek uzadı. Doğu’lu oryantalistlerin elinde tıpkı asimilasyon gibi iskan politikası da ne modernleştrime ne de kontrol altına almaydı. İnkar edilen bir halkın imha edilme politikasıydı. Bunu Arap kemeri politikalarından tutalım Şark Islahat Planı’nın bir gereği olarak yürütülen iskan politikasına değin, Kürtlerin sürekli olarak bir parçalanmaya tabi tutularak imhası temel hedeftir. Kürtlerin bir toprak ve vatan aidiyetini ortadan kaldıran bu uygulamalar, uzun yıllar temel bir politika olarak devrede tutuldu. Ya Arap kemerinde görüldüğü gibi Kürtlerin yaşadığı herhangi bir coğrafya bölünüp aralarına hakim ulus yerleşimcileri yerleştirildi, ya da Türkiye’de görüldüğü gibi zorla göçertilip, yurdundan koparılıp Batı’lı şehirlere yerleştirildi.

Oryantalizmi bu karakterinden dolayı Kürtler modernleştirmek yerine kendi ulus mantıklarınca bilinçli bir politika olarak “geri” bırakıldı. Batı’da oryantalizmi sömürmek için modernleştir politikasının aksine Doğu’lu fetih anlayışının ve talan kültürünün bir uzantısı olarak Kürtleri ganimetleştirdi. Ulusal kurtuluş mücadelelerini revaçta olduğu ve bunun bir uluslaşma arayışı olarak Kürtlerin gündemine girdiği 1980’li yıllara kadar Kürtlerin yaşadığı hiçbir bölge sağlık, ulaşım, teknik hizmetler ve araçları götürülmedi ve ekonomik hiçbir altyapı oluşturulmadı. Zora dayalı devlet kurumları dışında bir devlet varlığına rastlamak mümkün değil. Bunlar modernleşmenin gündeme girmediğini gösteriyor. Hakim ulusların kendi modernleşmelerini tamamlamamış olmalarının bunda bir etkisi olabilir ancak bu ikincil veya üçüncül dereceden bir etkendir. Modernleştirmemek Batı’lı oryantalistlerde görüldüğü gibi ilgisiz ya da bunun gereksiz görmelerinden dolayı değildi. Geleneksel yaşam yani varoluşlarını ifade eden kültürü, hafızası, dili, yaşamı hedef alındı ve ortadan kaldırılmaya çalışıldı. Geleneksel yapılarının Kürtler açısından var olmanın en temel dayanağı olduğu bilindiğinden geleneksel yapıları yerlerine bir şey koyulmaksızın ortadan kaldırıldı, yasaklandı. Kürtçe konuşmak yazmak yasaktı ve bu dildeki tüm eserler yasak kapsamındaydı ve var olanlar imha edildi. Edebiyat, müzik, sanat da aynı kapsam dahilindeydi. Geleneksel eğitim sistemi olan medreseler ortadan kaldırıldı, geleneksel kurumlar, ekonomik yaşam sürdürülemez bir konuma getirildi ve hepsi de bir imha ve inkar politikasını birbirini tamamlayan stratejileri ile yürütüldü.

 

Sonuç Yerine

Klasik Oryantalizmin sömürmek için modernleştirmek, modernite zihniyeti üzerinde yeni öznellikler yaratmak için Ortadoğu ve uzak Asya’nın her yerinde uygulanan edimsel strateji söz konusu Kürtler olunca daha farklı bir paradigma esas alınmış ve uygulanmıştır. 21.Yüzyılın bu ilk çeyreğine kadar, Kürtlerin kendi varlığını kabul ettirdiği son dönemlere kadar temel yaklaşım ret, imha ve inkar olmuştur. Elbette modernleşme projesi Ortadoğu’ya büyük felaketler ve sonu gelmez toplumsal sorunlar, çatışma ve savaşlar getirdin. Modernleştirme ulus-devlet kurgusu emperyalist projedir. Ancak bu projenin ürünü ve uzantıları olan devletlerin Kürt halkına dair ürettikleri bütün söylem, pratik, stratejiler ve planlar bu kurgunun çok ötesine geçen ve Kürtlerin adeta bu kurgunun politik kurbanı haline getiren bir soykırım, sömürgecilik ve oryantalizmin ötesi bir durumu ifade etmektedir. Bu projenin başarıya ulaşmadığı Kürtlerin yaşadığı topraklarda ulaştığı varlık ve özgürlük düzeyi ile sabittir. Elbette projenin başarısız olması ulus-devletlerin güçsüzlüğün bir sonucu değildir. Kürtlerdeki kültürel, sosyal, ulusal direnç odaklarını güçlülüğü ile ilgilidir. Ancak başarılı olamaması Kürtlerde derin tahripler yaratmadığı anlamına gelmez. Tersine kültürel kurumları ortadan kalktı, kendi toplumsal gelişmesini sağlayan direniş odakları zayıfladı. Ancak Kürtler bu oryantalist imha projesini parçalamakla kalmadılar, demokratik modernite paradigması ile yeni bir varoluş ve direniş odağı yarattılar. Demokratik modernite ve uluslaşma Kürtlere giydirilen bu deli gömleğinin parçalanması, oryantalist yapılanma zehrine karşı bir panzehirdir. Kürtler demokratik modernite ile sadece kendilerine dayatılan paradigmayı yıkmamış, aynı zamanda bu paradigmanın adına konuştuğu, temsil ettiği Doğu’lu toplumlara da yeni bir çözüm ve özgürlük projesi sunmuştur. Batı’nın tüm temsillerini, oryantalist yapılarına karşı demokratik modernite yeni bir temsil ve yapılanmadır. Demokratik modernitenin bununla olan ilişkiselliği ele alınarak Kürt sorunu başta olmak üzere Ortadoğu’da yaşanan sorunların çözümü, bu temel üzerinden araştırma konusu edilmesi doğru bir yaklaşım olacaktır.

[1]     John M. Hobson; Batı Medeniyetinin Doğulu Kökenleri, Yapı Kredi Yayınları, Syf. 30
[2]     Wael B. Hallaq; Oryantalizmi Yeniden Düşünmek, Ketebe yayınları, Syf. 168
[3]     Wael B. Hallaq; Oryantalizmi Yeniden Düşünmek Ketebe yayınları, Syf. 168
[4]     Wael B. Hallaq; Oryantalizmi Yeniden Düşünmek, Ketebe yayınları, Syf. 168
[5]     Wael B. Hallaq; Oryantalizmi Yeniden Düşünmek, Ketebe yayınları, Syf. 208
[6]     Mahmut Esat Bozkurt; 1 Eylül 1930 Akşam Gazetesi, Aktaran,Soykırıma Karşı Kültürel Direniş, Syf. 224
[7]     Abdullah Öcalan; Demokratik Uygarlık Manifestosu – 5. Cilt, Syf. 41
[8]     Abdullah Öcalan; Demokratik Uygarlık Manifestosu- 5. Cilt, Syf. 122
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.