Düşünce ve Kuram Dergisi

Kürtlerin Kent Ontolojisi 

Mesut Yurtsever

Kapitalist modernite bilimciliği ile ondan şerbetlenen sosyal bilimciler, kent olgusunu “gelişme, ilerleme ve uygarlaşma” ile özdeş tutarlar. Toplumun kentlilik halinin düzeyini, toplumun gelişmişlik, özgürlük düzeyinin işareti sayarlar. Bunu teorileştirir, bir hedef olarak tüm toplumların önüne koyar, üniversite ve akademilerde ders konusu yaparlar.

Kentli olmayı yüksek değerlilik, kentsizlik halini ise alçak/zayıf değerlilik şeklinde propaganda ederler. Toplumun tarım-köy halini de kentli özdeşmelerin tam tersine cehalet, gelişmemişlik ve geri olmayla aynılaştırırlar. Bir an önce geride bırakılması, aşılması ve ondan kurtulması gereken bir durum olarak ifade ederler. Elbette tüm bu tespitler bilimsellik kılıfı altında ifade edilse de, kapitalist modernitenin ideolojik bir tutumu olarak okumak gerekir. Ayrıca ifade etmek gerekir ki bu ideolojik tutumları, başta muhalif-sistem karşıtı pek çok çevre olmak üzere toplumların büyük çoğunluğunda zihinsel bir kabule de dönüşmeyi başarmıştır. Ve bir realite olarak karşımızda duruyor. Reel sosyalizm teori ve pratiği bu yönlü yapısal sorunlarla yüklü olmuştur. Modernizmi kutsarcasına kapitalizme biçilen paye kentin ontolojisine bakışta somutlaşmıştır. Marks’ın “Burjuvazinin en önemli faziletlerinden biri kır ı, havası bile insanı özgürleştiren kente boyun eğdirmesidir” sözü kente yüklenen sınıf eksenli siyasal, sosyal ve kültürel modellerin referans kaynaklarından başlıcasına dönüşmüştür. “Köylü aptallığın tasfiyesi” amacıyla tarım-köy toplumunun moderniteye tabi tutulup proleterleşme sürecine sokulan bu yapısal sorunun sonucudur.

Bu yaklaşımın karşıt ve de  “kent=sınıf=devlet” özdeşliğini geliştirip kenti, sınıf ve devletle aynılaştırarak, ölümden kaçarcasına kentten uzaklaşmayı, dağ, orman, çöl vb. yerlerde yaşamayı asıl ve değerli yaşam ilan etme tutumudur. Nasıl ki kenti mutlak bir anlayışla gelişme, ilerleme ve uygarlaşma ile özdeşleştirme yanılgılı bir tutumsa, kenti önemsizleştirme ve onu bir yaşam merkezi görmeme anlayışı da yanılgılı bir tutumdur. Onun tabiriyle “kent=sınıf=devlet” formülü, kentleşme sorununu ifade etmede basitleştirici olabilir ama anlam derinliği kaybettirir ve çok yönlülüğü körleştirir. Çünkü, kent iki yüzü olan bir madalyona benzer. Hem olumlulukları hem de olumsuzlukları iç içe bünyesinde taşır. İkisini de potansiyel olarak kendinde taşıyan bir yapıdır. Bu açıdan bu iki yönünü doğru temelde ayrıştırmadan, olumluluklarının neler olduğunu, olumsuzlukların nereden kaynaklandığını bilmeden, kenti tek yönüyle görme, değerlendirme düz bir yaklaşım sergilemenin ötesinde aynı şekilde ya kent inkârına ya da kent ilahlaştırmasına götürür. Tarihin pek çok evresinde bu iki tutumla karşılaşılmakta; 19. yüzyıldan günümüze dek tutumlarla çok daha yoğun ve derinlikli karşılaşırız.

 

Kent İkili Ontolojiye Sahiptir

İnsanlık tarihini incelediğimizde köy ve kent olgularına evrensel tarihin iki önemli toplumsal kurumu olarak karşımıza çıktığını görürüz. Toplum doğasına ve yine evrensel-doğal gelişmeye uygun oldukları için insanlık köy inşa etme kadar kentler inşa etmeyi sosyal bir gereklilik olarak görmüştür. İnsanlık önce köyleri inşa etmiş, yerleşik yaşama geçip binlerce yıl ona dayalı yaşamış. Neolitik toplum, köye dayanmış. Temel kültür, bu evrede oluşmuştur. Kendini bu kültüre dayandırarak klan formundan kabile, aşiret, kavim formuna kavuşmuştur. Özetle köye dayalı yaşam ile sayısız devrime zemin teşkil eder.

Kentlerin gelişimi de benzer bir sosyal ihtiyacın sonucudur. İnsanlığı klan, kabile ve aşiret formunun ötesinde kan bağına vb. dayanmayan aynı şehre yani hemşehirli denilen daha geniş ve gelişkin bir toplumsal biçimlemeye kavuşturur. Daha sonra da uluslaşma ve demokratik uluslaşmanın zemini olur. “Kent toplumsal zekânın yoğunlaştığı mekânların başında gelir. Kent insandaki zekâ yeteneğini tahrik eder, açığa çıkarır.”[1] Kentle analitik zekâ daha gelişkin hale gelir. Ardı sıra felsefe, bilim, sanat, edebiyat, yazı vb. pek çok şeyin açığa çıktığı ve toplumsal anlamlılığa derinlik kattığı mekân olur. Üretimin yeni teknik-teknolojik aletlerle başlattığı refah ve zenginliğin arttığı bir merkez olmakla önemli rol oynar.

Kısacası hem köy hem de kent olguları toplumsal gelişmenin olmazsa olmaz iki mekânı ve kurumudur. İnsanlığa büyük katkıları söz konusu olmuştur. Sorun, kentleşmenin olumlu yüzüyle birlikte olumsuz yüzünü de görme ve bu yönünü insanlığın yaşattığı zararlarını ifade ederken bile, kenti tümden mahkûm etmemedir. Bu bağlamda kent, kuruluşundan beri ikili bir yapı, yani ontoloji taşımıştır. Devletli uygarlığın çoklu ideolojilerinin oluşturduğu yıkıcı, parçalayıcı ontolojisinin yanı başında demokratik uygarlık güçlerinin ideolojilerinin yapısal ve işlevsel direnişlerini de anmak gerekiyor. Tarih boyunca farklı coğrafyalarda oluşturulan konfederalizm, özerk kentler ontolojisinin demokratik ontolojisine delalet etmiştir. Bu makalemizde Kürtler için kentin olumsuz yüzünü irdelerken, öncelikle bu tespiti yapmayı gerekli gördük.

 

Kentin Leviathan Yüzü

Kentin sadece pozitif yönüne bakarak onu tanımlarsak kapitalist modernitenin değirmenine su taşırmış olmanın yanında, kenti de gerçek anlamda tanımlayamayız. Çünkü kentin öteki negatif karanlık yüzü daha kent embriyo aşamasındayken kendini adım adım gösterecektir. Bu karanlık yönü, sınıflaşma ve devlet denilen olgularıdır! Kent, sınıf ve devletin doğuş mekânıdır. İnsanlık binlerce yıl, köy denilen mekânlarda yaşamasına rağmen devlet denilen bir organizasyona ihtiyaç duymaz. Çünkü ne köy denilen yaşam alanı ne de bu alanda şekillenen kültür ve toplumsal formların (klan, kabile) yapısı köylü bir olgunun gelişmesine, doğuşuna müsait bir zemin değildir. Devlet ve sınıflaşmanın kent denilen mekânda açığa çıkması, kent zeminiyle bağlantılıdır. Kent köye göre daha planlı ve teknolojiye dayalı üretken bir yapıya sahiptir. Artan üretkenlik objektif/maddi zemini olarak sınıflaşmanın temelini oluşturur. Devlet denilen organizasyonda özünde bu fazla üretimin üzerine konan (ideolojik veya zorla) ve üzerinde geçinenlerdir. Köylerde üretim fazlası topluluk için kullanılırken, kentlerdeki üretim fazlalığı bir avuç elitin eline geçer. Sınıf ve devlet bu elitlerin toplum üstüne çıkıp kendini kurumsallaştırmasıdır. Sınıf ve devlet böyle açığa çıkar. İşin içine bu organizasyonun meşrulaştıran bir ideoloji girince zamanla rahibin tapınağındaki işleyiş, bir şehrin işleyişi tapınaktaki ilişki biçiminde sınıflaşma ve bürokrasiye dönüşecektir. Böylece insanlık, kentle beraber sınıflaşma ve devletleşme denilen olgularla karşılaşacak, binlerce yıl boyunca toplumsal yaşam içinde sömürü bilmeden yaşadığı uzun sürenin ardından bu olgularla birlikte yeni bir ilişki biçimi olan sömürü olgusuyla tanışacaktır.

Kent, insanlığın sömürü olgusuyla tanıştığı ilk mekândır. Devlet, sınıf ve iktidar birer negatif olgu olarak kent düzleminde yoğunlaşıp, hâkim-baskın unsurlar haline geldikçe, gelişi sıra günümüze doğru ezen-ezilen, efendi-köle, feodal-maraba, patron-işçi, erkek-kadın, toplum-doğa vb. sınıfsal ayrışmalarla toplum tanışacak, yabancılaşma bir ilişki biçimi olarak sosyal dokulara taşınacaktır.

İktidarcı-devletçi güçler kent düzleminde hegemon yapılar haline geldikçe, kentin tarım-köy toplumu ile ilişkisi yayılma ve kolonileşme temelinde oluşacaktır. Kuşkusuz kent düzleminde doğal toplum kültürü ile iktidarcı-devletçi kültür arasında uzun bir süre (kentin yönetimi üzerinde) bir mücadele söz konusu olacaktır. Sümer mitolojilerinde (İnanna-Enki mücadelesi) ve Gılgameş Destanı’nda bu mücadelenin nasıl çetin geçtiğini rahatlıkla görmek mümkündür. İktidarcı-devletçi kültür, Uruk şehir devleti ile başlayıp günümüze kadar kentlerin hegemon kültürü haline gelse de, hiçbir zaman kent toplumunun tümünün kültür biçimi olmadığını ayrıca vurgulamak lazım. Başta tek tanrılı dinler olmak üzere bütün felsefi, kültürel, mezhebi ve sınıfsal karşı çıkışların kent düzlemindeki hareketlerinde bunu gösterir.

Kentler, kapitalist modernitenin endüstriyalizm evresine kadar hegemonik yapılar olan sınıf-devleti güçlerinin elinde olsa da tarım ve köy toplumuyla belki bir dengeye dayalı ilişki biçimini esas aldığını görebiliriz. Aralarında derin bir çelişki, çatışma durumu olsa da yer yer tarım-köy toplumu alanları talana ya da tersine kentler göçebe toplulukların saldırılarına maruz kalsa da, aralarındaki ilişki genel itibariyle karşılıklı bağımlılık ve birbirini besleme olur. Kapitalist evreye kadar kentler, tarım ve köy toplumu okyanusu içinde adeta birer adacık rolünü oynamışlardır. Fakat endüstriyalizm ile birlikte bu durum tersine dönerek, aralarındaki çelişki ve dengeyi bozacak ve adım adım tarım köy toplumu çökecek boyuta taşınacaktır. Endüstriyalizm aynı şekilde kenti de obez bir gelişme süren trene koyarak, kent olmaktan çıkaracak “kent-sanayi toplumu” adı altında 10 milyon nüfusu aşan birer kanserolojik yapıya dönüştürecektir. Endüstriyalizmin özü aşırı kârdır. Kâr için her şey mubah görülür. Bu yönüyle endüstriyalizm anti-toplum, anti-doğa ve anti-kent karakteri haline gelir.

Bu açıdan  “20. yüzyıl kentin tarihte kesin üstünlük kazanmaya başladığı süre”[2]dir. Tarım-köy toplumu binlerce yıl boyunca başat rol oynayan dünyası yerine kapitalist modernitenin kentsel paradigmasının almasıdır. Kapitalist modernite paradigmasına dayalı kentlerin, toplulukların sosyal kansere yakalandığı mekân olma işlevi olacaktır. Toplum şehre çekildikçe, tüm ahlaki dokularını yitirmeye, yerine hiçbir sınır tanımayan bencil, bireyci tek gayesi tüketme olan tek tek bireylerden oluşan çürümeye dönüştürülmeye çalışılacaktır. Milyonları, on milyonları böyle bir zihniyetle bir arada tutma, çevrenin-doğanın kriz ve yıkım nedeni de olacaktır. 20. yüzyılın son çeyreği ve 21.yüzyılla birlikte artık bir kent, kendi ülkesini halkıyla birlikte işgal, istila ve tahrip edip, adeta sömürge geliştirmektedir. Yeni sömürücü güç kenttir. Kentlerdeki kültürel ticaret, finans ve sanayi tekelleridir. Kapitalist modernite endüstriyalizminin kurgu ve pratiğinde kentler tekelin geliştiği mekanlar olup, obezite denilen hastalığın tüm sembolik ve metaforik anlamlarını karşılamaktadır. Günümüz kentleri, Sümer tapınakları etrafında sömürü düzenini kuran kurucu iktidar aklından özde pek farkı yoktur. Ziggurat zihniyetinin yaygınlaştığı sömürü tekellerinin çağımızda güncelleşmesi şöyle somutlaşmaktadır: “Robert Reich, herhangi bir şekilde ekonomik bir faaliyet içinde bulunan insanların kabaca dört kategoriye ayrılabileceğini söyler. ‘Simge cambazları’, yani fikirler üreten ve onları arzu edilebilir ve pazarlanabilir kılmanın yollarını var edenler birinci kategoriyi oluştururken, işgücünü yeniden üretilmesiyle ilgilenenler ise ikinciyi, üçüncü kategoriyi de hizmet alanları, yüz yüze iletişim içinde olmayı gerektiren John O’Neill’in ‘et ticareti’ olarak tanımladığı ‘kişisel hizmetler’ alanında istihdam edilenleri kapsar. Ürünleri satanlar da ürünler için arzu üretenler de bu kategorinin büyük kısmını oluşturur. Dördüncü ve sonuncu kategoride, son 150 yıldır iş gücü hareketlerinden (buna sömürü çarkı demek gerekir) ‘toplumsal alt katmanı’ oluşturan insanlar yer alır.”[3] Bu en alttakiler, zigguratın alt katında kölelerin modern biçimini andıran bir statüye sahiptirler.

Panoptikon örneği biliniyor. Disiplinler ve kontrol modeline dayanan gözetleyici iktidarın bu yöntem tekniği 20.yüzyıla kadar da modernitenin kent ontolojisi için bir modeldir. Ancak günümüzdeki söz konusu yönetim tekniğinin tekelinin ihtiyacını karşılamadığı görüşü yaygındır. Zygmunt Bauman, bunu post-panoptikon tanımıyla tarif ederken, risk toplumu, gösteri toplumu ve tüketim toplumunu politik iktidarlarıyla ele alan “Thomas Mathiesen’in işaret ettiği gibi, Jeremy Bentham ve Michel Foucault’un etkili panoptikon metaforu, iktidarın şu anki işleyişini açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Panoptikon tarzından sinoptikon tarzı bir dünyaya geçişte roller değişti ve artık çoğunluk azınlığı gözlüyor. Gözaltının yerini gösteriler aldı. İnsanlar bugünlerde zorlama ve baskıyla değil, ikna ve baştan çıkarma yoluyla standartlaştırılıyor (Riayet eden, son esnek standartlara karşı değişen durumlara olağanüstü bir şekilde adapte olabilen, yumuşak bir boyun eğme). Boyun eğme dışarıdan gelen zorlayıcı bir güç nedeniyle gerçekleşiyor gibi görünmekten çok özgür iradenin bir tezahürüymüş gibi görünüyor.”[4]

Tüm bu değerlendirmelerden çıkan sonuç;  “kent, sınıf, devlet” üçlüsünün “uygarlık” adlandırılması, hem bir çelişki hem de ideolojik yargı olduğudur. Bu üçlüyü “uygar”, tarım-köy topluluğuna bağlı toplulukları “barbar”, “ilkel”, “geri” sıfatlarla tanımlamak, devlet yapılarının biyolojik bir saptırması ve yalanı olarak karşımıza çıkar. Gerçek barbarlık, evrensel-doğal gelişim çizgisiyle uyumlu yaşayan tarım-köy toplulukları değil, toplumsal bir sapma olan devletli yapılara dayanarak aşırı kâr uğruna toplumsal doğayı talan ve talep eden, toplum ve doğayı kırım sürecine taşıyan kent, sınıf, devlet üçlüsüdür demek hakikate daha yakın bir yargı olabilir.

“Modern kronopolitika yerleşik düzene geçmemişler, yalnızca sıkı bir reforma ve aydınlanmaya ihtiyacı olan az gelişmiş ve ilkel insanlar olarak görmekle kalmamış, onları ‘kültürel geri kalmışlıkları’ nedeniyle sıkıntılar çeken, zamanın gerisine düşmüş, evrim sürecinin henüz başlarında olan ve ‘evrensel gelişim modeline’ ayak uydurmak için harekete geçmekte görülemez derecede yavaş veya hastalık derecesinde halklar olarak sınıflandırılmıştır.”[5] Kapitalist sistem bununla baş edebilmek için iktidar ve tekniklerini günümüzde daha yoğun uygulamaktadır. Simülasyon, entegrasyon, dışta bırakma, modern sistem yöntemlerini kendi ontolojisine yoğunca aktarmaktadır. Bu boyutuyla kapitalist modernite çağında özellikle de günümüzde kendi sosyolojisi hiç olmadığı kadar egemen sistemi ontolojileri tarafından kuşatılmıştır.

 

Kürdün Tarihsel İkiliği

Tam da bu noktada bir toplum olarak Kürtler ve kent olgusunu ele aldığımızda, yaşadıkları kentlerin genel sorunsallığının çok daha derinleşmemiş bir biçimiyle karşılaşırız. Kürtler için kent olgusu hem geçmişte hem de şimdi de yabancılaşma, köleleşme ve işbirlikçileşme anlamına gelir.

Kürt olgusu ile kent olgusu arasında sorunsallık boyutu tabir yerindeyse Kürtlerin toplumsal varlık noktasında “olma-olmama” düzeyinde cereyan eder. Sorunsallık adeta ontolojik düzlemde işlemektedir. Tarih ve güncel örneklerden biliriz ki pek çok toplum ontolojik düzeydeki bir sorunsallığı 20.yüzyılla beraber yaşamaya başlarken, Kürtler kentlerin şafak vaktinden, kentlerin kentsizleştiği 21.yüzyıla kadar geometrik bir artış hızıyla yaşamıştır. Bunun temelinde, Kürt toplumsallığı varlıksallaşması diyalektiğine kentin devlet yüzünün oluşum mantığının birbirinin zıddı ekseninde olması yatmaktadır.

Kürtler, Neolitik devrime öncülük etmiş topluluklardan biridir. Neolitik kültürle binlerce yıl kendini hem kültürleşmiş hem de toplumsal formlar (kabile-aşiret) olarak biçimlendirip oluşturmuştur. Toplumsal varlıklaşmasının hem mayası hem de oluşumu bu kültüre dayanır. Devletin uygarlık sürecinde komşu topluluklara Kurti (Sümerce “Dağlı”), Hurri (Sümerce “Yüksek Tepeliler”) vb. şeklinde adlandırmaları da bunu ispatlar. Bu adlandırmalar, öz ve biçimde tarım ve köy toplumu derinliğine yaşadıklarını ve yansıttıklarını gösterir. Zihin ve toplumsal davranışlar bu kültürün kodlarına göre oluşur… Kendi içinde komünal ve eşitlikçi bir yapıya, çevreyle uyumlu ve anacıl bir karaktere, kendi kendine yeterliliği ve özyönetimi esas alan bir toplumsal yapıya sahip olur. Toplumsallaşmada görüldüğü gibi bünyesinde sınıf, sömürü, köleleşme ve yabancılaşmaya yer vermez.

“Kent devlet” denilen üst toplum mekânıdır. Sınıf ve devletleşmenin oluşum zeminidir. Tarım-köy toplumunun tam aksine her bakımdan bünyesinde hâkimiyet, mülkiyet, sınıflaşma, yabancılaşma, zor, baskı, yalan, sömürü vb. barındırır. Sömürünün ilk tohumlandığı yer kent olduğu için köleleşme de ilkin kent zemininde boy verir.

Köleci toplumun başladığı yerdir. Daha sonra bunun ardılları olan “feodal, kapitalist ve devletçi sosyalist” denilen uygarlığın gelişeceği zemindir. Kent, bundan ötürü talihsiz seyri en kabasından en incesine kadar çok çeşitli kölelik biçimleri geliştirecek düzlem olur. Kimi zaman kul, kimi zaman köle, kimi zaman işçi, vatandaş ve yurttaşın yaratıldığı zemin olur. İsim ve biçimleri değişse de tümünün ortak noktası, itikatta alışılmış, kendini yabancılaşma ve sömürüye koşulmuş insan olmaktadır.

Tarım-köy toplumu ile kent-devlet toplum düzlemi birbirine zıt düzlemlerdir. Sürekli çelişki ve çatışkı içinde olmaları doğaları gereğidir. Kürtler, tarım-köy toplumuna dayalı bir etnisite olduğundan kent ve onun kendinde barındırdığı yaşam ve insan ilişkileriyle çelişki içindedir. Bu açıdan bu yapıyla ilişkiye ya hiç bulaşmayıp, ondan uzak durarak, doğal toplum düzleminde (tarım-köy zemininde) yaşamayı tercih etmiştir ya da ilişkilendiğinde onun içinde eriyip kaybolmuştur.

Kürt etnisitesinin ezici çoğunluğu, devlet denilen üst toplumu mekânı olan kentten uzak durarak, varlıklarını ve özgürlüklerini, çağların gerisinde kalma pahasına tarım-köy toplumu düzleminde kalarak, 20. yüzyıla kadar korumaya çalışmıştır. Kürt üst tabakası veya aşiretlerden kopanlar ise, Sümerlerden (M.Ö. 3000’ler) günümüze kadar kentle ilişkilendikçe kendi olmaktan çıkarak, kentin kulu, kölesi, bendesi, işçisi veya işbirlikçisi haline dönüşmüştür. Bunun en çarpıcı örneği Gılgameş Destanı’nda bir dağlı (Kurti) olan Enkidu’nun Uruk şehrinin bir askerine dönüşerek, kendi vatanına kent adına talan seferine çıkma öyküsünde görürüz. Destan önceden hayvanlarla dost olan, onlarla konuşan dağlının şehrin illüzyonuna kapıldıktan sonra kendisine, içinden çıktığı toplum ve çevreye nasıl yabancılaştığını, talan seferi ve hayvanların onu görür görmez ondan kaçmasını örnekleriyle çarpıcı bir şekilde yansıtır.

İlk Çağ’da Kürtler ataerkilliği güçlü bir biçimde yaşamalarına rağmen derinliğine sınıfsal bir ayrışma yaşamazlar. İç ilişkilerde güçlü bir hiyerarşiye de sahip olmalarına rağmen sınıfsal ayrışma zayıftı. Bunun bir nedeni “dağ ağırlıklı aşiret göçebeliğidir.” Klan, aşiret toplumsal formları daha çok akraba, kan bağına dayalı bir ilişki biçimidir. Bu ilişki tarzı da doğallığında kendi içinde derinliğine bir sınıflaşma ve köleleşmenin oluşmasına fırsat vermez. En fazla ataerkilliğe dayalı bir hiyerarşi gelişir. İkinci nedeni de sınıfsal ayrışma ve köleleşmenin maddi zemini kentlerdir. Kürtlerin kentlerde yoksunluğu sınıfsal ayrışmayı zayıf kılmakla kalmıyor ayrıca gelişeni de çarpık bir şekilde oluşmasına yol açıyor. Özellikle hiyerarşileri güçlü aşiretlerin kent-devlette uygarlıkla tanışması ikili bir durum açığa çıkaracaktır. Aşiretin alt tabakaları devleti uygarlık karşıtı düzlemde durmasını, üst tabakasında çok silik ve işbirlikçi temelde sınıflaşmasına yol açacaktır. Kürt üst tabakası ve aristokrasisinin öteki toplumlarda olduğu gibi “kendi için” ve kendi sınıfının bilincine sahip bir kesim olarak oluşmaz. Sınıfsallaşma çarpık ve soy inkârcılığı temelinde gelişecektir. Bu çarpık oluşum şekli, İlk Çağ’la sınırlı kalmayacak bir miras gibi sonraki dönemlerde de karşımıza çıkacaktır.

İlk Çağ’da toplumdan bir Pers, Roma veya Grek aristokrat sınıfı gibi bir sınıf ortaya çıkmaz. Bunun temel nedeni de Kürt aristokrat sınıfına ait kentlerin olmamasıdır. Kürt toplumu, köy toplumudur; göçer toplumdur. Kendisi kentler oluştursaydı sınıfsal ayrışmayı kendi içinde belki yaşayacak aristokrat sınıfı da “kendi için” sınıf olabilirdi. Ama kentler başkasından olunca bu kentlerde yaşayan Kürtler, en fazla kent aristokrasisinin işbirlikçisi temelinde çarpık bir sınıflaşmayla şekillenir. Özellikle M.Ö. 550’lerde Medlilerin kendi konfederasyonlarının egemenliğini Perslere kaptırması, önemli bir kırılma aşaması olarak karşımıza çıkar. Med aristokrasisinin, Perslerle ittifakında ikinci sıradaki konumlarına razı olmaları, geleneksel Kürt işbirlikçiliğinde köklü bir aşamanın kurumsallaşacak şekilde başlamasını ifade eder. İskender’in Persleri yenmesine kadar 230 yıl boyunca, Kürt aristokrasisinin Perslerdeki ikincil konumu Kürt işbirlikçiliğinde köklü bir kurumsallaşmaya yol açar. Bu işbirlikçilikte, dil ve kültür benzerliğinden ötürü Kürt toplumsal varlığında bir gerileme söz konusu olmaz. Ama işbirlikçiliği zihnen ve yapı olarak kurumsallaşmasını, gelenekselleşmesini geliştirdiğinden ötürü daha sonra İslamiyet’le tanışmada dil ve kültür boyutunda inkârcılığın gelişmesine zemin hazırlar. Bu açıdan Pers egemenliğinden günümüze kentler, Kürt toplumu için “yabancı merkez” rolünü oynayacaktır. “Kentler, önce Sümerlerin sonra sırasıyla Babil, Asur, Pers, Helen, Roma, Osmanlı ve daha sonra ulus-devletlerinin damgasını” taşıdığında Kürtlerin uzak durduğu, Kürt aristokrasisinin içinde eridiği yerler olur.

Ortaçağ’a geçişte de Kürt-kent ilişkisinde benzer bir ilişki diyalektiği söz konusudur. Bu dönemde genelde kentler Helenlerin etkisindedir. Kürtler açısından yabancı merkezler olarak görülmeye devam edilir.

Fakat M.S. 250-650 arasındaki dönemde, feodal geleneklerin geliştiği Kürtler içerisinde de bir toplumsal dönüşüm ve ayrışma yaşanır. Özellikle Sasani devletinin yıkılışı, İslamiyet’in hızlı gelişimi Kürtler arasında da feodal bir dönüşüm yaratır. İslamiyet nasıl ki Arap toplumu içinde Arap-Bedevi, Türk toplumu içinde Türk-Türkmen ayrışması yaratmışsa benzer şekilde Kürtler içerisinde de Kürt-Kurmanc biçiminde sınıfsal bir ayrışma ve aynı şekilde Sünni, Alevi, Êzidî şeklinde etnik-inançsal ayrışmaya yol açar. İslamiyet’le birlikte Kürtler içinde feodal bir aristokrasi gelişir. İşbirlikçi karakterinin yanına bir de bu dönemde soy inkârcılığı da eklenir. Pers döneminden sonra yaşanan ikinci büyük kırılmadır. Kürtlerin binlerce yıldır varlıklarını sürdürdükleri dil ve kültür, bu ikinci kırılmayla beraber ikinci plana düşer. Şehirlerin ve geleneksel işbirlikçi Kürt aristokrasinin yeni dil ve kültürü Arapça ve Araplaşma olacaktır. Bu dönemde geleneksel işbirlikçi Kürt aristokrasisi, küçük iktidarlarına-hanedanlarına sahip olma temelinde Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı vb. İslamiyet’in tüm hanedanlıklarıyla işbirliğine devam eder. Bu Kürt aristokrasisi döneminin güçlü sosyal ve siyasal gruplarından biri olmasına rağmen çok güçlü bir Araplaşmanın etkisinde dönüşüm yaşadıklarından dolayı “kendi için” bir aristokrat sınıfı olamaz. Daha çok İslamiyet ideolojisinin etkisi altında Araplaşmaya hizmet etmiş; Kürt hiyerarşik ve devletçi güçler Şam, Bağdat, İstanbul ittifaklarının işbirlikçisi konumunda yaşarken, alt tabaka başkasının askeri olarak varlık gösterir. Eyyûbîler, Mervânîler hanedanı ve daha sonra Osmanlı dönemindeki mir, bey ve şeyhler bu temelde rol ve işlev görmüşlerdir. “Bu dönemde Kürt yoksulları Kurmanc adıyla daha çok uygarlık sisteminin dışında kalırlar. Kurmanclar hem kabile hem de uygarlık sisteminden kopmuş küçük aileler halinde kentler ve köylerde, daha çok da yarı-göçebelik, marabalık ve ırgatlık yaparak, bu anlamda direnerek varlıklarını sürdürmek isterler.” İşbirlikçi üst tabakanın konumu, konumlanışı ve duruşu farklıdır. Dayandıkları geleneğin mirasından ötürü, uygarlık iktidarı ve siyasetini tanırlar. Kendileri için sınıf olma bilincine sahip olmadıklarından hiçbir ilkeleri yoktur. Tek ilkeleri kendi çıkarlarıdır. Kim onlara çıkar sağlıyorsa veya çıkarlarına dokunmuyorsa, iktidarda kim olduğu önemsemeden sonuna kadar işbirlikçilik içinde olur, çıkarları için ihanet etmeyecekleri hiçbir toplumsal değerleri yoktur. “Özcesi, ahlâkî ve politik topluma ilişkin tüm değerlere ihanet temelinde bir çıkar ve güç ilişkisiyle yaşamlarını güvenceye almak, çok az toplumda rastlanan bir özellik olarak Kürt işbirlikçiliğinde tarihsel olarak yapılanmış gibidir.” Ortaçağ kentleri bu anlamda Kürtler için işbirlikçileşmenin soy inkârcılığına dönüştüğü merkezler olarak karşımıza çıkar.

 

Ulus-Devlet Damgalı Kentler

Devlet, toplumsal bir sapma olgusu olarak kent düzleminde ortaya çıktı. Kent, bu yönüyle toplumsal sapmaların geliştiği, bunların normalize edildiği, meşrulaştırıldığı bir zemin olarak karşımıza çıkar.

Kapitalist modernite de devletçi uygarlığın köleci ve feodal sistemlerinden sonra gelişen bir sistemdir. Aynı geleneğin mirasçıları olmalarına karşı kapitalist modernite öncülerinden farklı, içinden çıktığı kenti de kent olmaktan çıkaran bir yapıya sahip olmasıdır. Londra ve Amsterdam’ın bu konudaki rolleri çarpıcıdır. Birer kent olarak ulus-devlete beşiklik ederler. Kendilerini ulus devletleştirerek, binlerce yıllık varlığını sürdüren “kent devleti” geleneğine son verirler. Bu yönüyle kent kimliğinin inkârını ifade ederler.

Abdullah Öcalan’ın dediği gibi “Kendini inkâr eden her kimlik kaçınılmaz olarak fahişeleşir, faşistleşir.” kendini inkâr eden bu kentler üzerinden yükselen ulus-devlet olgusu da bu zemindeki toplum ve bireyleri fahişeleştirip, faşistleştirir. Fahişeleşme, hiçbir iradesi olmayan, önüne geleni kendini kullandırtmadır. Ulus-devlet hegemonyası altında oluşturulmak istenen “yurttaş” kimliği özünde bunu ifade eder. “Yurttaş” denilen kimlik özünde, kent zeminindeki tüm toplumsal farklılıkları-güçleri tek tipte homojenleştirme olayıdır. Öz güç, öz irade ve öz kimlikten arındırıp, modern kul, köle haline getirmedir. “Yurttaşlık” ağza çalınan bir parmak bal misali bireylere imtiyaz dağıtıp onları iktidar çıkarları için kıvama getirme ve işe koşturma sembolüdür. Kapitalist modernite kendini tüm dünyada hegemonik sistem haline getirdikçe kentler, bir avuç TEK-EL’ci elitin dışında tüm -ister hâkim ulus, ister ezilen uluslar için olsun- toplumlar için iktidara, sömürge ve itaate koşturulan devşirme merkezlerine dönüşecektir. Hegemonik güçlerin zihinleri etkileme, yönlendirme de kentlerde yoğunlaşan ve çok hızlı gelişen bilim-teknoloji, basın-yayın organlarının çok yönlü kullanımlarında önemli bir faktördür. Kent, bu anlamda hâkimiyet teolojisinin özgürlük kılıfı giydirilerek propagandasının üretildiği, yayıldığı, insanları kendine çektiği merkezlerdir. Kentler, kültür, sanat, spor, cinsellik vb. güdülere hitap ederek, cazibe merkezleri haline getirilirken; milliyetçilik, cinsiyetçilik, dincilik, pozitivist bilimcilikle de zihinleri uyuşturarak, yaşam ve davranışların kontrol edildiği operasyon odası rolünü oynar.

Kapitalist modernite damgalı kentler toplumların sömürüye tabi tutulduğu plantasyonlardır… Kürtlerin bu kentlerde ilişkileri bir yönüyle öteki toplumların yaşadığına benzese de (sömürülme noktası), toplumsal varlıklaşmasının oluşum mantığından ötürü daha trajik ve patolojik bir durum olarak karşımıza çıkar. Kapitalist modernite sisteminde kentler, ulus-devlet damgasını taşır; tek dil, tek kültür, tek inanç vb. teklik üzerine inşa olur. Bu şehirler, Kürtler açısından sınıfsal sömürünün büyütüldüğü, toplumsal özgürlüklerinin yitirildiği yerlerdir; tekliğe dayalı zihinsel ve maddi yapılardan ötürü birer asimilasyon ve toplumsal varlıklarının eritilip, yok edilmeye çalışıldığı merkez rolünü oynar. Bu kentler hâkim dil ve kültürün egemen olduğu, buna göre tüm kurumların yapılandırıldığı, öz ve biçimde işlevselleştiği mekânlardır. Hâkim dil ve kültür, tüm toplumsal alanlarda; eğitim, siyaset, sağlık, yönetim, kültür, sanat, basın, hukuk, askeri, din, dil, diplomasi, spor vb. alanlarda zorunlu kılınır. Bu dil ve kültür, her daim yükselmenin, güçlenmenin, zenginleşmenin kısacası kazanmanın, öteki dil ve kültürler içinde kaybetmenin zemini olur. Hâkim dil ve kültürün dışında bir dil kullanma ve kültürü yaşama, horlama, aşağılama ve baskı görme anlamı taşıdığı için sürekli zarar verir ve kaybettirir. Bu zeminde dayatılan zorunlu bir asimilasyondur. Uygulanan politikalar ise kültürel kırımdır.

Şehirleşme, bu anlamda ulus-devletleşmeyi, ulus-devletleşme de öz kültür ve öz toplumsallığından koparak, ona yabancılaşma, hâkim dil ve kültürün tektipleştirici biçimi içinde erimektir. 20. yüzyıl bu anlamda Kürtler için farklı ulus-devlet hegemonyaları altında sadece toplumsal varlığının parçalanarak, bütünlüğünü yitirdiği yüzyıl değildir. Dört ulus-devletin hâkim kültürü altında dört yabancılaşma tipini yaşamayla karşı karşıya bırakılması demektir. İkiyüzlü insan tipi, özünde birbirine zıt iki farklı kültürü beraber yaşamayı ifade eder. Ahlaki olarak kabul edilemez bir olgu olsa da, bir realite olarak kabul edilir. 20. yüzyılda Kürtlere dayatılan bu tipin ötesinde ikiyüzlü bir toplum olma halidir! Bu toplumsal varlığın varlık olmaktan çıkarılmasıdır. Böyle bir toplumun bireylerinin patolojik olması da doğası gereğidir. Ulus-devlet damgalı şehirler Kürtlerin patolojik kişilikler haline getirildiği merkezlerdir.

Kürtler, İlk Çağ ve Ortaçağ devletli uygarlık kentleriyle de sorunlar yaşamıştır. Fakat bir savunma refleksi olarak varlık ve özgürlüklerini korumak için yabancı merkezlerden, şehirlerden uzak durup, köy ve göçebe yaşamışlardır. Fakat kapitalist endüstriyalizmle birlikte köy ve şehir dengesinin yıkılması, 10 bin yıllık tarım-köy toplumunun yıkılışının gerçekleşmesiyle tarım-köy toplumuna dayalı tüm topluluklar gibi Kürtlere de ölümcül bir darbe vurur. Savunma refleksiyle sığındıkları varlıklarının oluşum düzlemini yitirmekle karşı karşıya kalır. Köy boşaltmalarını bu yönüyle okuduğumuzda kentlere, metropollere çekilen Kürtlerin nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya kaldığı daha iyi anlaşılır. Farklı ulus-devlet hegemonyaları altında yaşama sorunu daha ağır ve yıkıcı kılsa da, öz oluşum düzleminden çıkıp, kent düzlemine çekilme sorunu 100 kat daha yıkıcı kılar. Ulus-devlet damgalı şehirler gerçek manada devşirme ve kültürel kırım merkezleridir. Kürt gerçeğinde kent asimilasyon dinamikleri ayrıca farklıdır. Kentlerin mimari dokusundan şehir planlamasına varana kadar her şey özenle kurgulanmıştır. Gelişigüzellik, rastgelelik, estetikten uzaklık plansız kentleşme varlığına işaret etse de, aslında ulus-devletlerin özel planlarını göstermektedir. Dolayısıyla asimilasyonun bir boyutu da “mekân kırım” olarak karşımıza çıkar. Öte yandan sömürü çarkı da yoğundur. Kapitalist modernitenin neoliberal politikalarının yakıcı sonuçlarını Kürtlerin yoğunluklu yaşadığı şehirlerde daha yalın görebiliriz. Ulus-devletlerin küresel sermaye tekelleriyle kurdukları ilişkinin sonuçları derin sosyolojik yarılmalara yol açmaktadır.

Kürtler son iki yüzyıldır ve özellikle son yüzyıl, ulus-devlet damgalı şehirlere zorunlu veya gönüllü yerleştikçe, kendine yabancılaşması ve asimilasyona uğraması artmıştır. Yine güncel siyaset alanında “Kürt şehirleri” tabiri çok kullanılır. Ama gerçekten Kürtlerin kendilerine ait şehirleri -Rojava deneyimi dışında- söz konusu değildir. Kürtlerin yoğunlukta yaşadığı şehirler mevcut ama bu şehirler, hem içinde barındırdığı anlam yoğunluğu hem de kurum ve yönetimleriyle Kürt’ün kendi sağlığına kavuşmasına hizmet etmez. “Kürt şehirleri” söylemenin hakikat haline gelebilmesi için şehrin her boyutuyla tüm anlam ve kurumsallaşmalarıyla Kürt toplumsallığının varlıklaşmasına hizmet etmesi gerekir. Tarihin tüm evrelerinde Kürtler, şehirleri “yabancı merkezler” olarak görmüşlerdir. Günümüzde bu tutumun zayıflamasının “Kürt şehirleri”nin yansımasıyla da bağı vardır. Yabancı merkez görme yaklaşımının zayıflaması, en kötü yaşama olgusuyla bağlantılıdır. Enkidu destanında adı geçen bir tip olmaktan öte “şehre ve devlete koşan” bir sosyolojik tipleme olarak görmek gerekir. Kapitalist sistem, ideolojik araçlarıyla şehri bir çekim merkezi, yaşamı da ışıklı, albenili, şatafatlı bir yaşam gibi sunar. Şehrin çekimine, yaşam tarzına kapılma ve ona yönelme bir Enkidulaşma olgusudur.

Enkidulaşma, ana-toplum olarak ifade edilen öz toplumdan kopmadır. Bu toplumun kendisi için önemini yitirmesi ve hor görmesidir. 20. ve 21. yüzyılda Kürt-kent diyalektiği, kentleştikçe Enkidulaşma paralelliğinde gelişecektir. Şehirleşen Kürt’te, “eski toplumunu, anasını, babasını, kardeşlerini, komşularını, köyünü, akrabalarını, yaşlıları, çocukları, kadınları, soyunu, sınıfını hor gören bu yeni ‘ne oldum delisi’ kişilik gelişecek.” Şehirlerdeki okullar da bu kişiliği tarihten ve gelenekten koparıp, “teneke” bir kişilik haline getirecektir.

Kürt üst tabakası ise İlk Çağ ve Ortaçağ’da olduğu gibi 20. yüzyıl ve 21. yüzyılda da kendilerini ve aile çıkarlarını koruma adına inkârcılığı karşılığında soyunu tuzağa çekip, avlayarak, geleneksel işbirlikçi rollerini en düzeysiz ve kraldan daha kralca bir şekilde sürdürecektir. Bugün bazı şahsiyet ve ailelerin güç ve benzeri karşılığında nasıl en seviyesiz ve düşkün yaklaşımlar sergilediğini görüyoruz.

Bir Kürt atasözünde, “Devlet ker be jî lê siwar nebe” yani “Devlet eşek bile olsa üstüne binme” denilir. Bu söz, binlerce yıllık doğal toplum kültürü üzerinden süren bir yaşam ile devletli uygarlık yaşamı arasında yaşanan çelişkiden çıkarılan bir deneyimin ifadesidir. Kürtler, devletin ve ona dayalı şehirleşmenin tüm şatafat ve cazibesine karşı özünde yabancılaşma, işbirlikçilik ve köleleşme olduğunu bildiklerinden böyle bir söz kurmayı ve kuşaktan kuşağa aktararak, bu tehlikeli olgu karşısında ardıllarını uyarmayı gerekli görmüşlerdir. Çünkü kırsal ve komün yaşamı (güncel literatürle söylersek demokratik, ekolojik ve kadın özgürlükçü yaşam) ile şehir ve devlet toplumu arasında çok büyük ve zıt farklar olduğunu biliyorlardı. Bu iki düzlem arasındaki mücadelenin temel mücadele olduğunun farkındaydılar. “Tarihteki en önemli çelişki bu anlamda şehir devletçi toplumuyla kırsal komünal toplum arasındadır.” Şehir-devlet toplumu yaşamı ve kişilik yapısı, ne kadar devletçi, otoriter, cinsiyetçi, mülkiyetçi, doğa karşıtı ise, kırsal köy toplumu ve yaşamı da o denli eşitlikçi, özgürlükçü, doğayla dost ve demokratiktir.

Kürtler bu başat çelişkiyi tarih boyunca ya kentlerden kaçarak ya da kent ve devlete koşarak çözmeye çalışır. Bir döngü şeklinde sürekli yinelenen bu durumda varlık ve özgürlüğünü koruma adına çağın gerisinde kalmalarına veya çağı yakalama adına, varlık-özgürlük yitimine uğramalarına yol açar.

Bu kısır döngü kader değildir. Kürtler çıkışın yolunu da 21. yüzyılla birlikte demokratik, ekolojik ve kadın özgürlükçü kuram ve kurumlaşmalarıyla gösterir. Demokratik, ekolojik ve kadın özgürlükçü kuramla toplumsal yeniden inşa girişimi, başat çelişkiyi toplumlar lehine sınıf ve devlet aleyhine çözmeyi ve sonuçlandırmayı ifade eder. Kenti beş bin yıldır yabancılaşma, işbirlikçileşme ve köleleşme zemini haline getiren sınıf ve devletten adım adım arındırmayı amaçlar.

Kapitalist modernite öncülüğünde kentlerin toplumlarda yarattığı tahribatlar krizin ötesinde vahşet boyutundadır.  “Kentsiz kentleşme ve tarım-köy toplumunun yıkılışı sadece ağır sorunlar olarak belirmez; aynı zamanda toplumun sürdürülemez sınırına dayanmasını ifade eder.” Kürtlerin demokratik, ekolojik ve kadın özgürlükçü çıkışı, bu anlamda sürdürülemez sınırına taşınan toplumun dengesinin yeniden rayına oturtulmasını ifade eder. Aynı şekilde bu çıkış, yeni teknik koşullarla uyum içinde bir ikinci ekolojik-tarım köy devrimi ile ikinci kent devrimini gerekli kılar… Bu devrimler, bu sefer (özellikle ikinci kent devrimi) sınıflı devlette uygarlığın aşılmasında rol oynayacaktır. Kente içerilmiş Leviathan’ı (devleti) öz yönetim, eş yönetim ve özgür eş yaşam anlayışı ve yapılarından kurtardıkça kent, devletli uygarlığın aleyhine ve demokratik uygarlığın lehine dönüşüm sağlayacaktır. Bu aynı zamanda Kürtler için beş bin yıldır lanetli bir miras gibi kendisini kuşaktan kuşağa aktaran Enkidulaşmadan yani yabancılaşma, işbirlikçileşme ve köleleşmeden kurtulmayı ifade edecektir.

[1] Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu – III 
[2] Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu – III 
[3] Zygmunt Bauman – Akışkan Modernite sy.223
[4] Zygmunt Bauman – Akışkan Modernite sy.134-135
[5] Zygmunt Bauman – Akışkan Modernite sy. 37
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.