Düşünce ve Kuram Dergisi

Kürt’ü Tüketme Projesi: Dört Parçalı Statüsüzlük

Leyla Geşbûn

Derwêşê Evdê Destanı’ndan;

“Dewrêşê Evdî’nin yanında olsaydım!

Beyaz atların sırtında

Musul ovasına dalsaydım!

Dewrêş vurulduğunda sırtlayıp Kürdistan dağlarına götürseydim!

O’na, bak!

Binlerce Edûlê ve onikiler var deseydim!

Tanrıçaların taht kurduğu bu dağlarda

Rahat uyu deseydim!

Ölüm…

Nerelerden… ve nasıl gelirse gelsin

Artık gam yeme!

Kesinleşen Kürtlük ve özgür yaşam

Ebedi gerçekliktir deseydim!

20.Yüzyılın başından beri uygulanan statüsüzlük özünde Kürdü tüketme, yok etme projesidir. Bir alt olarak da Kürdün eliyle Ortadoğu’yu dizayn ve sürekli bir sorunsallık içinde tutma projesidir.

Ortadoğu’nun güncel temel sorunlarının altında ulus-devletlerin kurgulanması yattığı gibi, Kürt sorunu da esas olarak bu kurgulamadan kaynaklanmaktadır. Birinci Dünya Savaşında kurgulanan Ortadoğu siyasi haritası, en az yüzyıl sürecek sorunlar oluşsun diye çizilmiştir. Avrupa için Versailles Antlaşması neyse, Ortadoğu için de Sykes-Picot Antlaşması odur. Avrupa’da ‘Barışa Son Veren Barış’ olarak rol oynayan Versailles Antlaşması İkinci Dünya Savaşına yol açmış, Sykes-Picot Antlaşması da aynı rolü oynamıştır. Savaşın sonunda ortaya çıkan tüm ulus-devletler içte kendi halklarına, dışta birbirlerine karşı savaştırılan organizasyonlar durumundaydı. Geleneksel toplumun tasfiyesi halklara karşı savaş demekti. Cetvelle çizilen haritalar ise, yapay devletler arasındaki savaşlara çağrı demekti.

Sykes-Picot Antlaşması (Ortadoğu’nun İngiltere ve Fransa arasında paylaşılması) Sevr Antlaşmasının da temelidir. Sevr Antlaşması Anadolu ve Yukarı Mezopotamya’nın parçalanmasını düzenlemektedir. Ulusal Kurtuluş Savaşı öyle iddia edildiği gibi Sevr’i tümüyle ortadan kaldırmamış; kısmen etkisiz kılınmasına yol açmıştır. Antlaşma önemli oranda uygulanmış ve Minimal Cumhuriyet Sevr’in gereği olarak kabul edilmiştir. Yine Musul-Kerkük’ün İngilizlere bırakılması Sevr’in sonucudur. Dolayısıyla Kürdistan’ın modern dönemindeki ikinci önemli parçalanması (Birinci parçalanma modern dönemin başlangıcı öncesine, 1639 Kasr-ı Şirin Antlaşmasına dayanır) Kürt sorununun ana nedenidir.

Birinci Dünya savaşı sonrasında, Ortadoğu coğrafyasında, sınırlar yeniden çizilmiştir. Çizilen bu sınırlar 1639 yılında Osmanlı ile İran arasında imzalanan Kasrı Şirin antlaşması ile ikiye bölünen Kürtler, 24 Temmuz 1923’de imzalanan Lozan ile de dört parçaya bölünmüş oldu. Lozan antlaşmasına kadar Kürtler Türkiye’nin kuruluşunda asli unsur olarak görülürken, bu anlaşmanın yürürlüğe girmesiyle birlikte başlatılan Türk Ulusu inşası sürecinde devreye konulan “Tek Millet, Tek Devlet, Tek Dil” politikalarının uygulanması için imha ve inkâr politikaları da devreye konuldu. Birinci Dünya Savaşından Lozan sürecine kadar yaşananlar hala birçok ülkenin tozlu arşivlerinde gizlenirken, Lozan ile başlayan yeni Kürt isyanları süreci ise halen daha devam etmektedir.

Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı karmaşanın ortasında alelacele yürüttükleri müzakerelerde varılan antlaşmanın prensipleri günümüzde de Ortadoğu’yu etkilemeye devam etmektedir.

Her ne kadar Sykes-Picot anlaşmasının cetvelle çizdiği sınırlar mezhepsel bölmeyi temel alsa da, yeni yaratılan sınırlar, sahadaki mevcut mezhepsel, aşiretsel veya etnik ayrımlarda karşılığını bulmadı. Örneğin Sünni aşiretlerin yoğun olduğu Irak-Suriye sınırı fiili olarak buharlaştı ve her iki ülkenin bu bölgeleri IŞİD’in denetimine girdi. Bölgeyi emperyalistlerin etki alanlarına göre bölen anlaşmanın en büyük mağduru Kürtler oldu. Bölgenin kadim halklarından olan Kürtler, sınırlar çizilirken dört ayrı ülkede dört parçaya bölünmüştür.

1916’da imzalanan Sykes-Picot Antlaşması Lozan’la beraber Kürdistan’da hayat bulmuştur. Bu anlaşmadan sonra Kürdistan artık dörde bölünmüş, parçalanmış, her türlü sosyal, siyasi, insani, kültürel, millî hakları yok sayılmış uluslararası bir sömürge durumundadır.

1970’ler sonrasında Kürt sorununu özgürlük sorunu olarak ele almak bir yönüyle doğru olsa da, diğer bir yönüyle önemli bir eksikliği beraberinde taşımaktadır. O da Kürtlerin varlık sorunudur. Özgürlük ancak varlıkla mümkün olabilir. Çağdaş Kürt ulus gerçekliğindeki özgünlük buradadır. Yine yakın tarihlerde yaşanan Ermeni ve Yahudi soykırımlarından farklı olarak (Bu soykırımlarda fiziki imha ön plandadır), Kürt soykırımında kültürel (kendilik olmaktan zihnen vazgeçiş) boyut ön plandadır. Kendilik olmaktan çıkmış bir kültür grubu, ister fiziki ister zihni olarak gerçekleşmiş olsun, soykırımdan geçmiş veya soykırımı gerçekleştirilmiş demektir. Kürtlerin dört parçalı bölünüşü ve her parça üzerinde varlığına yönelik değişik tasfiye uygulamaları nedeniyle süreç farklı işlemiş, her parça değişik düzeyde soykırımdan nasibini almıştır. Bu yönüyle işgal, sömürgecilik, asimilasyon ve soytükenişiyle karşı karşıya olan Kürt gerçekliği böylesi bir süreç kapsamında değerlendirilmelidir: bu ulusal kimlik olmaktan çıkarılmaya çalışılan bir gerçekliktir..

Günümüzde Kürt gerçekliği Kürt kimliği olarak ifade edilmeye çalışılmaktadır. Kürt kimliği ancak uzun tarihî geçmişi kadar, ‘şimdiki’ zamanın özgül uygulamalarıyla da yapılandırılmak veya kendilik (Xwebûn) olmaktan çıkarılmak istendiği bütün yönleriyle değerlendirildiğinde bilince çıkar, Tarih içindeki Kürt veya proto Kürt gelişimiyle ilgili arayışlar ne denli önemli ise, güncel olarak Kürt gerçekliğinin ne tür uygulamalarla karşı karşıya bulunduğu da o denli önem taşır. Abdullah Öcalan Kürt halkının ulusal güç birliği oluşturamadığını irdelediği tezinde tarihsel olarak şekillenmiş iki Kürt kişiliğinden bahseder. M.Ö. 3000’li yıllarda Sümer Rahip Devleti ile birleşen işbirlikçi proto Kürt, özgürlük için direnen Kürt… Öcalan bu iki farklı kişiliğin sürekli çatışma halinde olduğuna da dikkat çekmektedir.

 

Kuzey Kürdistan;

Geleneksel Osmanlı iktidar ve sömürü tekeli çöktüğünde, bürokratik gelenek içinde şekillenen İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin özne rolünü oynadığı elit bir zümre, çeşitli darbeler ve komplolarla İkinci Meşrutiyet’te, 31 Mart 1909 ayaklanması sonrasında Abdülhamit’in tahttan indirilmesinde, 23 Ocak 1913’deki Babıali baskınında, 1914-1918 Birinci Dünya Savaşında ve en son 1919-1922 Ulusal Kurtuluş Savaşında en örgütlü bürokratik burjuva bir güç olarak iktidar tekelini gasp etmektedir. 1923’ten itibaren Cumhuriyet yönetiminin gaspını gerçekleştirmektedir. İktidar aygıtı etrafında yapay bir Türk ulusçuluğu ideolojisiyle oluşturulan Beyaz Türklük temelinde, bir zümre olarak, ulusal kurtuluş savaşının temel müttefikleri olan sosyalistleri, İslâmî ümmetçileri ve Kürt milli güçlerini komplocu yöntemlerle tasfiye ederek, günümüze kadar kesintisiz devam eden bir ‘oligarşik diktatörlük’ kurmuştur.

Anadolu’da Birinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan hegemonik yapı herhangi bir yapıya benzemez. Görünüşte çok katı Türkçü bir egemenlik söz konusudur; özde ise çok dar komplocu bir grubun manipülasyonu ile yürütülen bir sistem vardır. İkinci Dünya Savaşından sonra sistemin hegemonik önderliğini devralan ABD, Beyaz Türk faşizmini daha da tahkim ederek Türkiye Cumhuriyeti’ni denetlemeye devam etmiştir.

Çağdaş Kürt gerçekliğine ve Özgürlük Hareketi’ne karşı yürütülen son iki yüzyıllık savaş giderek daha da ağırlaşan bir kültürel soykırıma dönüşmüştür. Kürtler amansız soykırım hamleleri altında varlıklarını ve özgür yaşam tutkularını sürdürmeye çalışmışlardır. Çağdaşlaşan (modernleşen) Osmanlı İmparatorluğu döneminde başlatılan Kürdistan beylik, aşiret şefliği ve şeyhlik otoritelerini tasfiye etme hareketleri, giderek Kürt kültürel gerçekliğinin tasfiyesine yönelmiştir. Cumhuriyet’in ilk döneminde Beyaz Türk faşizmi bu politikayı daha da derinleştirerek tüm topluma yaymış, Kürtleri ulus-devletin içinde eriterek yok etmenin eşiğine kadar getirmiştir. Cumhuriyet’in olgunluk döneminde Kürt gerçeğini inkâr etme temelinde varlıklarına izin verilen işbirlikçi katmanlar daha da geliştirilerek kültürel soykırım derinleştirilmiştir. 1980’lerden itibaren içine girilen çöküş döneminde, ABD’nin kendi çıkarları temelinde sağladığı destekle eşi görülmedik özel savaş yöntemlerine başvurularak, Kürtlük sadece Özgürlük Hareketi olarak değil, varlık olarak da sona erdirilmeye çalışılmıştır. Bu eşi görülmemiş kırım hareketlerine karşı geliştirilen Özgürlük Hareketi, sadece Kürt kültürel varlığını kesinleştirmekle kalmamış, özgürleşen varlık olarak da önemli bir aşamaya taşımıştır. Bu yönlü gelişmeler diğer Kürdistan parçalarını da etkisi altına almış; Irak Kürdistan’ında ulus-devletçi yanı ağır basan bir siyasi oluşuma yol açarken, İran ve Suriye Kürdistan’ında halkın büyük uyanışı, Özgürlük Hareketi’ne katılımı ve demokratik özerkliklerini geliştirmeleriyle sonuçlanmıştır.

Türk ulus-devletinin hâkimiyetindeki Kürdistan ve Kürt gerçekliğinin varoluş tarzı ve gelişimi baştan itibaren katı bir inkârcı ve imhacı rejimle karşı karşıya bulunmaktadır. Süreç içinde öz kimlik unsurlarını yitirmekle karşılaşmaktadır. Türk ulus-devlet sistemi uluslaşmadan önce uluslaşmamayı, daha doğrusu ulus olmaktan vazgeçmeyi, kendini ret ve inkârı dayatmaktadır. Farklı olarak, gizli ve örtülü biçimde yürütülen bir soykırım rejimi söz konusudur. Ermeniler ve Helenlerden farklı olarak, bu halklar açık uygulamalarla tasfiye edilirken, Kürtler hileli, bol hainli, işbirlikli, zorluklu, işsizlikli, açlıklı ve işkenceli yöntemlerle gizlilik içinde ve örtülü temelde yürütülen bir tasfiyeyi yaşamaktadırlar. Bu süreci durdurmanın adı da doğal olarak Kürtlerin var olma ve özgürleşme hareketi olmak zorundadır. Bu tip rejimlere karşı varlık sorunu vardır. Onun da çözümü var olma savaşı ve doğası gereği özgür yaşam gücüdür

 

Güney ve Batı Kürdistan (Rojava)

Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması sürecinde, Sykes-Picot Antlaşması (1916) gereği, İngiltere ve Fransa’nın hegemonyasında Irak ve Suriye’de sömürge yönetimleri oluşturulmuştur.

1920’den beri Suriye devleti bir türlü normalleşememiştir. Toplumsal uzlaşıdan geçen bir anayasal sisteme sahip değildir. Suriye’deki Kürtlerin önemli bir kısmı vatandaş bile değildir, yani hukuki açıdan yok hükmündedirler. Geriye kalanların hiçbir yasal, kültürel, ekonomik, idari ve siyasi hakları yoktur. Kürtlerin durumu önce Fransa’nın mandater(sömürge) ve daha sonra Arap milli çıkarları gereği sömürge konumundan daha geri olup, varlıkları üzerinde inkâr, imha ve kültürel soykırım süreci başlatılmıştır. bu statüko kısmi değişikliklerle ama sonuçta yoğunlaşarak günümüze kadar devam etmiştir.

Suriye ulus-devletinin hâkimiyetindeki Kürtlerin yaşadığı sorunlar, sistemin içinde eritilmekten çok dışlanmalarından kaynaklanmaktadır. Kürtlerin bir kısmı yok hükmündedir. Uzun vadede Kürtlerin eritilmesini amaçlamaktadır. İngiliz ve Fransız hegemonyasında Birinci Dünya Savaşı sonrasında çizilen sınırlar Kürtler açısından ikinci önemli parçalanmaydı. Amaçlanan, Türk hegemonyasıyla birlikte ortak çıkarlar temelinde Kürtlerin tasfiye edilmesiydi. Kürtler açısından bu parçalanma kapitalist modernitenin en yıkıcı adımıydı. Kürtlerin uluslaşmasını engellediği gibi, ulus olmaktan çıkışını kolaylaştırıyordu. Özellikle İngiliz hegemonyacılığı Ortadoğu’yu yönetmede Kürtlerin sürekli sorunsal konumda tutulmalarını çıkarları açısından en uygun yöntem olarak değerlendiriyordu.

Irak-Türkiye sınırlarının çizilmesinde Kürt gerçekliği üzerinde geliştirilen komplonun belirleyici önemi vardır. Bu komplo Kürtler için soykırım fermanının başlangıcıdır. Kürdistan’ın bu dönemde dört parçaya bölünmesinin edebiyatı çok yapılır, ama ne yazık ki özü bir türlü gerçekçi olarak açıklanıp yorumlanmaz. Hâlbuki bu gerçeklik olanca çıplaklığıyla çözümlenip yorumlanmazsa, bir bütün olarak Kürdistan’da olup bitenler, Kürt gerçekliği ve toplumsal varlığı doğru dürüst tanımlanamaz.

Irak sınırı bağlamında Kürdistan’ın ve Kürtlerin parçalanması 20. Yüzyıl tarihinin en trajik olaylarından biridir. Bununla sadece Kürtlerin değil, Araplar, Acemler ve Türklerin de tarihlerinin temeline bir bomba konulmuş gibidir.

Çağdaş Kürt tarihi ve varlığı da ancak bu bütünsellik içinde, Irak ve Suriye sınırları temelindeki parçalanması bağlamında aydınlığa kavuşturulabilir. Bu öyle bir bölünmedir ki, içinde soykırım dahil, tüm imha seçenekleri potansiyel olarak var gibidir. Üzerinde çok yönlü hesaplar yapılmaktadır. Birincisi, Irak Kürtleri Irak Araplarını kontrol etmek için yedeklenmiştir. Irak Kürt Hareketi’nin karakteri bu gerçeği yeterince kanıtlamıştır. En son Saddam Hüseyin rejimi esas olarak Kürtlere dayanılarak yıkılmıştır. İkincisi, İran-Irak çelişkisinde en önemli kullanım aracıdır. Tarih bunu da yeterince kanıtlar. Üçüncüsü, Türkiye Cumhuriyeti’ni kontrol altında tutmak için yedeklenmiştir. 1925’ten, hatta ilk çağdaş Kürt isyanı olan Babanzade Abdurrahman Paşa önderliğindeki 1806 Soran İsyanından beri Kürdistan’da yaşanan tüm önemli tarihsel gelişmeler Osmanlı ve Cumhuriyet yönetimlerini meşgul etme ve kontrolde tutmanın en önemli araçları olmuştur. Dördüncüsü, Ortadoğu’yu dünya hegemonik güçleri olan İngiltere (Hegemonik güç 1800’lerden 1945’lere kadar İngiltere, 1950’lerden günümüze kadar ABD’dir) ve ABD’nin kontrolünde tutmanın en elverişli araçlarından biri olmuştur. Beşincisi ve en önemli olanı, bizzat Kürdistan’ın tümünü ve Kürt halkının devrimci potansiyelini denetim altında tutma ve saptırmanın (1920’den beri Irak Kürt Yönetimi sözüm ona statükoya kavuşturulmaya çalışılmaktadır. Ayrıca Güney Kürdistan ilkel aşiretçi, dinci, modernist bağımlı ideolojilerin merkezi yapılmaktadır) ana üssü konumunda tutulmaktadır. Bu küçücük parçaya ve yönetimine bağlanmak suretiyle tüm Kürdistan ve Kürt halkı stratejik bir kontrol aracına bağlanmış olmaktadır. Altıncısı, küçümsenmeyecek yeraltı zenginlikleri, suyu ve güzel coğrafyası kolayca istismar edilmektedir.

Irak ulus-devleti hâkimiyetindeki Kürdistan ve Kürt gerçekliği biraz daha farklı bir rota izlemiştir. Bunda İngiliz hegemonyacılığı belirleyici olmuştur. Arap ulus-devletinin geç ve zayıf oluşumu Kürtlere ulusal varlıklarını biraz geliştirme fırsatı vermiştir. Rejim sertleştikçe Kürt direnişi de sertleşmiştir. Bu karşılıklı sertleşme durumu sürdükçe, Kürtler açısından yok olmaktan çok var olma yanı ağır basan bir süreç gelişmiştir. Son dönemdeki ABD hegemonyasının tesisiyle Kürtler federe nitelikte de olsa bir ulus-devletçik kurma şansını elde etmişlerdir. Fakat bu şans komşu ulus-devletler, hatta merkezî Irak ulus-devleti nazarında hep tehdit olarak algılanmakta ve ilk fırsatta tasfiyesi amaçlanmaktadır. Her iki durumda uluslaşmaya da, ulus olmaktan çıkmaya da açık kapı bırakan Irak Kürtlerinin varlık ve özgür yaşama sorunları devam etmektedir.

Kürtlerin Irak ve Suriye ulus-devlet oluşumları temelinde parçalanmaları, bu kısa tanımların da gösterdiği gibi, Kürt ulusal toplum gerçekliği açısından yaralayıcı ve kendilik olmaktan çıkmaya yol açıcı bir etkide bulunmuş; ulusal toplumun gelişmesi ve bütünleşmesine büyük darbe olmuştur. Bu da bir nevi gövdenin bir kol ve bacaktan yoksun bırakılmasıdır. Demek ki Kürtlerin ulusal toplum haline gelememesi, sakat ve sürekli yaralı halde bırakılması, Irak ve Suriye sınır çizimleri üzerinde önemle durmayı ve bunun sorumlusu olan kapitalist moderniteye karşı demokratik moderniteyi geliştirmeyi gerekli kılar. İç içe yaşayan tüm toplumsal kültürlerin ve özellikle komşu halkların demokratik özerk yapılanmalarına dayanan çözümlere ihtiyaç vardır. İyice açığa çıkmıştır ki, kapitalist modernitenin inşa ettiği Ortadoğu ulus-devletçikleri barış içinde bir arada yaşayamazlar. Buna karşılık binlerce yıllık kültürel mirasların özgürlüğünü, özerkliğini ve eşitliğini hedef alan demokratik modernite sistemi, toplumsal barış ve mutlu yaşamın daha doğru, iyi ve güzel yoludur.

 

Doğu Kürdistan

İran ülke olarak Kürt kimliğinin oluşumunda önemli bir paya sahiptir. Kürtler ve Farslar arasındaki dil ve kültür yakınlığı bu oluşumda önemli yer tutar. İran Kürtlerinin Kürdistan’ın ve Kürtlerin bütünlüğünden kopartılmalarında Safeviler ve Osmanlılar arasında imzalanan 1639 Kasr-ı Şirin Antlaşması’nın önemli payı vardır. Bu anlaşma Zagros Kürtlerinin Kürt bütünlüğünden koparılması anlamına geliyor. İran Kürtleri Kürt kimliğinin kök hücresi konumundaydılar. Zerdüştî geleneğin özde temsilcileriydiler. Şia iktidarlarına karşı İslâmî konumları daha demokratiktir. Kuzey Kürdistan’daki Alevi Kürtlerin Sünni iktidar geleneğine karşı yürüttüğü demokratik özgürlük mücadelesinin benzerini Şia iktidarına karşı Doğu Kürdistan’da esas olarak Sünni Kürtler yürütmektedir. Bu durum iktidarın ideolojik-kültürel kaynaklarıyla bağlantılıdır. İran Kürt gerçekliğindeki hâkim kültür, dinsel ve mezhepsel olmaktan çok etnik ve kavmi niteliktedir.

İran ulus-devletinin hâkimiyetindeki Kürdistan ve Kürt gerçekliğinin varoluş hali Türk ulus-devlet modelinden pek farklı değildir. Farklılık modernitelerinin farklı olmasından kaynaklanmaktadır. Yaşadıkları farklı tarihsel ve toplumsal gerçeklikler uygulama modellerinde de biçimsel farklılıklara yol açmaktadır. Her ikisinin dayandığı iktidar mirası Kürtleri ortaçağdan beri 1639 Kasr-ı Şirin Antlaşması’yla resmen parçalayarak güçsüz bırakmakta, moderniteyle birlikte Kürt başkaldırıları karşısında ortak hareket etmeye götürmekte, böylelikle ortak bir imha ve inkâr rejimine yol açmaktadır. İkisi arasındaki sınır temelde Kürt sorununu kendi lehlerine çözme, bunun için birlikte hareket etme esasına dayanmaktadır. Günümüzde Türk ve İran ulus-devletleri arasında oluşturulan anti-Kürt ittifak bu tarihsel gerçeği doğrulamaktadır

Kürtlük kapitalist modernite çağında ölümcül darbeler yemiştir. Buradan çıkarılması gereken en önemli sonuç, kapitalist modernitenin temel araçlarıyla Kürt ulusal varlığının sağlanamayacağı ve korunamayacağıdır. Hegemonik sistemin Kürtlük adına her parçada ortaya çıkardığı yapay, sahte ve saptırılmış bir Kürtlüğü maske olarak takan işbirlikçi unsurların rolü, esas olarak asimilasyon yoluyla uzun sürece yayılmış Kürt kültürel soykırımını meşrulaştırmaktır. Niyetleri ne olursa olsun, bunların rolü soykırımı meşru kılmaktır. Bunlar görünüşte Kürt ulusal varlığının bir unsuru olduklarını iddia ederler; özünde ise Kürt ulusal varlığının potansiyel unsurlarını içten kemiren, ağacın kökünü yiyen kurtçuklardır. Çağdaş Kürt ulusal gerçekliği zıt yönlü iki eğilim içinde kendini var kılmaya ve özgürleştirmeye çalışmaktadır. Bu eğilimlerden birincisi, sömürge ötesi bir statü altında kapitalist modernite kaynaklı istila, işgal, imha, tenkil, tedip, asimilasyon ve soykırımlara kadar varan yöntemlerden oluşan tasfiye etme, ulus olmaktan çıkarma, özgür ulusal toplum haline gelmekten alıkoyma ve sonuçta yok etme eğilimidir. İkinci eğilim, birinci eğilime karşı kendiliğinden veya onunla birlikte bilinçli, örgütlü ve eylemli olarak yürütülen Kürt ulusu olarak var olma, varlığını sürdürme ve bu varlıkla birlikte onun bütün parçalarının bütünleştirilmesi ve özgürleştirilmesi, böylelikle özgür Kürt ulusal toplumunun inşa edilmesi eğilimidir.

Kürt sorunu bir ulusal sorun değil, ulus olmaktan çıkma sorunu haline gelmiştir. Parçalanmaların sürekliliği ve giderek her parça üstünde inkârcı ve imhacı rejimlerin güçlenmesiyle sorun uluslaşma sorunu olmaktan çıkarılmakta, varlığını sürdürme sorununa indirgenmektedir. Varlığını tümden ortadan kaldırma anlamında fiziksel imha temel yöntem olmasa bile, kültürel boyutlu soykırım sürekli yaşanan gerçeklik oluyordu.

Yüzyıldır süren mücadele halen daha sömürgeci devletlerin ortak çıkarları ve işbirliği ile engellenmeye, bastırılmaya çalışılmaktadır. Çünkü ulus-devletler bilirler ki herhangi bir parçadaki gelişme, kazanım diğer parçaları da etkileyecektir. Buradan hareketle günümüzde Kürdistan’ın güneyinde, Rojava’da bağımsız, konfederal bir yapılanmanın oluşumu Kürdistan statüsünün değişiminin de bir parçası olacaktır. Bu noktada Rojava devriminden bahsetmek gerekir. 19 Temmuz 2012 yılında ilanı yapılan Rojava Devrimi, PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın fikri öncülüğünde gelişmiştir. Öcalan ‘Demokratik Ulus ruh ise Demokratik Özerklik’ bedendir’ demiş ve Rojava devrimi de bu felsefe temelinde hayat bulmuş ve büyümüştür. Mahalle ve köylerden başlayarak tabandan gelişen bir toplumsal örgütlenme sistemi açığa çıkarıldı. Kadın devrimiyle iç içe gelişen Rojava Devrimi 21. Yüzyıl sosyalizmine de açılım getiren bir devrim olmuştur.

 

Rojava ve Suriye’deki Sürece Kısaca Bir Göz Atacak Olursak;

Herkes Beşar Esed rejiminin çabuk yıkılacağını bekliyordu ama olmamıştır. Çünkü Ruslar ve İranlılar Esed’e yardım etmiştir. Suriye’de rejimi yıkmak için büyük çaba harcayanlar ABD, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katardı. Bu da Suriye’deki krizin aynı zamanda bölgesel bir kriz olmasını sağlamıştır. Bu durum Rusya ile ABD arasında da büyük soruna neden olmuş, Libya’da Muammer Kaddafi iktidarının yıkılmasının ardından Rusya ve Çin, batılıların kendi arzularınca Ortadoğu’da iktidarları yıkmasına müsaade etmeyeceklerini söylemişlerdir.

Bu bir yönü, diğer yönü de Türkiye Rojava’da Kürtlerin bir statü sahibi olmasından çok korkmaktadır. Çünkü Güney Kürdistan’da oluşan statüyü hiç hazmedememiştir ve kendisi açısından büyük bir tehlike olarak görmektedir. Fakat Saddam rejiminin devrilmesi ile bundan büyük kazanç sağlamayı denemiştir. Kürdistan Bölgesi ile güçlü ekonomik ilişkileri var. Diplomatik ve siyasi ilişkileri de var olmasına rağmen alttan alta bu statünün varlığından rahatsızlık duymaktadır. Bu yüzden Rojava’da da benzer bir statünün kurulmasını engellemek istiyor. Çünkü bu gelecekte onlar açısından Türkiye’deki Kürtlerin de statü sahibi olmaları açısından bir tehlike unsuru olmaktadır.

Yüzyıl önce, Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesinde belirleyici düzeyde etkisi olan Batılı güçler nezdinde; otantik, kültürel ve parçalı bir halk olarak görülen Kürtlerin ‘siyasal değeri’ yoktu. Birinci Dünya Savaşı sonrasında bölgede kurulan bölge devletleri de; Kürtleri siyasal bir aktör/özne olarak görmedi. Tek etnik kimliğe dayalı ulus inşa sürecine yöneldiler ve kendi paylarına düşen Kürtleri de bu pota içerisinde eritmeyi hedeflediler. Gelinen aşamada hem bölge hem de küresel ölçekte, Kürtler siyasal aktör/özne olma konumuna gelmiştir. Birinci paylaşım savaşı sonrasında kurulan devletlere dayalı küresel sistem, ikinci dünya savaşı sonrasında yeniden tahkim edilerek günümüze kadar geldi. Günümüzün en önemli cevap arayan sorusu, devletsiz halklara bu sistemde bir yer açılacak mı yoksa onlar da kendi devletlerini kurma yolunda gitmeye mi zorlanacak. Dünya genelinde denenen farklı ‘özerklik modelleri’ bu arayışın bir sonucudur. Kürtler de bu temelde bir siyasal çözüm arayışı içindedir.

14 temmuz 2011 tarihinde Demokratik Toplum Kongresi’nin Amed’de 850 delegeyle gerçekleştirdiği olağanüstü toplantı sonrasında duyurduğu bildiride, “Dünyada Kürtler gibi 40 milyonu aşkın nüfusa sahip olan, ama hakları bu kadar yok sayılan ve ulusal varlığı yok edilmeye çalışılan başka bir halk yoktur. Kürt halkı olarak inkâr ve imha politikası temelinde kurulan siyasi statüsüzlüğü reddederek özgürlük temelinde kendi toplumsal demokrasimizi de kurarak yeni bir statüye kavuşturmak istiyoruz.” Dile getirilerek statüsüzlüğün vurgusu yapılmış ve demokratik özerklik ilan edilmiştir.

Kapitalist modernitede sistemin kendini örgütleme modeli ulus-devlettir. Ulus-devlet, toplumsal maddi kültürün gaspı, fethi ve sömürgeleştirilmesi üzerine kurulmakla yetinmez; manevi kültürün asimilasyonunda da önemli rol oynar. Ulus-devlet statüsüne sahip olmayan halklar egemen sömürgeci ulus-devletlerin baskısı altında fiziki veya kültürel soykırıma tabi tutulurlar. Oluşan uluslararası sistemle (BM den tut diğerlerine kadar) ulus-devlet statüleri üzerinden şekillendiği için statüsüz halkların hiçbir konuda görünürlüğü yoktur. Yani yok edilirsin, öldürülürsün, katledilirsin ama bunların hiçbir görünürlüğü yoktur. Uluslararası sistemler içinde dahi uğradığın inkar-imha-asimilasyonu görünür kılamazsın. Bu sistem içinde kaderleri hakkında söz söyleme, karar verme hakkına sahip değillerdir. “Varlık koşulu olarak ulus-devlete sahipsen yaşama hakkın vardır.” Düşüncesi dayatılır. Bu halkların arayışında da ulus-devlet kurma düşüncesini ön plana çıkarır.

Abdullah Öcalan, Demokratik konfederalizm ilkesini şu şekilde tanımlamıştır;

“Demokratik konfederalizm bir devlet sistemi değil, halkın devlet olmayan demokratik sistemidir. Başta kadınlar ve gençler olmak üzere halkın tüm kesimlerinin kendi demokratik örgütlenmesini yarattığı, politikayı doğrudan ve özgür-eşit konfederasyon yurttaşlığı temelinde, yerelde kendi özgür yurttaşlık meclislerinde yaptığı bir sistemdir. Dolayısıyla öz güç ve öz yeterlilik ilkesine dayanır. Gücünü halktan alır ve ekonomi de dahil her alanda öz yeterliliğe ulaşmayı benimser. Demokratik konfederasyonizm … klan sisteminden ve aşiret konfederasyonlarından günümüze kadar uygarlık tarihi boyunca devletçi toplum merkezileşmesine girmek istemeyen doğal toplumun demokratik komünal yapısına dayanır.”

Demokratik modernite ulus-devlet olmayı esas almamaktadır. Demokratik Ulus Zihniyeti, tüm tarihsel kültürleri barış, eşitlik, özgürlük ve demokrasi içinde bir arada tutabilir. Her kültür bir yandan kendini demokratik ulusal bir grup olarak inşa ederken, öte yandan iç içe yaşadığı diğer kültürlerle daha üst düzeyde demokratik ulusal birlikler içinde yaşayabilir.

Kapitalist modernitenin hegemonik güçlerinin yaklaşık iki yüz yıldır Kürtleri önce İran ve Osmanlı İmparatorluğu’na, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra da Türkiye, İran, Irak ve Suriye ulus-devletlerine ezdirmelerinin nedenlerini çok iyi çözümlemek gerekir. Bunda sadece bir değil birçok amaç vardır. Birinci amaç, Kürtlerin tarih boyunca birlikte yaşadıkları ve aralarında az çok meşru bir statü bulunan Arap, Türk ve İran halkları ile çelişkilerini derinleştirmek, var olan statüyü bozarak kargaşa içine itmek ve birbirleriyle daimi savaşır halde tutmaktır. İkinci amaç, Kürtlerin tasfiyesiyle tasarladıkları Ermeni, Süryani ve Yahudi ulus-devletlerine geniş yurtluklar kazandırmaktır. Böylelikle hem kendilerine mutlak bağlı durumda kalacak üç tampon ve aracı halka rolü oynayacak ulus-devlet kazanmış olacaklar, hem de Kürtleri Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi komşularıyla daimi çatıştırarak ve sorunlar içinde tutarak, hepsini ve bir anlamda çekirdek Ortadoğu’yu kendilerine bağımlı halde tutmayı başaracaklardır. Tabi kapitalist modernitenin hegemon güçleri bu parçalanmış Kürdistan’a ve soykırımlara kadar varan sorunlara boğulmuş Kürtlere kendilerini zaman zaman kurtarıcı melek gibi sunmaktan da geri durmayacaklardır. Günümüze kadar yaşanan gelişmelere baktığımızda, bu ‘barışa son veren barış’ antlaşmalarıyla planlananların büyük ölçüde uygulandığını rahatlıkla belirtebiliriz.

“Biz Kürdün dirilişini gerçekleştirdik. Yeniden halk olma, kimlik bulma ve dirilişini gerçekleştirme mücadelesidir. Şimdi sıra kurtuluşta.”(A.Öcalan)

Bir halk için kendi öz siyasal statüsüne sahip olmak, aynı zamanda varlığını koruma ve geliştirmede politik özne ve irade olmaktır. Kendi öz yönetimine sahip olmadan yabancı egemenlik altında yaşayan hiçbir halk varlığını koruyamaz. Kürtlere ve kürdistan’a dayatılan statüsüzlük bu anlamda kürtlerin bir halk olarak var olma koşullarının ortadan kaldırılmasıdır. Kürtler ulus-devlet uygulamaları altında statüsüzlüğe mahkum edilerek yok oluşun eşiğine getirilmişti. Buna karşı yürütülen büyük mücadelelerle bu yok oluş süreci tersine çevrilerek kürtlerin bir halk olarak yeniden dirilişi gerçekleştirilmiştir. Buna karşın kürtleri statüsüz bırakma projesi ısrarla sürdürülmektedir. Ancak kürt halkı “diriliş gerçekleşti, sıra kurtuluşta” şiarı ve demokratik ulus anlayışıyla dayatılan bu statüsüzlüğe karşı önemli mesafeler kat ederek mücadelesini her alanda sürdürmektedir.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.