Düşünce ve Kuram Dergisi

Marksizmin İktidar, Bilgi ve Sermaye Birikimine Yaklaşımı

Ahmed Cemal

Günümüz Ortadoğusunda yaşanan çatışmalı süreç 3. Dünya Savaşı niteliğini taşıyor. 17 Ekim Devrimi, sosyalistlerin 1. Dünya Savaşı’na karşı tutumu olarak bu savaşın içinden insanlığın en görkemli devrimlerinden biri olarak gerçekleşti. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra dünyanın üçte biri demokratik ve sosyalist toplum olarak şekillendi. Sosyalist, demokratik devletler olarak bunların tümü yıkılmış olsa da, insanlığın büyük kazanımları olarak bu devrimlerin mirası tüm canlılığıyla yaşıyor.  Çin, Vietnam ve Küba’da yaşananın ne olduğu ayrı bir tartışma konusu, fakat sosyalizm ve komünizm olmadığı açık.

Reel sosyalizmin çözülüşünün nedenleri, Marksist gelenek içinde 90’lı yıllardan beri devam eden en yoğun tartışma konularının başında geliyor. Kürdistan, Türkiye ve Ortadoğulu demokratik-sosyalist güçlerin bu konuda doğru bir anlayış, strateji ve politikayla kendilerini yenilemeleri 3. Dünya Savaşı içinden bir Ortadoğu Devrimi çıkarmaları açısından son derece tarihsel ve güncel bir görev haline gelmiş bulunuyor.

Marx ve Engels, o zamana kadar, ezilen halklar ve emekçiler adına insanlık tarihinin en kapsamlı, en bütünlüklü ve tutarlı dünya görüşünü, mücadele ve kurtuluş ideolojisini oluşturmuş, 19 ve 20. yüzyılda ezilenlerin büyük devrimsel direniş ve mücadelelerinin gelişmesinin yolunu açmıştır. Günümüz açısından ezilenlerin en büyük tarihsel miraslarından olan bu teorik ve pratik gelişme, bağrında taşıdığı yanılgılar nedeniyle de özgürlük, demokrasi ve sosyalizm mücadelelerinin sonuç alıcı olmaları konusunda en temel engelleyici durumu, zaafı oluşturmaktadır. Marksizme yönelik burada geliştirilen eleştiriler, Marksist gelenek içinden gelip bu sorumluluğu derinden hisseden, bunun anlayış ve pratiğini Demokratik Sosyalizm mücadelesiyle geliştirmeye çalışan bir çizgi ve hareketin kendini yenileme ve aşma çabasından çıkarılan sonuçların ifadesidir. Değerlendirmedeki eksiklikler ve hatalar tamamen çıkarılan yanlış- yetersiz sonuçlar olarak görülmelidir. Bu nedenle bu yazı, bir bütün olarak Marksizmi, Marksizmin bilgi, iktidar ve sermaye konularındaki çözümlemelerini incelemekten ziyade bu konudaki kimi temel esaslar üzerinde durmayı amaçlamaktadır.

 

Bilgi, Bilinç

Marx ve Engels dünya görüşlerini “Tarihsel Maddecilik” olarak adlandırıp bunun özetini de Alman İdeolojisi adlı eserlerinde şu şekilde ifade etmişlerdir:

“Toplumsal yapı ve devlet, durmadan belirli bireylerin yaşam süreçlerinin sonucu olarak meydana gelmektedir; ama bu bireyler kendilerinin ya da başkalarının kafalarında canlandırdıkları bireyler değil, gerçek bireyler, yani etkide bulunan maddi üretim yapan, dolayısıyla belirli maddi ve kendi iradelerinden bağımsız sınırlılıklar, verili temeller ve koşullar altında faaliyet gösteren bireylerdir.

Fikirlerin, anlayışların ve bilincin üretimi, her şeyden önce doğrudan doğruya insanların maddi faaliyetine ve karşılıklı maddi ilişkilerine, gerçek yaşamın diline bağlıdır. İnsanların anlayışları, düşünceleri, karşılıklı zihinsel ilişkileri, bu noktada onların maddi davranışlarının dolaysız ürünü olarak ortaya çıkar. Bir halkın siyasal dilinde, yasalarının, ahlakının, dininin, metafiziğinin vb. dilinde ifadesini bulan zihinsel üretim için de aynı şey geçerlidir. Sahip oldukları anlayışları, fikirleri, vb. üretenler insanların kendileridir,] ama bu insanlar, sahip oldukları üretici güçlerin belirli düzeydeki gelişmişliğinin ve bu gelişkinlik düzeyine tekabül eden —ve alabilecekleri en geniş biçimlere varıncaya kadar— karşılıklı ilişkilerinin koşullandırdığı gerçek, faal insanlardır. Bilinç hiçbir zaman bilinçli varlıktan başka bir şey olamaz ve insanların varlığı, onların gerçek yaşam süreçleridir. İnsanlar ve sahip oldukları ilişkiler tüm ideolojilerinde sanki camera obscura’daymış [karanlık oda. -ç.] gibi başaşağı çevrilmiş bir biçimde görülüyorsa, nesnelerin gözün, ağtabakası üzerinde ters durmalarının onların dolaysız fiziksel yaşam süreçlerinin yansıması olması gibi, bu olgu da, insanların tarihsel yaşam süreçlerine aynı şeyin olmasından ileri gelmektedir.

Gökten yeryüzüne inen Alman felsefesinin tam tersine, burada, yerden gökyüzüne çıkılır. Başka deyişle, etten ve kemikten insanlara varmak için, ne insanların söylediklerinden, imgelerinden, kavradıklarından ve ne de anlatıldığı, düşünüldüğü, imgelendiği ve kavrandığı biçimiyle insandan yola çıkılır; gerçek faal insanlardan yola çıkılır ve bu yaşam sürecinin ideolojik yansı ve yankılarının gelişmesi de, insanların bu gerçek yaşam süreçlerinden hareketle ortaya konulabilir. Ve hatta insan beyninin olağanüstü hayalleri bile deneysel olarak saptanabilen ve maddi temellere dayanan, insanların yaşam süreçlerinin zorunlu yüceltmeleridir. Bu bakımdan ahlak, din, metafizik ve ideolojinin tüm geri kalan kısmı ve bunlara tekabül eden bilinç biçimleri, artık o özerk görünümlerini yitirirler. Bunların tarihi yoktur, gelişmeleri yoktur; tersine, maddi üretimlerini ve karşılıklı maddi ilişkilerini geliştiren insanlar, kendilerine özgü olan bu gerçek ile birlikte hem düşüncelerini, hem de düşüncelerinin ürünlerini değiştirirler. Yaşamı belirleyen bilinç değil, tersine, bilinci belirleyen yaşamdır. Birinci durumda, sanki canlı bir bireymiş gibi bilinçten yola çıkılmaktadır; gerçek yaşama tekabül eden ikinci durumda ise, gerçek yaşayan bireyin kendisinden yola çıkılır ve bilince de o bireyin bilinci olarak bakılır.”

Bilinçle-varlık, bilinçle-yaşama arasındaki diyalektik ilişkide önceliği idealizmin tersine varlığa, yaşama verme ve yaşamı da üretici faaliyetlere indirgemek Marksizm’e aydınlanmadan geçen pozitivist bilimciliğin de temel yaklaşımıdır.

Antik Çağ’dan beri devam eden varlık ve yaşamın oluşmasında bilinç-madde, canlı-cansız, metafizik-fizik, idealizm-materyalizm, alt yapı-üst yapı, beden-ruh ikilemleri, Aydınlanma ile birlikte daha da derinleşerek, karşıtlaştırılarak sürdürülmüş, sonucunda özne-nesne, insan-toplum, toplum-doğa ayrımlarına ve ikilemlerine kadar vardırılmıştır.

Mikro ve makro evrende maddenin mi yoksa enerjinin mi belirleyici olduğu günümüzde artık aşılmıştır. Enerjisiz madde olmadığı gibi, enerjinin de madde parçacıklarından oluştuğu artık biliniyor. İnsan türünün toplumsal varlık olarak şekillenmesinde ve gelişimini sürdürmesinde bilinç-maddi yaşam açısından bu diyalektik birlik çok daha geçerlidir. Tüm bu ikilem ve karşıtlıkların toplumu, insanı ve evreni ele alışta bütünlüklü ve diyalektik bakıştan uzaklaştırdığı, gerçeğin sadece bir yönünü aydınlatsa da tümünü aydınlatmaya yetmediği açığa çıkmıştır.

İkinci Doğa diye de adlandırılan toplumsallığın milyonlarca yılık gelişimini, bunun son derece zengin ve karmaşık ilişki, yaşam ve kültürel şekillenmesini, bu süreçlerin hem sonucu hem de nedeni olan insanın, insan zihniyetinin gelişimini öncelikli ve ağırlıklı olarak üretici güçler ve ekonomik yaşam bağlamında çözümlemeye çalışmak Marksizm’in doğuştan en temel yetersizliğini oluşturmuştur. 19. yüzyıl koşullarında Batı’da tarihin henüz Yunan ve Roma uygarlıklarına kadar uzandığı ve kapitalizmin azgınca geliştiği bir süreçte içinde taşıdığı gerçeklik paylarıyla ezilenler açısından büyük bir zihniyet gelişmesi ve mücadele çizgisini oluştursa da, bu yaklaşımın giderek dogma haline gelmesi, tüm sosyalist hareketlerin, ezilen emekçi kesimlerin  ve halkların büyük mücadele ve direnişlerine rağmen amaç ve hedeflerine ulaşamamalarına, ulaşsalar bile çok kısa sürede bunlara ters düşerek kapitalist sisteme, onun liberalizmine eklemlenmelerine ve ona hizmet etmelerine yol açmıştır.

Marksizmin toplumsal gelişmede maddi yaşamın, dolayısıyla da üretici güçlerin gelişimine başat rol atfetmesi, zihniyeti ve buna bağlı gelişen dini, ahlakı, felsefeyi, sanatı, ideolojiyi vb. lerini üst yapı kurumları olarak görmesi ardılları tarafından daha da kabalaştırılmış, Marksizm’i, ekonomik gelişmeyi tek ve belirleyici gelişme olarak özetlenen kaba bir ekonomik indirgemeciliğe ve katı bir dogmatizme dönüştürmüştür.

Engels yaşamının sonlarına doğru bu durumu fark ederek, Marx’la kendisinin, yaşadıkları dönemde Avrupa’da hakim olan idealist ideolojiye,  ütopik sosyalistlere ve anarşistlere karşı çubuğu tersinden bükerek toplumsal gelişmede maddi yaşama, ekonomik gelişmelere öncelik tanıdıklarını, bu nedenle üst yapı diye adlandırdıkları düşünce, bilinç, din, felsefe, sanat gibi konulara fazla yer veremediklerini belirtmiştir. Bu durumun sonucu olarak da kendilerinden sonra gelenlerin dünya görüşlerini kaba bir ekonomizme dönüştürmelerine karşılık da o meşhur “Develer ektik, pireler biçtik” sözünü söylemiş, bir nevi özeleştiri yapmıştır.

Tarihsel gelişmeyi üretici güçlerin gelişimi bağlamında hep ileriye doğru olumlu ve zorunlu bir gelişme olarak değerlendiren Marksizm, insan düşüncesinin, bilincinin, zihniyetinin ve bunların ürünlerinin de hep ileriye doğru bir gelişme içinde olduğunu ve pozitivist bilimle en gelişkin aşamaya ulaştığını varsaymışlardır. Bu nedenle de din,  ideoloji,  felsefe yerine pozitivist bilim ışığında tarihsel ve toplumsal gelişmeleri değerlendiklerini belirterek dünya görüşlerine de bilimsel sosyalizm adını vermişlerdir.

Geçmişin geri, ilkel, geleceğin hep gelişme ve ilerleme olarak görülmesi, tarih-güncel ve gelecek arasındaki diyalektik bütünlüğü sakatlamış, insanlığın kültürel gelişmesine, birikimine gerekli önemin verilmemesine, hatta çoğu zaman pozitivist sosyolojinin bir sonucu olarak geri, çağdışı, mücadele edilmesi gereken değerler olarak görülmesine yol açmıştır.

Pozitivist bilim, insanlığın tüm bilme ve anlam birikimi ve arayışları üzerinde liberalizmin oluşturduğu iktidar ideolojisidir. 15 yüzyıldan itibaren Avrupa’da gelişen Rönesans, Reformasyon ve Aydınlanma süreci özünde demokratik-komünal toplum ve arayışçılarının kolektif emeği sonucu gelişen büyük devrimsel süreçlerdir. 18. yüzyıldan itibaren liberal ideolojinin üniversiteler aracılığıyla demokratik toplumun bu büyük zihniyet gelişmesini pozitivst bilimcilikle hegemonyasına alması, yaşanan bu gelişmeleri burjuvaziye mal ederek, mitolojiyi, dini, metafiziği, felsefeyi gözden düşürmesi, kapitalizmin Avrupa’dan başlayarak tüm insanlık ve doğa üzerindeki iktidarının yolunu açmıştır. Bu nedenle burjuvazi sadece toplumun maddi üretim araçlarına el koymamış, aynı zamanda ve bunun için manevi değerlerine de el koymuş, çarpıtmış ve kendine eklemlemiştir. Liberal ideolojinin pozitivst bilimle, bilimsel yöntem olarak sunduğu bilimciliğiyle ideolojik hegemonyası olmadan, ulus-devlet ideolojisiyle milliyetçiliği yeni bir din haline getirmeden kapitalizmi bir dünya sistemi haline getiremeyeceği ve tüm toplum üzerinde iktidarını sürdüremeyeceği çok açıktır. Liberalizmin en büyük başarısı ekletik ideolojisiyle, insanlığın maddi-manevi tüm tarihsel birikimlerini, en muhalif devrimci görüş ve hareketleri bile asimile etme, kendine eklemleme gücüdür. Ekim Devrimi’nin başına gelenler ve 70 yıllık reel sosyalist deneyim bu konuda çarpıcı örneklerdir.

Pozitivist bilimi esas alan Marksizm, doğal olarak bütünlüklü bir bilgi, bilinç, zihniyet, kültür, ahlak, sanat, edebiyat teorisi oluşturmadığı gibi, bilmenin ve bilginin merkezileşmesini, tekelleşmesini olumlu, zorunlu ve doğal bir gelişme olarak görmüştür. Bu konuda Engels’in Anti-Dühring’de belirtikleri konunun anlaşılması açısından son derece açıklayıcıdır.

Kölelik bulunmuştu. Kölelik, kısa zamanda, gelişmesi eski topluluğu aşan bütün halklarda egemen üretim biçimi ama aynı zamanda, bu halkların başlıca çöküş nedenlerinden de biri durumuna geldi. Tarım ile sanayi arasında oldukça geniş ölçüdeki bir işbölümünü ve sonradan, eski dünyanın doruğunu, hellénisme’i olanaklı kılan tek şey, kölelik oldu. Kölelik olmasaydı, Yunan devleti, Yunan sanat ve bilimi olmazdı; kölelik olmasaydı, Roma İmparatorluğu olmazdı. Ne var ki hellénisme ve Roma İmparatorluğu temeli olmasaydı, modem Avrupa da olmazdı. Bizim tüm ekonomik, siyasal ve entelektüel evrimimizin, köleliğin genel olarak kabul edilmiş bulunduğu ölçüde zorunlu da olduğu bir durumu önkoşul olarak koştuğunu hiçbir zaman unutmamalıyız. Bu anlamda, şöyle diyebiliriz: Eski kölelik olmasaydı, modem sosyalizm olmazdı. Kölelik ve ona benzer başka şeylere karşı genel formüllerle savaşa girişmek ve böylesine bir alçaklık üzerine yüksek bir ahlak öfkesi yağdırmak, pek para etmez. Ne yazık ki böyle yapmakla, herkesin bildiği bir şeyden, yani bu eski kuramların artık bizim bugünkü koşullarımıza ve bu koşulların bizde belirlediği duygulara uygun düşmediğinden başka hiçbir şey anlatılmış olmaz. Ama bu da bize, bu kuramların doğuş biçimi, varlık nedenleri ve tarihte oynadıkları rol üzerine hiçbir şey öğretmez. Ve eğer bu sorun üzerine eğilirsek, bu ne denli çelişik ve ne denli aykırı görünürse görünsün, o zamanki koşullar içinde köleliğin ortaya çıkışının büyük bir ilerleme olduğunu söylemek zorunda kalırız. İnsanlığın hayvandan başladığı ve barbarlıktan kurtulmak için barbar, hemen hemen hayvansal araçlara gereksinim duyduğu saptanmış bir gerçektir.

Eski topluluklar varlıklarını sürdürdükleri her yerde, Hindistan’dan Rusya’ya değin binlerce yıldan beri en kaba devlet biçiminin Doğu despotluğunun temellerini oluştururlar. Ancak bu toplulukların dağıldığı yerlerdedir ki halklar kendilerini geçmişlerdir ve ilk ekonomik ilerlemeleri de üretimin köle emeği aracıyla artması ve gelişmesi olmuştur. Sorun açıktır: insan emeği henüz zorunlu yaşama araçları ötesinde ancak çok az bir artık sağlayacak denli üretken olduğu sürece, üretici güçlerin artışı, alışverişin yaygınlaşması, devletin ve hukukun gelişmesi, sanat ve bilimin kuruluşu, ancak ve ancak, ister istemez yalın kol emeği sağlayan yığınlar ile kendini çalışmanın, ticaretin, devlet işlerinin yönetimine, daha sonra da sanat ve bilim uğraşlarına vermiş az sayıdaki ayrıcalıklı arasındaki büyük işbölümü temeline dayanacak, güçlendirilmiş bir işbölümü sayesinde olanaklıydı. Bu işbölümünün en yalın, en doğal biçimi de, köleliğin ta kendisi idi.

Her ne kadar Marksizm, bilginin, bilincin, zihniyetin ve bunların tüm ürünlerinin gelişiminin kaynağında toplumsal ilişkiler olduğunu belirtse de yukarıda Engels tarafından ifade edildiği biçimiyle bilmenin, bilimin, sanatın gelişimini ayrıcalıklı bir kesime, dolayısıyla köleciliğe bağlamak ezilenler adına egemen güçlere sunulmuş büyük bir lütuftur. Bu yaklaşım, adına hareket edilen demokratik-sosyalist güçlerin, toplumun en büyük iradi-moral güçten, tarihsel mirasından yoksun kılınışı ve dinsel dogmalar kadar Marksizm’inde dogmalaşmasının yolunu açmıştır.

Sınıflaşma, kentleşme ile birlikte beş bin yıldır muazzam bir maddi uygarlığın yaşandığı bir gerçek. Sorun, Sümer, Asur, Babil, Med-Pers, Mısır, Hitit, Çin, Yunan, Roma ve son olarak Avrupa maddi uygarlığının gelişimi değil, bu uygarlıkların üzerinde şekillendiği ve bu uygarlıksal gelişmenin karşıt kutbunda bulunan ve buna karşı hep mücadele içinde olan demokratik-özgür toplumun, ezilenlerin ve bunların sayısız bilgelerinin, öncülerinin tarihte ve güncelde hakettikleri anlamın verilememesi, görülememesidir.

Toplumsal bilginin üretimi ve buna el konulması, çarpıtılması, ters-yüz edilmesi tarihte ve günümüzde sınıflaşmaya direnen kültürlerin, toplumların, emekçilerin ve halkların direnişleri kadar yoğunca süren mücadelelerdir. Zihniyet mücadelesi ile sosyal, sınıfsal mücadeleler iç içe birbirini koşullandırarak tarihsel gelişmenin yönünü belirlemişlerdir.

Sümer mitolojisinde dile gelen Kurnaz Enki’nin Ana Tanrıça İnnana’dan 104 Me’leri çalma ve buna karşı yürütülen mücadele son derece öğreticidir. Bu öyküde anlatılan binlerce yıllık doğal ve neolitik toplumsallaşma sürecinde kadın tarafından temsil edilen toplumsal bilginin, kurnaz erkeğin iktidarına alınma süreci ve mücadelesidir. Bir sonraki konu bağlamında Engels’ten yapılan alıntıda belirtildiği gibi, anaerkillikten ataerkilliğe geçiş öyle birden, kolay ve devrimci bir süreç olarak yaşanmamış, tam tersine tarihin en büyük karşı devrimi ve günümüze kadar süren en büyük özgürlük direnişi olarak farklı biçim, tarz ve yoğunlukta devam eden bir süreç olmuştur.

Toplumsal bilginin ifadesi olan Ana Tanrıça’yı Tanrıya dönüştürmek kurnaz erkeğin dolayısıyla iktidarın en büyük başarısıdır. Sümer Rahibinin bu ideolojik çalışması ve hegemonyası olmadan başta kadın olmak üzere toplumun köleleştirilmesi ve sömürü altına alınarak tanrı-krallara varana kadar iktidar ve devletin üretilmesi mümkün olmazdı. Toplumsal artı değere el koymak için zor ve şiddet araçları egemenler açısından ne denli gerekli ve zorunlu olmuşsa, onun kadar ve bununla birlikte toplumsal bilginin iktidar tekeline alınmasına yönelik ideolojik-zihinsel çalışmalar, mücadeleler ve hegemonyada o kadar gerekli ve zorunlu olmuştur.

Kawa efsanesi de bu konuda hayli öğreticidir. Asur Kralı Dehak’ın sırtında çıkan çıbanın iyileştirilmesi için her gün üç çocuğun kesilerek beyninin bu yaralara sürülmesi gerekmektedir. Sıra Demirci Kawa’nın çocuklarına gelince bu durumu kabul etmeyen diğer halklarla birlikte Asur’a karşı isyan edilir ve Dehak öldürülerek halklar özgürlüğüne kavuşur. Bu direniş gününe atfedilen 21 Mart günü tüm Ortadoğu halklarının Direniş Bayramı olarak günümüze kadar kutlanır. Bu efsanenin geçtiği süreç Med Konfederasyonun kurulduğu ve aynı zamanda Tanrı-krallara karşı Mezopotamya’da Zerdüştlükle büyük bir zihinsel gelişmenin ve aydınlanmanın iç içe yaşandığı süreçlerdir. Efsanede anlatılan çocukların kesilmesi ve beyinlerinin alınması, toplumsal aydınlanmaya ve yeni zihniyete karşı Tanrı Kralların gazabı olmaktadır.

Yine benzer bir anlatıma Yunan Mitolojisinde Tanrılardan ateşi (bilgiyi) çalıp topluma veren Promethus’un kayalıklara çakılıp hayvanlara yem edilmesidir.

Mitolojinin de insanlığın kollektif-kültürel mirası olarak tarihsel ve toplumsal gelişmeleri anlamada hakikat paylarını yadsımamak gerekir. Ki, İsa’nın çarmıha gerilmesi, Bruno’nun ve cadı diye kadınların ateşte yakılması, Hallac-ı Mansur’un diri diri derisinin soyulması gibi binlerce tarihsel örnek bu mitolojik anlatımlardaki hakikat paylarını doğrular niteliktedir.

Bilmenin ve bilginin toplumsal yaşamın oluşmasında ve insan zihninin gelişmesindeki rolü yadsınamaz. Toplumsal yaşamın inşasında ve insanlık tarihinin gelişmesinde kolektif emeğin ürünü olarak bilmenin, bilginin animizmden başlayarak bilime kadar uzanan çok zengin aşamaları ve yöntemleri ayrı bir yazının konusudur. Burada belirtilmek istenen bilginin insanın kendini anlaması, farkına varması ve tür olarak gelişmesinde toplumsal emeğin rolüdür. Üretici güçlerin gelişimi ile toplumsal bilmenin gelişimi diyalektik bir bütünlük arz ederler. Birini birine öncelemek gerçekliğin sadece bir yönüne işaret eder ki bu da hakikati sakatlar.

İktidar ve sınıflaşmayla birlikte bilginin ikili karakterini görmek önemlidir. Demokratik toplum için bilgi anlam ve özgürlük üretirken, egemenlik elinde iktidar ve sermaye üretir. İktidar ve sermaye üretimine koşturulmuş, hegemonya altına alınmış bilgi, bilgi olmaktan çıkar ideolojiye, tekniğe,  metaya, endüstriye dönüşür. Tanrıyı gökyüzünden indirip özne-nesne ayrımıyla insan düşüncesini, aklını onun yerine ikame eden pozitivist bilimcilik, gelinen aşamada insanı kendi yarattığı akıllı evlerin, akıllı arabaların, akıllı telefonların, bilgisayarların nesnesine dönüştürmüştür. Pozitiv bilim ürettiği bilgiyi insanlığın tüm kılcal damarlarına her an enjekte ederek anlam gücünü dolayısıyla toplumu ve insanı öldürüp iktidarını sürdürür ve üretir.

Bu nedenle iktidarlaşma, sınıfsallaşma ve devletleşmenin toplumsal bilgiyi egemenlik altına alarak içeriğini boşaltma, ters-yüz etme ve iktidarın üretim ideolojisi haline getirmesiyle, toplumsal artıya el koyma ve toplumun ekonomik faaliyetleri üzerinden sermaye biriktirme süreçlerini ve buna karşı direniş tarihini diyalektik bütünlüğü içinde anlamak ve değerlendirmek gerekir.

 

İktidar, Devlet

Marx ve Engels’in iktidar ve devlete dair görüşleri toplum görüşleriyle bir bütünlük arz eder. Marksizm’e göre toplumun ekonomik yapısını üretim güçleriyle üretim ilişkileri arasındaki ilişkiler belirleyip bunlar toplumun alt yapısını oluştururken,  iktidar, hukuk, devlet, ideoloji gibi unsurlar da toplumsal yaşamı belirleyen bu alt yapının yansımaları olarak değerlendirilir.

Marx ve Engels, erkeğin kadın, insanın doğa, şehrin köy ve devletin toplum üzerindeki iktidarına yönelik değerlendirmelerde bulunmuşlarsa da esas olarak iktidarı devletle özdeşleştirip, tüm iktidar biçimlerinin özünü sınıf egemenliğinin sonucuna bağlamışlar ve iktidar ve devleti sınıf mücadeleleri bağlamında çözümlemeye çalışmışlardır. Bu nedenle Marksizmin en kapsamlı ve bütünlüklü çalışması tüm siyasi mücadelelerin ve tarihsel gelişmelerin temeli olarak gördükleri sınıf tahlilleri ve sınıflar arası mücadeleye yönelik gelişmiştir. Toplumun sınıflara bölünmesini üretimin artmasıyla gelişen toplumsal işbölümünün doğal, zorunlu ve olumlu bir sonucu olarak değerlendiren Marksizm, bu nedenle sınıfları, iktidarı ve devleti toplumsal gelişmenin zorunlu ve ilerletici koşulu olarak görmüşlerdir.

Marx ve Engels esas olarak devlet çözümlemesini Hegel’in özgürlüğün temel alanı olarak görülen devlet anlayışının eleştirisi üzerinden geliştirmiş, devleti bir özgürlük aracı olarak değil toplumsal ihtiyaçlardan doğan ve giderek bir baskı aracına dönüşen bir güç olarak değerlendirmişlerdir.

Öyleyse devlet, topluma dışardan dayatılmış bir güç değildir. … Devlet, daha çok, toplumun, gelişmesinin belirli bir aşamasındaki bir üründür; bu, toplumun, önlemekte yetersiz bulunduğu uzlaşmaz karşıtlıklar biçiminde bölündüğünden, kendi kendisiyle çözülmez bir çelişki içine girdiğinin itirafıdır. Ama karşıtların, karşıt iktisadi çıkarlara sahip sınıfların kendilerini ve toplumu kısır bir savaşın içinde eritip bitirmemeleri için, görünüşte toplumun üstünde yer alan çatışmayı hafifletmesi, “düzen” sınırları içinde tutması gereken bir gereksinmesi kendini kabul ettirir; işte toplumdan doğan, ama onun üstünde yer alan ve gitgide ona yabancılaşan bu güç, devlettir. (Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni)

Marksizm’e göre devlet bir yandan sömürü ve baskı aracı olup bütün kötülüklerin temel kaynağıdır, diğer yandan üretimin ve iktidarın merkezileşmesini sağladığından zorunlu bir gelişme olmaktadır. İktidarın, sınıflaşmanın, sermaye birikiminin ve devletin oluşumunu tarihin ilerletici gücü olarak zorunlu, olumlu ve devrimci gelişmeler olarak değerlendirip, açığa çıkardığı sömürüyü kötülemek kendilerinin de belirttiği gibi temel çelişkidir. Fakat Marks ve Engels bu çelişkiyi dünya görüşlerinin çelişkisi olarak değil, tarih ve toplumsal gelişmenin kaçınılmaz çelişkisi olarak görüp temel yasa olarak değerlendirmişlerdir.

İktidar ve devletin komünal toplumun on binlerce yıllık gelişimi üzerinden yaşanan bir sapma olarak görülmeyip bunun kaçınılmaz ve zorunlu olarak görülmesi ve hatta toplumsal yasa olarak bilimin en temel ilkesi haline getirilmesi doğal olarak iktidar ve devletin doğuş ve oluşum süreçleri üzerinde fazla düşünmemeye yol açmıştır. Dindeki dogmalar kadar bu zorunluluk ve yasallık ilkesi büyük bir dogma olarak kabullenildiğinden geriye erkeğin kadın üzerindeki, kentin köy üzerindeki, kapitalistin ve devletin tüm toplum üzerindeki sömürüsü ve iktidarının nasıl işlediği, nasıl gerçekleştiğini çözümlemek kalmıştır.

Bu çelişkili durum Engels’in son dönemlerinde kaleme aldığı Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı eserinde çarpıcı biçimde görülmektedir.

Servetlerin artışı, bir yandan aile içinde erkeğe kadından daha önemli bir yer kazandırıyor, bir yandan da bu durumu, geleneksel miras düzenini çocuklar yararına değiştirmek için kullanma eğilimini ortaya çıkarıyordu. Ama soy zincirinin analık hukukuna göre hesaplanması yürürlükte kaldıkça, bu olanaklı değildi. Öyleyse, önce değiştirilmesi gereken şey buydu ve öyle de oldu. Bu iş, bu gün sanılabileceği kadar güç olmadı. Çünkü bu devrim –insanlığın tanımış olduğu en köklü devrimlerden biri-  bir gensin yaşamakta olan üyelerinin bir tekinin bile durumunda herhangi bir değişiklik yapmak gereğini duymadı.  Yalnızca, gelecekte, erkek üyelerin çocuklarının gens içinde kalacaklarını, kadın üyelerin çocuklarının ise buradan çıkarılarak babalarının gensine geçeceklerini kararlaştırmak, bu iş için yeterliydi. Böylece, kadın tarafından hesaplanan soy zinciri ve analık miras hukuku kaldırılmış, erkek tarafından hesaplanan soy zinciri ve babalık miras hukuku kurulmuştu. Uygar halklarda bu devrimin hangi çağda ve nasıl gerçekleşmiş olduğunu bilmiyoruz. Bu iş, tamamen tarih öncesi döneme ilişkindir…

Analık hukukunun yıkılışı, kadın cinsinin büyük tarihsel yenilgisi oldu. Evde bile yönetimi elde tutan erkek oldu; kadın aşağılandı, köleleşti ve erkeğin keyif ve çocuk doğurma aleti haline geldi…

Toplumsallaşmanın ve toplumsal emeğin gelişmesinde belirleyici olan ve toplumun yarısını ifade eden kadının köleleşmesini ‘devrimsel bir gelişme’ olarak değerlendirmek, tarihe ve topluma salt sınıf perspektifinden bakmanın yol açtığı temel sonuçlardan biridir.

Toplumun sınıflara bölünüşü ve devlet tarzındaki canavarla baskı ve sömürü altına alınışının kök hücresi ve temelini oluşturan erkeğin kadın üzerinde geliştirdiği iktidarlaşma sürecini bir iki deneysel bilgiye dayanarak pozitivist bilimle değerlendirmeye çalışmak, Marksizm için en büyük talihsizlik olmuştur.

Marx ve Engels’in ortak eseri olan Alman İdeolojisinde ise en büyük maddi ve zihinsel işbölümü olarak değerlendirdikleri binlerce yıllık tarım-köy toplumunun ve dolayısıyla özgür kabilelerin, aşiretlerin, etnisitelerin, halkların, kültürlerin baskı ve sömürü altına alınışına dair belirtikleri de Batı Aydınlanmasının determinist tarih anlayışının Marksizmdeki etkisini anlamak açısından önemlidir.

En büyük maddi ve zihinsel işbölümü, kent ile kırın ayrılmasıdır. Kent ile kır arasındaki karşıtlık, barbarlıktan uygarlığa, aşiret düzeninden devlete, bölgesellikten ulusa geçişle birlikte ortaya çıkar ve zamanımıza kadar bütün uygarlık tarihi boyunca sürüp gider.

İktidarı ve iktidarın merkezileşmesini üretici güçleri ve üretim ilişkilerini geliştirdikleri oranda ve devlet olarak tarihin temel ilerletici gücü olarak olumlayan Marksizm, burjuvazinin eski tüm iktidar tarz ve ilişkilerini, otoritelerini yerle bir edip modern devleti açığa çıkarmasını büyük bir devrimci gelişme olarak değerlendirmiştir.

Burjuvazi, nüfusun, üretim araçlarının ve mülkiyetin dağınık durumuna giderek daha çok son veriyor. Nüfusu bir araya toplamış, üretim araçlarını merkezileştirmiş ve mülkiyeti birkaç elde yoğunlaştırmıştır. Bunun zorunlu sonucu, siyasal merkezileşme oldu. Ayrı çıkarlara, yasalara, hükümetlere ve vergi sistemlerine sahip, bağımsız ya da birbirleriyle gevşek bağlara sahip eyaletler, tek bir hükümete, tek bir hukuk düzenine, tek bir ulusal sınıf çıkarına,  tek bir sınıra ve tek bir gümrük tarifesine sahip tek bir ulus içinde bir araya geldiler. (Marx) Bu değerlendirmeden yola çıkarak Marx ve Engels “Manifesto, kapitalizmin geçmişte oynadığı devrimci rolün tam hakkını vermektedir” diye de belirtirler.

Siyasi ve mali iktidarın en yoğunlaşmış sömürü aygıtı olarak gelişen kapitalist ulus-devleti devrimci bir gelişme olarak görmek Marksizm’in en büyük yanılgılarından biri olmuştur. Burjuvazinin yaptığı devrim değil, tam tersine 15. yüzyıldan itibaren Avrupa’da gelişen demokratik toplum arayışlarına ve mücadelelerine mali sermayenin, tüccarın dayattığı bir karşı-devrimdir. Bununla birlikte,  ulusal bir topluluk olarak örgütlenmenin ve yaşamının tek yolunun kapitalist devletten geçtiği yanılgısı iktidarın ve devletin bir kurtuluş olarak ezilenler ve sosyalistler içinde kök salmasına, liberalizmin ulus-devlet tarzındaki en azgın sömürü ve milliyetçi ideolojiyle zehirlenmelerine yol açmıştır. Sosyalist hareketlerin büyük bedel ve fedakârlıklara rağmen 200 yıldan beridir ulusal ve toplumsal sorunlar konusunda doğru bir çözüm anlayışı ve tarzını geliştirememeleri, hatta kendilerinin büyük bir bürokratik aygıta, iktidara ve devlete dönüşmeleri, liberal ideolojinin ve ulus-devlet milliyetçiliğinin zihniyet dünyasını aşamamalarından kaynağını almaktadır.

 

Sermaye Birikimi

Toplumun ekonomik gelişmesinin, üretici güçlerin gelişimi olarak hep ileriye doğru, tarihsel bir ilerleme ve zorunluluk olarak gören Marksizm, sınıflaşmayı, iktidarı, devleti bu tarihsel gelişmenin sonucunda açığa çıkan ve kaçınılmaz olan süreçler olarak değerlendirmiştir.

Bu nedenle Kapitalizmi geçmiş tüm eski, geri, ilkel ekonomik yapı ve toplumsal ilişkileri yıktığı için büyük bir ilerleme ve gelişme olarak gören Marksizm, aynı zamanda Kapitalizmin gelişmesinin sonucu olarak sosyalizme ve oradan da komünizme varılacağını öngörmüş, bunu tarihsel toplumsal gelişmenin temel yasası olarak değerlendirmiştir.

Marx ve Engels tarihsel determinist anlayışa o kadar bağlıdırlar ki, binlerce yıldır tüm toplulukların kültürlerinde en toplum dışı ve ahlak dışı görülen tefecilik bile kapitalizme giden yolu açtığı oranda devrimcilik olarak değerlendirilmiştir.

Tefecilik, ancak sağlam temeli ve sürekli yeniden-üretiminin dayandığı politik örgütlenmenin de temeli olan mülkiyet biçimlerini yok ettiği ve çözüştürdüğü ölçüde bütün kapitalist-öncesi üretim tarzının üzerinde devrimci bir etkiye sahiptir. Asya biçimleri altında, tefecilik, ekonomik çöküntü ve politik yozlaşma dışında, herhangi bir etki göstermeksizin uzun süre devam edebilir. Ancak kapitalist üretimin diğer önkoşullarının bulunduğu yer ve zamanda, tefecilik, bir yandan feodal bey ile küçük-ölçekli üreticiyi mahvetmek, öte yandan, emek araçlarını sermaye içerisinde toplamak suretiyle, yeni üretim tarzının kurulmasında yardımcı araçlardan biri halini alır. (Marx)

Marksizm tarihsel toplumu sınıf ilişkileri ve mücadeleleri bağlamında çözümlediğinden sermaye ve sermaye birikimini de doğal olarak bu tarihsel ilişki bağlamında ele almıştır. Kapitalizmden önce de belli bir sermaye birikiminin yaşandığını tespit etse de Marksizm, esas olarak sermaye ve sermaye birikimini kapitalizme özgü ve kapitalizmin temel dinamiği olarak değerlendirmiştir. Marksizm’de sermaye birikimi kapitalist gelişlimin temel dinamiğidir ve artı değerin üretimi ve ona el konulması ve gerçekleştirilmesi yoluyla sermayenin genişleme sürecini anlatır.

“Artı-değerin sermaye olarak kullanılmasına ve yeniden dönüştürülmesine, sermaye birikimi denir” (Marx). Marx’a göre sermaye birikimi, artı-değer yaratılması yoluyla işçilerin sömürülmesine dayanmakta ve kapitalist sisteme özgü olan dinamiği sağlamaktadır. Bu yüzden sermaye sürekli büyümek zorundadır. Bu büyüme, sermayenin yatırım alanlarını artan bir hacimle genişletmesini de beraberinde getirmektedir. Sermayenin yatırım hacmi genişledikçe, bu da artı-değer oranını artırmakta ve genişletmektedir.

Sermayenin kendisini genişletmesi için sermaye ile durmadan kaynaşmak zorunda kalan ve sermayeden kopup ayrılması olanaksız bulunan, sermayeye köleliği, yalnızca, kendisini sattığı bireysel kapitalistlerin başka başka olmalarıyla gözlerden saklanan bu emek-gücü kitlesinin yeniden-üretimi, aslında sermayenin kendisinin yeniden-üretiminin kökü ve esasıdır. Bu yüzden sermaye birikimi, proletaryanın çoğalması demektir. (Marx)

Marksizm, sermaye birikiminin gelişmesine paralel olarak proletaryanın çoğalmasının açığa çıkardığı iki temel sonuç üzerinde durmuştur. Birbirine bağlı gelişen bu iki durumdan ilki, kapitalizmin bir yandan modern üretim araçları ve ilişkileriyle birlikte ekonomik gelişmenin yolunu açarak modern proletaryayla sosyalizme giden yolun önünü açması açısından devrimci, diğer yandan işçi sınıfının emeğinin sömürülmesine ve tüm toplumu sefalete sürüklemesine yol açtığından gerici olduğudur.

Sermaye birikiminin önce olumlanması sonra Marksizmin temel tarihsel ilkesi olarak sosyalist topluma geçişle birlikte aşılacağı ikilemi ve yaklaşımı, sınıflaşmanın, iktidarın ve devletin oluşması ve gelişmesi ve aşılmasıyla aynı yaklaşımı ifade etmektedir.

Marksizmin temel talihsizliği, milyonlarca yıllık insan toplumsallaşmasını ve tarihini, çok sınırlı bir süreci ve bir yönünü ifade eden sınıfsallaşmayla ve esas olarak da kapitalizmle tahlil etmeye çalışmasıdır. Parçayı bütün olarak görmek ve değerlendirmek ve üstelik bunu bilim haline getirmek sosyalizm tarihinde ciddi sapmalara yol açmıştır. Bunda elbette yaşamış oldukları süreç ve dönemin büyük rolü olsa da karşı çıktıkları liberal ideolojinin etkilerini tümden aşamamaları da önemli bir etken olmuştur.

 

Marksizmi Eleştirmek, Özeleştiri Yapmak Anlamındaysa Değerlidir

Marx ve Engels’in özellikle üst yapı diyerek boşluk olarak bıraktıkları ve giderek Marksizm’i ekonomik indirgemecikle tamamen kabalaştıran anlayışlara karşı özellikle Gramsci, Lukacs, Frankfurt Okulu, Lefebre, Sartre başta olmak üzere birçok Marksist, Sosyalist düşün insanı çok önemli çalışmalarla bu boşluk ve yetersizlikleri aşmaya, tamamlamaya çalışmışlardır.

Demokratik Sosyalizm anlayışının özünü, kurtuluş ve özgürlüğü devlette ve iktidarda gören tüm ideolojik yapılanmalardan, bunun dayandığı beş bin yıllık uygarlık sisteminden ve bunun günceldeki siyaset yapma tarzından kopuş olarak ifade eden Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, geliştirmiş olduğu Demokratik Uygarlık Manifestosuyla ezilen insanlık ve toplumlar adına da tarihin en büyük özeleştirisini geliştirdiğini belirtmektedir. Marx, Engels, Lenin’in bazı yönleriyle tespit edip koşullardan ve yaşamlarının yetmemesinden kaynaklı yapamadıkları özeleştiri anlamına da gelen Öcalan’ın bu yaklaşımı, aynı zamanda çağımızın Demokratik Sosyalizmi olarak kapsamlı bir dünya görüşüne, felsefeye, strateji ve politikaya dönüşmüştür. Bu nedenle Öcalan’ın Demokratik Uygarlık Manifestosunu yaşam ve mücadele pratiği ışığında incelemek, sosyalizmin tarihsel mirasına sahip çıkmak ve yaşanan devrim sürecine ezilen halklar ve sınıflar adına müdahale etmek açısından da son derece önemlidir.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.