Düşünce ve Kuram Dergisi

Mitolojiden Günümüze İşbirlikçi Ulus-Devlet İcatçılığının Miti

Merge Polat

“… İşte şimdi soğuk savaş casusluğundaki en önemli dönemlerden biri, bir yirmi beş yıl daha sürecek bir öykü başlıyordu. Bu, Sovyet ve Amerikan istihbaratları arasındaki müthiş bir yeraltı savaşının odak noktası olacaktı. Her iki taraf da karşı tarafa ihanet aşılamaya çalıştığından, temelde bu bir hainler savaşıydı. Yazılı tarihin hiçbir döneminde ihanet, başka hainlere ihanet eden hainlerin, gerçek hainleri tuzağa düşürmek için görevlendirilen sahte hainlerin ve ‘ihanet’ sözcüğünün sadece karşı tarafın görevlendirdiği kişiler için kullanılması gerektiğini, kendi tarafının görevlendirdiklerinin ‘vatansever’ olduğunu duyuran yüksek bir politik ahlaksızlığın hüküm sürdüğü bu derece yaygın bir ameli sanat haline gelmemişti…”[1]

Tarih, bizlere bugünün olaylarının arketipinin hikâyelerini anlatır. Her şeyin bir “ilk” hikâyesi vardır. Mitolojiler bu yüzden toplum bilimsel bir değer taşır. Bu değerde bir yaklaşım göstermemek, mitolojiyi reddetmekten öte tanrıları tahtından edip yerine kendi tanrısallığını ilan etmek isteyen, yüzyılın hırsız tanrılarının yeni mitoloji yaratma arzusundan başka bir şey değildir. Yani herkes ve her şey kendi zihniyetinin mitolojisini yaratır ve yaşatır. İyinin ve kötünün her zaman ve zeminde sürdürücüleri ve temsilcileri var olduğu gibi sürdürücü ve temsiliyetlerin de ilk oluşum hallerinin hikâyeleri vardır. Bu hikâyeler basite alınıp karikatürize edildiği gibi “çocuk masalları” değildir, ideolojik amaç taşıyan ve bu amaçlar üzerine kurulan hikâyelerdir. Öyle ki bu hikâyelerle tanırlar yaratıldı, devletler ulus-devletler, imparatorluklar, krallıklar kuruldu ve yıkıldı, hikâyeler meşruiyetini yazdı.

 

Mitoloji ve Tarihin Merceğinden İşbirlikçilik ve İhanetin İzleri

Tarihte muazzam kahramanlıkların olduğu yerde ihanet de gölge gibi tarihteki kahramanlık öykülerinin zamanından pay almak istercesine, tüm hikâyelere ısrarla yerleşmiştir. Bundan mütevelli birini değersiz ele alamıyoruz. Ya başarıların sonucu ihanetle dumura uğruyor ya da başarısızlığın esas nedeni veyahut nedenlerinden biri olduğu için sonuç; iyinin, hakikatin, ütopyanın, toplumsal değerlerin aleyhinde seyrediyor. O halde mitoloji ve tarihin merceğini bir de işbirlikçilik ve ihanetin izleri üzerinde tutup, daha yakından tanımak ve ders çıkarmak gerekir. “Sümer icatçılığında işbirlikçiliğin miti” diye bir başlık olsa, karşımıza Gılgameş mitolojisi çıkar: “… Enkidu tamamen yetişmiş bir insan olarak doğdu. Gövdesi birbirine karışmış uzun tüylerle kaplı olduğundan, bir insan olduğu kadar bazı yönlerden bir hayvan gibi de görünüyordu. Kafasının üzerinden tıpkı buğday tarları gibi uzun gür saçları fışkırıyordu. Sığırların tanrısı gibi kendini hayvan derileriyle sardı. İnsan topluluklarından uzakta, kırlardaki hayvanlar arasında vahşi bir yaratık gibi yaşadı. Ne insanlardan ne de şehirlerden haberi vardı. Arkadaşı ceylanlar gibi düzlükteki otlaklardan beslendi. Su alanındaki vahşi hayvanlar gibi su içme sırası için itişip mücadele etti… Sonunda avcı, babasına şöyle dedi: ‘Üç gündür hayvanların su içtiği yerde, tepelerden çıkıp geldiği sanılan vahşi bir adam görüyorum. O kadar iri ki, eminim ülkedeki en güçlü insan odur. Orada ceylanlar gibi otla besleniyor ve su içilen yerde toplanan hayvanlarla birlikte su içiyor. Benim geçim kaynağımı elimden alıyor. Kazdığım çukurları toprakla dolduruyor ve kurduğum tuzakları parçalıyor. Ne zaman düzeneklerim onları yakalasa, çayırdaki hayvanları ve küçük yaratıkları serbest bırakıyor ve artık hiçbirini yakalayamıyorum!’ Babası avcıya: ‘Bunun için sağlam surları olan Uruk kentine gitmeli ve Gılgameş’e bu güçlü, vahşi adamdan söz etmelisin. Oradaki tapınaktan bir rahibe (tapınak fahişesi) getir ve onun bu vahşi adama bir insan gibi eğitmesini, su içilen yerde görmesini sağla. Rahibenin güzelliği onu çekecektir. Ona bir kez sarıldı mı, ovadaki hayvanlar onu bir yabancı olarak görecek ve onunla bir araya gelmeyeceklerdir. Bir insan olmak zorunda kalacaktır.’ (İlk komplo tasarısının yaşlı erkek şaman ve genç erkek avcı arasında geçtiğini bu diyaloglardan bir kez daha görmekteyiz.) Avcı, babasının sözünü dinledi. Sağlam surlu Uruk kentine doğru yola çıktı. Gılgameş, avcının öyküsünü duyar duymaz vahşi adam nasıl bir insan gibi davranılacağını öğretmesi için tapınaktan rahibe yolladı… Avcı ve rahibe, bütün günü su içilen yerde oturarak geçirdiler. Sonunda ceylanlar gibi ovada su içmeye alışmış olan güçlü, vahşi Enkidu geldi… Enkidu, kadından büyülenmişti ve onunla altı gün yedi gece geçirdi. Doğmuş olduğu ovayı, başıboş şekilde dolaşıp durduğu tepeleri ve arkadaşı olan vahşi hayvanları unuttu. Daha sonra tekrardan onların arasına katılmak istediğinde, onlar Enkidu’nun artık bir insan olduğunu hissetiler. Ceylanlar bile ondan korkup kaçtılar. Enkidu hayvanların davranışlarındaki değişim karşısında öylesine sarsılmıştı ki, önce tamamen hareketsiz bir şekilde öylece kalakaldı. Onlara tekrar katılmayı denediğinde artık bir ceylan kadar hızlı koşamayacağını anladı. Artık o eski vahşi adam değildi… Kadına geri döndü yanına oturdu ve dikkatlice yüzüne baktı…” Gılgameş mitolojisindeki Enkidu karakteri ve türevleri, akıllara Tevrat’ta Yehova’nın Habil’i katleden kardeşi Kabil’e seslenişini getiriyor adeta. Şöyle seslenir Yehova: “Ve şimdi sen toprak tarafından lanet edildin. O toprak ki, kardeşinin kanını senin elinden almak için ağzını açtı. Toprağı işlediğin zaman, artık sana kuvvet vermeyecektir. Yeryüzünde kaçak ve serseri olacaksın.”

İyinin ve kötünün her zaman ve zeminde sürdürücüleri-temsilcileri vardır demiştik. Enkidu’nun lanetini yüzyıllara taşımak ve Kabil rolünde kendini görünür kılma vasfı da kimi işbirlikçi karakter ve oluşumlara düşmüş durumda, ihanet ve işbirlikçilik sarmalı sadece bir topluma indirgenip biricik kılınamaz ya da bir toplumun temel karakteristik özelliği-kaderi hiç sayılamaz. Roma’nın Brutus’u Medlerde Harpagos diye çıkar karşımıza. “Sen demi Brutus?” her ne kadar tiyatral bir replik düzeyine düşürülüp sunulsa da ihanetin tarihsel arka planını veriyor. Arkada kalan “replikten” önce merak uyandırmalı oysa…

Astyages de Harpagos’a “Bre alçak” der ve devam eder: “Ey alçak, bana ihanet ettin, krallığımın yıkılışını gerçekleştirdin. Bari kendin yerime geçseydin. Madem bunu yapmadın, hiç olmazsa krallığı Medlerde bıraksaydın. Neden alçakça götürüp Persli uşağımız Kyros’a teslim ettin?” Pers Akhaemenid hanedanlığı ile Medler arasındaki çetin mücadelelerin hiçbiri Med sarayındaki komplo kadar hızlı ve kesin sonuç sağlamamıştır. Medler, “300 yıl sürüp inşa ettikleri siyasi oluşumu, çok kısa süren bir saray oyunuyla” Harpagos’un ihanetiyle kaybetmişlerdir. Enkidu’dan Harpagos’a, neyin tohumuydu ekilen? Tarih 1608-1610’u gösterir. Bu defa tarihsel destanın adı “Kela Dımdımê” (Dımdım Kalesi) diğer adıyla “Xanê Çengzêrin”dir. Direniş destanının konusu kaynağını İran’ın Urmiye Gölü’nün güney ve güneybatısında kalan bazı bölgelerinde meydana gelen bir Kürt ayaklanmasından almaktadır. Ayaklanmanın merkezi Mergever bölgesinde kalan Dımdım Kalesi’dir. Bu ayaklanma Safevi (bugünkü İran) hegemonyasına, Şii kızılbaşların Sünni Kürt halkına yapmış olduğu katliam, baskı, zarar ve vergi sıkıntısına yapılmıştır. Şah I.Abbas ve Kürt Hanı Emirhan arasında yapılır. Tüm Kürt isyan ve ayaklanmalarında olduğu gibi direnişle teslimiyetin atbaşı seyrettiği yaman bir örnektir Dımdım Kalesi. Bu kez ihanetin adı Mahmut Malakanî’dir. Bu direnişin yıkılmasına sebep olan, kalenin gizli surlarını ve geçitlerini şaha anlatan, zamanında güvenilir olan bu şahsiyet; kaleyi kanının son damlasına kadar fedaice savunanlara karşı kendi şahsını kurtarmayı ve savunmayı yeğleyip, teslimiyet ve ihanetle direnişi kırmaya neden olan gizli geçitleri vermiştir. Mahmut Malakani’nin ardılı olan Yezdanşer’in hikâyesi de işbirlikçilik ve ihanetin devir teslimi gibidir. Bu defa direnişte Mir Bedirxan ve aşireti vardır. 1842’de bağımsızlığını ilan eden Mir Bedirxan, 1847’de İngiliz misyonerlerinin faaliyetleri ile de kışkırtılan Nasturilere karşı yönelince; Ruslar, Fransızlar, İngilizler Osmanlı’ya Bedirxan’a askeri müdahale yapılmasını dayatır. Ve böylece Osmanlılar var gücüyle iki koldan Bedirxan’a saldırır. Ancak Bedirxan’ın orduları birçok kez Osmanlıyı püskürtür. Bu yolla kazanamayacağını anlayan Osmanlı, farklı politikaları devreye koyar. İsyana katılan beyleri rüşvet, makam yoluyla elde etmeye çalışır. En nihayetinde Bedirxan’ın yeğni Yezdanşer’le anlaşmaya varırlar. Yezdanşer ihanetiyle tüm güçler Bedirxan’a yönelir. Bedirxan Cizre’den Evrağ Kalesi’ne geçer, Dımdım’dan sonra, direniş kalesi Evrağ olur. Kimilerine göre dört ay kimilerine göre dört gün direnir, sonrasında teslim olur ve İstanbul’a gönderilir. (Burada da ilginç bir mesele yaşanır. Padişahla Bedirxan arasında şöyle bir diyalog geçer: Padişah sorar, “Neden evine isyan ettin?” Bedirxan Padişah’a Ömer Hayyam’ın, “Var mı dünyada günah işlemeyen, söyle? Yaşanır mı hiç günah işlemeden, söyle? Bana kötü deyip, kötülük edeceksen Yüce Tanrı, ne farkın kalır benden, söyle?” rubaisiyle cevap verir. Haliyle, Padişah’ın hoşuna gider bu cevap ve onu af eder!) “Erken bir milli hareket olma özelliği taşımaktaydı (isyan). Bastırılmasaydı, ulus-devlete doğru gidebilirdi… Kürtlük, Kürtçülük artık bu çevre ve şahsiyetlerin elinde kendilerini ve ailelerini yaşatma aracına dönüşmüştür. Bağımsızlıktan başlayan pazarlık, şahıslarını affettirmeye kadar indirgenmiştir…” (Abdullah Öcalan) Bedirxan ile başlayan bu yol Celadet Ali Bedirxan ile model veya yöntem haline getirilmiştir. Yenilginin Osmanlı, Süryani, İngiliz gibi dış nedenleri olmakla beraber, aile içinde Yezdanşer, kimi yorumlara göre, aslında İngiliz misyonerinin eşiyle aşk yaşadığı için İngilizlerle işbirliği içinde saf değiştirip Osmanlılara katıldığı yönündedir. Yine ayrıca Bedirxan’ın, Yezdanşer’in babasını teşhir ederek öldürdüğü de söylenmektedir. Yezdanşer, serdeki intikamla ihanet etmiştir. Böylece Yezdanşer’in çıkar ve şahsi intikam duygusu isyanın kaderini değiştirmiştir.

En büyük ihanet, bütün hainliklerin anası olan; insanın kendi anlamsal gereğine yabancılaşmasıyla başlar. Bütün hainlerin ilk ihanet ettikleri şey bu yüzden önce kendileridir. Gılgameş mitolojisi bu anlamda birden fazla temsiliyetlerin ilk oluşum hallerini vermesi açısından çarpıcı bir örnektir. İlk yabancılaşma, ilk düşürülüş, ilk kendine ihanet, zaaf-zayıflık ve güdüsel düşüşün-düşürülüşün akabinde gelen işbirlikçilik, bir toplumun karakteristik özelliği-özü olmasa da laneti olmuştur. Mitolojik anlatımda da görüldüğü üzere, fiziki özellik ve yaşantısıyla betimlenen Enkidu, 21. yüzyılda Kürdü betimleyenlerin özellikleriyle hala devam etmektedir. En başta surlarla kaplı şehir insanlarından biri olmadığı için vahşidir(!) Enkidu bireyi olduğu toplumsal doğanın üyelerini avlayan avcının tuzaklarını bozduğu için yabanidir(!) ve acilen “insan” olmalıdır. Devletli uygarlığın yürüyen bir taşıyıcısı, dağ-orman halkının yok edilmesi önündeki engel olmaktan çıkartılması ve bu halka tuzağı kuran avcılardan biri olması gerekmekteydi. Güçlüydü, kuvvetli ve zekiydi. En önemlisi de hedef olan Sedir Ormanı’nı ve topluluğunu en iyi tanıyandı, zira onlardandı, mite göre cinselliğe bağımlılaşan ve cinsellikle düşürülüp hayvanlığın doğasından çıkarılıp “insan” oluyordu(!) Tapınak rahibesi (fahişesi) Sedir Ormanı’ndan Enkidu’yu “barbarlıktan”, “uygarlığa” geçirme göreviyle görevlendiriliyor. (Bugün uluslararası istihbarat teşkilatlarının kullandığı yöntemlerden biri. Kişileri angaje-ikmal etmek için adına “Romeo Yöntemi” de denilen bu operasyonların tarihte de görüldüğü üzere mitolojik bir geçmiş taşıyor. Barbarlık diye anlatılanın, kendi toplumunun öz değerlerine ihanetten, devletli uygarlık sisteminde kraldan daha kralcı bir halde kendi toplumunun ahlakına kast eden, yok etmeye endeksli tipolojinin kadın eliyle nasıl yaratıldığı anlatılmaktadır. Bu anlamda ilk sömürgenin kadın olmasıyla birlikte sömürgenin sömürgesi yaratılır. Tapınak rahibesi şahsına, fahişeliği nasıl ajanlık kurumu olarak kullanıldığı ortaya konuluyor. “Maskesiz Tanrılar ve Çıplak Krallar”da durum şöyle özetlenir: “… Ben tarihte ilk bilenen Kürt işbirlikçisinin, Uruk (bugünkü Irak) kralı Gılgameş’ın ormandan (o zamanlar orman, ağırlıklı olarak proto Kürtlerin yerleştiği yerlerde yığınladır) getirilip orman alanındaki işgalleri için bir ajan-işbirlikçi gibi kullandığı Enkidu olduğu kanısındayım. Yani ilk destanlara konu olacak kadar eski bir geçmişi var. Tabi her zaman olduğu gibi yine bir kadın aracılığıyla özgür dağ havasını ve arkadaşlarını bir tapınak rahibesinin aldatıcı tatlılığında ve şehvetinde kurban etmiştir. Bugünlerde (Özgürlük Hareketi’nden çıkan yüzlerce Harpagos’a) ne kadar da çok benziyor! Günümüz işbirlikçi Kürt kişiliğinin tarihen oluştuğunu; beş para etmez bir aile ve karısı için satmayacağı bir değer olamayacağını; bu yüzden gerçek soyluluk, politiklik, bilgelik, anlamlı, zevkli (özgür yaşamdan) uzak olduğunu, dolayısıyla çok iğrenç yaşandığını iyi bilmek gerekir…”

Güney’de girilemeyen yerlere en önce PDK’lilerin (KDP), Kuzey’de ise Cerdewanların gönderilmesi gibi Enkidu da bu hikâyenin sonunda Gılgameş’i Humbaba’ya götüren, Sedir Ormanı’nın yerini gösteren bir işbirlikçi-hain olacaktır. Hatta ve hatta Gılgameş’ın saldırmakta tereddüt yaşadığı yerde, onu yine saldırması için cesaretlendirip ikna edecek olan Enkidu’nun bizzat kendisidir. Enkidu’nun bunu nasıl yaptığını biliyoruz. “Peki, Enkidu bunu neden yaptı?” diye sorarsak günümüzün işbirlikçi ve hainlerin de nedenlerini buluruz. Sömürge toplumları tarihten bu yana hep en ilkel haller olan güdüleri üzerinden sınanmış, kullanılmış, terbiye edilmiştir. Devletli uygarlık sistemi de toplum bireyini bu ilkel sınırlarda tutup (açlık, cinsellik, ölüm vs.) kendi çıkarları doğrultusunda güdülere hitap eden araçlarla maşa olarak kullanmıştır. İnsan doğası böylece, devletli uygarlık sistemlerinin çıkarlarının doğasına hizmet eder hale gelmiştir. Enkidu, zorun ve baskının kaba haliyle muhtemelen özünden kopartılamazdı. Kim bilir, saldırıya uğrasaydı karşılığı işbirlikçilik de olmayabilirdi. Gılgameş, Sedir halkını Enkidu’nun şahsında tanımış olsa gerek devreye “vahşi” doğasının zaafından yaralanmak için plan konuldu. Şunu önemle belirtmek gerekir ki vahşi olan Enkidu’nun doğası değil, zayıflığıydı ki Gılgameş de bunu bildiğinden ilk vuruşu güdülere yaptı. Rahibeyle altı gün yedi gece geçiren Enkidu artık doğasına yabancılaşmış, kendi kabuğuna düşman olmuş, üzerine de “uygar” insanın kokusu sinmiştir.

 

Hegemonik Güçlerden Beklenti; Özden Kopuş

Bugünün Irak’ında Enkidu, İran’ında Harpagos, Mahmut Malakani, Bakur’unda Yezdanşer’in temsilci ve sürdürücülerini tanımak görmek zor değil. Özdeşleştirmelerin şüphesiz temeli var. Bu temellerde bırakılan izleri satır satır aşmaya devam… Tarih, bu defa 16 Aralık 1946’yı gösterdiğinde; Qazî Mihemed’in önderlik ettiği modern halk hareketi niteliğinde, bir yılı bile bulmayan bir Cumhuriyet kurulur İran’da. Adı “Mahabad Kürt Cumhuriyeti” Hegemonik güçler, Kürt coğrafyasını dörde, dördün her bir parçasını da bir parçaya bölüp kendi aralarında pay etme yarışında birbiri ardına gelip gidiyordu. 1937’deki Sadabat Paktı da tıpkı Kasr-ı Şirin Antlaşması’nın çağdaş uzantısı olup Kürt bölünmesini derinleştirme ve tüm özgürlük hareketlerini ortaklaşa tasfiye etmeyi amaçlıyordu. Yerel hegemonyanın temsilciliğini Rıza Pehlevi yürütürken, kıtalar ötesindeki dış hegemonyanın gözü de bu topraklardan hiç eksik olmamıştı. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından İngiltere ve Rusya, İran’ı işgal etmişti. Rusya’nın denetimindeki bölgede Mahabad Kürt Cumhuriyeti kuruldu. İngiltere ve Rusya anlaşıp daha sonra İran’dan çekildi.

En son Rus güçlerinin de çekilmesinden hemen sonra İran, Mahabad Kürt Cumhuriyeti’ne saldırdı. Qazî Mihemed direnir, teslim olmaz. Mele Mustafa Barzani de ordadır ancak olacakları görünce buradan kaçar ve Rusya’ya gider. Qazî Mihemed ve arkadaşları Mahabad’ın Çarçıra Meydanı’nda idam edilir. Daha önce Süleymaniye’de sürgün bulunan Mele Mustafa Barzani, 1943 yılında kaçarak Barzan bölgesine geldi. Bölgede örgütlenmeye başladı. 1945’te Arap güçleri İngilizlerin desteğiyle saldırılar başlatınca, Mele Mustafa onbin peşmergesiyle birlikte Rojhilat’a (Doğu) geçti. Yeni kurulan Mahabad Kürt Cumhuriyeti’nde görev alsa da, cumhuriyetin saldırılara uğramasıyla geri çekildi. 16 Ağustos 1946’da Irak PDK’sini kurmuş ve ilk genel sekreteri olmuştu. O dönemde var olan Rizgarî, Hêvî, PKI’den ayrılmış komünistlerin kurduğu Partiya Şoreş gibi partiler kendilerini feshederek PDK’ye katıldı. Mahabad’tan kaçıp Sovyetlere sığınan Mele Mustafa, tamamen etkisiz olduğu bu dönemde, partiye katılan Celal Talabani ve komünist Kürt aydınlarından bazıları (Hemze Abdullah, Nejad Ezîz, Îbrahim Ehmed) PDK’yi hareketlendirdiler. 1953-1958 arası dönemde özellikle partinin şehir örgütlenmeleri Îbrahim Ehmed ve Talabani’nin denetimine geçti. 1958’de Irak’ta bir darbe ile yönetim değişti. Baskılar azalınca Mele Mustafa Güney’e döndü. O sene ikinci kongrede Hemze Abdullah ve Nejad Ezîz gibi sol kanaat öncüleri tasfiye edildi. 9 Ocak 1960’da resmi kuruluş için Irak hükümetine başvuran PDK ile Irak rejimi arasında 11 Eylül 1961 tarihinde tekrar çatışmalar başladı. 1963’te aslen Bakurlu olan peşmerge komutanı Sadige Qeşurî, Mele Mustafa’nın emriyle Türkiye’ye teslim edildi. 1964’teki iç çekişmeler bölünmeyle sonuçlandı. Îbrahim Ehmed, bin peşmergesiyle birlikte ayrılarak Rojhilat’a geçti. Bir süre çatıştılar, sonradan Îbrahim Ehmed tekrar döndü. 1966’da bu kez Talabani öncülüğünde bir grup, PDK’den ayrılıp Irak rejimiyle işbirliği yaptı. 11 Mart 1970’te, PDK ve Irak rejimi arasında bir özerklik anlaşması yapıldı. Irak rejimiyle 4 yıl süren çatışmasızlık döneminde, PDK kendi içinde tasfiyeye ve infaz hareketlerine girişti. Dr. Şivan (Sait Kırmızıtoprak), Brûsk (Hasan Yıkılmış), Çeko (Hikmet Buluttekin) gibi Bakurlu olan PDK üyelerini katlettiler. 1973’te PDK ve PDI (Irak Komünist Partisi) arasında çok kanlı çatışmalar yaşandı. 12 Mart 1974’te Irak rejimi daha önce kabul ettiği özerkliği tanımadığını açıkladı ve çatışmalar yeniden başladı.  PDK’den ayrılan Talabani, YNK’yi dört hareketin birlik oluşturduğu bir örgüt olarak kurar. Emekçiler Birliği, Sosyalist Birlik (Bu iki grubun liderleri sosyalist, aydın, ezilenlerden yana olup yıllarca PDK’de peşmergecilik yapmış, 1975’te istifa etmiş kadrolardır), Devrimci Birliği de PDK’den kopan bir gruptu, Celaliler olarak bilinenler ise Talabani ekibidir. İlk zamanlar bir cephe birliği olarak Şam’da 1 Haziran 1975’te kuruldu. 1976’da bu gruplar, ideolojik temellere dayanmayan bir “birlik” oluşturdular. 1992’de ise yeni tüzük ve programla birliklerini yeni bir biçimde, parti modeline yakın bir hale getirdiler. Bünyesinde ve kitlesinde dürüst, yurtsever insanlar çoğunlukta olsalar da, yönetim kademeleri kaypak, işbirlikçi, çıkarcı çizgide olup, sık sık diğer Kürt örgütleriyle karşı karşıya gelmişlerdir. “PDK ve YNK arasında süre gelen anlaşmazlığın temelinde ise ekonomik ve dar aşiret çıkarlarının çatışması yatıyor” denilse yanlış olmaz. PDK de kendi içinde bölünmüş durumda. Bir kesim ulus-devlet iddiasına sahip ve bunu da ABD-İsrail ekseninde gerçekleştirebileceğine inanıyor. Yani bir devlet tasavvurları var ancak dış destek bağımlısı. Buna hayal demek zor. Zira ABD-İsrail ve Avrupa, Rojava’nın da dahil edilmesi stratejisi üzerinden bunun pratikleşmesine güncelde önemli destek vermekteler. Bir kesimin ise olaya yaklaşımı Kurdevariliği önemsemek yerine bir aile şirketi olarak küresel ağ içerisinde yer bulmaktadır. Bunun için gerekiyorsa Türkiye’ye bağlanmaya da hazırlar.

Hegemonik güçler kendilerine süreklilik kazandırmak için salt zor ve şiddete değil rızaya da ihtiyaç duyarlar. Yıllar sonra ABD Irak’a girdiğinde Saddam’ın kimyasal silah bulundurduğu gerekçesiyle saldırmıştı. Saddam, bu silahı bulundurduğunu itiraf etse de etmese de, her türlü suçlu ilan edilecekti. Ve Saddam “Bu silahlar yok” dediğinde de BM’de yalan söylediği için yargılanır. Saddam idam edilir. Oğulları, torunları sağ yakalanma ihtimali olmasına rağmen öldürülür. Irak’ın batı bankasındaki tüm hesaplarına da el konulur. ABD Irak’a demokrasi, özgürlük getirme vaadiyle saldırmıştı. Ancak 2005’e gelindiğinde, ABD Irak’ta bataklığa saplanır ve burada Vietnam’dan daha fazla askerini kaybeder. Lakin dünyayı bir yana iterek Irak’a giren ABD, sıkışmıştır ve BM’yi yardıma çağırır. Müslümanların tepkisini çeken Ebu Gureyb Hapishanesi’nde yapılanlar da öfke yaratır. ABD, Irak’ta yenilmiştir. ABD, Ortadoğu’da sadece şiddet ve askeri güçle var olamayacağını anlar, stratejik bir değişime gider, değişimin adı BOP’tur (Büyük Ortadoğu Projesi); ABD’nin tek başına müdahalesi kaos getirmiştir. Uluslararası güçle savaş meşrulaştırılmıştır. NATO, BM’yi devreye sokar. Avrupa devreye girer ve Irak’ı, askerlerini eğitme alanı yapar. Ancak ABD bu defa başka bir huzursuzluk yaşar; NATO’nun Irak’a doğrudan girip, ganimete ortak olmasını istemez. Zaten realite olarak bu kapitalist güçlerin ortak bir şekilde hegemonyayı paylaşması mümkün olmaz. BOP stratejisinin, ABD’nin uzun vadeli mankurtlaştırma planı olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Büyük Ortadoğu Projesi; “Ayrıntıları hiçbir zaman açıklanmayan ama sözde Ortadoğu’ya demokrasi, barış, özgürlük getirmeyi vaat eden emperyalist ABD stratejik planıdır. Bu proje ABD’nin mutlak çıkarları ve Ortadoğu’daki zengin aile veya kapitalist sermayedarlar ile işbirlikçi hükümet ve partilere fayda, halka ise savaş, ölüm ve sömürü dayatmaktaydı. Bu girişim, sistemin krizinden ağır darbe almadan çıkabilmesi için zorunlu görülmektedir. Gerek temel enerji kaynakları, gerek sosyo-kültürel ve dini olgular sisteme eklenmeden ABD’nin hiç rahat olmayacağı bir duruma sokmaktadır. Bölge son 200 yıldır uygulanan kapitalist sömürgeci planlar artık işlemez hale gelince BOP denilen uygulamaya geçildi. Küresel kapitalist hegemonyanın Kürtlere BOP kapsamında, kültürel soykırımcı ulus-devletlere dayattığı çözüm iki yönlü geliştirilmeye çalışılmaktadır.

Birinci yön; Erbil merkezli Kürt ulus-devlet oluşumudur ve uzun vadede ulus-devletçi çözümün ilk adımı olarak hayata geçirilmektedir. İkinci yön; Diyarbakır merkezli ‘bireysel ve kültürel haklar’ temelli Kürt sorunu çözümüdür.”(Abdullah Öcalan) Yani ABD, BOP stratejisiyle “hard power” (kaba güçten), “soft power” (yumuşak güce) döner. Gücün dolaylı kullanımı, bir ülkenin dünya politikasında başka ülkeleri kendisine benzetip, kendi değerlerini beğendirme ve kendisine entegre etmeyi hedefleyerek yapar. Amaç, başkalarını senin isteklerini ister hale getirmektir. Bu, rızanın imalatıdır. Etkileme, tehdit veya ödülle de olabilir. (Son süreçte ABD Barzani ailesinin mal varlığını soruşturma ve bu yönlü açtığı mahkemeyle tehdit etmesi gibi) Yumuşak güç, özendirme ve cazibesidir. Ayrıca sert ve yumuşak güç birbirini takviye eder. Yumuşak güç çekim gücüyken, kaba güç başkalarını, istediğin şeyi yapmaya zorlamadır. Çekiciliği ise, kültüründe, demokrasisinde bireysel çıkar ve menfaatleri içeren politikalarındadır. BOP bölgeyi küreselleşme sürecine eklemleyen, stratejik alan olarak ele geçirmeyi, enerji, kaynak ve ikmal yollarını ele geçirmeyi içeren doğrudan ABD askeri varlığı ve işbirlikçi hükümetlerini öngören, bunu da aşan bir projedir. Bu proje kapsamında eğitim, istihdam, üniversite ve medya yaratma, kadın eğitim merkezleri, çocuk bakım evi gibi sivil toplum kuruluşları, yine parlamenter sistemi güçlendirmeyi hedefleyen programlar oluşturmayı amaçlar. ABD çıkar ve amaçlarına uyumlu kurum ve değerlerle tahkim edilmiş reform programıdır. Sonuç; ABD değerleriyle şekillenmiş toplum ve devlet yapısı Gramsci, bu merkez katman etrafında oluşan iktidar blokunu “tarihsel blok” olarak adlandırmış, yerel güçlerin kendi hegemonyalarını kuramadan ve dolayısıyla da toplumsal katılım sağlayamadan gerçekleştirdikleri (tepeden inme) reform ve dönüşümleri de “pasif devrim” olarak tanımlar. Gramsci’ye göre, Saddam rejimi bu bağlamda “sezenizm” türünde bir pasif devrim rejimidir.

24 sene CIA’de görev yapan Henry A. Crumpton yazdığı anılarında angaje-ikmal (sözlü veya yazılı sözleşme, söz verme; tarafına çekme) yöntemlerinin temel ilkelerinden söz eder: “PİZE (para, ideoloji, zorunluluk, ego) bence intikamı da buna dahil etmek gerekir. Her ne kadar egonun bir uzantısı olacağı düşünülse de ayrı ele alınacak kadar mühim bir unsurdur… Bizzat yaptığım ya da nezaret ettiğim angaje, işlemlerinin tümü farklıydı. Para, ideoloji, zorunluluk ve egonun farklı orandaki karışımlarından oluşan sebeplerle hareket ederlerdi. (Yani CIA ajanı olurlardı) Seneler sonra Afganistan’da intikam ve zorlamanın da (İZ) angaje işlemlerinde büyük önem arz ettiğini öğrendim…” Bir yeşil kuşak projesi olan Taliban, 1979’da ilk kez ortaya çıktı, 1996’da da Afganistan’da iktidara geldi. Sovyet Rusya’nın Afganistan’dan çıkarılması üzerine faaliyet gösteren Taliban örgütü, 1996’da resmen Afganistan’da iktidara gelip Sovyetleri çıkardı. 2001’e kadar iktidarda kaldı. El-Kaide’yle birlikte İkiz Kulelere saldırı yapınca dönemin ABD Başkanı Bush Taliban’a sığınan Bin Ladin’i kendilerine teslim etmesini istedi, Taliban kabul etmeyince de ABD tarafından Afganistan’ın 20 yıllık işgali resmen başladı. Henry A. Crumpton’dan alınan yine şu anektod açıklayıcı olacaktır: “… Mesut, cesur, sert ve kimi zaman da merhametsiz olan bir Afgan savaşçıydı. On sene müddetince Sovyetlerin Pençşir Vadisi’ne girmesine müsaade etmemiş ve bu kahramanlığı nedeniyle de ‘Pençşir Aslanı’ olarak anılmaya başlanmıştı. Sovyetlerin çekilmesinden sonra kurulan kırılgan Afgan hükümetinin parçasıydı. Bu hükümet çok geçmeden çökünce iç savaş çıkmış ve bu da Taliban’ın doğmasına neden olmuştu(!) Mesut, Kabil’den memleketi olan Pençşir Vadisi’ne çekilip orada Taliban’a karşı olan Afgan direnişine önderlik etmeye çalıştı… Kibar bir tanı da muhtevası epey ağır bir soru sordu: ‘Amerikan hükümeti El-Kaide’yi durdurup Bin Ladin’i öldürmeyi mi yoksa Afgan halkını mı daha çok düşünüyor?’ Hiç düşünmeden, ‘El-Kaide’yi’ dedim.” Ve 15 Ağustos 2021’de Taliban’ın iktidara gelişini, ABD’nin Afganistan’dan çekilme sürecini herkes biliyor. Ve Henry A. Crumpton, aşağıdaki yorumuyla sadece ABD’nin değil, tüm hegemonik güçlerin toplum ve yerel güçlere bakış açısını özetler niteliktedir: “… Devletler, gizli faaliyeti halkı ve hadiseleri kapsamlı dış siyaseti destekleyecek şekilde gizlice yönlendirmek için kullanır. Bu yeni bir şey değildir. M.Ö. 3’üncü asırda, Büyük İskender’in babası, Makedonya Kralı II. Philip rivayete göre; ‘Bir ordunun geçemeyeceği dağlardan, altın yüklü bir eşek geçer’ demişti…”

 

“Sen kimsin?”

Ortadoğu coğrafyası, tarihten bu yana tüm hegemonik güçlerin “kaba” ve “yumuşak” yöntemlerine saha olmuş poligon gibi kullanılmıştır. Ama bir şeyi gözden kaçırmamak gerekir; Ortadoğu kıyaslanmayacak şekilde günümüzün tüm Avrupa ülkelerinden en fazla köklü devlet geleneğine sahip olup kapitalist uygarlığa da bir o kadar yabancı bir coğrafyadır. Avrupa’nın tüm modern icatları, felsefeleri, bilimi, sanatı, kültürü, siyaseti Ortadoğu’dan devşirildiği gibi amorf bir yapıda Ortadoğu’ya taşınmaya çalışıyor. En önemlisi de ahlaki politik toplumun kodları hala da çok güçlüdür. Bünyesinde taşıdığı bu kodlar, kapitalist modernitenin ulus-devlet icadını kabul etmemesinin temel nedenidir. Tüm Avrupa ve Amerika temelli “özgür, demokratik bir Ortadoğu ulus-devleti, toplumu”nu marjinal bırakmaktan öteye gidemiyor. Irak, İran, Suriye, Afganistan, Türkiye, Makedon Kralı II. Philip’in sözünü ettiği “altın yüklü eşek” olmaktan öte bir değer ve önem taşımıyor hegemonik güçler için. Bu yüzden bu coğrafyada yaratılmaya çalışılan “avamî toplum”dan başka bir şey değildir. Batıdan, kadim coğrafyanın kadim toplumlarını demokrasi, özgürlük geleceğine inanma-inandırma çabası, Ortadoğu’daki herhangi bir yedi yaşındaki çocuğu dahi güldürebilir. Zira söz konusu Ortadoğu coğrafyasında demokrasi ve özgürlüğün yokluğundan değil, bilakis halkların demokrasi ve özgürlüğünü koruma ve savunmasından kaynaklı savaş taşınmıştır. Bu yüzden özel savaş bu coğrafyada çok merkezli ve boyutlu yürütülmektedir. Bu yönden bakıldığında, ideolojiye “toplumun öz ve meşru savunmasıdır” tanımını getirebiliriz. Çünkü ancak ve ancak politik-ideolojik toplumla, özel savaş rejimiyle mücadele edilebilir.

Zira özel savaşın tanımı da “topluma karşı bir bütün olarak ilan edilmiş bir savaştır.” Kuralsız yoğunlaştırılmış ve ölçüsüz bir strateji olarak egemenler tarafından geliştirilen haliyle toplumun tüm dokularıyla oynamayı, mankurtlaştırmayı hedefleyen bir savaştır. Tarihten güncele, savaşın kapsamı askeri, siyasi, ekonomik olduğu kadar birey ve toplumun ahlaki ve politik kodlarına, psikolojik ve sosyo-kültürel gerçekliğini hasarlı bırakma, toplum ve bireyin hafızasına “cellada sevdalı” zehirli tohumları ekme, “devlet vatandaşı”, “vatanperver” formuna göre algı ve bu algılara göre simülatif birey-toplum ilişkisi kurma amacı taşır. En önemli özel savaş aracı belki de bu yüzden medya organıdır. Topluma en hızlı ve etkili ulaşan medya ve teknolojik gelişmelerdir. Bu yolla yaratılan apolitik ve bitkisel hayatta yaşamını idame ettiren toplum ve bireyi, egemenler için en ideal toplum ve bireylerdir. Bu sayede özel savaş da toplumlarda bir ideoloji yaratmak ister, sloganını da söyle belirler: “Herkes gibi sıradan olacağına, kendini yaşa, özel ol.” Kulağa hoş gelen ve toplumları, toplum bireylerini adeta çöldeki vaha misali kendisine çağıran liberal ideoloji, toplumu empatiden, sorumluluktan, duyarlılıktan, sorgulamadan, idealleri için yaşayan ve mücadele eden bireyler-insanlar olmaktan çok, nihilist ve pesimist bireyler-insanlar türetir.

Liberal ideolojinin; “kimlik ve ahlak siyaseti geride kaldı” düşüncesiyle hiçbir kimliği ve sorumluluğu taşımamak, ahlakı kısıtlayıcı ve sınırlayıcı, bireysel özgürlük tercihlerine karşı bir saldırı olarak ele alma ve felsefesini yapma ayrıca toplumsal düşünce ve ideolojinin sapmasıdır. Oysa bireysellik (bireycilik değil) icazet alınmadan gösterilmesi gereken bir iradedir. Toplumu bireye, bireyi topluma kurban etmeden toplumsal ahlak, ortak vicdan, güçlü inanç maneviyatla birbirini güçlendirmelidir. Kapitalist modernite maddi kültürü ne kadar şahlandırıyorsa, toplumların da manevi kültürü o denli koruması gerektiği açıktır.

Ahlak ve maneviyat dediğimiz olgu, inançla simbiyotik bir ilişki halindedir. “İnancın, ahlaki normların aşılması gereken bir form olduğunu” düşünmek, “her türlü inancın dar anlamda bir sığınma biçimi olduğunu ve asıl insanın bu formu aşınca güçleneceğini, kendisi olabileceğini” söyleyen pozitivistçe anlayış ve özgürlük felsefesi, kendi içinde çarpık ve çelişkili bir yaklaşımdır. İnanç ve insan eksenindeki tartışma ilk felsefelerden günümüze kadar süregelen bir tartışmadır. Kimi inancı kutsanmış kimileri ise küçümseyerek (sanki inançtan kopuk bireymişçesine) yerine bilimi koymaya çabalamıştır. Oysa ne inanç tümden bilimden kopuk ne de bilim tümden inançtan kopuk ele alınabilir. İnsanı inançsız düşünmek, insanı metafiziksiz düşünmek gibidir. Nasıl ki birinci ve ikinci doğayı çeşitlilikten, farklılıktan ve zengin renkliliğinden yoksun düşünemiyorsak, günümüz insanını da bundan yoksun düşünemeyiz, “inancın aşılması gereken bir form olduğu” iddiasının kendisi bile içsel bir düşüncenin dile gelmesi olayından başka bir şey değildir. Süreklilik kazanması durumunda “inanç” halini alması kaçınılmazdır. Dolayısıyla inanç formlarının aşılması, değişime uğraması durumundan (tıpkı zihinsel düşüncenin mitolojiye, mitolojinin dine, ardı sıra felsefeye dönüşme süreçlerinde olduğu gibi) söz etmek her zaman mümkündür, ancak inanç olgusunun kendisini insan varlığının yaşamından söküp çıkarmak her şeyden daha çok insanı eksik kılar. Çünkü inanç ve bununla bağlantılı kültürel ahlak yaşama eşlik eden ve yaşayan bir varlık olan insanın, maddi olmayan özünün bir özelliğidir. İnanç kavramını insan yaşamından çıkarıp attığımızda, kaçınılmaz olarak bağlılık, fedakârlık, sevgi, sorumluluk, güven, aşk ve daha birçok kavramı, daha doğrusu anlamsallığı da çıkarıp atmamız gerekecek. “Ortak vicdan” dediğimiz olgunun kendisi toplumsal ahlak değil midir? Ahlak dediğimiz şey, toplumsallık lehine olanı iyi, doğru, güzel ve özgür yapma tutumu, pratiği değil midir? Peki, burada inanç yoksa/olmazsa, gerçekleşmesi ne kadar mümkün olur? İnancı, ahlakı, özgürlüğü kısıtlayıcı olarak tanımlarsak, kaçınılmaz bir şekilde şekil de pozitivizmin ve pragmatizmin sığınaklarında soluğu alırız. Ancak biliyoruz ki inanç, toplumsal ahlak, toplumlar için bir sığınak, bir pranga olmaktan çok, bir kendini anlamlandırma, kimliklendirme çabasıdır. Öyle olmazsa, insanlığın düşünce tarihini nereye koyacağız? İnanç, vicdan, ahlak olmadan insan nedir? Sorusuna verilebilecek yanıt, insanın insan olma halini yitirmesi ve salt bir biyolojik varlık olarak kalmasıdır. Gerçek insanın özü yalnızca toplulukla, topluluğun kültür ve ahlakla, insanın insanla olan birlikteliğindendir. Toplumsal varoluş inanmayı, bir inanç halini barındırdığına göre, inançtan, ahlaktan arındırılarak gerçek insanın ulaşacağını düşünmek, bizi gerçekten uzaklaştırır. İnsanın “kendi” olma ve “güç” olma halini de bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Çünkü insan, toplumsal yaşam içerisinde geliştirdiği ilişkilerin özgün bir deseni olarak açığa çıkar. İçsel ve dışsal dünyasıyla her zaman bağlam içerisinde bir bütünü oluşturur. Dolayısıyla insanın “kendi” olması, ötekilerle kurduğu ilişki içiçelik ve bağlılık temelinde gerçekleşir. “Sen kimsin?” sorusuna verilecek cevap bellidir: “Ben, benim. Tarihten ve gelenekten gelen tarihsel toplumun günümüzdeki izdüşümü, ahlaki ve politik toplumum.” Sonuç olarak, kendimizi, varlığımızı anlamlandırmanın tek yolu, ahlaki ve politik toplum bağlarıyla güçlendirmek olacaktır.

 

[1]  Ernest Volkman- Casusluk

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.