Düşünce ve Kuram Dergisi

Nekropolitika: Politik Ölüm Üzerinde Kurulan Egemenlik ve Kürdistan’da Yas, Direniş ve İnşa Repertuarı

Derya Aydın

 

Şen kahkahasıyla gittiğimiz her yerde bize eşlik eden ve yeryüzü hafızasından açık gözleriyle bizleri izleyen güzel Umut’a (Ceyda Zengin’e).

 

(Politik) Ölüm Üzerine Düşünme

Ölüm üzerine düşünmek neden önemli? Ölümü nihai bir yok oluş evresi olarak okumak ölüm üzerine düşünmeyi önemsiz kılabilir. Ancak ölüm nihai bir yok oluş değildir. Hele ki politik ölüme ilişkin “yaşamı uğruna ölecek kadar çok sevmek” belirlemesine sahip, Martin Heidegger’in ifadesiyle bu fenomeni “varoluşsal ölüm” ve Hegel’in belirlemesiyle “hakikate giden bir araç” şeklinde kavrayan, yaşama büyük anlam veren bir olanak olarak konumlandıran Kürt Özgürlük Hareketi penceresinden bakmak yaşam üzerine düşünmenin bir başlangıç noktası olarak ele almak mümkün. 

Nitekim bu düşünsel izlek için ölüm ne tamamen olumsuz ve yıkıcı bir sondur ne de onu kavramanın tek yolu öte dünya inancına dayanan teolojik referanslıdır. Sözgelişi, Ortadoğu’daki devlet dışı radikal hareketlerden farklı bir düşünsel ve entelektüel konuma sahip Kürt Özgürlük Hareketi için “şehit” öte dünyanın güzellemesi üzerine kurulan bir fenomen değildir. Her ne kadar Kürtler için İslami referansla anlamlandırılıyor olsa da hareketin düşünsel izleğinde “şehit” devrim ve hakikat yolunda özgürlük için mücadele edene tanıklık özelinde seküler bir referansa sahiptir. Bu kavrayışta Kürdistan’ın kadim inançlarının payının olduğunu ileri sürmek yanlış olmayacaktır. Nitekim ne Alevilik inancında ne de Êzidîlikte ölüm tamamen bir olumsuzlama ve yok oluştur. Bu nedenledir ki Aleviler ölmek fiili yerine “hakka yürümek”, Êzidîler ise “kiras guhertin” ifadelerini kullanmaktadır. Sonuç olarak Kürt Özgürlük Hareketi’nin okuma biçimine daha yakından bakınca nihai bir yok oluş olmasından ziyade politik ölüm, yaşamı anlamlandırmanın bir yolu olabilmektedir. 

Politik ölümün bir kez daha oldukça yaygınlaştığı bu eşikte ölüm üzerine düşünmek her zamankinden daha önemli. Politik ölümü yaşamla sonsuz bir bağ içerisinde ele alan bu hareketin oluşturduğu eylem ve düşünce izleğinden bunu kavramanın olanaklarına bu nedenle daha yakından bakmak önemli. Bu salt entelektüel bir çaba değil, eylemini teorize etmenin olanaklarını her koşulda yaratabilmiş bu hareket için, yaşamı askıya alan şiddet sarmalında ölüm üzerine düşünmek anlamlı bir yaşamın, çoğulcu özgürlüklere kapı aralamanın ve hayata dair yaratıcı ayakta kalma gücünü çoğaltmanın bir yolu olabilir. 

Öte taraftan, İsrail-Filistin/Lübnan/Suriye/İran, Azerbaycan-Ermenistan, Rusya-Ukrayna ve Türkiye-Rojava başta olmak üzere Kürdistan, Ortadoğu ve dünyada süren şiddet sarmalında çatışma sonucu ölümlerin oldukça arttığı bir eşikte politik ölüm üzerine düşünmenin ve bunun karşısında özne oluşu kavramanın her zamankinden daha önemli olduğuna inanıyorum.

Bu yazıda çağdaş dünyada ölümün ekonomi politiği üzerine düşünmenin önemini anlatmak için ölüme ilişkin çağdaş okumalara yer vereceğim. Politik ölümün ortaya çıktığı bir necro-coğrafya haline getirilmek istenen Kürdistan’daki nekropolitik rejime ve bunun karşısında ortaya çıkan direnişe ve inşaya odaklanacağım. Egemenliğin ölü beden üzerinden kurulma biçimini anlamaya çalışırken bunun karşısında politik öznelliğin Kürdistan’da nasıl yeniden inşa edildiğini tartışmaya çalışacağım. Böylece politik ölümün çağdaş dünyada birlikte yaşama tahayyülüne nasıl sıkı biçimde bağlı olduğunu anlatmaya çalışacağım.

 

Biyopolitika ve Nekropolitika 

Faşizmin, ırkçılığın, eşitsizliğin, cinsiyetçiliğin, militarizasyonun, göçmenliğin, güvencesizliğin, şiddetin ve ölümün gittikçe arttığı çağdaş dünyada iktidar ve egemenlik arasındaki ilişki uzun zamandır politik ölüm üzerinden okunuyor. Kamerunlu tarihçi ve siyaset bilimci Achille Mbembe’nin kavramsallaştırdığı nekropolitika bu süreci anlamanın anahtar kavramı haline geldi. Mbembe Batı dışı dünyayı yok sayarak iktidarın yaşama dair tasarruflarını merkeze alan Batı literatürüne, demokrasisine ve hukukuna eleştiri yöneltti. Çağdaş dünyada iktidar eliyle yaratılan “terör” söylemi ve düşmanlığın çeşitli biçimlerde sömürgeleştirilmiş coğrafyalar özelinde inceledi. Michel Foucault’nun biyopolitika belirlemesinin eksik olduğunu, karşı karşıya olduğumuz iktidarların salt biyoiktidarlar olmadığını; aksine sürekli biçimden şiddet ve ölümü (yeniden) üreten nekroiktidarlar olduğunu ileri sürdü. 

İki Dünya Savaşını geride bırakan Avrupa’nın göbeği Fransa’da, 60’ların özgürlük rüzgarına kapılmış olmalı ki Foucault, Batı dışı dünyaya gözünü kapatarak modernizm öncesi hükümranın aksine modern iktidarın gücünün yaşatmaya (biopolitics ve biopower), yönetimselliğe (governmentality), denetleme ve gözetlemeye (surveillance) dayandığını ve bu yolla toplumları ve nüfusları yönettiğini ileri sürdü. Oysa eş zamanlı olarak Şili ve Arjantin başta olmak üzere Latin Amerika’da, Afrika’da ve Ortadoğu’da iç savaşlar, diktatör yönetimler ve sömürgecilik sürmekteydi ve iktidarların şiddeti sonucu ölüm yaygın biçimde yaşanmaktaydı. Özellikle son çeyrek asırda çatışma ve şiddet kaynaklı ölümlerin sürmesi, yeni sömürgeci rejimlerle ölümün sistematik biçimde artması Mbembe’nin, Foucault’nun “biyopolitika” ve “biyoiktidar” kavramının tamamlayıcı olarak “nekropolitika” (necropolitics) ve “nekroiktidar” (necropower) kavramlarını önermesine yol açtı. Egemenliğin nihai dışavurumunun, Foucault’un ileri sürdüğü gibi yaşatma hedefine yönelik değil; “kimin yaşayabilir ve kimin ölmesi gerektiğini belirleme gücü ve yetisine dayandığını” (2003, 11) savundu. Siyahların plantasyondaki yaşam biçimlerine, işgal edilmiş ve sömürgeleştirilmiş Filistin’e ve çağdaş dünyadaki “terör” söylemine dayanan ırkçılık ve şiddete odaklanan Mbembe “yaşama, ölüme ve insan bedenine, özellikle de yaralı ya da ölü bedene, verilen yerin” neresi olduğunu ve bunların iktidarın düzenine nasıl kaydedildiğini sorunsallaştırdı (Mbembe 2003, 11). Böylece politik ölümün Batı egemenliği ile nasıl sıkı bir ilişki içerisinde olduğunu ortaya koydu. 

Sonuç olarak bugün çatışmaların artmasıyla hukuk karşısında şiddetin sınırlarının genişlemesi, otoriterliğin artmasıyla rejimlerin baskıcı, ırkçı ve cinsiyetçi karakterinin öne çıkması, çatışma kaynaklı ölümlerin ve ölü bedenlere yönelik şiddetin artması, göçmenliğin dünya genelinde büyük bir krize dönüşmesi ve güvencesizliğin gittikçe yaygınlaşması nekropolitika kavramını sosyal bilimler literatürünün merkezine oturttu. Savaş ve ırk tartışmalarında şiddet, ölüm, zorla kaybetme, işkence, paramiliter yapılar, intihar bombacıları, açlık grevleri, mezarsızlık, ölü bedenlere yönelik şiddet gibi oldukça sert, karmaşık ve çetrefilli süreçleri anlamaya çalışan sosyal bilimler bu kavramı yaygın olarak kullanmaya başladı.

 

Politik Ölümün Kaydedilmesi ve Kavramsallaştırılması

Politik ölümü ve beden politikalarını egemenliği kavramanın önemli bir yolu olduğunu savunan çağdaş eleştirel literatür pozitivist bilime de eleştiriler yönelterek sosyal bilimlerde yeni kavramsallaştırmalara ve metodolojilere alan açtı. Nekropolitika, politik ölüm, politik yas, sözlü tarih ve duygulanım (affect theory) gibi yeni kavramlar sosyal bilimlerde kendine yer bulmaya başlarken, sözlü hafıza, saha araştırmaları ve etnografik araştırmalar geçmişten bugüne şiddeti, ırkçılığı, sömürgeciliği, güvencesizliği ve cinsiyetçiliği kavramamıza yeni olanaklar sağladı. Resmi tarih anlatılarına karşı sözlü hafızanın değer kazanmaya başlamasıyla beraber egemenlerin tarihinin yanında ötekilerin tarihine ve toplumsal belleğine yer veren yeni dönem çalışmalar hafıza çalışmalarını oluşturdu. 

Çatışmaların yoğun yaşandığı coğrafyalarda hafıza çalışmaları yaşanan büyük yıkımları kavrama ve yaşanan felaketlerin telafi edilmesi yolunda önemli bir patika olarak metodolojide yerini aldı. Nitekim bu bölgelerin neredeyse tamamında çatışmalar sırasında-kimi zaman sonrasında-dahi olağanüstü halin bir rejim halini alması yalnızca hakların önemli oranda askıya alınması anlamına gelmiyor. Bu süreçler hak ihlallerinin yoğunca yaşandığı ve bu ihlallerin kaydının tutulamadığı dönemler olmaktadır. Bu nedenle iktidar bu gibi süreçlerde sadece öldürmüyor; aynı zamanda öldürdüğünü saklayarak inkâr ediyor. Bu açıdan devlet öldürme, gizleme ve inkâr etme politika ve pratiğini eş zamanlı kurgulayıp devreye sokuyor. Şili, Arjantin, Ruanda, Sri Lanka, Irak, Filistin gibi Latin Amerika’dan Afrika’ya Asya’dan Ortadoğu’ya kadar politik ölüm yaygın biçimde yaşanırken gizleme ve inkâr çetin biçimde sürüyor. 

Devlet şiddete ilişkin hafızayı yok ettiği için ve direnenler için kaydetmek, arşivlemek ve hafıza oluşturmak kolay olmadığı için sözlü tarih, tanıklık, anlatı çalışmaları ve kalıntılar buralarda daha da önem kazanmakta. Çatışmaların yaşandığı ülkelerde adaletin tesis edilmesi amacıyla yapılan her çalışmanın hafızaya yönelmesinin temel nedeni bu. Çatışmaların çözümünde yüzleşme esaslı olduğundan, yüzleşmeyse inkâr edilen değil ancak kaydedilen ve kabul edilen hakikatler üzerinden gerçekleşebildiğinden bu çalışmalar barışın inşasında önemli bir noktada durmaktadır. Nitekim yüzleşme sadece faillerin ortaya çıkarılıp yasa önünde hesap vermesi değil, aynı zamanda failin ortak olduğu suça dair hakikatin açığa çıkarılmasını da kapsamaktadır. 

 

Ölüm Üzerine Çağdaş Okumalar

İkinci Dünya Savaşı sonrası, Holokost ile birlikte politik ölüm, yas ve hafıza çalışmaları sosyal bilimlerin temel çalışma alanları haline geldi. 90’lı yıllar itibarıyla ölümü de içeren hafıza çalışmaları yaygınlaştı. Holokost ve Ermeni Soykırımı ölüm ve egemenlik arasındaki ilişkiyi bir kez daha gündeme getirdi. Bu dönem egemenlik ve ölü beden siyaseti antropolojinin kısmen de çağdaş felsefenin odağında yer aldı. Hindistan, Guatemala, Kuzey İrlanda, Endonezya ve Filipinler’e odaklanan antropolojik araştırmalar çatışma süreçlerini kaydetti. İç Savaşı üzerinden yıllar geçtikten sonra, üçüncü kuşağın “Atalarımıza ne oldu?” sorusu İspanya İç Savaşı üzerine yeni araştırmaların yapılmasına yol açtı. Kirli savaşın sürdüğü Arjantin’deki şiddet kayda geçmeyen, faili meçhuller ve zorla kaybetmeler özelinde politik ölüm üzerine bir literatürün oluşmasını sağladı. Sri Lanka, Ruanda ve Filistin-İsrail şiddet ve ölüm üzerine araştırmaların yapıldığı diğer yerler olarak öne çıktı. 

Yas Politikaları (the Politics of Mourning) kavramı çerçevesinde yas ile politika arasındaki ilişkiye bakan Judith Butler yaralanabilirlik (vulnerability) ve kırılganlık (precarity) kavramlarını insanın ortak yazgısının iki temel niteliği olarak kaydetti. Butler Guantanamo’da tutulan mahkumlar özelinde çalışmalarda “kamusal yasın ayrımcı dağılımı”na ve “yas hiyerarşisi” (hierarchies of griefe) kavramlarını üretti. 

Öte taraftan, Kürdistan ve Türkiye’de süren çatışmalara ilişkin 2000’ler itibarıyla yeni bir literatür oluşmaya başladı. PKK ile devlet arasında süren çatışmalara şiddet, ölüm, yas, zorla kaybetme, paramiliter yapılar, insansızlaştırma ve hafıza özelinde bakan araştırmaların yanında, Ermeni Soykırımı ve Êzidi Fermanları üzerine araştırmalar yapıldı. Kürdistan’daki kolonyal şiddete ölüm ile egemenlik ilişkisi özelinde bakan araştırmalar son 10 yılda artış gösterse de hâlâ sınırlı kalmaktadır. Türkiye cezaevlerindeki açlık grevleri, ölüm oruçları ve politik intihar araştırmalarda yerini aldı. 

Duyguların bedeni ve kültürü şekillendirmedeki rolünü feminist ve queer direniş politikaları açısından inceleyen, duyguların iktidar ilişkilerinin yeniden üretilmesindeki önemini belirten birçok yaklaşım ortaya çıktı. Duygulanıma bakmak Kürdistan için de oldukça önemli, zira süren çatışmalar sonucu siyasallaşan duygular Kürt toplumunun mobilize olmasında oldukça etkili olduğunu ileri sürüyorum.  Öte taraftan, iktidar, egemenlik ve ölümle bağlantılı olarak modern özneye ve öznenin iktidarla ilişkisine bakan çokça araştırma mevcut. Yapılan birçok antropolojik araştırma şiddet, sınıf ve toplumsal cinsiyet gibi dinamiklerin öznenin şekillenmesinde etkili olduğunu göstermektedir. Yine, acının kültürel temsilleri ve kolektif deneyimlerine odaklanan araştırmalar toplumsal acılarla başa çıkma süreçlerinde ahlaki ve politik çatışmaların özneyi şekillendirdiğini ileri sürmektedir. Sözgelişi, Georges Bataille egemenlik idesini, siyasalı ve özneyi ölümün nasıl yapılandırdığına ilişkin kritik kavrayışlar sergilemektedir. Sonuç olarak hukuktan toplumsal cinsiyete sağlık ve etikten mülteciliğe felsefeden antropolojiye ve ekonomiye kadar bugün birçok araştırma şiddete, ölümün ekonomi politiğine, beden politikalarına, duyguya, öznelliğe ve politik ölüm ile egemenlik ilişkisine bakıyor. 

 

Kesintiye Uğramış Yas Mekânı: Kürdistan

Kürdistan’da yaşamsal her evrede olduğu gibi yas da uzun zamandır doğal akışının dışında seyretmektedir. Layıkıyla tutulmayan yaslar yaşamın olağan bir parçasına dönüşmüştür. Yas kesintiye uğramış, ölü beden şiddetin hedefi haline getirilmiştir. Yasın layıkıyla tutulamaması, ölü bedenin şiddete maruz kalması ve mezarsızlık pratiklerini doğuran nekropolitik rejim ise cumhuriyet tarihinden daha eskidir. Aşağıdaki örnek bunlardan yalnızca biridir: 

“Cenazeler dozerlerle çıkarıldı. …. Söylemekten bile utanıyorum. Bir çöplük içinde cenazelerimizi üst üste istifleyerek defnetmişlerdi. Bu toplu mezardır. Cenazenin bütünlüğü bozulmuştu…. Cenazemizi götürürken de çok ciddi sorunlarla karşılaştık. Sadece bir insandan bir parça kalmış. Onu bile defnetmemize zorluk çıkardılar. Mezarlıktan amcaoğlumun yanına gömmek istedik. ‘Olmaz 100 metre ilerisinde gömün aksi takdirde izin vermeyiz’ dediler. ‘Ya bu saatte gömeceksiniz, oraya değil buraya gömeceksiniz’ söylemleriyle bizlere çok zorluklar çıkartıldı. İki kişiden fazla kimsenin [defin merasimine] katılmasına istemiyorlardı.”

Bu sözler, İstanbul Kilyos Kimsesizler Mezarlığı’na defnedilmiş PKK gerillası Ferhat Can’ın kardeşi Hanifi Can’a ait. 2005 yılında PKK’ye katılan Ferhat Can 2012’de Bitlis’te çıkan bir çatışmada yaşamını yitirir. Ancak Can’ın ölüm haberini ailesi iki yıl sonra alır. 2014’te Bitlis Savcılığının Can’ın hayatını kaybettiğini ve Malatya Kimsesizler Mezarlığı’nda olduğuna aileye bildirir. Bunun üzerine aile DNA testi yaptırır ve bunun sonucunda Can’ın cenazesi Garzan Mezarlığı’na defnedilir. Ancak bu Can’ın ölü bedeninin son defni değildir. 19 Aralık 2017 tarihinde iş makineleriyle yıkılıp farklı tarihlerde buraya defnedilen 267 kişinin kemikleri mezarlarından çıkarılarak İstanbul Adli Tıp Kurumuna (ATK) gönderilir. Buradan çıkarılan ölü bedenlerden biri de Can’a aittir. Can’ın ve diğer kişilerin aileleri DNA testi vererek cenazelerin peşine düşer ancak bu cenazelerin akıbetinin ne olduğu ortaya çıkmaz. İki yıl sonra cenazelerin bu sefer de İstanbul Kilyos Kimsesizler Mezarlığı’na defnedildiği ortaya çıkar. İki yıl sonra DNA eşleşmesi sonucunda kimlikleri belirlenen 10 kişi arasında bulunan Ferhat Can’ın kemikleri, ailesi tarafından Kilyos Kimsesizler Mezarlığı’ndan alınarak, 14 Aralık’ta Bitlis’in Ahlat ilçesine bağlı Dilburnu (Dizirok) köyüne defnedilir. Can’ın ölü bedeni böylece sekiz yılda dört ayrı mezarlığa defnedilir. Yıllardır Can’ın ölü bedeninin peşinde sürüklenen aile bunun son defin olup olmadığından emin değildir. Nitekim üzerinden 7 yıl geçtiği halde Garzan Mezarlığından çıkarılan 267 kişiden yalnızca 24 kişinin cenazesi ailesi tarafından teslim edilmiştir. 

2013 ila 2015 yılları arasında durmuş olsa da yoğun çatışmaların, şiddetin, işkencelerin ve zorla kayıpların yaygın biçimde sürdüğü 90’ların başından günümüze kadar geçen süre ölü bedene yönelen şiddet açısından özel bir yere sahip. Sokak ortasında aniden beliren ve topluma dehşet bir korku saçan zorla kaybetmelerde, işkencede, yargısız infazlarda ve toplu ölümlerin gerçekleştiği çatışmalarda ölenlerin büyük çoğunluğuna ne olduğunu, önemli bir kısmının kim(ler) tarafından öldürüldüğünü ve büyük çoğunluğunun nerelere defnedildiğini veya defnedilmeyip nerelerde açıkta bırakıldığını bilmiyoruz. Ancak bu yıllarda cenazelerin çıplak biçimde teşhir edilmesi, üst üste atılarak veya üzerine basılarak fotoğrafların çekilmesi, uzuvlarının kesilmesi, araçların arkasında sürüklenmesi, kimi zaman beden bütünlüğünün bozulması ve açıkta bırakılması şeklinde tezahür eden şiddet fragmanları Kürt toplumsal hafızasındaki yerini bütün canlılığıyla koruyor. Bazı cenazelerin layıkıyla defnedilmediği yol kenarlarında, foseptik çukurlarda, çöplüklerde, toplu mezarlarda ve boş arazilerde bırakıldığı 2000’ler sonrası yapılan çalışmalar sonucu ortaya çıktı. 

Öte taraftan Kürdistan’da yaygınlaşan bu şiddet son yıllarda adım adım bütün Türkiye’ye yayılmıştır. Nitekim nekropolitika Türkiye’de ne yalnızca direnişçi Kürt ölü bedene yönelik tesis edilmiştir ne de belli bir zaman aralığında uygulanmıştır. Türkiye’de ölü bedenlere yönelik süren şiddete ilişkin farkındalığın oluşması ve bu şiddetin son bulması için 2021 yılından beri çalışan Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi’nin yürüttüğü çalışmalarda ortaya çıktığı gibi bu şiddet hem tarihseldir hem de bütün topluma yayılmıştır: 

“Türkiye’de makbul vatandaş olarak kabul görülmeyen halklar ve toplumsal kesimlerin ölülerine, cenazelerine ve mezarlıklarına karşı doğrudan ya da sivil güçlerin kışkırtılmasıyla uygulanan şiddetin derin kökleri Türkiye tarihi ve Osmanlı’ya kadar uzanmakta. … Bu türden saldırılar Kürtlerin cenazeleri ile sınırlı değil. Ermeni, Süryani, Êzidî, Yahudi mezarlıklarına saldırılardan Alevi cenaze ritüellerini engellemeye, muhalif cenaze ve mezarlarına saldırılar, nefret cinayetlerinde yaşamını kaybeden kadın ve LGBTİ+ların cenaze definlerinin engellenmesi ve göçmenlerin ölülerine yapılan eziyetlere kadar geniş bir yelpazede pek çok gruba yönelik benzer saldırılar sistematik olarak uygulanmaktadır.”

 

Devletin Egemenlik Sınırları ve Kamusal Yasın Ayrımcı Dağılımı 

Bugüne kadar, ne 90’lar itibariyle farklı biçimlerde Kürdistan’da yoğunca yaşanan ölümler ne de bu ölü bedenlere yapılan eziyetler Türkiye kamuoyunda doğru kavramlarla konuşuldu. 2016’da kentlerde yaşanan çatışmalarda olduğu gibi ölü bedene yönelen vahşet ya sessizleştirildi ya da Türk kamusal alanında meşrulaştırılarak konuşuldu. Varlığı inkâr edilen bir halkın, binlerce ölüsü çok daha şiddetli biçimde yok sayıldı. Devletin kurucu kimliğinin sınırları dışında kalan bütün dillerin, kültürlerin, inançların, cinsiyetlerin, hayatların ve nihayetinde ölümlerin inkâr edildiği bir kamusal alanda, çatışmalarda hayatını kaybetmiş Kürtlerin yasları çok daha katı biçimde yasaklandı. Aynı çatışmalarda ölmüş askerlerin yas tutma pratikleri sert bir şekilde ayrıştırıldı. Devletin kolluk güçlerine ait ölüler “şehitlik” miti etrafından kamusal alanda kutsanıp törenlerle defnedilirken Kürtlerin ölümleri ölümden sayılmadı. Kamusal alanda katı biçimde inşa edilen “yas hiyerarşisi” hızlı biçimde bütün Türkiye’de kural haline geldi. Devlet ve Türkiye kamusal alanı nezdinde yaşamları yaşamdan sayılmayarak Giorgio Agamben’nin deyimiyle homo sacer olarak konumlandırıldı. Dehümanizasyon kurgusunun bir parçası şeklinde yaşamları “terörist” olarak kodlanan direnişçi Kürtlerin ölümleri ise “leş” kategorisine indirgenmek istendi. Ölümleri televizyon ekranından Türkiye toplumuna “etkisiz hale getirme” şeklinde ilan edildi.  

Benzer şekilde yakınlarının yas tutma pratikleri katı biçimde yasaklandı. Cenazenin olmadığı durumlarda dahi, ki çoğunlukla cenazelerin alınması güçtü, taziye kurmak isteyen yakınlarının talepleri engellendi. Kürdistan’da binlerce kişi ölülerini arama mücadelesinden vazgeçmese de bu çaba çoğunlukla şiddetli biçimde baskılandı. Çatışmalarda yaşamını kaybedenlerin cenazelerinin alıkonulması, ailelerine teslim edilmemesi, cenazelerinin alınmasının engellenmesi ve yas tutmanın yasaklanması yarım asırdır Kürdistan’da sistemli bir politika şeklinde sürmektedir. Binlerce yakınları sevdiklerine bir mezar kurabilmek için yıllardır kemiklerinin peşine düştü. Böylece binlerce Kürt’ün yaşamı, yasın yasaklanması yoluyla, bir daha eski ritmine kavuşmayacak şekilde alt süt edilmek istendi.    

2013 ve 2015 yılları arasında büyük oranda askıya alınan nekropolitika pratikleri çatışmaların başlamasıyla daha çetin biçimde sürdü. Mezarlıkların saldırıların hedefine gelerek tahrip edilmesi, Hacı Lokman Birlik’in cenazesinin panzerin arkasında sürüklenmesi, Taybet İnan’ın cansız bedeninin günlerce sokakta bekletilmesi, Kevser Eltürk’ün ölü bedeninin çıplak olarak teşhir edilmesi, Hatun Tuğluk’un Ankara’nın İncek semtinde defnedilmesine izin verilmemesi nedeniyle naaşının gece mezardan çıkarılarak Dersim’e gönderilmesi, Bitlis’in Yukarıölek köyünde yer alan mezarlığın iş makinalarıyla yıkılarak burada bulunana bütün cenazelerin İstanbul’a sürülmesi, herkesin salgınla mücadele ettiği bir dönmede Kürtçe harfler gerekçe gösterilerek Kürtlere ait ölülerin mezar taşlarının sökülmesi, bu salgının sürdüğü Ramazan ayında ailelerin mezarlar tahrip edilmesin diye mezarlıkta nöbet tutması, cenazelerin kargoyla ailelere gönderilmesi ve “buraya defnederseniz çıkarır yakarız” diyen bir grubun, Kayseri’de Grup Yorum üyesi İbrahim Gökçek’in cenazesine saldırması gibi kavranması güç dehşet verici şiddet pratikleri Türkiye kamusunun gözü önünde peş peşe gerçekleşti. Bunun son örneği ise Rojava’da SİHA saldırısıyla yaşamını yitiren gazeteciler Nazım Daştan ve Cihan Bilgin’nin kendi memleketlerinde gömülmelerine izin verilmemesi oldu.  

Türkiye ve Kürdistan toplumsal hafızasına kazınan bu yeni imgeler birçoklarının kalbini bir daha eski ritmiyle atmamasına neden olsa da ölü bedenlere yönelik şiddet ne 90’lı yıllarda ne de 2015 yılı itibarıyla icat edilmedi. Birbirileriyle bağlantılı olarak gerçekleşen bu fragmanlar süregiden ve hakkında hiç konuşulmayan, uzun zamandır sıradanlaşmış örgütlü ve organize bir kötülüğün bir kez daha hızlı ve şiddetli biçimde olağan seyrine kavuşmasıydı. Hatun Tuğluk örneğinde birçok siyasetçinin dile getirildiği gibi bu şiddet bir istisna değil, Türkiye’de süregiden nekropolitikanın bir parçasıydı. Çünkü devletin hiçbir pratiği yer ve zaman itibariyle rastlantısal değildir. Hele ki Türk devletinin Kürdistan’da yürürlüğe koyduğu politikalar sonucu yaşanan ölümler söz konusuysa tesadüfen gerçekleştiğini söylemek çok daha zor. Öyle olsa bu şiddeti daha üst düzeye taşıyan yeni kanunlar icat edilmezdi. Zira devletin düzenlediği yeni kanuna göre PKK’lilerin çatışmalarda devletin malına verdikleri zarar gerekçe gösterilerek, bunu tazmin etmek için ya aileleri devlete tazminat ödeyecek ya da çocuklarıyla olan bağlarını inkâr ederek reddi-mirasta bulunacak. Böylece devlet, hem çocuklarının peşine düşün yurtsever Kürtleri daha da yoksullaştıracak, hem reddi-mirasta bulunanların aile üyeleri arasına nifak sokarak komünal değerleri parçalayacak, hem de güven ilişkilerini zedeleyerek nihayetinde Kürdistan’da devletlu bir nizam tesis edecekti.

Peki, devlet Kürtlerin ölülerinden ne istiyor? Çünkü ölümün Kürt toplumsal alanı üzerindeki etkisini ve gücünü en iyi devlet biliyor. Çatışmalarda hayatını kaybetmiş Kürtlerin mezarlıklarına yönelik saldırıların sebeplerini anlamak için söz konusu ölümlerin ve bu mezarlıkların toplum üzerindeki etkilerini bilmek önemli. Tıpkı yaşamlarının ve mücadelelerinin olduğu gibi bu kişilerin ölümleri de Kürt toplumunda büyük bir etki yaratmaktadır. Çatışma, zorla kaybetme, işkence gibi olağandışı süreçlerde gerçekleşmiş bir ölümün sandığımızdan çok daha fazla bir güce sahip olduğunu devletler iyi biliyor. Politik ölümün gücü öyle bir güçtür ki bu sadece toplumsal alana değil aynı zamanda siyaset alanına önemli bir şekilde nüfuz ve bu alanı dizayn edebiliyor. Ölüm belli bir amaç yolunda gerçekleşmiştir. Bu nedenle tıpkı yaşamında olduğu gibi ölümünde de bu kişiler topluma önemli bir saygınlık ve direniş kültürü bırakmışlardır. Çünkü antropolog Katherine Verdery’in dediği gibi ölü bedenlerin siyasal bir yaşamı vardır: 

“Ölü bedenler önümüze bir özgeçmiş ile birlikte gelir. O özgeçmiş bizim o ölü bedenleri onlarla aynı hayatı süren başka insanlarla özdeşleştirmemizi sağlar. Onların bedenine yapılanlar, hayattayken onlarla aynı kaderi paylaşanlara yapılmak istenilenin bir göstergesidir. Bedenleri hem ölü hem diridir. Fiziken ölü olsalar da siyaseten yaşamaktadırlar. Ölü beden ve ölü bedene yapılanlar siyasetin en çıplak halidir.” 

Bu nedenle geride kalanın boynuna asılı kalan, sadece sevilen kişinin kaybı değil, aynı zamanda yarım kalan mücadelesidir.

 

Bir Hafıza Mekânı Olarak Mezar ve Hafıza-Kırım Pratiği Olarak Mezarlık Saldırıları 

Mezarın tarihle ilişkisine dair özellikle antropoloji disiplini son iki yüz yıldır önemli çalışmalar ortaya koymuştur. Hem ölümün geleneksel toplum içerisindeki yeri hem de hafıza ile mezar ilişkisine dair yapılan çalışmalar “tarihin mezarda başladığını” ortaya koymaktadır. Nitekim mezarlıklar hafızayı muhafaza eden temel materyallerin biriktiği bir mekan olarak karşımızda durmaktadırlar. Yine arkeolojik kazılarda ortaya çıkan lahitlerde gündelik yaşamdan yaşanan savaşlara kadar, mezarlar tarih hakkında bize önemli bilgiler ve bulgular sunmaktadırlar. Bu nedenle mezarlıklar insanlık için hem geçmişte yaşanan halkların, inançların ve kültürlerin varlığına hem de var olma biçimlerine ilişkin bilgilerin muhafaza edildiği birer hafıza mekânıdır. 

2013 yılı ila 2015 yılları arasında inşa edilen, farklı tarihlerde yaşanan çatışmalarda hayatını kaybetmiş PKK’lilerin toplanarak defnedildiği mezarlıkları birer hafıza mekânı olarak tanımlamak mümkün. Pratikler ve anlatılar yoluyla burada oluşan hafızanın yanı sıra, mezarlıklar birer hafıza mekânı olarak kurgulanmıştır. Politik ölümler Kürt toplumsal hafızası açısından önemli bir yere sahip olduğu gibi bu mekânlar bu hafızaya dair birçok veriyi muhafaza etmektedir. 

Dersim’de kurulan mezarlık bir hafıza mekânı olarak kurgulanmış ve inşa edilmiştir. 1938’de katledilen ancak layıkıyla defnedilmemiş Haydaran ve Demenan Aşiretleri’ne mensup direnişçilere ait olduğu belirtilen kemikler Laç Vadisi’nden toplanarak buraya defnedilmiştir. Bununla birlikte TİKKO gerillalarına ait olduğu belirtilen mezarların burada defnedildiği belirtilmiştir. Sol devrimci önderlerin fotoğrafları mezarlık duvarlarına asılmıştır. Böylece burada 38 ve 90’ların hafızası ile sosyalist devrimci hafıza bir araya getirilmiştir. Bu nedenle bu mezarlıkta sadece Kürdistan’daki şiddetin sürekliliğini değil aynı zamanda süreklileşmiş direniş hafızasını da görmek mümkündü. Öte taraftan burada hem Cami ve hem Kilise hem de Cemevine benzer bir mekânın inşa edilmiş tarihsel olarak bu topraklarda var olagelmiş inançlara eşit bir mesafeyi temsil ediyordu. Cenazelerin üzerinden çıkmış eşyaların burada sergilenmesi burayı henüz tarihi ve romanı yazılmamış bir mücadeleye dair hafızayı muhafaza eden bir hafıza mekânı kılmaktaydı. 

Bütün bu nedenlerden ötürü, 2015 güzünde henüz başlamamış müzakerelerin son bulmasının ilk göstergesi olarak mezarlıkların bir kez daha ve daha şiddetli biçimde şiddetin hedefi haline gelmesi rastlantısal değildir. Çünkü tarih boyunca mezarın tarihle, Kürt direnişçilerin mezarlarının Kürt toplumsal hafızasıyla, ölümüm politikayla ve devlet saldırılarının ise egemenlikle sıkı bir ilişkisi vardır. Çünkü ölünün gömülmesi, bedenin toprağa kazılmasıdır. Bu bir biçimiyle hafızanın mekâna kazılmasıdır. Mezara yönelik her saldırı aynı zamanda hafıza mekânına yönelik bir hafıza-kırım girişimidir. 

 

Nekropolitika ve Kürdistan’da Yasın Direniş ve İnşa Sahnesine Dönüşmesi

Kürtlerin maruz kaldığı mezarsızlık yeni bir mesele değil. “İki Said bir Seyyid”in mezarsız bırakılması bunun açık kanıtı olarak yüz yıldır önümüzde durmaktadır. Devletin Kürdistan’daki egemenlik sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğini ortaya koyan temel göstergelerden biri Kürtlerin nasıl öldüğü ve bu ölü bedenlerin nasıl bir muameleye maruz kaldığıdır. Zira bu iki pratik de egemenlikle ilişkilidir. Devlet egemenliğini tesis ederken kimlerin yaşaması ve kimlerin ölmesi gerektiğine karar vermektedir. Ancak, Yakarıcılar ve Antigone tragedyalarında karşımıza çıktığı gibi Antik Yunan’dan beri “cezaların en büyüğü” şeklinde yasın yasaklanmasına hep bir itiraz ve direniş eşlik etmiştir. Kürdistan’da da yas bir direniş ve inşaya yol açmıştır. 

Yasın Kürdistan’da kapanmaya yol açtığını belirtmek çok zor. Kürdistan’da yas doğasına aykırı biçimde bir direnişe yol açmış ve yeni bir politik kültür yaratmıştır. Kürdistan’daki ilk serhildanlar cenaze törenleri üzerinden gerçekleşmiştir. 1989 yılında Savur’da PKK komutanlarından Kamuran Dündar’ın 12 arkadaşıyla birlikte girdikleri çatışmada yaşamını yitirmesiyle ilçede binlerin katılımıyla görkemli bir cenaze töreni düzenlenmiş ve defin töreni serhildana dönüşmüştür. Vedat Aydın’ın 1991 yılında Diyarbakır’da gerçekleştirilen cenaze töreninde karşımıza çıktığı gibi yüzbinlerce kişinin bir araya geldiği defin törenlerinde bu etkiyi görmek mümkün.

Cumartesi Anneleri, kayıp yakınları, Barış Anneleri, MEBYA-DER ve ANYAKAY-DER deneyimlerinde ortaya çıktığı gibi devletin bütün yasaklamalarına rağmen politik ölü bedenlerin aileleri, yakınları, sevdikleri ve yoldaşları yaslarını layıkıyla tutabilmek için her türlü şiddeti göze alarak mücadele etmiş, sevdiklerinin peşine düştüler. Ölü bedenin bir savaş alanına dönüşmesi politik ölüm etrafında bir kültür yarattı. Bunun direniş ve yeni inşa geleneği Kürdistan’dan taşıp Türkiye kamusal alanına aktı. Nitekim zorla kaybedilme hakikatini haykıran Cumartesi Anneleri ve kayıp yakınlarının yas tutuma mücadelesi bir taraftan Türkiye kamusal alanında yaratılmış ayrımcı yasa ve yas hiyerarşisine şiddetli bir saldırı şeklinde gerçekleşirken diğer taraftan bu mücadele Galatasaray Meydanı başta olmak üzere meydanları direniş sahnesine çevirdi. Benzer şekilde yıllarca ne yaşamları ne ölümleri ne de ölü bedenlerine yapılmış eziyetleri dile gelmeyen PKK’lilere dair söz kuran Barış Anneleri’nin her çabası yas sahnesinde direniş repertuvarının yeniden tasavvur edilmesine yol açmıştır. 

Bununla birlikte politik ölüm Kürdistan’da bir kültür yaratmıştır. Bu ise burada yeni bir politik öznelliğin inşasına yol açmıştır. Bununla birlikte ölü bedenlerin ihmal edilmesi ve şiddete uğraması, bunun karşısındaki mücadele Kürt toplumsal belleğinde yeni bir hafıza biriktirdi. Direnişe ve direnenlere ait imgeler mezarlıklardan ve defin törenlerinden taşarak bütün topluma adım adım yayıldı. Özellikle PKK’lilere ait mezarlıkların kurulması matemin kolektif tutulmasına ve hafızanın buralarda birikmesini beraberinde getirdi. Yas evleri kurdular. Devletin politik ölüm etrafında inşa ettiği necropolitkaya karşı Kürdistanlılar yeni direniş stratejileri, dayanışma ağları ördüler. Kamusal alana mobilize olarak siyasete yön verdiler. 

 

Sonuç Yerine Son Perde

Bir kez daha neyse ki ve ne güzel ki barış ihtimali üzerine düşündüğümüz bir eşikteyiz. 2013 yılında barış umudunun Diyarbakır Newrozun’da ilan edilmesi sonrası barışın sembolü olarak yapılan en temel çalışmalardan biri, 90’lar boyunca yaşanan çatışmalarda hayatını kaybetmiş ancak layıkıyla defnedilmemiş PKK’lilerin cenazelerinin toplanması ve uygun biçimde defnedilmesi olmuştu. Bu ise barış umudunu pekiştirmiştir. 2015 yılında barış umudunun ortadan kalkmasının en sert göstergesi yine mezarlıkların yıkılması ve hatta Dersim’de olduğu gibi havadan bombalanması olmuştu. 

Çatışma çözümü ve kalıcı barış hakikatin açığa çıkması ve yüzleşmeyle mümkün olabilir. Hakikat ve yüzleşme ise toplumların başına nelerin geldiğini görmek, anlamaya çalışmak ve toplumsal alana içeriden bakmakla mümkün. Her ne kadar son örneği olan Kolombiya’da görüldüğü gibi çatışma çözümlerinde ölü bedenlere yapılanlara çözüm ve müzakere başlıklarında yer verilmese de ölüleri hesaba katmayan hiçbir çözüm kalıcı olamaz. Ve bir halkın ölüsüyle barışmayan bir devlet dirileriyle barışamaz. Politik ölüm, devletin bu ölüm üzerinde kurduğu egemenlik ilişkisi ve Kürtlerin buna karşı kurduğu politik öznellik üzerine düşünmek çatışmanın çözümünde önemli bir eşiktir. Bu nedenle bugün her zamankinden daha fazla politik ölüm üzerine düşünmek zorundayız. Geçmişten günümüze kadar ölü bedene yönelik her pratiğin siyasetin bir parçası olduğunu akılda tutarak ölüm üzerine düşünmek zorundayız.  

Öte taraftan, bugün salt kapitalist hegemonik güçlerin Kürdistan üzerine büyük pazarlıklar yapması dolayısıyla değil, Kürdistan’a dair her örüntünün pozitivist kategorilere indirgeyen ve iktidara hizmet eden bir epistemolojik egemenliğin hüküm sürmesi ve Kürdistanlıların her tahayyülünün yalnızca bir siyasi kategorizasyona sıkıştırılması nedeniyle politik ölüm ve Kürdistan’daki politik öznellik üzerine düşünmeliyiz. Kürdistan kişiliğinin ve politik öznelliğin inşasında politik ölümün yeri zannettiğimizden çok daha önemli. Zira yarım asırdır sömürgeciliğe karşı süren özgürlük mücadelesinin şekillenmesinde devrimcinin ölümü sanıldığı gibi sadece Kürt Özgürlük Hareketini, devrimcisini ve siyasal habitusunu değil, Kürdistan toplumsal alanını, kültürel, ekonomik ve sembolik habitusu kadar gündelik yaşamını ve eylemini derin biçimde etkiledi ve şekillendirdi.  

Yeni siyasal tahayyüllere ve yeni yaşamlara yeni pencerelerin açıldığı bu eşikte Kürdistan’daki politik ölüm kültürünü, ahlaki politik toplum ve komünal değerleri bir arada yaşamanın ve çoğul varoluşlara kapı aralamanın imkanlarına dönüştürmek bugün her zamankinden daha önemli. Çünkü en başta kaydettiğimiz gibi birlikte ölmek birlikte yaşama tahayyülüne sıkı biçimde bağlıdır. Ancak tam da bu noktada, Kürt ölü bedeni üzerine yıllardır bir egemenlik savaşının sürdüğü bir zaman ve mekanda Kürtlerin ve gelecek tahayyüllerinin, Kürdistan’da yaşayan her türden varlığa ve varoluşa alan açması bir erdem değil, zorunluluktur. Her kültürün, inancın, halkın ve canın ölüsüne saygı duyması Kürdistan’da eşitler arası bir hukukla bir arada yaşamanın asgari ilkesidir. Alevilerin, Êzidîlerin, Ermenilerin, Süryanilerin; kadınların, queerlerin ve mültecilerin ölü bedenine saygı duymayan bir Kürt personası ne ahlaki politik kültür değerlerini benimseyebilir ne de çoğul özgürlüklerin ve varoluşların inşa edildiği bir Kürdistan inşa edebilir. 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.