“Ölürse tenler ölür canlar ölesi değil”
Dünyada yaşayan her toplumun/topluluğun zaman ve mekan içerisinde inançlarına, kültürlerine, tarihsel hafızalarına uygun olarak ölüye saygı ve mezar ile ilgili çeşitli törenleri, ritüelleri mevcuttur. Belki de ölüye saygı insanlık tarihi boyunca büyük anlamlar taşıyan, hemen hemen birçok toplumda bu saygının ifade ediliş biçimleri olan bir kavramdır diyebiliriz. Ölü ya da ölmek durumu toplumlarda saygı, korku ve gizemi barındırmaktadır.
İnsanın ölüme ilişkin tavrı, ritüelleri, söylemleri, düşünceleri, ölümü anlamlandırma çabaları ilk çağlardan günümüze kadar devam etmektedir. Mitolojik evrden başlayarak; dinsel, felsefi ve bilimsel evre şeklinde ifade edebileceğimiz hakikati arayış evrelerinde ölüme dair anlam arayışları devam etmiştir.
İnsanı diğer canlı türlerinden ayıran en önemli özelliklerinden birisi olan düşünsel ayrıcalık, insanı ölüm bilgisine sahip tek canlı konumuna getirmiştir. Yaşam kadar ölümün de kaçınılmaz olduğu gerçekliği sadece insan tarafından bilinmektedir. Bütün canlı varlıklar da kendi varlığını devam ettirme, biyolojik varlıklarının devamı için öz savunma oluşturma şeklinde tutumları vardır. Ölümün kaçınılmaz olduğu, bununla ilgili çeşitli tutumların sergilendiği, bir hafızanın inşa edildiği gibi özellikler insana ait özelliklerdir.
İnsan öleceğini bilir. Bu kaçınılmaz olan sona er ya da geç karşılaşacaktır. Peki bir gün öleceğini bilmek insanın ruh yapısı üzerinde nasıl etki yaratmıştır? Kaçınılmaz olanın bilgisi ile yaşamak insanın duygu dünyası üzerinde etkileri nelerdir? Ölüm ve yaşam insan için ne anlama geliyor? Yaşamı kabul ederken, kutsarken, haklı gerekçeler ileri süren insan; ölümü kabullenirken, hangi gerekçelerle normalleştirmiştir? Hangi söylem, gerekçe ölümü kabul edilebilir bir alana çekmiştir? Ölümü kabullenmek toplumda buna meşruiyet sağlamak inanç iktidarı ile ilişkisi nedir? İktidar alanının ölüme karşı geliştirdiği tepkiler, ölümden kaçış ya da ölümsüzlük arayışı Hangi tutumlara yol açmıştır? İktidar temsilcileri kendileri de ölü durumunda olmalarına rağmen, ölüler dünyasına yönelik hangi söylemleri geliştirmişlerdir? Toplumsal yaşamda bireyler ve toplum üzerinde iktidar kuran egemenler, ölüler dünyası üzerinde de iktidar kurma çalışmalarını nasıl inşaa ettiler? Kadim dönemden günümüze kadarki iktidarcı anlayışlar, bu anlayışların temsilcisi olan kişiler insanın ruhuyla nasıl bir ilişki içine girdiler? Yaşarken insana hükmeden iktidarcı zihniyet, insanlar öldükten sonra onlara nasıl hükmetmiştir? Daha nice, nice sorular insan iktidarının ölüme karşı geliştirmiş olduğu hükmetme anlayışıyla ilişkili derinlikli cevaplar gerektirmektedir? Özellikle tarihsel antropolojik ve arkeolojik veriler göz önüne alındığında, ölüler dünyasında bir iktidar alanı yaratıldığı, bunu inanç iktidarı olarak da tanımlayarak, zihinlerde inşaa ettiklerini görmekteyiz.
Bir Dönüşüm ve Yeniden Doğuş Olarak Ölüm
Atalarımızın ölümü yeniden doğuş olarak tanımlamaları bir nevi doğadaki yaşam döngüsü ile ilintilidir. Kainatı var eden ışıkla (nurla) başlayan varoluş, bütün cümle canın özünü temsil etmektedir. Alemde var olan her şey o cevher de zuhur etmiştir. Alevi inancında insan kainatın aynasıdır. Alevi deyişlerinde dile getirilen “ne var alemde o vardır ademde” kelamı insanın mikro bir evren olduğuna işaret eder. Başka bir ifadeyle insan kainatın özetidir. Hallacı Mansur’un “Enel-Hak” demesi bu hakikatin dile getirilmesidir. Bütün evren o noktadan gelmiş sonra dörde bölünmüştür. Çar anasır olarak tanımlanan bu nur; hava, su ateş ve toprak olarak görülmüştür. Dolayısıyla insan bu bütünün bir parçasıdır. Başka bir ifadeyle, kainat bir derya ise insan da bu deryanın bir damlasıdır. Damla deryanın kimyasını, özünü taşır. Hak o nurda var olmuştur. Bu perspektifle düşünüldüğünde hak insanın özünde gizlidir. Nasıl ki çar anasır sürekli devriye halindedir, bir yaşam çemberini oluşturuyor, sürekli kendisini yeniliyorsa, insan da bu çemberin bir damlası ise, sürekli kendisini yeniler, yeni doğuşunu gerçekleştirir, yok olmaz.
Alevi inancında doğadaki cümle can doğanın işleyişi kurallarına göre varlığını, birliğini dirliğini devam ettirir. Doğadaki her şey yaşam çemberi içerisinde; bir düzen, ahenk içinde gelişmektedir. Mevsimsel döngü, doğadaki varlıklar, güneş ile ayın doğuşu, etkileşimleri, insanın dikkatini çekmiş ve zamana büyük bir anlam yüklemiştir. Bu döngü zamanı geldiğinde yeni biçimler oluşturacak, ayrışacak, sürekli döngü hali yeniden doğum, yaşamın sonsuza kadar devam edeceği düşüncesini insanların zihninde oluşturmuştur. “Canlar ölesi değil” söylemi ölümü bir aşama, yeniden bir doğuş olarak tanımlanmıştır. Adeta bir yaşam çemberi içerisinde don değiştirme olarak kabul edilir. Doğa ve evrenle uyumlu bir şekilde sürekli bir dönüşüm, devriye hali olarak düşünülür. Alevi süreklerinin hepsinde ölüm bir bitiş, bir sonlanma değil, bir dönüşüm olarak kabul edilir. Ölüm, bir yaşamdan başka bir yaşama “geçiş evresi” olarak tanımlanır “Haktan gelip hakka gitmek” ölümü bir hak olarak kabul etmektir. Nasıl ki bir çocuk anasından doğduğunda Haktan gelir deniliyorsa, biyolojik olarak öldüğünde ise ‘‘Hakka dönüş” Şeklinde kabul edilir. Alevi inancında hiçbir varlık yok olmaz sadece devri daim eder. Alevi deyişlerinde bu olgu “can ölmez, ölen tendir, ölüm ölür ama biz ölmeyiz”, “Hak ölümsüzdür” , “Hak ile bir olmak” ,”Hakk ile Hakkk olmak” ve “Hakk’tan geldik, Hakk’a döneceğiz” şeklinde söylenmiştir. Bu tanımlamada doğadaki dönüşüm, yaşam çemberi esas alınmıştır. Ruhun Tanrı’dan gelmesi itibari ile Tanrı’ya geri döneceği ve tanrının bir parçası olarak ölümü söz konusu edilemeyeceğinden, onun sonsuz yaşama sahip olduğu kabul edilir.” Bu bağlamda doğa ile kadının doğurganlığı arasında bir benzerlik kurulmuştur. Doğanın bereketi kadın doğurganlığı ile uyumludur; dolayısıyla mahsulün bolluğundan kadınlar sorumlu olur; çünkü yaratımın ‘sırrını’ onlar bilmektedir. Burada dinsel bir sır söz konusudur. Kökenini, besini ve ölümü yönetmektedir. Toprak kadınla özdeşleştirilir.” Bütün evrenin semah dönmesi aslında evrenin ruhunun özgürlükten yana, yeniden doğuştan yana, kendini sürekli yenilemekten yana olduğunu ifade eder.
Yaşamın anlamlandırmasına yönelik ilk belirlemelerde dişil özellikler göze çarpar. Başlangıçta yaşamın ana kaynağı Ana kadındır. Ana-kadın; üreme, beslenme ve koruma bakımından doğaya olan benzerliklerinden dolayı toprak ile özdeş tutulmuştur. Toprak Ana ‘‘mezin’’ (Büyük Ana) olarak kutsanmıştır. Bu yönü ile yolun ‘sahibi’ anadır. Sır ondadır. Nur Candadır. Can, Canan ile ananın deryasında damladır.
Reya Hak -Hak-Yol Alevi inancında zaman, yaşam düzgün doğrusal değil, daireseldir. Evrendeki yaşam çemberinin kendisini tekrarlaması, doğanın işleyiş kanunları, İkinci doğadaki toplumsal yaşamın zihin yapısını birebir etkilemiştir. “Doğadaki yaşam-ölüm ve yeniden doğuş döngüsünün ayın döngülerinde, gece-gündüzde, mevsim geçişlerinde, ağaç, bitki, hayvanların yaşam ve ölümlerinde tekrarlandığını gözlemleyen ana-atalarımız ölümü bir son, bitiş, yok oluş olarak değerlendirmek yerine başka bir forma geçiş olarak yorumlamışlardır. Hinduizm’de reenkarnasyon, ruh göçü gibi kavramlarla ifade edilen bu gerçeklik, günümüze kadar birçok inanç ve dinde de yansımasını bulmaktadır.
Alevilik, Ezidilik, Nusayrilik, Ehl-i Hak, Yaresanlık gibi inançlar buna örnektir. “Don guhertin, Kiras guhertin, Don be don, koç kirin” ölüm yerine kullanılan ve dönüşümü ifade eden tanımlamışlardır. ‘‘Kiras guhertin’’ Kürtçede elbise değiştirmek manasına geliyor. Buradaki manası fiziki anlamda bir elbise değişikliği değildir. Batıni manada ‘‘Hakka dönmek”, yaşam çemberi içerisinde yeni bir formda görünür olmak, hava, su, toprak ve ateşle ikrarlaşarak başka bir bedende zuhur etmek, şeklinde tanımlanabilir. Başka bir ifade ile “Hak ile Hak olmak’’ manasına gelir. “Don değiştirmek” doğada yeni bir bedende görünür olmaktır. Kürtçe‘de ‘‘xweza’’ kelimesinin doğa, tabiat anlamına gelmesi bu bakımdan son derece önemlidir. “Xwe” Kendisi, “Za” ise doğum anlamına geliyor. Kendi doğumunu gerçekleştiren anlamına gelmesi ve bunun tabiatla doğayla özdeş olması; bütün cümle canan sürekli doğuş halinde olduğunu, hiçbir şeyin yok olmadığını, kendini yenilediği manasına gelmesi, doğadaki bütün canlı varlıklar da dahil olmak üzere insanın da bu yaşam çemberi içerisinde başka bir formda don değiştirdiğinin ifadesidir. “Kaçınılmaz olanın bilgisi ile yani ölümle yaşamak, aslında insan için sürekli bir kriz halidir. Ölümü kabul edilebilir bir alana çekmek ve onun bilgisi ile yaşamaya katlanabilmek gerekmektedir. İşte insan, bunu ölümü içe-toplumsal bünyesine alarak başarabilmiştir. Topluluk içi yaşamda ve ritüellerinde ölümü sık sık işlemiş ona saygı göstererek bunu toplumsallığına kabul etmiş. İnancın ve kültürün hammaddesi durumuna getirmek” amaç edinmiştir.
Hünkâr Hacı Bektaş Veli; ‘‘Ruh dediğimiz, can dediğimiz ya Şah, ya Hak (Xweda- Allah) dediğimiz, dört kapıda candır. Beşler ise Hakk’ın kudret elidir. Cevher de uyur, bitkilerde uyanır, hayvanlarda hareket eder, insanda bilinci gelir. Can bedenden ayrıldığında yel yele, od oda, su suya, toprak toprağa, can cana, Hakk’a gider” demektedir. Ölümün bir hak olduğu ve devinimsel bir işleve sahip olduğu inancı, birey, toplum ve kozmik düzen arasında ikrarlı yaşayabilmesinde önemli bir zihinsel olgunlaşmadır. Toplum ile kozmos iç içe geçmiştir. Hakk’a yürüyen her can devinim halinde olarak kozmosa katılır, havada, suda, ateşte ve toprakta sürekli görünür olur, kozmosa gider gelir.
Alevi inancında, doğum hakkı, doyum hakkı ve ölüm hakkı (Hakka yürüme) cümle canın varoluşudur. Kainattaki cümle can doğum halindedir sürekli kendi varlığını devam ettirir. Sürekli varoluş hali mevcuttur. Var olan her ‘cümle can’ bir libasa bürünerek görünür olur. Bu görünür olma hali aynı zamanda yaşam hakkı anlamına da gelir. Doğup yaşayan cümle can bir gün hakka yürür, bu da bir haktır. Hakka yürümek (ölüm) Hakkın emri, rızasıdır. Kainatta bu üç hak birbiriyle varoluşsal bir ilişki içerisindedir. Bu ilişki hali aynı zamanda toplumsal ekolojik ilişki halidir. Bu varoluşsal çemberinde mevcut haklardan biri ihlal edilirse ya da kendi doğal mecrası dışında bir müdahaleye uğrarsa, birbiriyle olan ikrarlı ilişkisi bozulursa kaos hali kendini doğurur.
Mezar Ya Da Evrenin Rahmine Geri Dönme
Bir bebek ana rahminden dünyaya geldiğinde yıkanır, beyaz bir bezle kundaklanır, anasının kucağına verilir. Yaşaması için evrene nefes vermesi gerekiyor veya nefes alması gerekiyor. Bunun için de ağlaması gerekir. Ağlamak kainat ile ilişki kurmaktır. Hava ile ilk ikrarlı ilişkisidir nefes. İkinci önemli ikrarlı ilişkisi ana sütüdür. Ana sütü en güçlü ikrar ilişkisidir. Ana sütü üzerine yemin edilmesi, ananın çocuğunu emzirmesi, bu süreçte harcamış olduğu emeği ölçülemez düzeyde kutsaldır. Doğan her can zamanı geldiğinde büyük ananın rahmine geri geri döner. Bu hakikati Alevi öğretisi şöyle dile getirmiştir “Rahim kapısı Hak kapısıdır. Hakk bu kapıdan tecelli eder.” Bu minvalde bir bakış açısı esas alındığında, Hakka dönmek, toprağın rahmine geri dönmektir. İnsanlık tarihi bize göstermiştir ki, bazı toplumlarda hakka yürüyen can toprağa gömülmez, yakılır, külleri de ırmaklara atılır. Farklı ritüeller de mevcuttur. Ama sonuç itibari ile doğa ile birleşmektedir. “Toplumların ölü üyeyi yolcu etmede kullandıkları tek ritüel gömme işlemi değildir. Göçebe toplumlar başta olmak üzere, ölüyü yemek ya da başka canlılara yedirmek gibi yolları izleyen kültürler de görülmektedir. Beden ruh birliğine duyulan inancın böylesi bir ritüele yol açması imkan dahilindedir. Ölü kimsenin diğer üyelerce yenilmesi; onun ruhunun- gücünün içe alınması anlamına gelir. Ölü doğrudan topluma katılır. Yenilen şeyin ruhunun da emilmesi işlemi, belki de ilk iktidar ilişkisidir.”
Elimizdeki mevcut arkeolojik verilere bakıldığında ilk ölü gömme mekanları mağaralardır. Ölen can mağaraya gömülmüş ya da mağara ortamında bırakılmıştır. Bu ortam aynı zamanda insanların yaşadığı ortamdır. Yani insanlar ölülerinden ayrı bir yerde yaşamıyorlardı birbirlerine yakındılar. Mağara, aynı zamanda yeniden doğuşun da mekanıdır, adeta ana rahmidir. Birçok filozofun, devreşin, peygamberin mağaralara sık sık gidip gelmesi, zihinsel olarak da yeniden doğuşu ifade etmektedir. Çünkü bulunduğu yer aynı zamanda doğduğu yerdir, rahim ile özdeştir. İktidarın, hegemonik ilişkilerin olmadığı, toplumun en saf en temiz halini ifade etmektedir. Üryanlaşma halidir. Kişi ölse de hala topluluğun bir üyesidir, ölen kişinin ruhu devriye halinde dolaşarak topluma karışır. Ölülerle yaşayanlar arasındaki ilişki ruhsal bir ilişkidir bir iktidar ilişkisi değildir. Başka bir ifadeyle statüler, hiyerarşik ilişki, mezarlarda daha karşılık bulmamıştır.
Ölen kişinin ruhunun devriye halinde olduğu, Bundan dolayı hayattayken kullandığı birçok eşya, araç gereç ruhunu paylaştığı şeylerdir.
Özellikle Neolitik dönemde itibaren birçok yerleşim yerinde yapılan incelemeler sonucunda ölülerin evlerinin tabanlarının altına çeşitli eşyalarla gömüldükleri ve yaygın olarak Hocker (Hoker) pozisyonunda gömüldüğü görülmüştür. Ceset fetüsün ana rahmindeki pozisyona getirilerek mezara yerleştirilmiştir. Uzmanlar cesetlerin cenin pozisyonunda gömülmesini yeniden doğuşa hazırlama olarak kabul edildiğini söylemektedirler. 40.000 yıl öncesine kadar böylesi ölü gömme ritüellerine rastlandığı biliniyor. Hatta Neanderthal’lerin ölülerini eşyalarıyla birlikte gömdüklerine dahil bulgular söz konusudur. Alevi sürekleri kadim dönemden yakın zamana kadar, yakın zamanda bazı asimilasyon durumları hariç, cesetleri güneşin doğu batı eksenine göre yerleştirirler. Hakka yürüyen canın cemali güneşe bakar. Bu yönü ile bir mezarın hangi inanca ait olduğuna dair de ipuçları mevcuttur.
Hiyerarşik devletçi yapılanmaların ortaya çıkması ile beraber ölülerle yaşayanlar arasındaki ilişki bir daha gözden geçirilir. Başka bir ifade ile toplumun nasıl yaşaması gerektiğine karar verenler aynı zamanda nasıl öleceklerine, nasıl gömüleceklerine, mezarların yerleşim alanlarının neresinde olması gerektiği ile ilgili de karar verenlerdir. Başka bir ifade ile toplumda gelişen hiyerarşik ilişki ağı mezarlıklarda da kendisini göstermiştir. Bunun en somut örnekleri Mısır firavunlarının piramitleridir. Tanrı kralların kozmik tasarımları keşfetmeye başladıklarından itibaren, toplumu da gökyüzündeki düzene göre dizayn etmeye başlamışlar. Piramitlerin dizayn edilmesi, birbirlerine göre konumlanışları yıldız sistemine göre yapılmıştır. Bu konumlar bile tanrı kralların yeryüzündeki iktidarıyla beraber ölüler dünyası üzerinde de iktidar kurmaya devam edeceklerine toplumu inandırmışlardır. Evren makro kozmos, Tanrı krallar da mikro kozmostur. Halk ise bu kozmosun uydusudur. Tıpkı güneşle ay ilişkisi gibi. Tanrı krallar ölüler dünyasına da düzenlemiş, bu dünyada toplumu nasıl terbiye etmiş iseler, ölüler dünyasında da terazi kurulmuş, ölüler dünyasının toplumu belirlenen ilkeler doğrultusunda dizayn edilmeye çalışılmıştır.
Yapılan arkeolojik çalışmalarda, tanrı krallarla beraber ölüler dünyasında onlara hizmet edecek kişilerin, eşlerinin diri diri gömüldükleri ile ilgili bulgulara rastlanmıştır. Bu gelenek yakın zamana kadar hala devam etmektedir. Bu arkeolojik veriler sadece maddi yaşamı, kültürel yapıları araştırıp incelerken “kadın arkeolojisi temelinde kadın kimliğinin ontolojik çözümlemesi yapılarak düşünsel yapıları da incelemek tarihi açısından ve toplum açısından daha sağlıklıdır. Kadın arkeolojisi de kadın kimliğinin oluşumunun izlerini sürmeyi sağlayan bir yöntemdir. Kadının özne-nesne toplamı olarak incelenmesine dair bir araştırma yöntemidir”
İktidarcı ilişkiler, statüler mezarlarda karşılığını buluyorlarsa mezar aynı zamanda bir kimliktir diyebiliriz. Bir kimlik olduğu gibi, tarihsel ve toplumsal bir hafızayı, toplumun bulunduğu sınıfsal konumu, toplum ve doğayı algılayışı, toplumsal hafızanın görünür olduğu alanlar olarak tanımlamak yerinde bir tanımlamadır. Yaşayanlar ile hakka yürüyenler arasında bir geçiş noktasıdır. Bir mezara sahip olmak aynı zamanda bir kimliğe, tarihsel hafızaya sahip olmak anlamına geliyor.
Ölüye Saygı Mezar ve Adalet İlişkisi
Hemen hemen birçok inançta ölüm bir son değildir. Ölümün son olmadığına dair inançların çoğunda güçlü bulgular söz konusudur. Ölüye, ölünün gömüldüğü mezara gösterilen saygı hem bireysel hem de toplumsal ahlaki ilkelerdendir. Toplumun kutsalına saygı duymak en eski ahlaki ilkedir. Mezar ölü ile toplum arasında bağ kurmayı, ölene anmayı, hatırlamamayı, anılarını yaşatmayı kuran bir bağdır. Ölüm bir son olmadığı için mezar içinde gömülü olanın topluma ve evrene kattığı değerlerin hatırlanması, gelecek kuşaklara aktarılması açısından çok önemlidir. Bu mana ile bir mezarı korumak, mezara sahip olmak toplumsal değerlere sahip olmaktır. Aynı zamanda tarihsel bir kimliği korumak, bu kimliği gelecek kuşaklara aktarmak anlamına gelir.
Alevi inancında mezarlar kutsal mekanlardan birisidir. Toplumu zorda, darda kurtaran, yol gösteren bazı tarihsel kişiliklerle özleştirilmiş mekanlar söz konusudur. Bazen içinde bir ölü olmasa da çeşitli mitolojik söylencelerle toplumu bir arada tutan işleve sahip olur. Toplumun hakikat arayışında başvurduğu yöntemlerden birisi olan mitolojik evre ile ilgili birçok söylence mekanla ilişkilendirilmiştir. Örnek gerekirse Dersim merkezli Reya Hakk Alevi inancında Düzgün Baba ve Munzur Baba, Buyer Ana gibi anlatılan mitolojiler ve bunların yaşam alanı bulduğu mekanlar, bunlara ait olduğu söylenen mezarlar, bu mezarlarla ilgili anlatılan “sırlar” neolitik kültürün, bu kültürle bezenmiş insanın tarihini anlatmaktadır. Bu mitolojilerde neolitik tarihin izleri yoğunca görülmektedir. Bu mekanlar “Bu bölgede yaşayan toplumun zihniyetinin, düşüncesinin, düşlerinin ürünüdür. Mitosu boş, asılsız, temelsiz, salt uydurma olarak ele almak köklerimizi yadsımak anlamına gelir.’’
Mezarlar, toplumsal hafızanın bir parçası olduğundan dolayı ölüm de bireysel değil toplumsal bir süreçtir. Ölülerle ilgili yapılan ritüeller toplumu bir arada tutan, ruhsal bedensel ve zihinsel ikrarlaşmaya meydan açan, kültürün akışkan olduğu, yeni kuşaklara aktardığı etkinliklerdir. Toplumun mezarla kurduğu ilişki, mezarda bulunan kişinin toplumdaki konumuyla da ilişkilidir. Ölünün statüsü, toplumdaki yaşam gerekçesi, toplumsal kimliği mezarda temsilini bulur. İktidarcı anlayışlar kendi hegemonyaları için inşa ettikleri kimlikleri, ölümün normalleştirilmesinde de kullanmışlardır. Tekçi, cinsiyetçi, dinci hegemonik güçler ‘ötekiler’ üzerinde tahakküm kurma, kontrol etme, denetim altına alma, hakikat ve özgürlük arayışlarını engellemek için ölümü anlamlandırma ya da normalleştirme yöntemine başvurmuştur. Özellikle Cumhuriyet modernitesi döneminde Koçgiri ile başlayan ve günümüze kadar devam eden Kürt ve Alevi katliamlarına katılan kesimlerin ‘vatan -millet ve din motivasyonu kullandıkları biliniyor. Mevcut düzenin devam etmesi için “Ötekilerin ölmesi” çeşitli iktidarcı söylemlerle meşrulaştırılmıştır. Genelde bütün hegemonik güçlerde, günümüzde özellikle ulus devlet anlayışlarında, egemenlerin kendi iktidarlarını sürdürebilmeleri için ölümü meşrulaştırmaları mutlak anlamda egemen sömürücü kesimin vazgeçilmez yaptırımlarındandır. Bu yapılar sermaye ve iktidar tekellerini devam ettirmek için, öldürmenin ve ölmenin meşrulaştırılmasını yaşamın merkezine yerleştirmişlerdir. Egemenlerin ötekilerini öldürürken sürekli öldürme olayını meşrulaştırması, sürekli savaş hali yaratarak ötekinde direnme gücünü kaybettirmeyi de hedeflemiştir. Öteki iktidara karşı kendi varlığını, birliğini dirliğini koruyamıyorsa, öz savunmasını oluşturmamışsa egemenler öldürdükçe sevinirler ve bunu da haklı gerekçelere büründürerek, meşruiyet kazandırırlar. Özellikle Cumhuriyetin birinci yüzyılındaki Alevi katliamlarında kitleyi harekete geçirince “isyan ettiler, din düşmanı, camiye saldırdılar, kafir, zındık, komünist” şeklinde kavramlar kullanmaları öldürme eylemine meşruiyet kazandırmıştır.
Mezarlara Saldırma ve Hafıza Kırımı
Ölen her canın mezara yerleştirilmesi ile beraber hafızası da mekana yerleşmiş olur. Dolayısıyla ölen kişinin yaşamdaki bütün pratikleri, zihniyet yapılanması, kimliği, yaşam tarzı, bütün bunlardan oluşan belleği mekanla özdeş hale gelmiş olur. Doğal olarak mezara ya da ölüye saldırı toplumsal hafızaya saldırı olarak ele almak gerekiyor. Özellikle savaş dönemlerinde toplumun hafızasının görünür olduğu mekanlar olan mezarların, ziyaretlerin, kutsal mekanların yakılması, yıkılması, gözden düşürülmesi boşuna değildir. Mezarı ve ölümü anlamsızlaştırma, aşağılama toplumun anlam dünyasıyla beraber toplumun etik değerlerine de saldırmak anlamına gelir. Ölüye, mezara, kutsal mekanlara yapılan saldırı toplumun hafızasına, tarihsel belleğin saldırıdır.
Mekan ve hafıza arasında birebir bir ilişki hali söz konusudur. Toplum mekan üzerinde kendi hafızasını görünür kılar. Toplumsal hafızanın, kültürünün oluşmasında, hafızanın yeni kuşaklara aktarılması, enerjik hale gelmesinde mekan belirleyicidir. “İlk yaratılan insanların yaşadığı mekanı, içinde büyük bir nehrin aktığı ve sonra Pişon, Gihon, Dicle ve Fırat olarak dört kola ayrıldığı bir bahçe olarak tarif etmiştir daha eski inançların kutsal varlık ve mekan olarak seçtikleri de yararlı ve koruyucu olanlardır. Kutsal varlıkları belirlenmiş gün ve saatlerde ziyaret etmek, zamanı en uygun ve yararlı kullanma mefhumu gibi ilkeler de toplum zaman ilişkisinin gücüne işaret etmektedir. Dolayısıyla hangi kültüre el atarsak atalım, Hangi kültür hakkında konuşursak konuşalım, bu işi zamansız ve mekansız yapamayız.”
Geçmişten günümüze kadar iktidarcı anlayışlara karşı, hakikat ve özgürlük arayışında bulunan kişilerin mezarlarının yok edilmesi, cesetlerinin yok edilmesi, ailelerine ya da toplumlarına verilmemesinin temel nedeni toplumu hafızasız bırakmaktır. Çünkü bu kişilere ait mezarlar aynı zamanda bu kişilerin anılarının canlı tutulduğu, yeni kuşaklara aktarıldığı, toplumun direniş gücünün yeni kuşaklara aktarıldığı yer’dir. Bu mekanlar, tarihi bilincinin mekanlarıdır aynı zamanda. Toplumsal hafızadan, tarih bilincinden, bellekten, mekandan kopmak kendini yönetmemektir. “Tarihten ve tarih bilincinden kopmuş toplum ve bireyi yönetmek ve sömürmek çok kolaydır”
Toplumsal hafızadan, mekandan kopmak tarihten kopmaktır, tarihten kopan toplumdan kopar, yaşam anlamsız hale gelir. Birbirinden ayrılmayacak kadar sarmal olan hafıza ve mekan kavramlarının ayrıştırılması iktidarcı, tekçi, devletçi anlayışların en belirgin özelliklerinden biridir. “Toplumu toplum yapan, bir arada tutan, direnme gücü veren, aynı refleksi göstermelerini, aynı duyguyu yaşamalarını ve aynı amacı büyütmelerini sağlayan inançsal, kültürel, tarihsel ve toplumsal ortak manevi değerlere karşı saldırı başlatır. Manevi idol ve sembolleri kutsal değerlerini karalama yöntemiyle itibarsızlaştırarak anlam yitimi hedeflenir. Toplumun moral aldığı değerleri itibarsızlaştırarak dayanak noktalarından mahrum bırakılır.”
Bir toplumun yarattığı maddi manevi değerlerin tümü o toplumun kimliğini oluşturur. Her kültürel değer, yaratıldığı dönemin ruhunu kendi içinde barındırır. Bu kültürel değerleri şekillendiren toplumsal değişimler hızla gerçekleşirken kültürel değişimler ve yeni kültür yaratımları da kaçınılmazdır. Bu tespitten hareketle şunu diyebiliriz; her mezar, her ölüm kendi döneminin gerçekliğini taşır. Devletlerin tekçi, asimilasyoncu politikalarıyla çok kültürlülüğün yok edilmesi amaçlanmaktadır. İnsana kimliğini veren sahip olduğu kültürüdür. Söz konusu insan öldüğü anda o kültürü yok olmuyor. Yaşadıkları, anıları, mücadelesi, toplumdaki konumu defin edildiği mekan ile hafıza mekanı haline gelir. Topluma mal olmuş kişilerin mezarları aynı zamanda birer ziyaretgâhtır. Bu mekanlar aynı zamanda toplumun dar-didar mekanlarıdır. Toplum belirli dönemlerde bu mekanlar üzerinde bir araya gelir, mezarda yatanın tarihsel yaşanmışlıkları anlatılır. Ayrıca bir çok inanca yönelik ritüeller de bu mekanlar üzerinde yeni kuşaklara aktarılır. Bu aktarım sırasında toplumun tarihi dili, folklorik ögeleri, inanç ritüelleri, kültürel direniş damarları yenilenir. Hafıza merkezi haline gelen bu mezarlar üzerinde, mezarda yatan kişinin hayatı anlatılır, kadim bir mezarsa varsa mitolojik öykülerine değinilir. Yakın dönemde ölmüş ise nasıl öldüğü, hangi amaca hizmet ettiği, nasıl direndiği, amacı hedefi ne olduğu yeni kuşaklara anlatılır. Böylelikle bu hafıza merkezleri üzerinde toplum kendisini yeniler. Alevi toplumunun son yüzyılda yaşamış olduğu fiziki ve kültürel soykırım örnek verilebilir. Birer hafıza merkezi haline gelen bu mekanlarda belirleyici olan kişi değil toplumun bütününü yansıtan değerler vardır. Koçgiri deyince Alîşêr Bey, Alişan Bey, Haydar Bey, Zarife Ana akla gelir. Sivas deyince önce Pir Sultan Abdal ve mücadelesi akla gelir. Yakın zamanda Madımak Katliamı ve orada öldürülen canlar akla gelir. Çorum deyince fırına atılan Alevi Pirileri, Maraş deyince kazanlarda kaynatılan Alevi çocukları, Qıjık Dede ve bu kentte Kürt Alevi toplumunun nasıl öldürüldüğü, bazı mahallelerde nasıl direndikleri, en yakın komşuları tarafından nasıl katledildilerini unutmak mümkün mü? Bu soruları çoğaltmak mümkündür? Yakın zamanda Gazi, gezi, Roboski, Suruç, Ankara Gar katliamı bunların hepsi belirli mekanlarla ilişkilimiş, bu mekanlarda bahsedilirken aynı zamanda orada ölenlerin hafızalar da dillendirilir. Özellikle kimliklerinde yeni yaşama dair perspektifsel bir yaklaşım sergileyenler, yeni bir yaşam modelini inşa etmek isteyenler, demokratik bir yaşamla ilgili taleplerini ortaya koyanlar, bunun mücadelesini verenler, ölülerine ve mezarlara sahip çıkmaları bir hafızayı ortaya koymuştur. İktidarcı-tekçi zihniyetler ise bu hafızanın yok edilmesi ile ilgili ciddi boyutuyla uygulamalar içine girmiştir. Dirilere ve dirilerin evlerine olduğu gibi, ölülere ve ölülerin defin edildiği mezarlarına da şiddet uygulanmaktadır.
Ölüme Hükmederek Toplum Üzerine İktidar Kurma
Fransız-Kamerunlu bir filozof olan Achille Mbembe tarafından literatüre kazandırılan ‘‘Nekropolitika’’ kavramı; ölüme hükmederek toplum üzerinde iktidar kurma toplumu denetime alma manasına gelir. Aynı zamanda devletçi anlayışların, hegemonik güçlerin ölüme yol açan ortamları yaratma, bu yaratımla beraber toplumu kontrol etme ve yönetme olarak da tanımlanabilir. Mikro politika kavramı başlı başına bir araştırma ve inceleme konusudur. Biz bu yazımızda kısaca değinip geçeceğiz. Devletçi ve iktidarcı anlayışların yaşayanlar üzerinde iktidar kurup kontrol ve denetim altına almaları ile beraber, ölenlerin, öldürülenlerin, öldürülmelerin bir kontrol aracı haline getiren anlayıştır. Kadim dönemden bugüne egemenler sadece yaşayanları değil yerin dibinde olanları da denetlemek için birçok yöntem geliştirmiş, inanç iktidarını inşa etmiştir. Hiyerarşik devletçi yapılanmaların ortaya çıkmasıyla beraber ölüler dünyasının kontrol edilmesi süreci birçok mitolojik ve dinsel yöntemle inşa edilmiştir. Ölenin, ölünün ve ölümün iktidarla bir ilişkisi vardır. İktidar öldürme yetkisini meşrulaştırırken toplumu ikna edebilecek ötekileştirici bir dil kullanır. Bir taraftan öldürme eylemini gerçekleştirip kutsarken, aynı anda ölen tarafın da ötekileştirilmesi konusunda bir dil oluşturur. Özellikle devletin ideolojik aygıtları bu dili sürekli güncelleyerek, dolaşımda tutarak “öldürmenin normalizasyonu” durumunu yaratırlar.
Özellikle tekçi yapılanmalarda “ötekine” karşı gerçekleştirilen öldürmeler de ya da savaşlarda iktidar bazı kesimleri ölümü “hak etmişler” listesine alabiliyor. Yukarı paragrafta da belirttiğimiz gibi özellikle Cumhuriyet modernitesi döneminde Kürtlere ve Alevilere başta olmak üzere sistemin “muteber olmayan” vatandaşlarına yönelik kullanılan dil bu çerçevedeydi. Siyasal iktidarlar kendi varlıklarını devam ettirmek için, çerçevesini çizdikleri toplumsal düzenin devamı için “ötekilerini” öldürme hakkını kendinden bularak topluma hükmetme gibi bir toplumsal mühendislik projeyi somutlaştırırlar.
Nekropolitika bir başka ifadeyle ‘ötekileri’ kontrol ve denetime almak için bir toplumsal mühendislik projesinin uygulanmasıdır. “Ötekiler-muteber olmayan kesimler” öldükten sonra bile iktidarlardan kurtulamazlar. Ya kendilerine dayatılan anlayışa rıza göstermeleri gerekir, ya da ölmeleri.
Makalemizi Türkiye özelinde konuyu birkaç örnekle tamamlayabiliriz.
Özellikle cumhuriyetin ilk yıllarında Koçgiri katliamında katledilen bir çok Kürt ve Alevi şahsiyetinin mezar yerleri bilinmemektedir. Aynı şekilde Şeyh Said’in de mezar yeri bilinmemektedir. Dersim katliamı sırasında idam edilen Seyid Rıza ve arkadaşlarının mezar yerleri de bilinmemektedir. Yine yakın zamanda yaşananlar var. Teybet Ana’nın, Hacı Lokman Birlik’in öldürülme biçimleri ve cenazelerinin başına gelenleri bilmeyen yoktur. Aysel Tuğluk’un annesi Hatun Tuğluk’un cenazesi yerin dibinde rahat yüzü görmedi. Kargoyla ailelerine teslim edilen cenazeler torbaya kemikleri konularak ailelerine teslim edilenler yine hafızalarda silinmemiştir. Politik ölümlerin hemen hemen çoğu ailesinin ve toplumun geleneksel ritüelleri ile defin edilmemiştir ya da buna engel çıkarılmıştır. Kürt bilgesi Musa Anter’in cenazesi üç kişiyle defnedildi. Birçok siyasetçi cenaze törenlerine katıldıklarından dolayı hakkında soruşturmaların düzenlendi.
Bütün bu yaşananlar daha binlercesi ölenin hatırasına, anılarına, kimliğine, yas tutma hakkı olan ailesine, yakınlarına ya da topluma karşı bir hakaret suçu niteliğindedir. Cenazeyi almak, inancına göre cenaze ritüellerini gerçekleştirmek, bir mezara sahip olmak en doğal bir haktır. Ölüye saygı ve adalet sadece ve sadece ölen insanın mezarı başında dua etmek değildir. Ölüye saygı hakkı, bireysel bir hak da değildir. Adalet ilkesi gereğince herkese kendi kimliğini geliştirebilmesi, inancını yaşayabilmesi, toplumsal hafızalarıyla ikrarlaşabilmesi olmazsa olmaz ilkelerdendir. Hiç kuşku yok ki her kültür, her oluş zaman ve mekanı gerekli kılar. “Mekansız tarihi olmaz” söylemi aynı zamanda hafızanın da mekanla ilişkisini dile getirir. Mezar ölen birisinin bedeninin çürüdüğü yok olduğu bir mekan değildir. Bir mezar taşına sahip olmak bir tarihe, kültüre hafızaya sahip olmaktır. Bu bakımda mezar sadece fiziksel bir yapı değil bir toplumun tarihsel kültürel değerlerinin birikimidir, tabiri caizse bellek deposudur.
Ölen ya da öldürülen her can bir hikayeyi bedeninde barındırır. Bir yaşanmışlığı, zulme karşı bir direnişi, neden ve nasıl yaşadığının hikayesini de barındırır. Bu mana ile bu hikayelerden kaynaklı kendi döneminin de tanığıdır. Yaşadığı dönemin acılarını, baskılarını, eşitsizliği, haksızlığı, adaletsizliği görmüş ve buna karşı bir duruş sergilemiştir. Bu vesile ile ölüye ve mezara saygı bir adalet konusudur. Bir insan yaşatılmış haksızlıklardan dolayı mücadele ederken ölmüş ise bu haksızlıkların ortadan kaldırılması bir adalet arayışıdır.
Alevi inancında her can hakkın varlık deryasında bir damladır. Damlalar deryayı oluşturur. Deryanın kimyası ne ise damla da o özelliklere sahiptir. Derya hak ise insan da o bütünün bir parçasıdır. Bu hakikaten dolayı ‘‘İnsan Hakta, Hak İnsanda” denilmektedir. Mezar insan yaşamının son bulduğu bir yer değil, hak ile tekrar buluşma mekanıdır. Tenler ölebilir ama can ölmez. Bu tespitlerden hareketle ölüye ve mezara saygı Hakk’a olan saygının bir ifadesidir. Mezar yeniden dirilmek için toprağın rahmi ise, mezara saygı aynı zamanda topluma ve doğaya olan saygının da bir ifadesidir.
Sonuç itibari ile mezara saygı doğumu gerçekleştiren anaya ve toprağa ve ölenin yaşadığı topluma olan saygının ifadesidir.
Yoruma kapalı.