Düşünce ve Kuram Dergisi

Ölümü Öldüren Halk 

Fuat Bindal

 

Tarihte birçok halk uygarlık yaratmış, ancak devletli uygarlıkla birlikte,  birçok halk uygarlıklarını yitirdikleri gibi kendileri de dış saldırılar karşısında direnemeyerek yok olmuşlardır. Kürt halkı da tarihin en geniş ve zengin uygarlık değerlerini yaratmış olmasına rağmen, hiçbir istilacı, işgalci, ilhakçı veya sömürgeci güç, Kürt halkını yok etmeye muktedir olamamıştır. Hatta neredeyse beş bin yıllık devletli hegemon güçlerin gözü her zaman Kürdistan coğrafyasında ve Kürt halkının inşa ettiği toplumsallık ve onun etrafında yarattığı toplumsal değerleri ele geçirme umuduyla tarihin her döneminde Kürdistan coğrafyasında savaş ve istila da eksik olmamıştır.

Asur İmparatorluğu’ndan başlayarak son Osmanlı imparatorluğuna kadar bütün imparatorluklar Kürdistan coğrafyasında savaşmış, Kürt halkına karşı şiddet ve vahşet uygulamakta hiçbir ahlaki ve vicdani sınıra takılmadan katliamlar uygulamışlardır. Ama bütün bunlara rağmen Kürt halkı, yarattığı değerlere bağlılığın gereği olarak anayurtlarını asla terk etmemiş, Kürdistan dağlarını koruyucu ana kucağı belleyerek devletli uygarlık sistemini reddedip her dönem direnişle onu kutsamıştır.

Zaten ilk tanıştıkları devletli uygarlık geleneğinin kurucusu Sümerler, onlara “Dağlı halk” anlamına gelen “Kurtiler” ismini takmışlardı. En eski halk olarak Kurtiler, Toros- Zağros dağ silsilesini anayurtları olarak inşa etmiş, yurtlarının coğrafik ve biyolojik çeşitliliğine uygun olarak muazzam zihinsel ve maddi üretimlerde bulunmuş, komünaliteyi yaşamının özü yapmış, tarihin hiçbir döneminde başka halklara kötülük yapmamışlardır. Neolitik dönemin en uzun süren  halkı olarak inşa ettikleri kültürel değerlerin hem yaratıcısı hem de koruyucusu olmuşlardır.

İnsanlık tarihinin en demokratik örgütlenmesi olan konfederasyon formunu benimseyen Kürt halkı klan, kabile ve aşiret yaşamını hala sürdürmelerinde bile, bu konfederasyon tarzı örgütlenmeyle oluşturdukları kültürün çok büyük rolü olmuştur. Michel Foucault’un “modernite insanın ölümüdür” sözüne atfen, onlar kendi yaşam hikayelerini çok daha önceden keşfetmişler ve kökü Verimli Hilal kültürüne dayanan ilk devletli uygarlık olan Sümerlere karşı direnişlerini böyle başlatmışlardır. Yarattıkları uygarlık değerlerine karşılık oluşan devletli uygarlığı her zaman kendileri için bir tuzak olarak görmüş ve ret ederek özgürlük mekanı olarak belledikleri dağlarda özgür yaşamayı, “bajarileşmeye” karşı tercih etmişlerdir. 

Onun içindir ki, Kürt halk geleneğinde özgürlük dağla özdeş sayılmıştır. Dolayısıyla hem özgür hem de anayurdu terk etmeden yaşamanın da dikkat çekici özellikleri vardır. Bu özelliklerinin en başında da ölüm karşısında yarattıkları ritüelleri gelmektedir. Mezar yapma, mezar etrafında yurt tutma; günleri, ayları bulan taziyeler Kürt halkının bir anayurt etrafında toplumsallaşmasının ve toplumsal ilişkilerinin de güçlendiği en temel bağlar olarak oluşmuşlardır. Bu ritüellerle ölümle yaşam arasında sürekli bir bağ kurmayı başarmışlar; “ölüye saygı” gibi en temel ahlaki ilkeye yaşamlarında hep yer vermişler.

Kürt halk kültüründe ölü/mezar kutsanmış, ardı sıra gelen tarihe çok güçlü bir miras bırakmışlardır. Sümer ve Mısır kültürleri bile esas olarak bundan esinlenerek piramitlere kadar varmışlardır. Günümüz dünyasının tapınaklar, mabetler veya toplu ibadet yerlerinin kutsallığı da esas olarak Kürt kültüründeki destan ve ağıtlardan esinlenerek kutsanmıştır. Bu nedenledir ki, Kürt neolitik kültüründe yaşamla ölüm arasındaki bağ anlamlaştıkça toplumsallığı güçlendirmiş, toplumsallık güçlendikçe de özgür yaşama olan bağlılık da gelişmiştir. Onun için tarihte birçok halk ya köleleşmiş ya da köleleştirmiş olmasına rağmen Kürdistan halkı özgür yaşama olan bağlılığı gereği ne köleliği kabul etmiş ne de başkalarını köleleştirmiştir. Kürdistan coğrafyasında hiçbir zaman savaş eksik olmamış olmasına rağmen kendi uygarlık değerlerinden ödün de vermemiştir. İçinden Kürtlüğünü yitirerek başkalaşmış sınıfları, işbirlikçileri ve hainleri bol olmasına karşın Kürt halkının özgür yaşam değerlerinden vazgeçtiği söylenemez.

Hatta 10. yüzyıldan 16. Yüzyıla kadar dış egemenlik saldırıları olmamasına rağmen Kürt halkı devletli uygarlık yoluna bile girmemiştir. Özellikle Avrupa merkezli olarak gelişen ulus-devletler çağının, daha doğrusu “maskesiz tanrılar ve çıplak krallar” çağının kapitalist modernitesi karşısında Kürt toplumsallığı büyük oranda aşiret formunda kalmıştır. İmparatorlukların parçalanmasıyla yerine ikame edilen ulus-devletler Kürdistan’a ve Kürt halkının toplumsal değerlerine yönelince, ona karşı direniş de aşiret formunu aşamamıştır. Nitekim 17. Yüzyıldan itibaren başlayan isyanlar dalgası 18. Ve 19. yüz yılda yoğunlaşmasına rağmen bu aşiret formundan çıkamamıştır. Dolayısıyla isyanlar aşiret bağları ile sınırlı kalmasından kaynaklı olarak çok ağır katliamlarla sonuçlanmıştır.

20. Yüzyılda bundan farksız olmamış, 1921 Koçgiri, 1925 Şêx Sait, 1930 Genç, Palu, Zilan ve Ağrı isyanları ve ardından son isyan olan Dêrsim isyanı da çok büyük katliamlarla bastırılınca sömürgeci soykırım rejimi Ağrı Dağı’na “hayali Kürdistan burada meftundur” diye yazmıştır.

 

Yolculuk Başlamamış Olsa da Yol Bulunmuştur

Dersim isyanı bastırıldıktan sonra Kürdistan’da tam bir sessizlik hakim olmuş, Kürt halkı üzerinde beyaz katliam süreci başlamıştır. Tarihin uygarlık yaratan toplumu, ardında bıraktığı büyük direnmeler ve katliamlardan sonra bir daha kendisine gelmemecesine hızla kendisinden kaçar hale getirilmiştir. Artık Kürdistan coğrafyası tam bir ölü toprağı serpilerek sömürgeci devletlerin insafına terk edilmiştir. Tarihin ve kapitalist modernite sisteminin çok acımasız bir hükmüdür bu. Bir zamanlar büyük zihinsel ve maddi zenginlikler yaratarak insanlığa ilham kaynağı olacaksın ama sonrada başkalarından merhamet dilenir hale geleceksin. Bu, Kürt halkı için çok trajik bir hüküm olmuştur. 

PKK Lideri Abdullah Öcalan, “Binlerce yıllık kabile kültürlü Kürtler, Kürt halkı içinde halen ağır basan kabile Kürtleridir. Şehirlisi, ovalısı, sınıf ayrışması yaşayanı, devlet işbirlikçisi, devlet karşıtı olanı bolca vardır. Ama ana gövde Kürtlük, soyunu güçlü yaşayan Kürtlük geleneksel kabile özellikleri ağır basan Kürtlüktür, ana kabilesel Kürtlüktür. Şehirli, egemen sınıflı ve devletli Kürt, çoğunlukla ve geleneksel olarak Kürtlükten kopmuş, asimilasyona yatmış geçiş Kürtlüğünü ifade eder. Gılgameş Destanı’ndaki ilk şehirli işbirlikçi Kurti olan Enkidu, belki de tüm şehirli, sınıflı ve iktidar işbirlikçisi Kurti’lerin ilk atasıdır. Destandaki Humbaba, Dağ Kurti’sidir. Enkidu ihanet ettiği Humbaba’yı öldürmesi için Gılgameş’e âdeta yalvarır. Günümüzdeki işbirlikçi Kürti’yi ne de yaman çağrıştırıyor!” derken aslında tarihin başlangıcı ile günümüz arasındaki farkı anlatmaktadır.

Yaşama o kadar bağlı olan bir halkın, yaşamdan o kadar hızlı koparılması da mümkün değildir. Şehirlisi, ovalısı, sınıflısı yaşamı hızla devletle iş birliğinde ararken geri kalan büyük çoğunluk ise yine dağlara bağlanarak yaşama tutunma iradesi göstermekte, başarabildiği kadar da gizliden gizliye kendi özgürlük değerleriyle birlikte var olma iradesi göstermektedir. Nitekim Öcalan, böyle bir ortamda kendi çelişkilerini yaşama başlamıştır. Köyün en yoksul ailesinin çocuğu olarak Öcalan, daha çocukluk zamanında topluma sinmiş olan ölüm korkusunu duyumsamaya başlar. Bir çocuk, hayatı oyundan başka nasıl görebilir ki? Ama ona da fırsat bulamaz. Oyun arkadaşlarının aileleri çoktan Enkidu’nun geleneğine girmişler, beyaz ölümü çoktan varlık ve yaşam olarak kabul etmişlerdir. 

Yaşarken bile ölümü içselleştirmek, insanlığın başına en büyük bela olarak icat edilmiştir. Artık orada değil toplum, insanlığın kendisi bitmiştir. Böyle bir bitiş ortamın da Öcalan, oyun arkadaşlarının kendisinden sakınıldığı ve saklandığı için daha çocuk yaşta sürekli bir arayış içine girmiştir. Onun için zor bela topladığı arkadaşlarının meraklarını uyandıracak, O’nunla birlikte hareket etmelerine neden olacak ilgi alanları yaratmaya başlamıştır. O zamanlar için A. Öcalan buna çok anlam verememiş olsa da aslında yaşama karşı ilgi duymaya başladığı yıllar olarak anlamak daha doğrusu. Dolayısıyla Öcalan çocukluk anılarını anlatırken; “Bende vatanseverlik yönü güçlüdür. Doğayla nasıl yaşanması gerektiğini bildiğim gibi, onu kolay unutmadığımı da düşünüyorum. O kıraç topraklarda, derelerde, o harabelerde kalmaktan hiç bıkmazdım. Ama bizim o zamanki köylüler hep kaçarlardı. Zaten hiç hoşuma gitmedi o topraklardan kaçış biçimleri. Çok kolay bir yaşam tarzı içine girmelerinden nefret ediyordum ve bu beni hep düşündürdü. Bu insanlar hep kaybediyorlar, diye düşünürdüm.”

Öcalan’da böyle başlamıştı yeni, anlamlı bir yaşam arayışı.  Ve yine köyde yaşanan bir kavgayı anlatır. İlk silahı ve silahın sesini duyduğu anda yaşadıklarını anlatırken köy ortamında birbirine karşı silah kullanmayı, onun anlamsızlığını sorgulayarak kavganın ve arayışların ne kadar basitleştiğini, sıradanlaştığını kabul edemez. Özgürlüğe adanmamış bir yaşam ve kavganın anlamsızlığını orada çözümler ve şöyle tarif eder: “Zaten o kişiler daha sonra öldüler.  Ölen öldü, silahı kullanan fazla başarılı olamadı. Kavgada adı bile geçmez oldu. Sanıyorum klasik kavgacılık ve isyancılıkla benim o zamanki kavgacılığım arasında çok büyük ve çok önemli bir fark var. Onlar kendi kavgalarında tükenirken, benim kavgayı büyük bir geliştirmeye dönüştürmem, o koşullarda Kürdistan için önemli bir ayrımdır.”

Nitekim ilk köyden çıkış da aslında böyle büyük bir arayışın çıkışıdır. Öcalan için üniversite yılları bu tarihi büyük çıkışın da izlerini sürdürür. Yaşanan katliamların ardından Kürt toplumsallığı için bir tavuk için, bir karış toprak için ölme ve öldürmeler sıradanlaşıp yaygınlaşırken, kendi toplumsallığı gündeme gelince de kaçabildiği kadar kaçan, saklayabildiği kadar saklayan, uzaklaşabildiği kadar uzaklaşan bir yaşam kültürü gelişmeye başlamıştır. Ona da ne kadar yaşam denirse. Kendisi olmaktan çıkmış bir yaşam, mutasyona uğramış bir yaşamdır. Mutasyonda varlık canlılığını sürdürür ama kendisi olmaktan çıkarak başkalaşıma uğrayarak var olabilir. Artık Kürtlük yoktur, başka bir şeydir o. 

Öcalan’ın da daha çocukluk zamanında kabul etmek istemediği şeyde o Kürtlüktür. Artık ondan sonrası muazzam bir yoğunlaşma durumudur. Öcalan yaşadığı bu çelişkilerin ağır etkisinde üniversite yıllarında arayışını sürdürür. Kurduğu her ilişkide adeta ölümsüzlüğü arar gibi cesareti, fedakarlığı ve kahramanlığı aramaya başlamıştır. Onun için Öcalan, Türkiye sosyalist hareketlerinin öncülerinden olan Mahir Çayan’la karşılaştığı anı her hatırladığında o anı yaşıyormuşçasına; “Bunun derin etkisi altındaydım ve bunu çok kahramanca değerlendiriyordum.” diye anlatmaktadır. Çünkü Mahir Çayan’ı çok cesur bir militan olarak anmaktadır. Bu bakımdan Mahir Çayan, Öcalan’da özgürlük arayışının kilidi olmuştur.

 

‘Kaybettiğini Kaybettiğin Yerde Arayacaksın’

Mahir Çayan Kızıldere’de katledilince Öcalan, hemen harekete geçer. İlk eylemi, anıya bağlılıktır. Bu hem Öcalan’ın bizzat kurduğu Özgürlük Hareketi için hem de Kürt halkı için önemli tarihi bir eylem anlamına gelmektedir. Öcalan, o tarihten sonra bir coşku seli içinde, sürekli ve kesintisiz bir arayış içerisinde olur. Ve Öcalan o süreci kendisi yorumlamaktadır:

“Bir kaç söz yetiştirmek için korkunç çalışıyordum. ‘Senin şöyle ülken var, şöyle halkın var, biraz bu düşüncelere ilgi duy!’ O zaman insan kazanmak için nasıl yoktan varedercesine işin içine giriştiğim, yoktan vareden çabalarım, kaybeden komutanlara ithaf olunur. O zamanın olanaksızlıkların da yapıyordum bunları. Ve bir de düşmanı umutlandırmam gerekiyordu. Hem umutlandıracağım düşmanı, hem yanıltacağım. Benim o zamanki en büyük çelişkim budur. Bir yandan arkadaşlarıma doğruyu vermek için olmadık şeylere başvuruyorum. Çünkü bunlar düzenin etkisindeki gençler ve haklı olarak düzenin etkisi altında bir yöne doğru savrulacaklar. Haydi bunu kazandık. Ama öte yandan düzen devreye girmiş. Sonradan çok açıkça anlaşılacağı üzere, düzenin en etkili kişilikleri devreye girmiş ve beni ‘ölümlerden ölüm beğen’ hükmü içerisinde bitirmek istiyorlar. Ve hiç bir güç imkanı yok. Düzenin adamları bile ‘bu köylü parçasını’ diyorlar, ‘bu zavallı, her şeyden yoksun tipi öldürtmek bizim zararımızadır.’ Ve devam ediyorlar: ‘Bunu öyle hazırlayalım ki, tarihimizin en büyük bir iş birlikçisi haline getirelim.’ Belki de planları biraz da buydu. Zaten adam sonradan demişti: ‘Aileye bağlayıp devletimizin en iyi elemanı haline getireceğiz.’ Evet bu bir düşman planıydı. Dediğim gibi, ölmem kendisi için zararlıydı. Daha iyi bir ‘eşek’ haline getirmek için sözümona plan geliştiriyor. Bu, gerçekten de öldürmekten daha tehlikeli bir yaklaşımdır. İnsanı bir öldürürsün, kurtulur. Bu, beni her gün öldürmek, işte kendine göre yürütmek istiyor. Bu, basit bir duygu, basit bir hamle değildir. Benim o zamanki ruhum, telaşlarım, endişelerim, olanaklarım, olanaksızlıklarım, sabrım, inadım nedir?”

Öcalan’ın, bu soruları doğru anlayıp bilince çıkarabilmek için yine “iğne ucuyla kuyu kazar misali” dediği süreci de doğru anlamak gerekmektedir. Çünkü bitmiş bir Kürtlükten yeni bir Kürdü yaratmak kolay değildir. Nitekim bunun en somut örneği olarak Çubuk Barajı’nda yaşananlar verilir. Ankara Çubuk Barajı’nda Öcalan’dan “Kürdistan vardır” ve “Kürdistan sömürgedir” lafını duyan bile hızla uzaklaşmakta Öcalan’dan kaçmaktadır. Çünkü onlar Öcalan gibi yaşadıkları çelişkilerin sonucu orada değillerdir. Onlar, ailelerinden başlayarak kendi Kürtlüğünü kusarak sömürgeci devlet imkanlarından kendilerini yaşatacak imkan arama derdiyle oraya gelmişlerdir. 

Ama Öcalan büyük sabır, inat ve kararlılıkla kendi çelişkilerinin peşinde koşar ve zor bela bir elin parmak sayısını geçmeyecek küçük bir grup kurmayı başarır. Grubun belli bir hazırlığından sonra Haki Karer, “madem bir halk adına yola çıktık. O zaman bir an önce kendimizi o halka da ulaştırmamız gerekir” der ve Ankara’dan ilk çıkan olur. Haki Karer, sömürgeci rejimin ölü toprağı serptiği Kürdistan’dan yeniden doğuş için büyük fedakarlık örneği olarak Kürdün yeniden yaşama iradesini gittiği her yere yaymaya başlar. 

1977 ilkbaharıyla birlikte Öcalan’da Kürdistan seferine çıkar. Ama Öcalan’ın Kürdistan seferine çıktığındaki ilk durağı elbette çok önemli ve dikkat çekicidir. Ne kadar öngörüldü, ne kadar sezgilere dayalı gidildi bilemeyiz ama ilk durak olan Agirî, özgürlük mücadelesi bakımından çok çok önemlidir. Çünkü “kaybettiğini, kaybettiğin yerde arayacaksın” ilkesine uygun bir yer olmuştur. Yani soykırım rejiminin “hayali Kürdistan burada meftundur” dendiği yerden başlamak aslında kendi mezarını parçalayarak kendinde yeniden bir yaşama iradesi oluşturmaktır. Bu anlamda kaybedilen Kürtlüğün yeniden dirilişine burada karar verilmiş olur. Kürt halkının özgür yaşam iradesinin ilk açığa çıkan eylemi bu büyük yürüyüştür. Hem de daha grup olma özelliklerini aşamamış bir hareket olarak o zaman için bu yürüyüş, Hareketin kapasitesinin çok çok ötesinde bir durumdur. Nitekim Öcalan daha sonraki süreçte bu yürüyüşü; “Ankara’daki gruplaşmamız, 1976 ve ardından 1977’de Kürdistan’a serpilmişti. 1977 1  Ocak toplantısında, denilebilir ki en kapsamlı tartışma ve bazı görevlere daha da netlik getirildi. Bilindiği gibi, 1977 yılı mücadele tarihimizde çok önemli bir karar yılıdır. Bu yılda benim, baharla birlikte iki ay süresince Ağrı,  Kars, Dersim, Elazığ, Diyarbakır, Urfa ve  Antep’i kapsayan bir Kürdistan turum vardı ki, ben bu turun ardından artık varolan tehlikelere ‘ölüm de olsa fazla anlam ifade etmez’ diyordum.” diye değerlendirecektir.

 

‘Yaşamı, Uğruna Ölecek Kadar Çok Seviyoruz’

Öcalan’ın Kürdistan seferiyle aslında hayali Kürdistan mezarı parçalanmış, Ağrı’dan başlayarak tüm Kürdistan’a atılan özgürlük tohumları yayılarak boy boy yeşermeye başlamıştır. Ama sömürgeci özel savaş aygıtı atlatıldığını, oyuna getirildiğini fark edince karşı yönelimi de bir o kadar sert olmuştur. 18 Mayıs 1977 yılında Öcalan’ın daha sonraki değerlendirmelerinde “ruh ikizim” dediği Haki Karer katledilmiştir.

Haki Karer’in şehadeti Kürt Özgürlük Hareketi açısından en büyük sınavlardan birisi olmuştur. Kürdün özgür yaşam hayali yeşerdiği yerde kök salmadan ya yok edilecek ya da daha da büyütülerek özgür yaşam arayışında ısrar edilecektir. Adı bile konulmamış Kürt Özgürlük Hareketi daha baştan böylesi ağır bir sınavla karşı karşıya gelmiştir. Klasik intikam anlayışıyla üstüne gidilse belki de ortada hayal falan da kalmayacak. Ama şehadet haberini duyan Öcalan bir an duraksamış, o an için çocukluk zamanındaki klasik intikam alma davasında yaşadığı çelişkileri çok sarsıcı bir biçimde yaşadığından kısa bir süre yaşadığı şoktan çıkarak, özel savaşın esas amacının filizlerin yeşerdiği yerde yeniden kurutulması olduğunu fark ederek soğukkanlılığını koruyup çok farklı bir intikam duygusuyla ilk şehidine yaraşır bir törenle karşılık vermiştir.

Artık geri dönülmez yol başlamıştır. Kürt halkının Toros-Zagros silsilesinde yarattığı özgür yaşama umudu, yeniden Kürdistan’ın her yerinde boy atmaya başlamış, Öcalan’ın Ağrı’dan başlayarak Antep’te tamamladığı Kürdistan seferinden sonra  “ölüm de olsa fazla anlam ifade etmez” sözü yepyeni bir hakikat yolculuğuna dönüşmüştü. Haki Karer’in şehadetinin birinci yıl dönümünde Hilvan’da Halil Çavgun katledilmiş; Kürt Özgürlük Hareketi bakımından özgür yaşamla kurulan şehitler köprüsünün temelleri böyle atılmıştır.

Her şey ucu ucuna yetiştirilmeye başlanmıştır. İlk şehitler verilmiş, Hareket giderek kendi toplumsallığını yeniden yaratmaya başlamıştır. Normal bir grup hareketi olmak artık süreci karşılayamaz hale gelmiş ve daha üst bir evre olarak partileşme kaçınılmaz olmuştur. Her şey ölümle yaşam arasındaki “sırat köprüsünden” daha ince bir çizgide yürümeye başlamıştır. Halklaşma geliştikçe şehadetler ve tutuklamalarda yaygınlaşmaya başlamış, başta Maraş olmak üzere hareketin kökleştiği alanlarda katliam provaları baş gösterir olmuştur.  Onun için Öcalan’ın, “Büyük vuruş hareketi, tarihte çok önemli sonuçlar doğuran büyük bir vuruş hareketine yöneldik. Yeni bir yaşam şansı elde etmek  için, daha kapsamlı bir hesaplaşmaya gitmek  için, o ölümcül boğuntuyu, o halkayı parçalamak için çıktık.” dediği yurtdışına çıkış bir zorunluluk olmuştur. Çünkü faşizm; “Seni insanlık soyunun içinden bir daha dirilmemecesine ve bu son nefesini de keserek bitireceğim diyordu. Ne kadar zalim bir karar. Adımızı bile kabul etmeyecek kadar ölümcül bir kararla bizi yok etmek istiyordu bu faşizm. Ben nasıl dayanamayayım veya nasıl direnmeyeyim?”

Böylesine ağır bir kararla her yerden harekete geçmiş, bir an önce Kürdistan toplumunun umudunu bitirmek istiyordu. Bunun için 12 Eylül faşist darbesini yapmış, topyekun bir savaş konseptiyle bu son umudu da yok etmek istiyordu. Zindanlara doldurduğu tutsaklara böyle bir intikam ruhuyla saldırıya geçmişti. Zindanlar adeta insanlığın bittiği yere dönüştürülmek isteniyordu. Bunun için hiçbir kural tanımıyordu. Kurduğu işkence tezgahlarında her gün şehadetler yaşanıyordu. Zindan koşullarında kimsenin kendisine direnmeyeceğini sanıyordu. Hareketin öncü kadroları bu saldırıların ve işkence tezgahlarının anlamının da farkındaydılar.  Öncü kadrolar şahsında özgür yaşam davasını savunmasız bırakıp, yok etmek istiyorlardı. Onun için göstermelik mahkemelerde davanın haklılığı savunulmuş ve bu uğurda gerekirse bedel de ödemeye dönük bütün hazırlıklar yapılmıştır. 21 Mart 1982 tarihinde Mazlum Doğan’ın eylemi, 18 Mayıs 1982’de “Dörtler”in eylemleri aslında 12 Eylül generallerinin yüzünde patlamıştır. Ardından 14 Temmuz 1982’de başlayan “Büyük Ölüm Orucu” eylemi sömürgeci faşist cuntanın yenilgisini getirmiştir. 

Aslında Zindan direnişlerinin ruhunu, ölüm orucu esnasında muayene adına gelen “doktor”la diyalogunda Kemal Pir; “doktor, biz yaşamı uğruna ölecek kadar seviyoruz” diye tanımlamış ve ihanetle özgür yaşam arasında oluşan net çizgiyi tarif etmiştir. Zindan direniş geleneği böyle bir yaşam algısı yaratmıştır. Yaşam ölçülerini netleştirmiş, olacaksa bir yaşam uğruna ölümün de göze alınabileceğini öğretmiştir. Yine Öcalan; “Kürdistan tarihinin herhalde en şanlı, en soylu en onurlu örneklerinden biri Diyarbakır zindanın da kazanıldı.  Ölüm orucunu bizim kadar uzun süreli gerçekleştirenler, dünyada ve Türkiye’de yoktur. Yakma eylemi de bu denli büyük bir eylemdir. Dünyada sanıyorum bu türden bir yakma eylemiyle zulmü durdurmak başarılmamıştır.” diye değerlendirmiştir.

 

‘Anlamlı Bir Yaşamın ve Büyük Bir Eylemin Sahibi Olmak’

Zindan direnişleri ile Kürdistan üzerine serili olan ölü toprağı silinip süpürülmüş, sömürgeci rejim tarihi anlamda en büyük yenilgisini almıştır. Bedelleri ağır da olsa tarihin baş aşağı giden hali durdurulmuş, yeniden diriliş tamamlanmış, özgürce yaşamanın imkanları yeniden yaratılmıştır. 

Kürdistan halkı şehitleri etrafında kenetlenerek ilmek ilmek yeni özgür yaşamı örmeye başlamıştır. Ölüm korkusu yenilmiş, artık ölümlere anlam kazandırma, şehadeti anlamlı kılmanın çabaları başlamıştır. Nitekim 30 Haziran 1996 yılında kendisini Tanrıçalaştıran Zilan gerçeği de böyle bir sonuçtur. 

Bunlar, tarihin karanlık zamanlarına bakınca Kürdistan adına devrim değerinde yaşanan çok büyük gelişmelerdir. Adeta mezarından fırlayarak özgürlüğe koşarcasına yaşanan Cizre, Nusaybin ve Amed serhıldanları dirilişin habercileri olmuşlardır. Ölüm korkusu yenilmiş, onun yerini cesaretle ayağa kalkan ve savaşan bir halk gerçekliği yaratılmıştır. Kürdistan tarihi açısından bu bambaşka bir yaşam düzlemi olmuştur. Kendi tarihine yakışır bir biçimde yine bu yeni yaşamın Tanrıça kültüründen gelen kadın öncüleri olmuştur. Berivanlar, Zilanlar şahsında eski köle yaşam, adına yaşam bile denilemez olan yaşam tarzı reddedilmiş, yerine kadın özgürlüğünü merkezine alan ideolojik, felsefik, etik ve estetik bir yaşam biçimi örülmeye başlanmıştır.

Geleneksel Kürt yaşam biçimi karşısında bile bu, dünyanın en büyük devrimci dönüşümü olmuştur. Onun için artık temel görev bu devrimci dönüşümü güçlendirmek ve büyütmektir. Bu yeni yaşamın sahiplerine düşen görev de bu olmaktadır.  Yenilmiş olan ölüm korkusunu, cesarette ve fedakarlıkta sınır tanımayarak daha üst boyuta taşımak gibi bir sorumluluk vardır. Çünkü yeni yaşamın doğru ve güçlü sürdürülebilmesi için hayatlarını feda edenleri emirleri var. Dolayısıyla her özgürlük aşığının da bu görevi layıkıyla başarması, bunun temsilini yapması şart oluyor.  

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.