Düşünce ve Kuram Dergisi

Ölümün Ontolojik, Felsefi ve Toplumsal Boyutları

Nesimi Aday

 

Ölüm, insan varlığının kaçınılmaz bir parçası olarak, varoluşun en derin ve en karmaşık sorularından birini oluşturur. İnsanlık, tarih boyunca ölümün anlamını sorgulamış ve bu sorgulama hem bireysel hem de toplumsal düzeyde farklı şekillerde yankı bulmuştur. Her kültür, her toplum, ölümün ne olduğunu ve nasıl anlaşılması gerektiğini kendi değer yargıları, inançları ve ideolojileri çerçevesinde biçimlendirmiştir. Ölüm, biyolojik bir son olmanın ötesinde, ontolojik, psikolojik, sosyal ve felsefi bir olgu olarak varlıkla olan ilişkimizi derinden etkiler.

Varoluşçu felsefe ölümü, bir son olmaktan ziyade, insanın varlıkla olan ilişkisini anlamlandırabileceği bir fırsat olarak görür. Keza zaman ve mekan dışılığı da içkin kılan ‘varlık’ kavramı, insanın ölümle yüzleşmesi yoluyla anlam kazanır. Ölüm üzerine etkili çalışmalar yapmış olan Martin Heidegger, ölümün, insanı özgün bir şekilde var olmaya zorlayan bir unsuru olduğunu savunur. Heidegger’e göre, insan, ölüme doğru olan varlıktır ve insan bunun bilinci içindedir. Bu anlamda ölüm, sadece bir yokluk değil, varoluşun kendisini anlamak için bir araçtır.

Ancak ölüm, sadece bireysel bir olgu değil, aynı zamanda toplumsal bir gerçektir. İnsanlar ölümü sadece biyolojik bir bitiş olarak değil, sosyal ve kültürel bağlamda da anlamlandırmışlardır. Ölümün anlamı, kültürden kültüre, toplumdan topluma değişiklik gösterse de, ölüm her durumda insanın yaşamını sorgulamasına yol açar. Bu yazı, ölümün bireysel, toplumsal ve felsefi boyutlarını ele alırken, aynı zamanda ölümün insanlar üzerindeki etkilerini, kültürel farklılıkları, ideolojik yansımaları ve ahlaki değerleri de incelemeyi amaçlamaktadır.

 

Ölümün Felsefi Perspektifleri: Ontolojik Bir Yüzleşme

Ölümün felsefi olarak ele alınması, varoluşun anlamını keşfetme çabasında önemli bir yer tutar. Felsefede, ölüm üzerine en çok düşünmüş olan filozoflardan biri olan Martin Heidegger, ölümün insanın varlık anlayışını şekillendiren temel bir unsur olduğunu savunur. Heidegger’e göre, ölüm, bir son olmaktan öte, insanın varoluşunun anlamını bulabilmesi için bir fırsattır. Ölüm, insanın geriye kalan zamanını anlamlandırabilmek için bir araçtır. Heidegger’in “ölüme doğru varlık” kavramı, ölümün, varlığın ve özgürlüğün kavranmasında önemli bir yer tuttuğunu ortaya koyar.

Felsefede, ölümün farklı açılardan ele alındığı pek çok perspektif vardır. İlk çağ filozoflarından Epikür, ölümün aslında bir kaygı kaynağı olmadığını ve ölülerin ölümden bir şey hissetmediklerini belirtir. Ona göre, ölüm, yaşamın bir parçasıdır ve yaşamda kaygı duyan tek varlık insan olduğu için, ölüm korkusunun anlamsız olduğunu savunur. Ancak ölümün anlamını daha derinden inceleyen başka filozoflar da vardır. Örneğin, Sartre gibi varoluşçular, ölümün insanın özgürlüğünü ve varoluşunu test eden bir unsur olarak işlev gördüğünü belirtir. Sartre’a göre ölüm, yaşamın nihai sonu olarak, insanın varoluşunu anlamlandırmasında kritik bir rol oynar.

Bununla birlikte, ölüm, sadece bireysel bir son değil, aynı zamanda toplumsal bir anlam taşır. Her toplum, ölümün anlamını kendi kültürel ve dini değerlerine göre şekillendirir. Ölümün anlamı, bir yandan kişisel bir içsel sorgulama iken, diğer yandan toplumsal bir yapı olarak da şekillenir. Her toplumun ölüme dair geliştirdiği ritüeller, yas tutma süreçleri ve cenaze törenleri, ölümün anlamını kolektif bir biçimde tekrar tanımlar.

 

Ölüm ve Sosyal Yapılar: Kültürel ve Toplumsal Boyutlar: 

Ölümün bireysel anlamı, aynı zamanda toplumsal yapıları ve kültürel normları derinden etkiler. Ölüm, yalnızca biyolojik bir olgu değil, toplumsal ve kültürel bir süreçtir. Toplumlar, ölüme farklı şekilde tepki verirler ve ölümün toplumsal anlamı, kültürden kültüre değişir. Bazı kültürlerde ölüm, yeniden doğuşun bir aşaması olarak kabul edilirken, diğerlerinde yokluk ve sonlanma olarak algılanır. Bu toplumsal farklılıklar, ölümle ilgili gelenekleri, yas tutma süreçlerini ve cenaze törenlerini etkiler.

Ölümün toplumsal boyutları, sınıfsal, cinsiyet, etnik ve dini faktörlerle de şekillenir. Örneğin, bir yoksulun ölüm karşısındaki çaresizliği ile maddi olarak varlıklı birinin ölüm karşısındaki tepkisi farklıdır. Sosyo-ekonomik koşullar, ölüm karşısında bireylerin yaşadığı duygusal yükü ve toplumsal reaksiyonları belirler. Aynı şekilde, ölümün anlamı, toplumların inanç sistemlerine, dini anlayışlarına ve kültürel ritüellerine göre değişiklik gösterir. Bir toplumda ölüm, bir kayıp olarak görülürken, başka bir toplumda ölüm, ruhsal bir yolculuk ve yeniden doğuş olarak algılanabilir. Bu bağlama; Alevi inancındaki ‘‘devri daim’’ olma hali ile ruhun ‘‘don değiştirmesi’’ örnek olarak verilebilir.

Ölümün bireysel ve toplumsal boyutları, toplumların ölümle yüzleşme biçimlerini şekillendirir. Yas tutma, cenaze törenleri, ölüye saygı gösterme gibi ritüeller, her toplumda farklı biçimlerde var olur. Yas tutma süreci, toplumsal bir ritüel olarak, ölümün kişisel bir kayıp olmanın ötesinde, toplumun değerlerini ve normlarını yansıtan bir eylem haline gelir.

 

Profesyonel Yas Tutucular: Kültürler Arasında Bir Gelenek: 

İnsanlık tarihi boyunca ölüm, toplumların ritüellerinde önemli bir yer tutmuş ve ölen kişinin ardından duyulan acının ifadesi farklı şekillerde sergilenmiştir. Bu ritüellerin en dikkat çeken unsurlarından biri, profesyonel yas tutucuların varlığıdır. Yas tutucular, cenazelerde ağıt yakarak veya ağlayarak, ölen kişinin ardından duyulan kederi toplum adına dile getiren bireylerdir. Bu gelenek, dünyanın birçok farklı kültüründe görülen ortak bir uygulamadır.

Eski Mısır’da profesyonel yas tutucular, ölen kişinin ruhunun huzur bulması için cenaze törenlerinde belirgin bir rol üstlenirdi. Mezopotamya’da ise ağıtçılar, ölen kişinin erdemlerini överek yas tutma sürecine anlam kazandırırdı. Bu uygulama, bu bölgede günümüzde hala majör düzeyde olmasa da sürdürülmektedir. Antik Yunan’da bu görev genellikle kadınlara verilirdi ve cenaze törenlerinde yüksek sesle ağlayarak ölen kişinin ailesinin acısını paylaşmaları beklenirdi.

Türkiye’de profesyonel yas tutuculara daha çok kırsal bölgelerde rastlanır. Anadolu kültüründe “ağıtçı kadınlar” adı verilen bu kişiler, cenazelerde ağlayarak ve ağıt yakarak yas ritüellerine katılırlar. Ağıtlar, hem ölen kişinin iyi yönlerini övmek hem de geride kalanların duygularını dışa vurmasına aracılık etmek amacı taşır. Özellikle Kürdistan’da ağıtçılık, hala yerel bir gelenek olarak varlığını sürdürmektedir.

Bu gelenek, sadece acının dile getirilmesi değil, aynı zamanda toplumsal bir birlikteliğin sağlanması açısından da önemlidir. Kimi toplumlarda bu uygulamalar yavaş yavaş kaybolsa da, ağıtçılık geleneği, ölüm karşısında insanın duygusal ifadesinin ne kadar evrensel bir olgu olduğunu bizlere hatırlatır.

 

Devrimci Mücadelede Ölümün Rolü: 

Ölüm, devrimci mücadelelerde, bireysel bir son olmaktan öte, toplumsal bir değişim ve ideolojik bir mesaj haline gelir. Devrimci hareketlerde, bir kişinin hayatını feda etmesi, toplumsal bir değişimin sembolü haline gelir. Bu noktada, ölüm, sadece biyolojik bir yok oluş değil, bir ideolojik amacın ve toplumsal değişimin dinamiğidir. Devrimciler, idealleri uğruna yaşamlarını feda ederken, bu eylem bir toplumsal mesaj taşır ve ölüm, toplumsal bir direnişin simgesi olur.

Açlık grevleri, ölümün sıradan bir biyolojik gerçeklik değil, bir anlam taşıyan eylem biçimi olduğunu gözler önüne serer. Burada birey, bedenini bir araç olarak kullanır ve ölüm bilincini ideolojik bir iradeye dönüştürür. Bu durum, Heidegger’in bireysel varoluş çözümlemesinin ötesine geçerek, ölümün toplumsal ve politik anlamlarını yeniden düşünmeye davet eder.

12 Eylül 1980 Askeri Darbesi akabinde Diyarbakır Cezaevi’nde yaşanan açlık grevleri, ölümün toplumsal ve ideolojik bağlamda nasıl anlam kazandığını gösteren önemli bir örnektir. Bir devrimci ideallerine ulaşmak için yaşamını feda etmeye karar verdiğinde, bu eylem sadece bireysel bir tercih değil, toplumsal bir direnişin ifadesi olur. Açlık grevleri, bireyin bedenini ideolojisine adapte etmesiyle ölümün, sadece bir kayıp değil, bir toplumsal mücadelenin dinamiği haline geldiğini gösterir.

İdealler uğruna ölüm, bir direniş sembolü olarak ortaya çıkar. Bu bağlamda ölüm, toplumsal bir değişimin simgesi haline gelir ve bir bireyin ölümü, bir toplumsal dönüşümün başlangıcı olabilir. Ölüm, devrimci mücadelelerde bir son değil, bir ideolojik amaç uğruna verilen bir çaba haline gelir. Bu süreç, ölümün anlamını biyolojik bir son olmaktan çıkararak, toplumsal bir mesaj taşır.

 

Dinlerde ve Mitolojide Ölüm: 

Dinler, ölümün anlamını yeniden şekillendirerek, onu bir geçiş aşamasına ve sonsuz bir döngüye dönüştürürler. Ölüm, bu inançlarda bir son değil, yeniden doğuşun veya ahirete geçişin bir aşamasıdır. İslam, Hristiyanlık, Musevilik gibi dinlerde ölüm, bir son değil, yeni bir yaşamın başlangıcı olarak görülür. 

 

İslam’da Ölümün Anlamı: 

İslam’da ölüm, yaşamın sonu değil, dünya hayatından ahiret hayatına geçiş olarak görülür. Teolojik açıdan ölüm, Allah’ın iradesiyle gerçekleşen ve her canlının tadacağı bir gerçekliktir: “Her nefis ölümü tadacaktır” (Âl-i İmrân 3:185). Bu, ölümün kaçınılmazlığını vurgularken, insanın dünya hayatında yaptığı amellerin ahirette karşılık bulacağına işaret eder. İslam inancında ölüm, kişinin sonsuz hayata adım attığı bir geçiştir ve bu nedenle hazırlık gerektirir. Örneğin, Yasin Suresi’nde Allah, ölümden sonra insanın sorguya çekileceğini ve amellerine göre cennet ya da cehennemle karşılaşacağını bildirir. Bu anlayış, insanı erdemli ve bilinçli bir yaşam sürmeye teşvik eder.

Felsefi açıdan ölüm, yaşamın geçici doğasını ve insanın sorumluluğunu hatırlatır. İslam’da dünya, bir sınav alanı olarak kabul edilir ve ölüm, bu sınavın sona erdiği anı temsil eder. Ölümün kaçınılmazlığı, insanın kibirden arınmasına ve dünyevi arzular yerine manevi değerleri öncelemesine vesile olur. İmam Gazali, ölüm üzerine düşünmenin, insanın kendini arındırması ve Allah’a yönelmesi için bir fırsat olduğunu ifade eder. Bu nedenle ölüm, bir korku kaynağı değil, Allah’a kavuşmanın bir kapısı olarak değerlendirilir.

Toplumsal açıdan, ölüm İslam toplumlarında dayanışmayı güçlendiren bir olgudur. Cenaze namazı ve defin ritüelleri, topluluğun ölen kişiye ve ailesine destek verdiği önemli bir süreçtir. Müslümanlar, ölen kişinin ardından dua eder ve hayır işler; bu, hem ölen kişinin ruhuna fayda sağlamak hem de toplumsal bağları pekiştirmek amacı taşır. Örneğin, “Mevlit” veya “hayır yemeği” gibi gelenekler, ölen kişinin anısını yaşatırken toplumu bir araya getirir. Ayrıca, yedi gün, kırk gün ve yıl dönümü gibi zamanlarda yapılan dualar, ölümün ardından sürekliliği olan bir hatırlama pratiği sunar.

 

Hristiyanlıkta Ölümün Anlamı: 

Hristiyanlıkta ölüm, yaşamın sonu değil, Tanrı’nın vaat ettiği ebedi hayata bir geçiş olarak kabul edilir. Teolojik açıdan, ölüm, insanın ilk günahıyla dünyaya giren bir olgudur (Romalılar 5:12). Ancak İsa Mesih’in çarmıhtaki ölümü ve dirilişi, günahın ve ölümün nihai yenilgisini simgeler. İnananlar için bu olay, ölümden korkmak yerine onu Tanrı’nın huzuruna geçiş olarak görmeyi sağlar. Örneğin, Yuhanna 11:25’te İsa, “Ben diriliş ve hayatım. Bana inanan kişi, ölse bile yaşayacaktır,” diyerek ölümün son olmadığını vurgular.

Hristiyanlıkta ölüm, yaşamın anlamını ve insanın Tanrı ile olan ilişkisini sorgulatan bir olgudur. İnsanlar, ölümlülükleri sayesinde dünyadaki zamanlarının sınırlı olduğunu kavrar ve bu da Tanrı’nın isteğine uygun bir yaşam sürdürme sorumluluğunu artırır. Aziz Augustinus, insanın yalnızca ölüm gerçeğiyle yüzleşerek sonsuz yaşamı kavrayabileceğini söyler. Bu bakış, insanın manevi olgunlaşmasını teşvik eder.

Ölüm; yeryüzündeki farklı inançlarda olduğu gibi Hristiyan toplulukları da bir araya getiren önemli bir olaydır. Cenaze törenleri, yalnızca bir veda değil, aynı zamanda bir umut törenidir. Ölen kişinin Tanrı’nın huzurunda olduğunu hatırlamak, yas tutanlar için teselli kaynağıdır. Örneğin, Katolik kilisesinde düzenlenen “Requiem” ayinleri, ölen kişinin ruhu için dua ederken topluluk içinde dayanışmayı güçlendirir. Ayrıca, Hristiyan geleneğinde yas tutanlara destek olma ve acılarını paylaşma, hem bireyler hem de topluluklar için önemli bir ahlaki görevdir.

 

Musevilikte Ölümün Anlamı: 

Yahudilikte yaşamın kutsallığı esastır; Tanrı’nın bir armağanı olarak kabul edilen yaşam, özenle korunmalıdır. Ancak ölüm, yaşamın doğal ve kaçınılmaz bir parçası olarak görülür. Teolojik açıdan, ölüm bir son değil, ruhun bedenden ayrılarak Tanrı’ya geri dönüşü olarak değerlendirilir. Yahudi inancında insan ruhunun ölümsüz olduğu ve Tanrı’nın huzurunda varlığını sürdürdüğü düşüncesi yaygındır. Öte yandan, bireylerin dünyadaki eylemlerinden sorumlu tutulacağına dair inanç, diğer dinlerde de olduğu gibi ahlaki bir yaşam sürdürme gerekliliğini vurgular.

Musevi din felsefesinde ölüm, yaşamın anlamını sorgulamanın bir aracı olarak değerlendirilir. Yaşamın geçici doğası, bireylerin bu dünyadaki sorumluluklarını ve bağlarını daha derinlemesine düşünmelerine yol açar. Bu, Yahudi etiğinde sıkça vurgulanan “tikkun olam” (dünyayı onarma) idealiyle de örtüşür.

Toplumsal açıdan, ölümle ilgili ritüeller, bireyleri yalnızca kaybın yasını tutmaya değil, aynı zamanda yaşamı kutlamaya yönlendirir. Ölen kişinin anısını onurlandıran cenaze törenleri, aile ve toplumu bir araya getirerek dayanışmayı güçlendirir. Şiva (yedi günlük yas süreci) gibi uygulamalar, topluluğun kaybı paylaşmasını ve yas tutanlara destek olmasını sağlar. Böylece, ölüm bireysel bir olay olmanın ötesinde, toplumsal bağları pekiştiren bir deneyime dönüşür.

Mitolojilerde ise ölüm, tanrıların kararlarına bağlı bir kader meselesi olarak ele alınır. Antik Yunan mitolojisinde, Hades’in krallığı altında ölüm, bir sonsuzluğa adım atmanın simgesidir. Mezopotamya mitolojisi ise ölümün ölümsüzlükle çatışan bir olgu olduğunu vurgular ve ölümün hem bir son hem de bir yeniden doğuş olarak algılanmasını sağlar. Gılgamêş Destanında, Gılgamêş’in ölümsüzlük otunu araması, bulup tekrar yitirmesi; inanılan iki dünya arasındaki teolojik bağ açısından önemlidir. Onca badireden sonra ulaşılan sonuç, bir umutsuz vaka örneği olarak canlıların ölümlülüğüdür. Adem ile Havva mitosunda olduğu gibi, elma insana ölüm gerçeğini tattırarak, kendi zamansallığı içinde mutlu olmasını işaret etmiştir. 

 

Ölüm, Hiçlik ve Manevi Boyut: Cennet ve Ahiret İnancı: 

Ölümün manevi boyutu, her insanın ölümle ilgili yaşadığı içsel sorgulamaları kapsar. Hiçlik düşüncesi, ölümün korkutucu ve belirsiz yönlerini anlamaya çalışan bir bakış açısını ifade eder. Hiçlik, varlıkla ilgili tüm soruları derinleştirir ve insanı kendi ölümünü sorgulamaya iter. Bu bağlamda ölüm, bir yokluk değil, varoluşun en derin anlamını arama sürecidir. Ölümün teolojik açıdan anlamlandırılması, ölümün sadece bir kayıp değil, bir geçiş olduğu anlayışını geliştirir.

Cennet, cehennem ve ahiret gibi inanç sistemleri, ölümün korkutucu doğasını hafifletir ve insanın ölümle ilgili kaygılarını yatıştırır. Bu dini inançlar, ölümün bir son değil, bir başlangıç olarak görülmesini sağlar. Ölüm, öteki dünya anlayışıyla daha anlamlı bir hale gelir. Ölüm, sadece bir yokluk değil, bir ruhsal yolculuk ve varoluşun diğer bir aşaması olarak anlaşılır. İslam inancındaki ‘cennette şerbet akan ırmaklar’ vadi, ölüm için hafifletici sebep olarak okunabilir.

Şiirde Ölüm ve Ölüm Düşüncesi: Ölüm, şiirde hem varoluşun bir sınırı hem de anlamını keşfetme aracı olarak ele alınır. Örneğin, Emily Dickinson “Ben ölüm için duramadığımdan / O benim için nazikçe durdu” dizelerinde ölümü, kaçınılmaz bir misafir gibi işler. Rainer Maria Rilke ise “Duino Ağıtları”nda ölümün, hayatın anlamını güçlendirdiğini söyler. Şairler, ölümün yalnızca bir son değil, aynı zamanda yaşamın derinliğini kavratan bir ayna olduğunu vurgular; zira ölüm, yaşamın geçiciliğiyle yüzleşerek insanı özüne yaklaştırır.

Ölüm düşüncesi bilindiği gibi ilk defa Gılgamêş Destanında dile getirilir;  ‘‘Nasıl bir şeydir / Seni kapıp götüren bu uyku? / Karanlıklara karıştın / Ve beni duymuyorsun artık / Ölmem mi gerek benim de? / Enkidu’ya benzemeyecek miyim ben de? / Bir kaygı / Kemiriyor içimi! / Ölüm korkusudur / Beni bozkırda koşturan!’’

Ölüm, Hesiodos’un ‘‘İşler ve Günler’’ yapıtında da “uyku” ve “karanlık”la birlikte dizelere dökülür; ‘‘Orada oturur Gece’nin çocukları, / Uyku’yla Ölüm, o korkunç tanrılar. / Güneş hiç çevirmez onlara ışınlarını / Ne göklere çıkarken, ne inerken, / Biri dolaşır sırtına toprağın ve denizin / Tatlı bir huzur götürerek insanlara, / Ötekinin demirdendir yüreği, tunçtandır canı. / Yakaladığı insan kurtulamaz asla elinden / Kin besler ölümsüz tanrılara bile.’’

Sonuç olarak ölüm hem bireysel hem de toplumsal olgu olarak insanlık tarihi boyunca büyük anlam taşımıştır. Yaşam içinde bir komplikasyon olan ölüm, bir son değil, bir anlam bulma, bir ideoloji uğruna mücadele etme, bir toplumsal dönüşüm için feda edilme eylemidir. Ölümün felsefi, sosyal ve kültürel boyutları, yaşamın ne kadar değerli bir armağan olduğunu ve varoluşun anlamını daha derinden keşfetme çabalarını şekillendirir. Ölüm, yaşamın bir parçası olarak, insanın varoluşunu anlamlandırdığı ve toplumsal yapıları dönüştürdüğü bir süreç olarak, yaşam var olduğu sürece, var olamaya devam edecektir.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.