“Adalet ve özgürlük evrensel ilkeler olarak yaşamda gizlidir. Buna göre zihniyetin bağımsız olma gücünü yaratması, adalet ve özgürlüğü öze bağlı olarak kendine sığdırabilmesi yeteneğine bağlıdır.” (Abdullah Öcalan)
Bugün dünya, hızla büyük bir dağılma ve parçalanmayı yaşamaktadır. Buna neden olan şey adaletin yok edilmesidir. Adalet deyip geçmemek gerekir. Adalet olmazsa yaşam anlamlı olmaz. O nedenle adalet yaşam için hayati bir öneme sahiptir. Dünya insanlığının bu dağılmışlık ve parçalanmışlıktan kurtarmanın yolu adaleti bir yaşam ilkesi olarak yeniden yerel ve evrensel düzeyde oluşturmaktır.
Evrensel ilkeler yok sayılamaz. Bu ilkeler varoluşsal ilkelerdir. Varoluşsal olan ise yaşamsaldır. Adalet ve özgürlüğün yaşamın temel olguları olması varoluşsal olma karakteri ile bağlantılıdır. Nasıl ki, toplumsal olmaya yazgılı ise aynı şekilde adalet ve özgürlük de aynı nitelikte bir anlama sahiptir. İnsan varoluşsal olarak yaşamı bir evreye kadar adalet ve özgürlükle sürdürmüştür. Bu iki olgu arasındaki açı farklılığı veya aranın açılması anlamsızlığa yol açar. Şöyle formüle etmek belki daha doğru olacaktır. Özgür olabilmenin yolu adaletten geçer. Çünkü adaletsiz bir özgürlük mümkün değildir. Birbirlerinin kesişim noktasıdır. Bu açıdan özgürlük adaletin varoluşsal mayasıdır. Tabi buna yaşamın toplumsallık kazandığı evresinde ahlaki inşayı eklemek gerekir.
Ahlaklı (adaletli demek daha doğru olabilir) olmayan birey ve toplum asla özgür olamaz. Özgür olmayanın ne ahlakı ne de adaleti olabilir. Yaşam bu temel dinamikler üzerinde anlam kazanır. Bundan dolayı insan bireyinin hakikatin ne olduğunu anlaması ahlaklı, adaletli ve özgür olması ile ilişkilidir. Bu olgulara yaşamda yer verilmiyorsa kesinlikle hakikatin ne olduğunu öğrenme ve onu benimseme gücüne ulaşamaz.
Yaşamın varlığı kendi başına bir mucizedir. Aynı şekilde toplum ve toplumsallıkta aynı derecede bir etkiye sahiptir. Yaşamı dayanılır ve özgür kılan ahlaki ve adaletli bir yaşam duruşuna sahip olmaktır. Özgürlük duygusu zayıflamış, adalet duygusu zedelenmiş, ahlaki dünyası yıkılmış bir toplumda yaşamın bir anlamı kalmaz. Çünkü adaletin mayası ahlaktır. Ahlakla birlikte toplum varlığını adaletli bir şekilde sürdürebilir.
İnsan toplumu yaşamında üç temel olgudan vazgeçemez. Bunlar özgürlük, adalet ve ahlaktır. Bunların toplamı ise varoluşsal hakikati oluşturur. Bugün dünya insanlığının yaşadığı sorunların temelinde bu üç olgunun yaşamda silikleşmeye başlaması ile doğrudan bağlantılıdır. Mevcut dünya sisteminde ortaya çıkan gerçeklikle güçlünün adaleti, ahlakı ve özgürlük anlayışı egemen olmaya başlamıştır. Bu durum hakikatin parçalanması ve dağılması anlamına gelir. Ahlak ve özgürlük anlayışında eşitsizlik doğuran bir içeriktedir. Bu güç anlayışı adalet yerine adaletsizliği, özgürlük yerine kölece yaşamı, ahlak yerine ise ahlaksızlığı bir yaşam biçimi olarak dağıtır. Buradaki ahlaksızlıkta kastedilen hukuk nosyonudur. Hukuk ise egemenin çıkarlarını koruma aletidir. Kapitalist modernite sisteminde toplumsal ilişkiler hukukla düzenlenmiştir. Ahlaka tali bir rol verilmiştir. Bu toplumsal bunalımın kaynağında ahlaki-politik toplumun adaletle birlikte geriletilmesi yatmaktadır. Bundan dolayı kapitalist modernite sistemi kültürsüzlük sistemidir. Yaşama olan saygısı kültürsüzlük ile anlamlı hale getirilmeye çalışılmıştır. Toplumun öz mayası ve yapısı olan adalet yapay bir olguya dönüştürülmüştür. Oysa adalet birey ve toplumu bir arada tutan hammadde konumundadır. Şöyle bir analoji ile duruma dikkat çekmek mümkündür; yerçekimi evrende nasıl bir düzenleyici ve dengeleyici güç ise adaletle birey ve toplum ilişkilerinde de yerçekimi rolünü oynar. Adaletin olmadığı bir toplum yapısı dağılmaya ve yok olmaya mahkumdur. Bu toplumsal yerçekiminin yokluğu ise eşitsizlik doğurur ki, bu durumda hukuk devreye girer. Hukukun basitçe tanımı, topluma devlet zoruyla dayatılan ‘şiddet’ veya ‘şiddetsiz’ terör durumudur. Çünkü toplumun harcı olan ahlaka tali bir rol verilmiş bir konuma itilmiştir. Onun yerine hukuka ana olgu olma pozisyonu sağlanmıştır. Yani ahlak ile hukuk yer değiştirmiştir. Oysa asli olan ahlak, tali olan ise hukuktur. Öcalan’ın da değindiği gibi, “Adaletli olduğu müddetçe hukuka saygı duyulur. Aksi halde ahlaki-politik toplum olmada ısrar etmek şarttır.” Buradaki temel kriter çok açıktır; hukuk eğer adaleti, ahlakı ve özgürlüğü sağlayıcı bir konumda ise değer verilebilir. Günümüzde hukuk bu kimliği taşımamaktadır. Yaptığı şey adaletsizlikte eşitliği sağlamaktır. Bu ise insan ve toplum ilişkilerinde çelişkileri derinleştirir ve çatışmaları körükleyici bir noktaya çeker. Bundan dolayı adaletin toplumsal yaşam boyutundaki etkisi ile yerçekiminin evrendeki etkisi benzer bir anlama sahiptir. Adaletin olmadığı veya zayıflatıldığı bir yerde, toplumda/toplumsal yaşamda duygusal, sosyal, siyasal ve ekonomik gibi temel olgularda kırılma yaratır. Bu eşitsizlik yaratan durum dengeleyici rolünü oynamaz.
Mevcut uygarlık sistemi içinde adalet doğal işlevini yitirmiş durumdadır. Uygarlık sistemi adaleti hukuk birimleri (mahkemeler vb.), yapılar yoluyla sağlamaya çalışır. Hukuk ve onun kurumsal yapılarının amacı çok açıktır; egemen sınıf düzenini korumak, onu süreksiz kılmaktır. Toplum için yararlı, adil, ahlaki ve hakikatli olan değil; bir sınıfın ya da hükümetin yararına olan yasaları uygulamaktır. Yani hukuk yoluyla dağıtılan adalet, iktidarın ezilen toplum kesimlerini yönetmek için kullandığı bir baskı aletidir. Özcesi adalet, mevcut olan siyasal düzeni korumaya, benimsetmeye ve kabullendirmeye çalıştığı bir iktidar aparatına dönüşmüştür. Çünkü modern uygarlık sisteminde adalet adına yapılan ve hazırlanan tüm ceza yasaları adaletsizliğe uğramamış, özgürlüğünü yitirmemiş, kendi sınıf ahlakını dilediği gibi yaşamış olanlar tarafından yapılmıştır. Buradan adaletin çıkmayacağı çok açıktır. Özünde adalet bir zihniyet sorunudur. Yasa ve hukukla sağlanamaz. Yasalarla getirilecek bir şey değildir. Zaten uygarlık kendini adaletle değil, adaletsizlikle inşa etmiş bir sistemdir. Bunu da doğa ile toplum, toplum ile birey arasındaki varoluşsal olan uyumu bozarak vücut buldu. Bu olgular arasındaki uyumun dengesini sağlayan adaletin kendisiydi. Böylece adaletsizlik hakim paradigma oldu. Adalet yoksa orada acıma vardır. Acıma ise yarı adalettir. Bu ise yarı adalete götüren eşitlik durumudur.
“Köy Doktoru” adlı romanında Balzac şöyle bir tanım yapar: “Bir devlet adamı adaletin ayaklarına kapanan yoksulları hep gözleri önüne getirmesi gerekir; adalet yalnızca onlar için yapılmıştır.” Bu adalet vurgusu toplum için olması gerekendir. Yalnız bir kralın adalet dağıtması ile bir burjuvanın bir işçiyi sermayesine ortak etmesi kadar zordur. Adalet de tıpkı özgürlük gibi verilmez; o, direnişle alınır. Zulmedenler zulme uğrayanlara adalet değil, sadece merhamet dağıtırlar. Merhamet ise adaletin sanallaşmış yüzünden başka bir anlam, değer taşımaz. Bu olsa olsa sınıfın ayrıcalıklı adaletidir. Topluma iktidar perspektifinden bakanlar için adalet ekonomik çıkar ilişkilerine indirgenir. Adaleti bu şekilde tasvip eder. Öte taraftan Marksizm ise egemen sınıfın bu adalet anlayışını sınıf perspektifinden irdeler. Buna göre adaletin gerçek anlamı birey ve toplumu sömürü cenderesinden, ezilmişlikten kurtarmaktır. Sosyal ve ekonomik ayrıcalıkların tümden ortadan kaldırmaktır. Her iki anlayışta özünde madalyonun birer yüzünü temsil eder. Burada ahlaki ve politik toplumun adaleti çıkmaz. Çünkü adalet güç ile sağlanan bir olgu değildir. Varoluşsal bir bilinç, içselleştirilmiş bir kültür ve karakterleşmiş bir ciddiyet ile saygı duygusu gerektirir. Bunun için ahlakı ve özgürlüğü özümsemek zorunludur. Bunlar sağlanırsa ancak o zaman insan toplumu kendi toplumsal gelişimini özgürce ve ahlaki-politik temelde sağlayabilir. Toplum tarihsel ve güncel olan sağlıklı, özgüvenli, dinamik ve sorgulayıcı olmasında en belirgin faktör adaletin yaşamsal kılınmasıdır.
Adalet
Adaletten bahsetmeyen tek bir ideolojiye rastlamak mümkün değildir. Her ideolojik düşünce adaleti paradigmasının merkezine koyar. Adalet olgusuna az yer veren ya da ona konjektürel bakan ideolojik akımlar erkenden yok oluşa doğru gitmişlerdir. Semavi dinlerin ilki olan Musevilikte adalet tanımı ile antik Yunan çağındaki adalet aynı tanıma tabi tutulur. Her ikisi de adalet, erdem ve faziletle bir tutulurken, adaletsizlik eşdeğer tutulur. Erdem ve fazilet adaletin icraya geçmiş ve pratikleşme biçimleri olurken, kötülük bunlara karşı savaş içinde olmuştur. Adaletsizlikle toplum, birey ve doğa karşıtlığına soyunmuştur. Erdemliliğini ve fazilet duygusunu yitiren bir toplumda saygı ve değer verme duygu ve düşüncesi ortadan kalkar. Adaletli, adil olmak ve öyle davranmak için herhangi bir düşünce ve ideolojiye bağlı kalmak, onun etkisi ve çekim alanında bulunmak veya onun üstünlüğüne dair rasyonel olarak bunu gerekçelendirme olmadan adaletli ve adil olmayı doğal varoluşun gerçeği olarak buna uymak olması gereken şeydir. Adaleti tarih dışı, kültür üstü, aidiyetsiz bir birey olgusuna indirgemek, onu yok saymak ile eşanlamlıdır ya da bunu eşitlik söylemi ile maskelemek, ona anlam atfetmek aslında bu eşit olmayanların eşit olduğunu gizlemeye, kamufle etmeye dönük bir yaklaşımdan öte bir anlam taşımaz. Adalet, birey ve toplumu sosyal, siyasal, ekonomik, cinsiyet, aidiyet vb. diğer farklılıkları birbirine eşitleyerek, onları özgürce kabul etmeyi zorunlu kılar. Burdan bakılınca adalet aynılıklar üzerine değil de farklılıklar üzerinden kabul eden bir yaklaşım ve insanı bu biçimde kabul eden tutumdur. Toplumu sosyal, siyasal, ekonomik, cinsiyet, dil, din, derisinin rengi vb. üzerinden bir ayrıştırma ve bunların da eşit olmadığını söyleme adaletsizlik yaratmaktan öte bir anlam ifade etmez. Ki bu tutum insan haklarına da aykırı bir durumdur. Hukuk yolu ile bu farklılıkları aynılaştırmak adaletsizliği maskelemektir. Bu durum aslında hukukun etik anlayışına da sığmaz. Bunu en çarpıcı şekilde dile getiren romancı Anatole France’dir. Şu aforizması dikkat çekicidir. Modern hukukun adalete verdiği rolü şöyle tanımalar: “ O görkemli eşitsizliğiyle, köprü altında yatmayı, dilenmeyi ve ekmek çalmayı yoksula da zengine de yasaklamasıdır,” der. Zenginin ekmek çaldığı zaten görülmemiştir. Açlığı bilmeyen biri bu davranışta zaten bulunmaz. Doğal olarak hukuki eşitsizlik adaleti getirmediği gibi adaletli de olmaz. O nedenle ahlaki bir kazanımın ötekinin ihtiyaç ve talebini karşılayabiliyorsa o zaman adaletli ve eşit davranılmış olur. Adaletli olunmadığı halde eşitlik varmış gibi davranmak ahlaki olmaktan çıkmaktır. Modern hukuk sisteminin özü tam da budur. Günümüzde ahlaktan adalete, adaletten eşitliğe ve buradan da hukuka doğru ilerlememiz insan toplumunu gerileten en temel pratikler değil mi? Çünkü toplum ve toplumsal yaşam bu şekilde büyük düşüş yaşamaktadır. Adaletsizliği doğuran şey bu zihniyet ve onun yaşamda eylemsel kılınmasıdır. Adaletsizlik demek, sanki eşit olmayan haklarla doğrudan ilgili ve ilişkili bir sorun değildir. Bu sadece eşit hak talebinde bulunma ve bunda ısrar etme ile ilgili bir meseledir. Bu haklar eşitlendiği noktada adalet sağlanmış olunmuyor; olan sadece yasal eşitlik durumudur. Ve bu insan haklarından eşitlenmiş bir durum sağlanmış olunuyor. Sadece haklı oluşun yasa tarafından teyit edilmiş olmasıdır. Bu da adalet değildir.
Tocqueville göre eşitlik ilkesi şudur; “Bütün vatandaşların yönetime katıldığı ve herkesin eşit derecede yönetme hakkının olduğu bir düzen.” Bu tanım adalete yakın bir tutum olsa da, adaletin kendisi değildir. Eşit olmak, özgür olmak veya ahlaklı olmak anlamına gelmiyor. Dolayısıyla bu olgular, değerleri taşımayan bir eşitlik, adaletli olduğu asla söylenmez. Sadece haklı olduğuna dair güçlü bir vurguyu içerir o kadar. J. J. Rousseau ise eşitliği özgürlükle bir tutar ve şöyle değerlendirir: “Herkes eşitse özgür, herkes özgürse eşittir.” Burada adalet olgusu eşitlik içinde eritilmiştir. Çünkü eşitlik varoluşsal değildi. Oysa adalet tıpkı özgürlük gibi varoluşsaldır. Adaleti özgürlükle eşitlemeleri gerekirken, bunu yapmayıp eşitlik içinde eritilmesini savunmak sorunlu bir yaklaşımdır. Varoluşa aykırı bir yaklaşımdır. Burada Rousseau’nun eşitliği hukukla özdeş kılınsaydı; daha doğruya yakın bir yoruma tabi tutmuş olurdu. Çünkü eşitlik mevcut düzeni koruma amacı taşır ama adalet bu amacı taşımadığı gibi düzenle herhangi bir bağı bulunmaz. Bu nedenle de aslında adaleti ve özgürlüğü tehdit eden eşitliği esas alan ve topluma dayatan hukuk sistemin kendisidir. Adalet de tıpkı özgürlük gibi hukuk yoluyla anayasal hüküm ve kanunlarla hayata geçmez. Yapısal ve kurumsal olarak adalet ne devlet olgusuna ne de bir başka iktidar gücüne tabi olabilir ne de eşlik edebilir. Nitelik olarak da buna uygun değildir. Adalet, ancak ahlaki politik topluma özgürlükle birlikte kendi varlığını hissettirebilir. Bundan dolayı eşitlik adaletin bozulmuş biçimidir. Yani eşitlik adaletin hegemonya tarafından yozlaşmış halidir. Ne zamanki adalet otoritelere eşlik etmeye başladı, o an ve zaman doğal niteliğini de kaybetmeye başladığı an ve zamandır.
Bilge bir değerlendirmesinde, “ doğanın da bir adaleti var” demişti. Toplumsal adaletin kaynağında herhalde buradan gelmektedir. Çünkü toplum doğanın bir nevi dışa doğru uzanmış beynidir. Toplumsal adalet doğal olanla bir etkileşim içinde olduğu sürece varoluşsal özünü daima koruyacaktır. Doğanın adaleti doğal adalettir. Doğal olan adalet içinde en özgür, ahlaki yaşam taşır. Bu nedenle adalet özgür yaşamla doğrudan bağlantılıdır. Böyle bir kültür yaratarak onu içselleştirir. Adalet bu nedenle uygarlıkla uyuşmazlık içindedir. Doğal olan ile doğal olmayan birbirine karşıt olarak yaşam sınırları özgürlük ve ahlakla belirlenmiş. Bunun dışına taşan bir adalet varoluşsal niteliğini kaybeder.
Ölüye Saygı Kültürü
Ölüye saygı bir ahlak, kültür ve adalet sorunudur. Bu üç olgunun kültürü yaşamsal olmadığı bir yerde ölüye saygı beklenmez. Ölüm ve ölü bir yaşam gerçeğidir. İnsan varoluşunun özüdür. Her canlı ölüm yazgılı olarak doğar. İnsan varoluşunun bu özü yaşam pratiği boyunca ne ve kim olduğunu seçme ve belirleme özgürlüğüdür. Yaşam sürekli bir devinim ve etkileşimle ölümle farklı bir evreye geçer. Ama insan olarak bu evrenin ötesini bilemiyoruz. Bunun için ölüm bir son değil, bilinmeyene bir başlangıçtır. Varoluşta hiçbir şey öldürülemez ve yok edilemez.
Ölüm ve ölüye saygı kültürü insan olmanın ya da ne kadar insan olduğunun ölçüsüdür. Nasıl ki yaşam kutsalsa, bu kutsallık payesi ölümle sonlanmıyor. Sadece boyut değiştiriliyor. Aynı biçimde dokunulmaz kılınıyor. Ölüye saygısızlık yaşama da saygısızlıktır. Bu her bireyin, toplumun ve devletin kültürel karakterini de gösterir. Ölünün dili yoktur. O artık varoluşun bir başka boyutundadır. Yaptıklarından bu yaşamdaki pratiklerinden sorumlu tutulamaz. Bir nevi bağımsız ve dokunulmazlığını yaşar.
Uygarlıkla birlikte yaşam iyilik ve kötülüğün mücadelesi olarak devam etmiştir. İyilerin kötülere karşı savaşı kendi yaşam ikilemini korumaktır. Kötülüğün gerçek tanımı ilkelerin tersyüz edilmesi, ahlakla bağlarının kesilmesidir. Eğer bir yerde ölüye saygı yoksa, ilkelerin kötülükle uygulanışı vardır. Çünkü ölüye saygı yaşama saygıdır. Özellikle devletli sistemle beraber ölüye saygısızlık bir yeni kültür olarak benimsenmiştir. Buna yol açan ise devletin kötülük üretmesi ve onu birey ve topluma kültürel davranış olarak özümsetmesidir. Ölüye ve onun ikametgahı olan mezarına saldırı-felsefik söylemde-ölüyü bir kez daha öldürmektir. Ölüye reva görülen bu kötülük aslında yaşayanlara verilen bir mesajdır. Bunu da devlete daha çok muhalif olarak gördüklerine karşı uygularlar. Ölüye karşı saygı ya da saygısızlık adalet ve adaletsizlikle olduğu kadar, daha çok da ahlaklı olup olmamakla bağlantılıdır. Ahlaki bir yapı ölüye saldırmaz. Onun edebi kutsallığına dokunmaz. Çünkü o artık bu yaşamdaki tüm niteliklerinden ve kimliklerinden arınmıştır, bağımsızlaşmıştır. Varoluşun sonsuzluğu içinde sessizleşmiştir. Ölüye karşı saygısızlık aslında iyi, doğru, güzel ve özgür yaşamayı başaramamış yapıların zavallı ve çaresizce duruşunu andırır. Yaşayandan alınan bir intikamdır. Bunu ölü üzerinden gerçekleştirmeye çalışır. Ahlaksızlığın ve adaletsizliğin egemenliği altında yaşanan bir yaşama ihanet edilmiş gerçeğidir. Bunun ölüye ve onun mezarına saldırarak en kötücül biçimini sergiler.
Hep söylenir; “savaşında bir ahlakı vardır,” diye. Bu özdeyiş evrensel bir insanlık anlayışı ve kültürü olanlar için geçerlidir. Türk devleti için bu kural hiç de geçerli olmamıştır. Yarım asırdır Kürt halkına karşı vermiş olduğu sömürgeci savaşımında ölüye saygı ve onun mezarının dokunulmazlığını boyutunda en ilkesiz, kuralsız ve ahlaka uymayan pratiklere girmişti. Mezarların bombalanması, militanların çatışma sonrası uzuvlarının kesilmesi, kadın militanlara karşı cinsiyetçi ve işkencesi yaklaşımları, panzerle ezilmesi ve panzerin arkasına bağlanıp Kürt halkı içinde teşhire kalkması vb. özel savaş politikalarının özgün uygulamaları olmuşlardır. Türk devletinin nasıl bir savaş yürüttüğü göstermektedir. Bu özel savaş uygulamaları ölüye olduğu kadar, Kürt halkına bir tehdit, gözdağı ve sindirme amaçlı mesaj taşımaktaydı. Büyük ve küçük çaplı savaşlarda bile savaşın bir aşamasında savaşa ara verilir ve her ordu kendi ölü askerlerini alıp uygun bir şekilde kaldırırdı. Bu kültürel bir toplumun sergilediği davranıştır. Duyarlı davranma ilkesel tutum prensibidir. Türk devleti ne yazık ki bu konuda en ilkesiz tutumu sergileyen, demokratik kültür yoksunu bir karakter taşır/taşımaktadır.
Bir devletin, bir toplumun ahlaklı ve adaletli olup olmadığının göstergesi ölüye gösterdiği saygı ile ölçülür. Kendine kültürsüzlüğü yakıştıran bir devlet cenazelere her türlü ahlaksızlığı, kuralsızlığı yapma hakkını kendinde görür ve bu kuralsızlığı etik dışılığı da “savaştayız” gerekçesiyle bir meşruiyet zemini yaratmaya çalışır. Yani şunu görmek istemiyor; bir davranış ya iyidir ya da kötüdür. Bunun ortası yoktur. Ölüye saygısızlık kötüdür ve bu bir insanlık suçudur. Bunu, “savaştayız” veya “Kürttür, teröristtir” vb. yaftalarla iyicil ve meşru göstermeye dönük çabalar etik olmamayı daha da görünür kılar. Türk devleti bu konuda dünya devletleri içinde birinci sıradadır. Savaşı bu denli ahlak dışı kurallarla yürüten bir başka devlet bulmak mümkün değildir. Bir gerilla cenazesini kimsesizler mezarlığından çıkarıp “koli yoluyla” ailesine gönderiyorsa, bu savaştaki ahlaksızlık, kültürsüz davranıştır. Düşmanlığı da aşan bir duygu ve ideolojik yaklaşımdır. Kürdün ölüsüne bile tahammül etmeyen bir zihniyet ile karşı karşıyayız. Oysa savaşta yaşamını yitiren birinin din, dil, cinsiyet ve ideolojik kimliklerinden sıyrılmıştır. O arık evrensel bir kutsal ve dokunulmaz bir bedendir. Eğer bunu yaparsak savaştığı halka ceza vermek ve korku yoluyla bu şekilde teslim olacağını sanmak evrensel ahlaktan kopmuş demektir. Devleti tam bu noktadadır. Ölüye saygısızlık yaparak Kürt halkına, kendisine teslim olmasını dayatmak istiyor. Bu sonuçsuz bir çırpınıştır. Bir toplumu ahlaksızla, kültürsüzlükle ve cehaletle teslim almak hayal ürünü bir beyhude çabadır. O nedenle cehaletin, ahlaksız ve kültürsüzlüğün ülkesi yoktur. Bunları kendine ilke edinenler teşhir olmaya mahkumdur. Yok eğer bunlar temizlenmek, arınmak istiyorlarsa bunun yolu “çamura bulanmak” değildir.
Bu konuda birey ve toplumun daha duyarlı davranması gerekir. Duyarlılık, bir kültür ve aydınlanma meselesidir. Bireyin ve toplumun her şeye ve herkese karşı ahlaklı ve adaletli davranması demektir. Bu duyarlılık içinde birey ve toplumun doğru bir ahlak ve adalet duygusu taşıması gerekir. Devletin yarattığı ırkçı, şoven ve milliyetçi hezeyanlarla bir tepkiye ve önyargıya kendini kaptırmamalıdır. En azından tarafsız ve doğal duygusunu korumalıdır. Böylece evrensel ilkelerden kopmamış olur.
Toplumda şuna çok rastlarız; yere düşen bir parça ekmeği gören biri onu hemen yerden kaldırır. Ekmeğe basmamak için çaba içinde olur. Çünkü ekmek nimettir, kutsal sayılır. Türk devleti ekmeğe gösterilen bu hassasiyeti savaşta yaşamını yitirmiş bir Kürt gerillasına göstermeyi aklından geçirmez. Oysa derler ki, “Tanrı insanı kendi suretinden yarattı.” O zaman insana yapılan bu saygısızlık aynı zamanda Tanrıya da yapılmış olmuyor mu? Kendi inancına karşı ihanet onu ahlaklı ve adil olmaktan çıkarmaz mı? Demek ki sorun inanıp-inanmama meselesi değil; ne kadar ahlaklı ve adaletli olduğu ile ilgilidir ya da ne kadar bu inancına göre yaşadığın ile bağlantılıdır. Yapılmak istenen eğer bu politika ile belleksiz bir toplum yaratılmaya çalışılsa da, insan belleksiz yaşayamaz. İnsan hafızası yaşamı boyunca olumlu olanı da, olumsuz olanı da depolar. Artık taşıyamayacağı bir aşamaya, evreye geldiğinde orada hafıza canlanır. Şunu biliyoruz ki; canlı olan her varlığın bir hafızası var. Ölü ve mezarlık kültürü de yaşayanlar ve geride kalanları için geçmiş olduğu kadar gelecekteki belleği ve hafızasıdır. Ölüm ile hafıza sadece suskunluk ve sonsuzluk aşamasına geçmiştir. Öyle ise gerçek olan mezarlardır.
Savaş, sadece birilerini öldürme demek değildir. Aynı zamanda doğaya, tanrıya, topluma karşı bir katliamdır. Devlet eliyle yapılıyorsa bu çok daha vahim bir durumdur. Çok daha kurnaz. Sistemli ve derin bir niteliği vardır. Ölüye ve mezara saygı göstermemek, bunları çok çok aşan tanım ve tarifi mümkün olmayan bir etik olmama durumunu ifade eder. Ölüye saygısızlık kültürü aslında yaşayan, var olanı öldürmektir. Onu yaşarken, yok etmenin ruhu ve duygusu ile oynamanın bir yoludur. Burada ilke ve ahlak pek aranmaz. Yaşayanlar için en zor olan da budur. Oysa ölü ve mezarlık kültürü birey ve toplumu birbirine bağlayan tarihsel, en yaralı bağları ve duygu birliğini kuran bir özelliğe sahiptir. O nedenle ölüm öyle basite alınamaz. Hele ölüm bir amaç doğrultusunda (siyasi vb.) olmuş ve yaşanmışsa bu çok daha anlamlı, derin ve değerli olur. Yaşayanlar yaşamı bir anlamda ölülerden öğrenirler. Çünkü bu ölümde amaca bağlılık vardır. Kürdistan’daki savaşta bu ahlak dışı politik yaklaşımlar gündeme geldiğinde Türk devleti, “bunlar münferit olaylardır” diyebilmiştir. Münferit dediği şeyler savaşın farklı evrelerinde, farklı nitelikte değişerek kendilerini bir şekilde sürdürüyorlardı. Oysa şu gerçeği Türk devleti gözardı ediyordu; bir kez gerçekleşmiş olan bir kere daha gerçekleşmesi olasıdır, mümkündür ve bu ahlak dışı, saygılı olmayan yaklaşımlar yeniden kendini tekrarlamıştır. Bilindiği gibi gelenek, ahlak ve inanç kadar güçlü bir etkiye sahiptir; gelenek, kuşakların zaman içinde geliştirilerek birbirine aktarılan davranış, ilke ve kurallar bütünüdür. Türk devleti kendine Kürdistan’daki sömürge savaşında bir yeni kültür (gelenek) yaratıyordu. Ama bu kültür ahlaki olmayan, insanı utandıran, soykırımı aşan, kültürsüzlüğü bir anlamda töreleştiren bir karaktere bürünmüştür. Savaş ahlakına uymak bile kendi başına bir nitelik değer ve düzeyi taşır. Kendi töre ve geleneğine aykırı düşmemiş olur. Fakat Türk devleti vicdanını, ahlakını ve adalet duygusunu Kürdistan’daki savaşta tamamen karartıyordu.
Bir insanın elinden malını-mülkünü, maddi olan tüm değerlerini alabilirsiniz ve hatta yaşamını da alabilirsiniz ama insanın belleğini yok etmek, onu belleksiz bırakmak en büyük soykırımdır. Belleksiz birey ve toplumun beyni sakatlanmış, zihniyeti çürümüş demektir. İşte Türk devletinin Kürdistan’daki bu kirli savaş politikaları ile yapmaya çalıştığı, hedeflediği tam da budur. Belleksiz bir toplum yaratmaktır. Bunu da ölüye saygısızlık, mezarları bombalayarak yıkmaktır. Toplumun mezarlarını belirsiz, isimsiz ve bilinemez kılarak tarihsel hafızayı yok etmek istemi stratejilerinin en önemli ayağını oluşturmaktadır.
İnsan kişiliğinin yüceliği sonradan değil doğduğu, andan itibaren başlar. Bu yüceliğe karşı her duruş insan ahlakı ile çelişir ve çatışır durumdadır. Ölüye saygı bu yüceliğin son anıdır. Orada artık bir manevi kutsaliyet durumu vardır. Burada ölünün haklı veya haksızlığı ya da davasının haklılığı veya haksızlığıyla ilgili bir durum değildir. Burada bir kültürel bir duruş ve davranış söz konusudur. Ölüye saygı ahlaklı olmanın bir gereğidir. Yaşama ne kadar kutsiyet ve saygı atfediliyor ölüye ondan daha çok kutsallık ve saygı gösterilmek durumdadır.
Mezarlar toplumsal hafızadır. Bu hafızaya saygı ölçüleri içinde yaklaşmak adaletli ve ahlaklı olmak ile eşanlamlıdır. Bu kültürel davranış ve olgunluğun sergilemek için de herhalde lekesiz bir yürek, kökleşmiş bir vicdan ve adaletsizlikle bozulmamış erdem gereklidir. Saygısızlık kültürü, “öğrenilmiş çaresizlik” değil ve olmamalıdır. İktidarın muhaliflerine karşı gerçekleştirdiği ahlaki olmayan, etik dışı tutumdur. Başarısızlığın yarattığı ruh halidir. Bugün Kürt Özgürlük Hareketi’nin mücadelesi belleğin, hafızanın unutmaya, kendini canlı tutmak istemeyenlere karşı bir mücadeledir. Bu aynı zamanda iktidarcı sisteme/ sistemlerin ahlaksızlığına ve kültürel saygısızlığına karşı kültürel yaşam mücadelesidir. Türk devletinin Kürt halkına karşı dayattığı mezar karanlığına karşı özgür yaşamın aydın geleceği için bir hakikat inşa mücadelesidir.
Çünkü hakikat aranmakla bulunan bir şey değil. Hakikat inşa edilen bir şeydir. Ne kadar mücadele, o kadar hakikat inşası gerçekleşir. Kısacası, ölüye ve mezarlara saldıran bir tutum, davranış ve bölünmüş bu kolektif benlik, yıkıcı ve yok edici bir ruh haline bürünür. Baktığı her yerde kan ve ölüm görür. İyileşmek isteyen bu hasta ruha barış tedavisi görmeyi tavsiye edebiliriz. Ama ondan önce ölülerimizden ve mezarlarımızdan uzak durmanızı salık veririz.
Yoruma kapalı.