Düşünce ve Kuram Dergisi

Öz Savunmasız Devrim Olmaz

İsa Taşçı

On dokuzuncu yüzyıldan yirminci yüzyılın son çeyreğine kadar üzerinde en fazla konuşulan, toplumsal kesimlerin içini ısıtan, egemen güçler için ise kabus haline gelen bir kavram oldu, “devrim”. Reel sosyalizmin yıkılmasının ardından gündemdeki ağırlığını belli ölçüde yitirse de, toplumsal ihtiyaçlar, özgürlük arayışı, mevcut egemenlikli dünya sistemi pek çok yerde onu hala gündemde tutmaktadır. Bağrında büyük alt üst oluşları barındıran bu kavramın gerçekten doğru anlaşılmasına ihtiyaç var. Zira aynı zamanda en fazla istismara uğrayan, herkesin kendine göre ele alıp yorumladığı bir kavram “devrim”.

Kuşkusuz devrimi ve bu yönlü tartışmaları, sadece son iki yüzyılla ilişkili bir şekilde ele almak yanlış olur. Son iki yüzyılda bu kadar gündemde olmasının nedeni, sınıfsal çelişki ve çatışmaların yoğunluğu ve toplumsal değişimlerin stratejisini “devrim” olarak belirleyen başta Marksizm olmak üzere değişik sosyalist yaklaşımların ezilenlerin temel ideolojisi haline gelmesidir. Ama devrimin, devrimciliğin tarihi çok daha eskilere gider.

 

Devrimi Doğru Tanımlamak 

“Bir devletin siyasi, sosyal ve iktisadi yapısını veya yönetim düzenini değiştirmek amacıyla hukuk kurallarına ve kanunlara uymaksızın cebir ve kuvvet kullanarak yapılan geniş halk hareketi[1] olarak tanımlanan devrim, ne yazık ki büyük ölçüde bu tanım şeklinde ele alınmıştır. Problemli olan bu tanım, devrim tarihini ömrü beş bin beş yüz yıl olan devletçi sistemle ve gerçekleşme biçimini de zor aygıtıyla sınırlamaktadır. Peki, eğer böyle ise, gerçekten de devletin doğuşundan önceki milyonlarca yıllık insanlık tarihinde hiç devrim gerçekleşmedi mi? Önceki dönemde herhangi bir devrimden söz edemeyecek miyiz? Eğer edemeyeceksek, o halde bilim çevrelerinin de kabul ettiği meşhur neolitik devrim,kalkolitik devrim…vb tanımlamalar da neyin nesi? Demek ki ortada bir tuhaflık, karışıklık var. Nasıl ki tarihi sadece devletçi sistemden ibaret göremeyeceksek, böyle yapmamız halinde hakikatten uzaklaşacaksak, devrimi de bu dönemle sınırlayamayız. Böyle yapmamız halinde devrimin hakikatine ters düşmüş oluruz.

O halde devrimi nasıl tanımlamalı? İnsan türünün var oluş ve gelişme koşulu olan toplumun güzelleşmesi ve gelişmesi için bulmak anlamına gelen ile uygulamak anlamına gelen ahlak konusunda gerçekleşen her niteliksel gelişmeye devrim demek mümkündür. Devletçi sistem öncesi milyonlarca yıllık tarihsel toplum sürecinde toplumda niteliksel sıçramaları sağlayan her gelişmeyi, aletlerin kullanımı, ateşin kullanılmaya başlanması, tarım ve hayvancılığın geliştirilmesi, yerleşik yaşama geçiş vb, bu kategoride değerlendirmek mümkündür. Burada devrim kavramımızın özünü oluşturan temel husus, toplumun doğası olan politika ve ahlak alanında toplumsal gelişmeyi sağlayan niteliksel gelişmelerin olmasıdır. Devletçi sistem öncesi devrim tarihini, böyle ele almak mümkünken, devletçi sistem tarihinde de devrim tanımını yine toplumsal doğa temelinde yapmak gerekir.

Kurulduğu günden itibaren toplumun komünal, özgürlükçü olan özüne karşı gerçekleşen bir “karşı devrim” olan devletçi-uygarlıkçı sistemin tahrip ettiği, daralttığı ahlak ve politikanın yeniden daha da geliştirilmiş bir şekilde inşa edilmesine devrim demek mümkündür. Burada da temel ölçüt, yine toplumsal doğayı oluşturan ahlak ve politikaya alan açmadır, yani toplumun kendi özü çerçevesinde gelişme fırsatı bulmasıdır. Dolayısıyla tüm devletçi sistem tarihini, karşısında devrim yapılması gereken bir karşı devrim tarihi olarak ele almak mümkündür. Nitekim değişik ad ve ideolojilerle ortaya çıkan pek çok devrimci duruşla tarih boyunca karşılaşmamız mümkün. Sınıflaşmamış, doğal toplum özelliklerini önemli ölçüde taşımaya devam eden etnisitenin, ezilenlerin, bağrında ciddi yetersizlikleri barındırsa da toplumsallık adına ortaya çıkmış olan peygamberlik geleneğinin, Rönesansın, Marksizmin egemenlere karşı yürüttüğü mücadeleleri başarıya tam ulaşamasalar da devrim çabaları olarak görmek gerekir. Tüm bu mücadelelerin amacı, egemenlerce dağıtılan topluma, yeniden bir yapısallık ve işlevsellik kazandırmak olmuştur. Daha başarılı örnekler de vardır. Mazdek, Hürrem dini gelenek, Karmatiler vb Ortadoğu’da gerçekleşen önemli devrim deneyimlerinden sadece birkaçıdır.

Devrimin içeriğine ilişkin böylesi tanımlamalar yapmak mümkün iken, konumuz itibariyle daha fazla üzerinde duracağımız husus, devrimlerin gerçekleştirilme biçimine ilişkindir.

 

Merkezi Uygarlık Sürekli Savaş Halidir

Topluma karşı geliştirilen karşı devrim sistemi olan merkezi uygarlık sistemi, ilk gününden günümüze kadar her zaman topluma karşı savaş sistemi olmuştur. Savaşın her türünü etkili bir şekilde kullanarak toplumu hem yapı hem de anlam itibariyle dağıtmayı var oluş hali olarak gören bu sistem bir şiddet sistemidir. Bu yönüyle şiddet”i egemenlerin topluma karşı uyguladığı etkinlikler bütünlüğü olarak görmek mümkündür. Toplum sürekli bir şekilde dağıtılmaya, örgütsüz kılınmaya, güçsüzleştirilmeye, muhtaç hale getirilmeye çalışılırken, kullanılan temel yöntem, şiddetin her türü olmuştur. Bilinebilen en yetkin ve güçlü bir varlık olduğu halde, devletçi sistemin uyguladığı şiddetle toplumsal kesimlerde kendini güçsüz ve muhtaç gören bir ruhsallık oluşmuştur. Canlı bir organizma olan toplumun hastalıklı hale getirilmesi, en güçlü varlık olan insanın iradesinin kırılması, en aktif olması gereken insanın en pasif hale getirilmesi… vb hep maruz kaldığı şiddet nedeniyle gerçekleşmiştir. Özü tekelcilik olan egemenlikçi sistem, topluma ait olan her şeyi gasp ederken, hep şiddetin türlerini kullanmıştır. Her şeyi elinden alınan topluma da yönetilmek, güdülmek bırakılmıştır.

Tabi ki doğası özgürlüğe, eşitliğe, adalete kodlu olan toplum, bu saldırıların tümüne öyle hemen boyun eğmemiştir. Köleliği, hiçleştirilmeyi gönüllü olarak kabul etmemiştir. Şiddetle topluma boyun eğdirmenin sistemi olan merkezi uygarlık sistemi boyunca her yerde insanın eşitlikçi, özgürlükçü özü bu doğa dışı, anormal sisteme karşı harekete geçmiş ve çok görkemli direnişler gelişmiştir.

 

Toplumsallık Doğal Direniş Halidir

Merkezi uygarlık güçlerine ve sistemine karşı gerçekleştirilen her türden karşı duruşu bir direniş duruşu olarak ele almak gerekir. Toplumsallıktan sapma sonucu gerçekleşen hiyerarşik devletçi sistemin genleriyle insan türünün var oluş hali ve koşulu olan toplumsallığın genleri farklıdır. Farklılık özdedir ve öze uygun bir gerçekleşme olacağından da aynı zamanda şekildedir. Dolayısıyla merkezi uygarlık sisteminin her türden duruşu, şiddetin her türünün yüklü olduğu topluma karşı savaş hali iken, bu yönelimlere karşı toplumun her türden duruşu da öz savunma duruşudur. Bu çerçevede toplumun devletçi sisteme karşı duruşunu özü direniş olan öz savunma duruşu olarak tanımlamak mümkündür.

Toplum, devletçi sistemin yaşamın her alanında yaptığı yönelimlere karşı yaşamın her alanında direnişe geçerek özünü savunmaya çalışmaktadır. Bu öz savunma duruşu, kişide gerçekleştiği gibi örgütsel yapılarda ve bir bütün olarak toplumda da gerçekleşmektedir. Kişinin kendini toplumsallık olan özüne uygun bir şekilde gerçekleştirmesi, genelde merkezi uygarlık özelde de kapitalist modernist sisteme teslim etmemesi kişide devrim anlamına gelmektedir. Burada temel kıstas insan türünün doğası olan ve toplumsallık anlamına gelen ahlak ve politika temelinde davranmaktır. İnsan türünün var oluş koşulu olan toplumun güzelleşmesi ve bu öz temelinde gelişmesi için yapılan her türden etkinliği devrimci duruş ve eylem kategorisinde değerlendirmek mümkündür. Bu çok değerli ve anlamlı bir duruş olsa da insan türünün var oluş hali toplumsallık olduğundan kurtuluş da bireysel değil ancak toplumsal olabilir.

Bunca toplumsal sorun yaşamak zorunda bırakılan insanlık için gerekli olan, bireysel devrimci duruştan ziyade bir bütün halinde toplumun kendi doğasıyla yeniden buluşarak devrimi yapmasıdır. Sorunlar geneldir, sistemseldir; çözüm de toplumsal ve sistemsel olmak durumundadır. Bu nedenle mevcut toplumsal sorunlardan kurtulmanın yolu, özsel olarak bu sorunlara kapalı olan toplumsal doğaya dönüşü daha yetkin bir şekilde gerçekleştirmektir. Bu da toplumun bir bütün halinde maruz kaldığı şiddet sarmalına karşı topyekûn bir özünü savunma duruşuna geçmekle mümkün olabilir.

 

Toplumsal Doğaya Dönüş Öz Savunma İle Olur

Toplumun öz savunmasını da dar ele almamak büyük önem taşır. Saldırı yaşamın her alanında olduğundan buna karşı direniş de yaşamın her alanında olmak durumundadır. Kişinin ve toplumun komünal olan özünü ahlak ve politika temelinde koruması, öz savunmalı kişi ve toplum anlamına gelir. Aksi halde devrim yapılmadığı halde yapılmış yanılsamasına kapılma olur. Nitekim yukarıda belirttiğimiz pek çok devrim amaçlı çıkışın nihayetinde başarıya ulaşamamasının nedeni tam da budur. Yaşamın her alanını, kişinin her davranışını toplumsal kültür temelinde değiştiremeyen, oluşturamayan gelişmelere devrim denemez. Dense de bu kendini kandırmaktan başka bir sonuç vermez. Peygamberlik geleneğinin, Marksizm’in ulusal kurtuluşçuluk ve reel sosyalizm versiyonlarının başına gelen budur. Bu örneklerde mevcut siyasi sistem zor yoluyla değiştirilmiş, ezilenler adına yeni bir sistem kurulmuştur ve buna devrim denmiştir. Ancak bu örneklerde kişi de, toplum da ve yaşamın her alanında toplumsal doğanın gerektirdiği politik ve ahlaki duruş sergilenememiştir. Egemenlikçi sistemin yarattığı kişilik ve yaşam aşılamamış, toplumsal doğaya uygun bir kişilik devrimi ve yaşamda devrim gerçekleştirilememiştir. Bu da mevcut toplumsal sorunların sürmesine ve bir süre sonra da karşısında devrim yapıldığı sanılan sistemin içinde erimeye yol açmıştır. Dolayısıyla devrimi salt bir yönetim sisteminin değişikliği, gücün el değiştirmesi olarak ele almak yanlıştır ve ezilenler adına yola çıkıp çok büyük mücadele yürütenler bu yanlışa sıklıkla düşmüşlerdir.

 

Öz Savunmasız Devrim Olmaz

Devrim, bir diğer deyişle toplumun doğası olan, insan halinde kalmayı ve toplumsal gelişmeyi sağlayan ahlak ve politika temelinde davranabilmek, bunları genel bir sisteme kavuşturabilmektir. Böylesi bir devrim için gerekli olan her türden eyleme de öz savunma diyebiliriz. Bu nedenle öz savunmasız bir devrim söz konusu olamayacağı gibi, bunun tahayyül edilmesi bile yanlıştır.

Belirtilenlerden çıkarılması gereken en temel sonuç, kişinin ve toplumun merkezi uygarlık sistemine ait olmaktan çıkarılmadığı müddetçe gerçek anlamda bir devrimin yapılamayacağıdır. Bu nedenle devrim ancak genelde devlet odaklı, özelde ise kapitalist modern yaşamdan kopuşla gerçekleşebilir. Kişiler ve toplum halinde insanlık hiyerarşik aşamayı da katmak kaydıyla yedi bin yıllık hiyerarşik devletçi sistem tarafından kendi gerçekliklerinden kopartılmak anlamına gelmek üzere asimile edilmişlerdir. Bu nedenle de tüm insanlık için bir kendi olma sorunu vardır. İşte kişi ve toplum için gerekli olan bu kendi olma sorununu ancak “kendi”yi, yani öz”ü savunarak çözebiliriz.

Kendi olma mücadelesinde, yani öz savunmada alınması gereken mesafeler vardır. İlkin kişinin kendini, özünü devletçi sisteme ait olmaktan çıkarması gerekmektedir. Duyguda, düşüncede, ruhsallıkta, andaki davranışta egemenlere ait olmaktan ve onlara benzeşmekten kurtulmak, insan olmanın özünü oluşturan ahlaki ve politik davranışlar, ruhsallıklar edinmek öz savunma duruşunda olmanın temel şartıdır. Kişi de ve toplum da gerçekleştirilecek böylesi bir duruş, özünde kişinin, toplumun ve toplumsal yaşamın yeniden toplumsal doğaya uygun olarak inşa edilmesi anlamına gelir. Devrim denilen olgu tam da budur.

 

Devrimin Savunulması

Karşısında mücadele yürütülen sistem topluma karşı sürekli bir savaş ve şiddet halinde olduğundan kişide ve toplumda bu düzeyi oluşturmak ve oluşan düzeyi korumak kolay olmayacaktır. Merkezi uygarlık sistemi toplum karşıtı olduğundan toplumsal güçlerin sürekli bir devrimi yaşamalarını zorunlu kılmaktadır. Ahlaki ve politik toplumun yani demokratik toplumun alanını genişletme, yaşamı özüne uygun olarak özgürlük temelinde inşa etme süreklilik isteyen bir çalışma olmaktadır. Bu da kaçınılmaz olarak toplumla egemenlikçi sistem arasında yedi bin yıldır süren çelişkili, çatışmalı halin sürmesi anlamına gelmektedir. Toplum adına devletçi sistemin alanını daraltmak, bu sistemden kopmak hiçbir devletin ve egemenin sıcak bakmadığı, bakmayacağı bir durumdur. Bu nedenle de her devrim adımı, her devrimsel davranış egemenlikçi yaşam ve sistemden gelen büyük bir şiddetle karşılaşmaktadır, karşılaşacaktır. Burada toplumsal güçler açısından çözülmesi gereken temel sorun devrimin geliştirilmesi ve korunması sürecinde gelecek saldırılara karşı devrimin nasıl korunacağıdır. Topluma karşı savaşı ve şiddeti süreklileştirmiş olan devletçi sistemin bu saldırılarına karşı nasıl cevap verilecektir, devrime nasıl ulaşılacak ve ulaşılan devrim nasıl korunacaktır?

 

Egemene Karşı Zoru Kullanmak

Devrimin anda gerçekleşen ahlaki ve politik duruş olduğunu belirttik, ancak deyim yerindeyse kuantalar gibi devrim parçacıklıdır, gerekli olan parçacıkları bir araya getirip bir bütün oluşturabilmektir. Bu devrimci davranış ve duruşları sisteme kavuşturmak için bu öze uygun bir öz yönetimin olması gerekir. Bu yönüyle öz yönetimsiz bir devrim olamaz. Devrim öz yönetim hakkına kavuşabilmek ve toplumun bunu toplumsal doğa temelinde kullanabilmesidir. Açık ki devletçi sistemin varlık gerekçelerini ortadan kaldıracak bu devrimsel gelişmeye her devlet, her egemen büyük bir tepki göstermektedir, gösterecektir. Toplum kendini yönetme hakkından, dolayısıyla kendi olmaktan vazgeçmeyeceğine, egemenler de kendi varlık koşullarının ortadan kalkmasına rıza göstermeyeceklerine göre, bu süreç çok gergin, çatışmalı ve çelişkili olacaktır. Durumun daha iyi anlaşılması için güncelde Kürtlerin yaşadıkları, en çarpıcı örnek olarak sunulabilir.

Devletle toplumun çelişkili olsalar da istikrarlı bir şekilde “bir arada” yaşamalarının asgari koşulu, toplumun öz yönetim hakkının devletlerce tanınmasıdır. Devletçi sistem bu konuda sistemsel yaklaşsa da devletlere karşı yürütülen mücadelenin dozajındaki farklılık, devletlerin toplumun bu taleplerine yaklaşımında da ton farkı yaratmıştır. Demokrasiye daha duyarlı hale getirilen devletlerin toplumun öz yönetim talebine yaklaşımı daha yumuşak olurken, ulus-devlet zihniyetini aşmamış, despotik, tekçi devletlerde bu talebe varlık-yokluk denkleminde bakılmakta ve toplumun bu iradesi tamamen kırılmak istenmektedir. Buna en çarpıcı örnek Türk ulus-devleti olmaktadır. İnsanlık tarihinin en kadim topraklarında tüm farklılıkları eritmenin, yok ederek, soykırıma uğratmanın ve bu durumu varlık koşulu olarak görmenin adı olmaktadır, Türk ulus devleti.

Toplum açısından kendi olma ve kendi kalmanın yolu gerektiğinde karşı devrim güçlerine karşı öz savunma savaşlarını yapmaktan geçer. Bu savaşı veremeyen toplumların soykırıma uğratılması kaçınılmazdır. Nitekim Türk ulus devletinin Anadolu’da kırıma uğrattığı onca toplumun başına gelen tam da budur. Kendi olarak ve kendi kalarak varlığını sürdürmek, neyi gerektiriyorsa ona göre olmayı, örgütlenmeyi gerektirir. Somutlarsak, Türk ulus devleti tüm farklılıkları yok ederek teklik içinde yeni, faşist bir inşa geliştirmek istedi ve bu motifle tüm farklılıklara yöneldi. Kültürel ve fiziki soykırımı temel var oluş koşulu olarak belledi ve Hitler’e bile öğretmenlik yapacak, ilham verecek düzeyde halklara saldırdı. Bu yönelimlere karşı kendini örgütleyemeyen Ermeni, Rum, Çerkez, Süryani, Êzidi vb kırımdan geçirildiler. Alevilere ve Kürtlere yönelik de kesin zafere kilitlenmiş bir soykırım saldırısı tüm hızıyla sürdürülmektedir.

Kürtler tarihsel geleneklerinden süzülüp gelen özgürlük mücadelelerinin rehberliğinde yaşadıkları devrimsel gelişmeleri bir sisteme kavuşturamadıkları müddetçe, soykırımın kıskacından kurtulmuş sayılamazlar. O nedenle Kürtlerin yaşadıkları devrimsel gelişmeleri garantiye almalarının ve daha da geliştirmelerinin yolu, öz yönetim temelinde, var olduklarının ispatı anlamına gelen statülerini başta Türk devleti olmak üzere sömürgeci rejimlere kabul ettirmelerinden geçer.

Varoluş olarak anti-Kürt olarak kendini formatlamış olan bu soykırımcı rejime karşı bunu kabul ettirmenin öz savunma savaşı dışında başka yolunun olmadığını, tarihsel süreç bir yana, anda yaşanan büyük savaş fazlasıyla göstermektedir. Saldırı hem fiziki varlığa hem de onun kültürel yaşamına olmaktadır. Başarıya ulaştırılmak istenen fiziki soykırım, arta kalanı da kültürel soykırımdan geçirmektir.

Her canlı gibi kendi olmak ve kendi kalmak isteyen Kürt halkına bu durumda kendisini kendi yapan tüm değerlerini ortadan kaldırmayı amaçlayan kültürel soykırım saldırılarına karşı kültürel öz savunmaya geçme görevi düşmektedir. Kendiliği sağlayan değerleri korumak, asimilasyona uğramamak, soykırımcıya benzeşmemek, ondan kesin bir kopuşu sağlamak temelinde devrimci bir duruş gereklidir. Bu duruşu gösteremeyen bir Kürtlüğün kültürel olarak soykırıma uğraması kaçınılmazdır. Yanı sıra saldırı sadece kültürel alanda gerçekleşmemektedir. Saldırı daha fazla da fiziki soykırım temelinde yapılmaktadır. Bu durumda da kendi olmak ve kendi kalmak soykırımcılığa karşı büyük bir öz savunma savaşını vermekten geçer. Bu savaş, özsel olarak soykırımcılığın topluma karşı yürüttüğü savaştan farklıdır. Soykırımcı rejimin savaşı; gasp’ı, ele geçirmeyi amaçlarken, Kürt’ün savaşı; kendi olmanın savaşıdır. Birinin savaşı saldırganlığı, diğerinin savaşı öz savunmayı esas alır. Birinin savaşı yok etmeyi, diğerinin savaşı yaşamayı esas alır. Karşılaştırmaları kapsamlı bir şekilde yapmak ve denklemi de sadece faşist Türk Devleti-Kürtler şeklinde değil de devletçi sistem-toplum şeklinde kurmak mümkündür.

 

Zengin Yöntemli Öz Savunma Direnişi

Canlı olmaktan gelen var olma istemi, öz savunmasız olamaz. Her canlı var olabilmek için varlığını tehlikeye koyan saldırılara, durumlara karşı kendini savunmak durumundadır. Bu öylesine bir gerekliliktir ki, başkalarına devredilemeyecek denli varoluşla ilgilidir. Nitekim tüm oluş, var kalmak için bunu yapar. Ne yazık ki, hiyerarşik devletçi sistemle kendini savunma hakkını başkasına devreden veya devretmek zorunda bırakılan tek varlık insandır. Tüm egemenlikçi sistemin topluma dayattığı bu iken, toplumun da vermemesi, devretmemesi gereken şeyi bu olmalıdır. Dolayısıyla Kürtler başta olmak üzere tüm toplum, kendini savunma hakkını, kendileri hakkında soykırım kararı almış ve bunu anda uygulayan soykırımcı rejime devretme dayatmalarını kabul edemez, etmemelidir. Hem kültürel hem de fiziki varlığını korumanın, dolayısıyla da kendi olarak kalmanın yollarını bulabilmelidir.

Bilimin de toplumsal özünden saptırılarak savaş teknolojisi için kullanılmaya başlanması nedeniyle, mevcut durumda devrimlerin gerçekleşmesinde zorun herhangi bir rolünün olmadığı, rol oynayamayacağı şeklinde kaynağını egemenlikçi sistemden alan yanlış bir algı bulunmaktadır. Savaş teknolojisindeki gelişmelerle elde edilen yeni tür silahlarla kendilerini alabildiğine güçlenmiş gören devletler eskiden olduğu gibi toplumsal güçler tarafından yenilgiye uğratılamayacaklarını propaganda etmekte ve toplumsal güçlere mutlak bir itaati salık vermektedirler.

O halde gasp ettiği toplumsal hakların hiçbirini topluma vermeye yanaşmayan, topluma kültürel ve fiziki soykırımı dayatan faşist sistemlere karşı nelerin yapılması gerektiği, egemenlikçi sisteme karşı nasıl bir mücadele verileceği yanıtlanması gereken temel bir soru olmaktadır. Kuşkusuz ki egemenlikçi sistemi topluma dolayısıyla demokrasiye karşı duyarlı hale getirmek için zorlamak gerekir. Toplumsal güçler zorlamanın yol ve yöntemlerini mutlak surette bulmak zorundadır. Aksi taktirde egemenlikçi sistemin gasp ettiği toplumsal haklardan feragat etmeyeceği egemenlerin özü gereğidir. Zorlanmayan, zor durumda bırakılmayan bir egemenin kimseye vereceği bir günahı bile yoktur.

Uzun bir süre devrim stratejilerine ilişkin yapılan tanımlamalar ışığında egemenlikçi düzeni zorlamanın, değiştirmenin yolu hep silahlı karşı ayaklanmalar, zor aygıtını kullanma şeklinde ele alındı. Hiç kuşku yok ki, bu tür zorlamaların ortaya çıkardığı önemli sonuçlar olmuştur. Ancak yine anlaşılmıştır ki toplumsal doğaya dönüş anlamına gelen devrim için bu tek başına yetmemiştir. Yukarıda ele almaya çalıştığımız gibi, devrimin olabilmesi için düşmanı kaba anlamda yenmek yetmez, onu bir bütün halinde yaşamda ve örgütlenmede yenmek gerekir. Devrimci çıkışlarda bugüne değin gerçek anlamda gerçekleşmeyen ya da devrimi kalıcılaştırmaya yetecek kadar gerçekleştirilmeyen budur. Bu çerçeveden bakıldığında, gerçek anlamda bir devrimi yapabilmek için insan, toplum ve yaşamın doğasının savunuculuğunu yaparak, bunların özüyle oynayan hiyerarşik devletçi yaşamdan kurtulmak gerekir. Bu yönlü çok güçlü bir öz savunmaya yaşam inşacılığı anlamında kültürel olarak girişmek gerekir. Ancak savaş teknolojilerinin toplum düşmanlarına sunduğu olanaklara takılmaksızın düşmanı yenmeyi amaçlayan bir öz savunma direnişini en zengin yöntemlerle yapmak da gerekir. Egemenlikçi güçleri öz savunma direnişini geliştirip yükseltmek suretiyle zorlamak, yola getirmek devrim için olmazsa olmazdır. Bu yapılmak durumundadır, çünkü egemenlikçi sistem toplum karşıtlığı ve düşmanlığından vazgeçmemektedir.

Sonuç olarak ne devrimi salt askeri zor aygıtıyla gelişen bir şey olarak ele almak doğrudur ne de toplum düşmanlığından vazgeçmeyen ve topluma karşı sürekli savaş ve şiddet hali anlamına gelen egemenlikçi, devletçi sisteme karşı öz savunma direnişine girişmeden bir devrimin gerçekleşebileceğini düşünmek doğrudur. En doğrusu toplumun varoluş olarak egemenlikçi sistemin karşıtı olduğunu bilerek, öz savunma savaşları da dahil yaşamın her alanında toplumun örgütlülüğünü sağlamaktır. Öz savunma alanı da dahil kendisini örgütleyen toplum, egemenlere ait olmaktan çıkmış, kendi olmayı başarmış toplumdur. Devrim de tam olarak bu anlama gelmektedir.

 

 

[1]Büyük Türkçe Sözlük
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.