Düşünce ve Kuram Dergisi

Sanatın ve Medyanın Tarihsel-Süreçsel Gelişimine Bir Bakış

Hüseyin Sürensoy

Abdullah Öcalan, sanatın genel durumunu ele alırken, “Sanat, yeni uygar sınıf olan burjuvaziyle ancak yasal bir etkinlik kazanacaktır” ifadesiyle, sanatın burjuva sınıfının etkisi altında nasıl bir dönüşüm geçirdiğini vurgulamaktadır. Sanatın erki, bu süreçte görkemini kaybedecek; kent mimarisi, müzik, resim ve heykelcilik gibi alanlar, kapitalizmin hizmetinde hızla yozlaşacak ve kutsallığını yitirecektir. Bu durum, sanatın endüstrileşmesiyle birlikte kimliksiz bir hale gelmesine ve bir tüketim metaına dönüşmesine yol açacak, böylece sanatın tükenişini ilan edecektir. Öcalan, bu çözümlemesiyle sanatın sistemle olan ilişkisini ve bu ilişkinin yıkıcı sonuçlarını derinlemesine irdelemektedir.

Uygarlıkla birlikte sanat, toplumsal kimliğini yitirmeye başlamış ve artık toplumun içinden çıkan seçkin elitlerin manevi gıdası haline gelmiştir. Ancak sanatın bu nitel karakteri, tarihi önem ve değerden yoksundur. Abdullah Öcalan’ın belirttiği gibi, sanat artık burjuvazinin tekeline geçmiş ve siyasal bir egemenlik aracına dönüşmüştür. Bu düşüş, toplumun da egemen sınıfın ideolojik tahakkümüne maruz kalmasına zemin hazırlamıştır.

Sanata sadece maddi ya da soyut bir olgu olarak bakmak, büyük bir yanlıştır; sanat, tarihsel toplumu, ekosistemi ve varlıksal değerleri içerir. Sanatın uygarlık içinde bir kimlik kazanması, bu tarihsel misyonuna aykırı bir konuma çekilmiştir. Sanat, toplumun yaşadığı temel sorunları dile getiren ve çözümler sunan bir niteliğe sahiptir. İktidar sınıfının hizmetine giren sanat, toplumsal yaşamın gerilemesine ve tarihsel hafızanın zayıflamasına katkı sunmaktadır.

Gerçek özünden uzaklaşan sanat, topluma yabancılaşarak insanlık için en büyük kaybı oluşturmuştur. Çünkü sanat, insan toplumunun ruhunu besleyen ve “manevi direnişe” yönelten en temel kültürel olgudur. İnsan toplumu, yaşamını sanatla anlamlı kılmakta ve bu etkileşim devam etmektedir. Ancak uygarlıkla birlikte sanatsal bilinçte bir zayıflama yaşanmış ve toplumun manevi sancıları bu sürecin başlangıcı olmuştur. Doğal olandan kopuş, bu akışın kesintiye uğramasının sonucudur.

Uygarlık öncesi sanatın işlevini ve toplumsal karakterini incelediğimizde, Paleolitik dönemdeki mağara resimlerinin ve kabartmalarının, sanatın ve estetiğin en güzel örneklerini sunduğunu görebiliriz. Bu çağ, toplumun ruh dünyası ile ahlak ve estetik boyutlarını da yansıtmaktadır. Modernite tarafından “ilkel” olarak küçümsenen bu dönemin insanları, sanatın başlatıcıları olmuş ve içsel potansiyellerini yaratıcılıkla birleştirerek insanlığın gelişimine büyük katkı sağlamıştır.Bu dönemin insanları, sanat alanında olduğu kadar bilimde de büyük ilerlemeler kaydetmişlerdir. Ancak modern düşünce, bu köklü geçmişi görmezden gelmekte veya önemsizleştirmeye çalışmaktadır. Bilimin kökenleri, paleolitik çağın büyücülük ve sihirbazlık pratiklerine dayanırken, modern uygarlığın bu bağlamda bir cehalet içinde olduğu açıktır. Bilimin başlangıçlarının, tarihsel ve kültürel derinliklerde gizli olduğu gerçeği, göz ardı edilmemelidir.

Paleolitik çağın sanatında, bireylerin kendi ego ve kibirlerine kurban etme eğilimleri belirgin bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Ancak somut tarihsel bulgular, bilimin kökenlerinin paleolitik dönemdeki büyücülükle bağlantılı olduğunu açıkça göstermektedir.

Bu dönemin sanat ürünleri, özellikle mağara resimleri, dar topluluklar tarafından yapılmış ve çoğunlukla mağaranın girişine değil, kuytu ve karanlık alanlarına yerleştirilmiştir. Bu tercihin temel nedeni, çizilen resimlerin büyüsel bir içerik taşıdığına dair inançtır. Ana tema bu büyüsel anlam üzerine kuruludur; dışarıdaki nesnelere ise böyle bir anlam yüklenmemektedir. Bu durum, sanatın ve inancın, paleolitik toplumlar için ne denli iç içe geçmiş olduğunu ve sanatın, toplumsal yaşamda nasıl bir rol oynadığını göstermektedir.

Paleolitik çağda yapılan resimlerin içeriğine baktığımızda, iki temel nokta öne çıkmaktadır. Birincisi, avlanacak hayvanlara karşı duyulan sevgi ve hayranlık, diğeriyse bu hayvanları büyü yoluyla kontrol etme düşüncesidir. Bu durum, paleolitik sanat anlayışı ile çağdaş sanat anlayışının özneleri arasında imgesel ve sanatsal yaratıcılık açısından bir süreklilik olduğunu göstermektedir. O dönemin sanatçıları, çağdaş güzel sanatların yaratıcılarıyla eşdeğer bir yetenek ve yaratıcılığa sahiptir.

Paleolitik çağın yaratıcıları, Michelangelo, Leonardo Da Vinci, Raffaello, Rembrandt ve Francisco Goya gibi sanatçılardan farksızdır; hatta ilk yaratıcılar olmaları nedeniyle daha değerlidirler. Bu yaratımlar, insan toplumunun iletişimini sağlayan bir özelliğe sahipti ve modern sanat, medya ve iletişim kültürünün temellerini burada atmıştır.

Evrimin iki kritik adımından biri, yaklaşık 200 ile 300 milyon yıl önce sürüngenlerden memelilere geçişte organizmaların artışı ve karmaşıklığıdır. Diğeri ise modernite çağının son 150-300 yılındaki bilimdeki patlama ve enformasyon teknolojisi ile telekomünikasyon alanlarındaki devrimdir. Bu süreç, yapay zeka ve internet çağı ile insan yaşamına yeni ufuklar açmıştır.

Paleolitik çağda yaratılan taş aletler ve duvar resimleri, geleceğe doğru atılan önemli adımlardır. Bunlar, sosyal etkileşim ve bağdaşım araçları olarak toplumsal yaşam kültürünü güçlendirirken, insanların kendi aralarında iletişim kurma gerekliliğini de doğurmuştur. Bu iletişim, aşağılayıcı ve zorlayıcı bir yaklaşımdan ziyade, topluluk yeteneklerini açığa çıkararak daha güçlü bir yaşam sunma amacını taşımaktadır.

Dil, sosyal etkileşim ve davranış kültürünün gelişiminde büyük katkı sağlarken, aynı zamanda tahmin ve kestirim imkanı sunmaktadır. Son iki yüzyıldaki iletişim ve teknolojik gelişmeler, sosyal etkileşim ve yaratımların evrimleşerek süreklilik kazanmasına yol açmıştır. Taş aletlerin yapımı ve duvar resimleri, sanatın başlangıç adımları olmanın yanı sıra, insanlara ilham kaynağı olmuştur. Basit gibi görünen bu duvar resimleri, güzel sanatların temellerini atarken, taş aletler bilim ve teknolojinin ilk esin kaynağı olmuştur.

Ilya Prigogine’in ifadesiyle, “Taş devrinde insan toplumlarına doğru gidildikçe karmaşıklığın artmasıyla beraber zamanın okunun ve evrimsel ritimlerin rolü de artar.” Bu tespit, insan tarihinin son iki yüzyılına bakıldığında ne gibi sonuçlara yol açtığını açıkça gösterir. Mağara resimlerini sadece estetik çizgiler olarak görmek yetersizdir; bu eserler aynı zamanda önemli işlevlere sahiptir. Toprak boyası ve manganezle yapılan bu resimler, yaşamın anlamını sorgulayan ve iletişim aracı olarak kullanılan ilk ifadeler olarak değerlendirilebilir. Bu gravürler, yazının ilk hammaddesi niteliğindedir ve insanın kendini ifade etme yöntemlerinin ilk örnekleridir.

 

Müzik, Tiyatro, Şiir Hepsi Doğal Toplumun Yaratımlarından Kökenini Alır

Sümerler, yazıyı icat ederken, kemikler üzerine çizilen işaretleri ve duvar resimlerini alıp daha sistemik ve estetik hale getirerek yazının temellerini attılar. Sümer uygarlığı, paleolitik ve neolitik devrimlerin sanat ve kültürel yaratımlarının sentezi olarak değerlendirilebilir. Ancak bu süreç, kendi zihin dünyalarına göre şekillenmiştir. Sanatın toplumun sosyal yaşamından kopması, uygarlığın bozulma sürecinin başlangıcıdır. Bugün “üstyapı” denilen şeylerin tamamı, ilkel denilen çağın ürünleridir. Kültür, sanat, politik gelenekler, kanunlar, bilim ve teknik gibi yaratımlar, paleolitik çağının zihinsel ürünleridir. Müzik, tiyatro, şiir hepsi, doğal toplumun yaratımlarından köken alır. Mucitleri, büyücü ve sihirbaz olarak adlandırılan dönemin yaratıcı sanatçılarıdır. Büyü ve sihirbazlık, dönemin birer yoğunlaşma biçimleridir. Güzel sanatların yaratıcıları oldukları kadar, yazının ilk iletişim çizgilerini çizen kişilerdi. Hem duvara çizilen resimler hem de maddi nesne yaratımları birer tasvir niteliği taşır. Bu, aynı zamanda büyünün ve sihirbazın tasvir edilen şey üzerinde hakimiyet ve otorite kurması anlamına geliyordu. Taş aletler, heykel gibi sanat yaratımlarının esası budur.
Uygarlıkla beraber kültür ve sanatın yıkılışı, toplumun sorunlarına çözüm gücü olmaktan öte, uygarlığın ideolojik bakış açısına göre şekillenmesi, sanatı bir düzeyde elitleştirme sürecidir. Bu sanat anlayışı, modernitede popüler bir nitelik ve kimlik kazanmıştır. Şunu çok iyi biliyoruz ki; uygarlık bozuksa, içinde sağlam bir şeyin kalması mümkün değildir. Yazılı tarih bize bunu göstermiştir. Moderniteye geçişle birlikte, uygarlık öncesi tarih adeta yok sayılmıştır veya “ilkel, barbar, vahşi” sıfatlarıyla anlaşılır olmuştur. Bu sıfatlar yakıştırmadır; gerçeğin üzerine modernitenin perdesini çekme anlayışıdır. Modernite, her şeyi kendisi gibi bozuk gösterme çabası içerisindedir. Modernitenin bilim anlayışının kökeni olduğunu kabul etmeseler de buna şüphe yoktur. Uygarlığın kapitalist modernite aşaması, insan toplumunun kültür, sanat, ahlak ve politik gelenek olarak çok daha gerilere götürmüştür. A. Öcalan’ın dediği gibi: “Aklın, duygunun ve vicdanın saptırılması, toplumda ne kadar tehlikeli sonuçlara yol açtığını, devletçi toplumda işlenen suçlardan öğrenmiş bulunuyoruz.” Akıl, duygu ve vicdan gibi insani hareketler köreltilince, sanatın insan ruhunu besleyici özelliği kaybolur. Ruhsuzlaşan ve her şeye yabancılaşan insan, toplumunun başına bela olmaktan kurtulamayacaktır. Sanatın, kültürün, felsefenin ve ahlakın bu derece aşağılanması, aslında insanın aşağılanmasını beraberinde getiriyor. Çok açıktır ki, sanata yaklaşım insana yaklaşımdır. Sanatsal yaratımlara verilen değer, insana verilen değerle eşanlamlıdır. Sanat değersiz hale getirildikçe, insan ahlaki ve kültürel olarak büyük oranda çürüme ve yozlaşma yaşar. İktidar güçleri, bu konuda çok başarılı bir sanat ve kültür politikası izlemişlerdir. Her şeyin pazarlandığı bir dünya yaratmışlardır. Bu algının yaratılmasında bilim, teknik ve özellikle medyanın birinci derecede payı vardır. Görsel ve yazımsal olarak medya, insan toplumu için manevi bir kanser ve maddi bir kimlik taşır.

Kapitalizmin bir sistem haline gelmesinde bilim ve teknik birinci derecede sorumludur. Bunun yanında medya da onun yedeği konumundadır. Sanayi Devrimi sonrası gelişen medyanın işlevi, toplumu maddi ve manevi olarak “kırımlara” doğru sürüklemiştir. Kapitalizmin sanat anlayışı, ahlaki olarak yozlaştırıcı ve kültürel olarak da taklitçidir. Devletçi sistemde bu temel stratejidir. Sanayi Devrimi sonrası sanattaki büyük düşüş ve yozlaşma başlangıçla da bağlantılıdır. Çünkü Sanayi Devrimi sonrası sanatsal yaratımlar yok denecek kadar azdır; ne paleolitik çağa denk düşecek yaratımlar olmuştur ne de tek tanrılı dinler dönemindeki sanat yaratımları gibi değerler ortaya çıkmıştır. Çünkü burada sanat, taklit kültürüne yöneliktir. Bu, sanatın tıpkı yaşam gibi sanal bir nitelik kazanmasına yol açar. Sanat topluma ait olurken, bu tarihsel olgu modernite ile birlikte seçkinlerin bir meşguliyet aracına dönüşmüştür. Buna meşruluk zeminini açan ve dayanak sağlayan da medya olmuştur. İktidar tekelleri bunu çok iyi kullanmışlardır. Picasso’nun “sanat faaliyetleri” dediği şeyin temelinde aslında sanatın ölümünün farklı bir biçimi olduğuna ciddi bir eleştiri ve vurgu yapılır. Medyanın toplumsal yaşama dahil edilme süreci 1930’lar ve sonrasıdır.

Özellikle 1960’lı yılların başında, medya olağanüstü bir işlevsellik kazandı. Medya, yalnızca televizyonla sınırlı bir teknolojik araç değildir; yazılı basın, radyo gibi iletişim araçlarını da içerir. Bu iletişim araçlarının icadının temel amacı, toplumun büyük kesimleriyle iletişim kurmaktır (kitle iletişimi). Küçük bir elit azınlığın bu yolla büyük çoğunluğu etkilemek, yönlendirmek ve algılarını yönetmek amacıyla oluşturulmuştur. Sanayi Devrimi sonrası ve özellikle elektronik ve kimyasal düzeydeki endüstriyel gelişmelerle birlikte, 1860-1950 yılları arasında medyanın oluşum dönemi yaşanmıştır. 1920-30’lu yıllar, radyonun yoğun kullanıldığı dönemdir; radyo, yalnızca tek bir frekans üzerinden yayın yapmasıyla televizyonun dışında bir işlevselliğe sahipti ve bu nedenle kamu denetimindeydi. Kamusal bir nitelik taşıyordu, henüz iktidar tekellerinin denetimine geçmemişti. Ancak, 1930’lar sonrası radyo ve televizyon, modernite toplumunu etkileyen temel yönetiş araçlarının başında gelmeye başladı.
Hitler’in bu kitle iletişim araçlarını kullanması, medyanın tehlikeli boyutlarını gözler önüne serdi. Yanlış ideoloji ve kişilerin elinde bulunması, toplumsal yaşama ağır darbeler indiriyordu; bu etkiler fiziksel anlamda olduğu kadar manevi ve ruhsal boyutlarda da hissediliyordu. Sanat, zaten ilk etkilenen olgu oluyordu. Bu açıdan, medyaya hakimiyet “Orwellvari” bir denetim ve kontrol mekanizması kurarak kitle toplumunu yaratmayı kaçınılmaz kılıyordu. Toplumun ruh ve duygu dünyasının yanı sıra, zihinsel ve sanatsal boyutları da tahakküm altına alınıyordu.
1960’lar sonrası medyanın gücü, sanatın gücünü çoktan aşmıştı. A. Öcalan’ın belirttiği gibi, “Kapitalist modernite, kitle iletişim araçları olarak nitelendirdiği teknolojisi sayesinde kendi zihniyetini, yaşam anlayışını, tarzını, kültürünü geniş toplumsal kesimlere ulaştırmaktadır.” Bu çözümlemede, sanatın medya aracılığıyla anlamsızlaştırıldığı ve metaya dönüştürüldüğü dile getirilmektedir. Medyayı kendi denetimine alan sistem, kendi ideolojik dünyalarına uygun bir kültür ve sanat yaratmayı, bu yolla toplumu sömürü cenderesinde tutmayı hedefliyor. Medya üzerinden sunulan sanat yaratımları, gerçek sanatla bir ilgisi olmayan taklitler olarak tanıtılmakta; bu süreçte gerçek sanat yapıtlarının unutturulması amaçlanmaktadır.
Böylece, kendi çürümüş ve yozlaşmış sistemlerini sürdürmek ve büyük kitlelere benimsetmek için yapay, anlamsız ve içeriksiz popüler kültür ürünleri üretilmektedir.

Bu hedefle, kitle kültürü oluşturulmakta ve toplum, kendi gerçekliğinden uzaklaştırılmaya çalışılmaktadır. Bunun başarısız olduğu söylenemez; toplumun geçmişten gelen doğal ve komünal yapısını parçalamak, liberal ideolojiyle büyük oranda başarıldı. Bireylerin yaratım potansiyelleri köreltiliyor ve anlamsızlık girdabına doğru sürükleniyor. Böylece, medya tüm araçlarıyla iktidar tekellerinin toplum üzerindeki hakimiyetini pekiştiriyor. N. Chomsky’nin de belirttiği gibi, “Ana akım medya, iktidarcı devletin süngüsü işlevi görmektedir.” Bu, zehirli ve öldürücü bir süngüdür.
Ana akım medya tekelleri, kitleleri politik gücün ve devrimci, yıkıcı potansiyelin tehlikeli boyutlarını çok iyi bildikleri için medyayı bu gücü bertaraf etmek ve etkisizleştirmek amacıyla kullanmaktadır. Sanat adına sanatsızlığı, kültür adına kültürsüzlüğü (popüler kültürden bahsediyorum), ahlak yerine ahlaksız yaşamı ve vicdan adına vicdansızlığı kitle iletişim yoluyla empoze ediyorlar. Medyanın rolü, kitleleri manipüle etmekte, toplumun direnişçi karakterini ve yıkıcı potansiyelini etkisiz hale getirmekte yatmaktadır. Bu olgular, sistem için tehlike olarak algılanmaktadır. Toplumun isyancı duruşu, doğru bir ideoloji ve stratejiyle kendine yönelmesini engellemek ve yanlış yere kanalize etmek için medyayı kullanmaktadır.
Medya aracılığıyla kitleler yanlış yönlendirilmekte; yapay ve sahte gündemler yaratılarak olay ve olguların akış yönü değiştirilmekte, insanın zihin, zeka ve duygu dünyası tahrip edilmektedir. Kapitalist sistem, bu algı manipülasyonunu ilk önce ideolojik boyutla yapmaya başlar; bunun toplumsal ayağını ve zeminini ise ana akım medya aracılığıyla döşer. Toplum, ideolojik medya aracılığıyla adeta uyutulma sürecine alınmaktadır. Kapitalist hikayelerle yapay kültür ve sanatsal öğeler yaratılmakta; birey ve toplum yoğun bir şekilde ideolojik iknaya maruz kalmaktadır.
Bütünsel bir kuşatma mücadelesiyle, kitlelerin devrimci özü ve refleksleri etkisiz kılınmaya çalışılmaktadır. Sistem, bu anlamda tüm araçlarını seferber etmektedir. Çünkü karşısında büyük bir toplumsal muhalefet gücü bulunmaktadır. Bu muhalefeti bastırmak ve sindirmek için politik güç tehlikesini ortadan kaldırma stratejisiyle hareket etmektedir. Medya ve diğer kitle iletişim araçlarının rolü, kitleleri iknaya açık, kabul edilebilir bir noktaya çekmektir. Büyük medya şirketleri, kitlelerin varlığını ve devrimci ruhunu her zaman kendi ticari çıkarları için tehlike olarak algılar. Bu çıkarları korumak, geleceğe taşımak ve büyüyerek süreklilik sağlamak için medya, bir koruma kalkanı ve aracıdır. Medyayı kitlelere karşı kullanmaktadırlar.

 

Toplum Dili: Özgür Medya

Medya, iktidarcı güçler ve tekelci şirketler tarafından birer propaganda aracı olarak kullanılmakta ve bu şekilde bir stratejik yaklaşım sergilenmektedir. Burada hedef, “kamu düşüncesini” denetlemek ve bu gücün kendileri için bir ideolojik-politik tehdit olmaktan çıkarılmasıdır. Medya aracılığıyla yapılan tüm hamleler bu amaca yöneliktir. Kamu düşüncesinin örgütlü olduğu veya örgütlenmeye başladığı durumlarda, bu gücün kuşatılması ve denetlenmesi gerekliliği ortaya çıkar.
İktidar güçleri, yaşamsal bir risk olduğunu bildikleri için medya aracılığıyla popüler sanat yoluyla yeni bir toplumsal kültür yaratmaya çalışmaktadırlar. 1950 sonrası ve özellikle 1980’ler, bu sürecin yoğunluk kazandığı bir dönemdir. 1968 dünya devrimci gençlik hareketi ve sonrasındaki devrim süreci, egemen güçler için korkutucu bir gelişme olmuştur. Kamu gücünün örgütlü olması, sistem için büyük bir tehlike ve kaos anlamına geldiği için bu durumu önlemenin yolları stratejik olarak ele alınmıştır.
Devrimci halk kitlelerinin örgütlü olduğu durumlarda, onları zor aygıtlarıyla kontrol altına almanın zorluğunu gören güçler, medya yolunu güçlü bir ideolojik manipülasyon aracı haline getirmiştir. Yeni sanat ve kültür anlayışı, bu sürecin ilk adımını oluşturur; popüler ve liberal kültür, bu bağlamda ortaya çıkmaktadır.

Devrimci kitlelerin “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” sloganı ve emekçilerin sömürülmemesi için giriştikleri mücadele, tekelci güç odaklarının devletle birlikte hem şiddetin kullanımını hem de medya yoluyla yoğun ideolojik propaganda yöntemini devreye sokmasına yol açmıştır. En çok da burada görsel medya bu rolü üstlenmiştir. Bu yolla, popüler kültür ve sanat alanında yaşanan yozlaşma süreci başlatılmıştır. Bunun yanında, yeni sanat ve kültür alanları da yaratılarak insanların ruhu ve duygu dünyalarıyla oynanmaya başlanmıştır.
Kapitalist sistemin yarattığı büyük medya şirketlerinin ürettiği bu yeni sanat ve kültür merkezli yaratımlar, gerçek olmadıkları, taklide dayalı yapıların yanında, devletin ve onun tekellerinin ideolojik tahakkümünü sağlamada işlevsel kıldıklarını görmek zor değildir. Böylece yeni sanatsal üretimler, eğlenme, para kazanma ve konformist bir yaşamın önünü açma aracına dönüşüyordu. Burada en etkili pay, eğlence programları kadar Hollywood sinemasının payıdır. Bu yolla, özellikle hegemonik kültürün evrensel bir kimlik kazanması, tahribatın boyutunu ortaya koymaktaydı.
Yeni popüler kültürle insan toplumu, kendi hakikatinden uzaklaştırılmaya çalışılmıştır. Tekelci medya bu yolla, ideolojik, psikolojik ve sosyal alanlarda kitleleri yoğun bir baskı altında tutmaktan geri durmamıştır. Medya aracılığıyla insanlara kendi hakikatini dayatan bir kültürel ve sanatsal strateji izlemiştir. Medyayı toplumsal hakikati çarpıtmanın en etkili yolu olarak seçmiştir. İnsanın yaşam algısı böylelikle çarpıtılmıştır.
Öyle bir algı oluşturuldu ki artık sanatın gerekli olmadığı düşüncesi egemen kılınmaya başlandı. İnsanlar, sanatın her türünden uzaklaşmaya başladılar. Popüler kültürün denetimine girdiler. Sanatın bu denli anlamsızlaştırılıp uzaklaştırılmasına paralel olarak, medya aracılığıyla inşalar daha çok tüm duygu, düşünce ve zihinleri teknolojik bilimsel buluşlara angaje edilmeye çalışıldı. Bilim ve teknikle maddi zenginliğe kavuşma, yeni sömürgeler yaratma ve kapitalist sistem, tüm unsurlarıyla dünyanın en ücra köşesine kadar gitmeyi hedefliyordu. Bilim, teknoloji ve popüler kültürde bu büyük oranda başarıldı.
Sanatla uğraşanlar ise daha çok bunu meslek olarak görme, kendini meşgul etme, iç dünyasını huzura kavuşturma, psikolojik rahatlama terapisi olarak görme eğiliminde oldular. Bir kısmı da taklide yönelme, geleneği takip etme, lüks yaşama duygusu ya da tembellikten bir şey yapmamaktan dolayı bir uğraş olarak ilgilenme anlayışı ve hevesiyle hareket etme durumundadır.
Sanatın gerçek özneleri olan toplum ve aydın kesimi de sanata eskisi gibi duygu yüklü, samimi yaklaşmıyor. Popüler kültür ve onun sanat anlayışından etkilenme durumu var. Sanatı artık bir lüks veya bir süs malzemesi olarak görme eğilimi belirmiştir. Medyanın pompaladığı bu popüler kültür, sanat ve eğlence anlayışı öyle görünüyor ki doğru adrese teslim edilmiştir. Sanat, artık eğlence ve maddi yaşamı güzelleştiren bir kar ve para kazanma aracı olarak görülmüştür.
Günümüz sanatçıları daha çok para kazanma, popüler olma, satış ve kazanç elde ederek büyük servet sahibi olma anlayışındadır. Bu sanatın içinde toplum ve insan yoktur. Kendini kurtarmak için sanatı bir strateji olarak belirleme durumu vardır. Bu konuda Picasso’nun, “Artık sanat, öteki asırlarda olduğu gibi hayati bir ihtiyaç meselesi olarak sayılmıyor. Çoğu, sanatı henüz bir meslek olarak görmekte, meşgul olmakta ama bu gerçek sanat değildir” sözü gerçeği yansıtıyor. Durum, Picasso’nun ifade ettiği gibidir.
Sanatın özgürleştirici gücü egemenleri her zaman korkutmuştur. Kitleleri yarattığı taklit ve yapay sanatla vurmuş; bunun için esas dayandığı güç medyayı kullanmak olmuştur. A. Öcalan bu konuyu şöyle ifade eder: “Sanat olarak kabul edilen faaliyetler üzerinden yapılmakta olanların gerçek sanatla hiçbir alakası yoktur. Kendine göre bir sanat anlayışıyla kitle kültürü yaratarak sistemler varlığını sürdürmekte, meşruiyetini sağlamakta, hegemonyasını kurmakta ve sürdürmektedir.” Bu popüler kültür ve sanat yoluyla hakikat gizlenmekte, gerçeğin sadece bir yüzü gösterilmektedir. Böylece, kendi dünyalarının yaşam tarzını gerçekmiş gibi kitlelere sunmaktan geri kalmazlar.

Kitle iletişim araçları denilen teknolojik yaratımlar, bu kültürü empoze etmek için seferber edilir. Topluma karşı bir kültür ve sanat politikası izlenir. Sanatın özgürleştirici ve devrimci gücü yoğun bir anti-propagandayla kitlelerin zihin deryalarında sapkın bir sanat ve düşsel tasarımmış gibi sunulur. Salvador Dali, bu konuda çarpıcı bir değerlendirme yapar: “Gerçek, bize yalnız bir tarafını gösteren ay gibidir. Kainatın bu ikinci yüzünü sanatla açıklamak üzereyim.” Bu bakış bir yönüyle iktidarın sanat anlayışına ve popüler kültüre karşı bir karşı duruştur. Sanatın toplumsal karakterine güçlü bir vurgu yapar. Medya bu noktada işlevsellik kazanır. Sanat, gerçeğin tümden gölgelenmesi misyonuyla hareket eder.

Devletli sistem ve onu iktidar güçleri özellikle 1980’lerden itibaren özel bir savaş medyası oluşturdular. Topluma karşı olduğu kadar direniş içinde olan uluslara karşı özel savaş medyası yoluyla “terör” kavramı adı altında hedef gösteren araçlar yarattılar. Devlet yedeğine aldığı medyayla topluma ve diğer uluslara karşı örgütlü savaş stratejileri bu yöntemle yürütülmüştür. Toplumsal algı bu şekilde yönetilmeye çalışılmıştır. İktidar güçleri medyayı kendi ideolojisinin propagandası için kullanır ve bununla denetim sağlar. Devlet dışı özel sektör de topluma karşı aynı savaşın içerisindedir. Özel sektörün denetimindeki medya daha tehlikelidir.

Medya, toplumsal değişimin gerçek gücüdür. Ama bu misyonuna oldukça uzaktır. Tam tersi kuruluşundan itibaren medya devletin ideolojik aracı ve statükonun gerçek savunucusu konumundadır. Her ne kadar medyanın demokrasinin “dördüncü gücü” gibi bir kimliği olsa da konumlanışı bu yönde değildir. Demokrasi ve toplum karşıtı bir duruş içinde olmuştur. Ulus-devletlerin, hegemonik güçlerin çok fazla insanlık suçu bulunmaktadır. Soykırımlar, faili meçhuller, taciz ve tecavüzler, cins kırımları, kültürel kırımlar vb. tamamı devlet terörüdür. Medya ise bu suçları aklayan, görmezden gelen, saklayan bir terör politikasının destekçisi olmayı benimsemiştir. Devlet eliyle işlenen suçların ortağıdır. Devlet medya aracılığıyla tüm kurumları denetleyebilir ve kontrol altında tutabilir. Toplumun siyasal gündemini belirler.

Özgür ve muhalif basın olarak tanımlanan medya toplumun özgür dili olmaktadır. Devlet ve özel şirketler medyasına karşı konumlanır ve halkın özgürlük ve adalet talebini dillendirir. Bu sebeple sürekli hedef olur. Devletin işlediği suçları ifşa eden, ezilen toplumların yanında yer alan Özgür Basın büyük bedeller ödemiştir. Ticari bir niyeti yoktur. Bundan ötürü devlet tarafından sürekli ve sistematik olarak şeytanlaştırılır. Amaç bellidir. Toplumsal muhalefeti boğmak, susturmak kadar kendi terör eylemlerinin açığa çıkmasını engellemeye dönük yaklaşımdır. ABD’nin Vietnam’da, Fransa’nın Cezayir’de, TC’nin Kürdistan’da işlemiş oldukları suçların açığa çıkmaması için Özgür Basın’ı susturma temel strateji olmuştur. Devlet karşıtı olan toplum kesimlerini hedefe oturtmak medyanın birincil görevidir. Bombalanan gazeteler, öldürülen gazeteciler, devrimci basının hakikat arayışının ağır sonucu olmuştur. Özgür ve devrimci basının en temel görevi, işleyen bir demokrasi varsa onu ayakta tutmak kadar toplumu olumlu veya olumsuz konularda bilgilendirmektir.

Medya, bir ideolojik manipülasyon aracı olarak toplumları iknaya açar. Temel strateji ise şudur: Toplumu bir konuya ikna etmek için onun zihin dünyasında uzun süre kalıcılaşır. Böylece sürekli tekrarlanan yayınlar, toplumun tavırlarını, yaklaşımlarını değiştirecektir. Bunu başarmasa bile en azından daha önce inandığı temel yaklaşımı aşacaktır. Zamanla bu da yoğun medya ajitasyonuyla düzene sokulacaktır. Böylelikle toplumun düşünceleri üzerinde tam bir hakimiyet sağlanır. Bu sayede toplum, dağılmış ve parçalanmış bir zihne evrilir. Bu toplumu örgütlemek, ideolojik ve devrimci sanat ve kültürle yeniden şekillendirmek kolay değildir.

Kapitalist sistemin medyası, büyük kapitalist şirketlerin yeni sanat ve kültür anlayışının yoğun propagandası yapıp yeni pazarlar yaratmaya çalışır. Bu amaçla geliştirilen yeni sanat, toplumu kendi kültürel tarihine de yabancılaştırılır. Sanatla yaratılan yeni imge ve ürünler medya yoluyla pazara sunulur. Toplumun beğenisi kazanılır. Bu sanat ürünleri ve çoğunlukla kadın bedeni üzerinden pazarlanmaya çalışılır. Toplumsal ahlakta yoğun bir çatışma yaşanır. Kadının bir meta olarak sunulması, reklam ve satış modeli haline getirilmesi erkek egemen toplumun zihin dünyasını gösterir. Ataerkil devletli sistemde sanatın alıcısı erkek olduğu için bu ürünler erkek beğenisine göre ayarlanır. Erkeğin arzularına hitap eden kazanır!

Sonuç olarak medya, toplum, özgürlük ve eşitlik karşıtlığıyla kendi safını belli etmiştir. Karşı devrimin silahı olmuştur. Bu haliyle medyanın hakikate saygısı kalmadığı gibi hakikat ve sanat düşmanlığı yapmaktan da geri kalmaz. Toplumun tarih bilincini çarpıtarak, yeni bir tarih bilinci ve anlayışı yayar. Toplumun öz değerleriyle çatışma içindedir. O nedenle medya tüm araçlarıyla toplumsal devrim ve toplumsal muhalefetin ileri müfrezesi olmaktan imtina etmemiştir.

Evrenin oluşumundan bu yana bozonların rolü neyse toplumun oluşumunda da sanatın rolü odur. Bozonsuz evren olmayacağına göre sanatsız toplum da olmayacaktır. İkisinin yokluğu hiçlik doğururken, varlıkları anlamlı yaşama yol açar.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.